Ana Sayfa Blog Sayfa 4675

Rio dersleri – Nihal Kemaloğlu

1992’de kapitalist oksimoron sürdürülebilir kalkınma kavramı Rio’da BM Çevre ve Kalkınma Konferansı’nda kullanıma sokulduktan yirmi yıl sonra 20-22 Haziran’da Rio+20 zirvesi yapıldı. 20 yıl önce binbir yüzlü kapitalizmin ‘sürdürülebilir kalkınma’ adıyla pazarlanması sonucu dünya kaynakları hızla tüketilmişti. Bugün de ‘yeşil ekonomi’ diye yeşil kep giyerek enerji tekelleri, GDO’lu tohum tröstleri, karbon piyasalarıyla içli dışlı, kalkınmış ve gelişme hırsıyla yanıp tutuşan ülkelerle zirvede arzı endam ediyordu.
Bu yirmi yılda Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki doğal kaynaklar, bütün eko sistemiyle geriye dönüşsüz ‘finanslaşarak’ paraya dönüşürken, bilim adamları ‘yenilenebilir’ özelliğini kaybeden gezegenimizin kaynaklarına 2030 yılına kadar ömür biçiyordu.

Dünyanın en büyük yirmi ekonomisinin yani dünyayı en çok tüketenler ve kirletenlerin, ortak vizyon oluşturmak amacıyla BM Sürdürülebilir Kalkınma Konferansı için Rio de Janeiro’da toplanmaları manidardı.

Çünkü BRIC’in yabancı yatırımcı dostu Brezilya, Latin Amerika’nın ‘yükselen güvenilir gücü’ olarak yeşil ekonominin ve sürdürülebilir kalkınma kavramlarının yeşil maskesinin düştüğü coğrafyaydı..

Her yıl Amazon’da 2 milyon hektar yağmur ormanını yok edip tarım arazisine çevirerek ama küçük köylülere değil küresel tarım tekellerine devreden Brezilya, yıllardır GDO’lu tohum tekeli Monsanto’nun ticari ortağıydı.

30 milyon hektarlık tarım alanında GDO’lu mısır, soya ve pamuk ekimi yaparak dünyanın en büyük GDO’lu tarım ambarı ve ihracatçısı olan Brezilya, 20 milyon topraksız tarım işçisine tarım reformu yapmamakta da direniyordu.

Ama bilim adamları Brezilya’nın Cerrado bölgesinde küresel tarım tekellerine kiralanan GDO’lu tohum, gübre ve tarım ilacı kullanılan milyonlarca hektar toprağı ve bitki örtüsü şimdiden yüzde 50 değer kaybına uğradığı ve 2030 yılında tümden yok olacağını belirtiyorlardı.

Yine dünyanın önde gelen etanol üreticisi Brezilya, GDO’lu mısır ve soyadan üretilen ‘yeşil ekonominin yenilenebilir enerjisi’ diye iştahla pazarlanan agroyakıt yani etanol üretimiyle dünya birincisiydi.
Ve GDO’la zehirlenmiş toprakları agro yakıt yapmak için tükettiği kömür enerjisi ve agroyakıt yanarken çevreye yayılan karbondioksit miktarı müthiş bir doğaşinas ekonomi yalanını gösteriyordu.

Elbette agro yakıt üretirken fosil enerji kullanımı ne kadar da kapitalizmin tüketici mantığına uygundu değil mi?

Ya da ‘yeşil ekonomi’ ve ‘sürdürülebilir kalkınma’ kavramları sözde kapitalizmi doğayla uzlaştırma iddiası taşırken, doğayla barışan sistemin nasıl yüksek kar, birikim ve tüketim yaratacağı çelişkisine cevap veremiyordu.

Bir taraftan Rio’da zirve devam ederken Amazonlu yerliler Xingu Nehri’nin kenarında ‘Pare Belo Monte’ diye bağırıyorlardı.

Çünkü Belo Monte, dünyanın karbondioksitini temizleyen Amazonların binlerce yıllık Xingu Nehri’nin üzerine inşa edilen gövdesi 7 km’lik beton olan bir hidro elektrik barajının adıydı.
Ve eski Devlet Başkanı Lula bu barajın anlaşmasını ‘bu Brezilya’nın enerji sanayiinde bir zaferdir’ sözleriyle imzalarken, bu barajın yapımıyla 700 kilometrekarelik orman alanı yok olurken, 20 binden fazla bölge sakini toprağından atılmaya mahkum edilmişti.

Doğal kaynaklarının pervasızca ‘finanslaşmasına’ izin veren Brezilya’yı öykünerek ve gıptayla takip eden Türkiye’nin Rio Zirvesi’nden heyecanla ve bagajında yeşil ekonomi jargonuyla döndüğünü söylemeye gerek yoktu…

Nihal Kemaloğlu – Akşam

Pentagon’dan Ankara’ya mesaj

ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü, Suriye’nin Lazkiye kenti açıklarında düşürülen Türk jeti ile ilgili olarak “Konu henüz NATO’nun gündemine getirilmedi. Şu noktada tüm gelişmeleri izliyoruz, Türkiye’nin açıklama yapması daha doğru. Talep olursa arama çalışmalarına katılırız” dedi.

İsmi açıklanmayan üst düzey bir Pentagon yetkilisi ise “Talep gelmesi halinde arama kurtarma çalışmalarına katılabiliriz” dedi. Yetkili olay bölgesinin ABD açısından kolay ulaşılabilir bir bölge olmadığını da sözlerine ekledi

Amerikan basını, Türkiye’nin olası tavrını tartışıyor

Amerikan basını, Türkiye’nin olası tavrı konusundaki belirsizliğe dikkat çekerken, Türkiye’nin NATO olmaksızın kendi başına karşılık vermeyeceği fikri üzerinde birleşti. Ağırlıklı olarak Başbakan Tayyip Erdoğan başkanlığında gerçekleştirilen güvenlik toplantısı ve Suriye ‘nin açıklamalarının kullanıldığı haberlerde şöyle denildi:

Los Angeles Times: ”Son gelişmeler, Suriye’deki krizin sınırlarının ötesine geçiyor. Türkiye ile Suriye arasındaki ilişkilerin büsbütün bozulması riski yaratıyor.”

New York Times: ”Türkiye ile Suriye’nin arasının geçen yıldan itibaren kötüleşmesinden sonra, ilk kez Suriye ordusu bir Türk askeri uçağını düşürdü”

FoxNews: ”Türkiye’nin nasıl harekete geçeceğinin net değil. Ancak Türkiye, Suriye’nin, sınırındaki bir mülteci kampına ateş açmasından sonra, güvenliğini ihlal edecek hiçbir eylemi hoşgörü göstermeyeceğini belirtmişti’.

The Washington Post: ”Olayın bölgedeki gergin havayı gözler önüne serdi. Suriye’deki isyanın, Suriye sınırlarının dışına yayılacağından, komşu ülkeleri işin içine çekeceğinden ve belki geniş boyutlu uluslararası askeri müdahaleye neden olabileceğinden endişe edilmekte”

ABC: “Şam, eski yakın müttefiki’ Türkiye’yi muhtemelen ihtilafın içine çekerek, ülkesindeki krize kaygı verici yeni bir boyut ekledi.

ABD Savunma Bakanlığı’ndan ismi açıklanmayan bir yetkili ise CNN’e konuşarak ”Talep gelmesi halinde arama ve kurtarma çalışmalarına katkı sağlayabileceklerini, ancak olayın meydana geldiği bölgenin, kısa zamanda yardım götürebilecek yakınlıkta imkanlara sahip oldukları bir bölge olmadığını” söylediğini bildirdi.

ABD basınında ayrıca, NATO üyesi olan Türkiye’nin Suriye’den kaçan sığınmacılara yardım eli uzattığı, Suriye Halkının Dostları grubunun önde gelen üyelerinden biri olduğu ve Başbakan Erdoğan’ın, sürekli Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın iktidardan çekilmesi gerektiğini belirttiği ve Esad’ı sert eleştirdiği gibi hususlardan bahsedildi.

(Yeşil Gazete)

İki pilot nerede?

Suriye’nin hava sahasını ihlal ettiğini öne sürdüğü Türk savaş uçağını düşürmesi sonrasında iki Türk pilotu arama çalışmaları Lazkiye açıklarında devam ediyor.

Vurulduktan sonra Suriye karasularına düşen uçağın iki pilotuna hala ulaşılamadı. Hem Ankara, Adana ve Mersin’den hava ve deniz araçlarıyla arama çalışmaları devam ediyor. Henüz uçağın enkazına da ulaşılamadı. Arama-kurtarma çalışmalarını Suriye ve Türk Deniz Kuvvetleri ortaklaşa yürütüyor.İki pilotun Suriye tarafından alıkonulduğu iddiaları iki ülke tarafından yalanlanmıştı.

Suriye’den açıklama: Türk uçağını biz vurduk

Suriye Savunma Bakanlığı, Lazkiye kenti açıklarında kaybolan Türk savaş uçağı hakkında resmi açıklamasını yaptı: Uçak, sınırımızı ihlal etti, düşürdük ama Türk uçağı olduğunu bilmiyorduk.

Bakanlığın açıklamasında şu ifadeler kullanıldı: “Türk jeti sınırlarımızdan 1 kilometre içeri girdi. Karasularımız üzerinde alçak uçuş yapıyordu. Hava sahamızı sınır ihlali gerçekleşti. Hedefi vurduktan sonra Türk uçağı olduğunu tespit ettik. Tanımlanamayan hedef vurulmuştur. Saldırgan bir tavır yok.

Rio de Falha / Festival do Oprimido


Bölüm 1: Rio de Falha

Bugün Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Konferansının son günüydü.

Aslında, toplantı “taslak metin”nin yayını ile bitmişti. Dün de liderler metni bu hali ile onaylayacaklarına dair görüş bildirdiklerinde, tamam bitti bu iş dedik. Zaten bitmişti der çıkmayan candan umut kesilmez diyorduk. Mucizeye ihtiyaç olduğu kesindi ama yine de, olur ya, yıldırım düşer, göktaşı çarpar, bir şey olur da liderler, şirketlerin piyonluğundan halkların kardeşliğine geçiş yaparlar belki…

Ama olmadı, Rio’daki resmi görüşmeler, önümüze cafcaflı hediye paketi içinde başarısızlık bırakıp bitti. Tabi ki yersen…

Kısaca yine filmi izledik. Türk filmlerinde vardır yar, zengin ve fakir erkek aynı kıza aşık olurlar ve bir kaşık suda fırtına kopar. İşte bu filmi biraz Brezilya dizisi tadında burada izledik. Kuzeyin zengin züppeleri ile Güneyin yağız yeni bıyığı terlemiş fakir ama gururlu delikanlıları aynı kıza talip olurlar. Ama yine kimse kıza ne istediğini sormaz. İkisi de kızı nasıl elde edeceklerini dert edinmiştir. İkisi de hep birbirini suçlar, kendisinin doğruyu, iyiyi bildiğini, dürüst olduğunu söyler durur.

Ama kimse kıza sormaz ne istediğini, neye ihtiyacı olduğunu.

İşte Rio’da bu filmi izledik. Siz ister kızı Dünya olarak görün isterseniz Halklar. Hemen hemen tüm ülkeler kızı nasıl daha “etkin” kullanırız, nasıl daha fazla kar ederiz, nereden para koparırız diye yanıp tutuştular Rio boyunca.

Bu tarz filmlerde hep film sonunda kıza yazık olur. Ne yazık ki Rio’da da kıza yazık oldu!

Telgraff gazetesinden Geoffrey Lean, üşenmemiş, kabul edilen anlaşma metni  kelime kelime incelemiş: Metinde 50 defa cesaretlendirmek ve 90 defa desteklemek gibi ucu açık ifadeler geçerken, sadece 8 defa  kesin ucu kapalı fiil (we will / must) geçiyor. ( Bkn: http://www.telegraph.co.uk/earth/environment/9341645/The-Rio-Earth-Summit-is-it-destined-to-fail-the-world.html )

Başka söze gerek yok gibi ama detaya girmek isterseniz George Monbiot’un yazdıklarına bir bakın derim.  George Monbiot da metin için kabaca “238 paragraf dolusu tüy!” diyor. (bkn: http://www.guardian.co.uk/environment/georgemonbiot/2012/jun/22/rio-20-earth-summit-brazil )

Bu yüzden, aslında bu toplantıdan sonra Rio de Janerio’ya (Ocak Nehri tam Türkçesi) bence Rio de Falha (Başarısızlık Nehri) demek daha çok yakışır.

Bölüm 2: Festival do Oprimido

Diğer taraftan ise, hakları yenilen ezilen insanların toplandığı Peoples Summit ise bugün tam bir Ezilenler Tiyatrosu – Ezilenler Festivali gibiydi. Halklar tepkilerini yaratıcılıkları ile birleştirmiş, liderlerin ve şirketlerin aksine ellerinde olanları paylaşıyor, tepkilerini şenlikli olarak veriyor, net talepler ortaya koyuyordu.

Gerçekten de People’s Summit bugün bir festivalden farksızdı. Her köşede bir tartışma, her köşede bir miting ve her köşede el emeği göz nuru yaptıklarını, yerel tohumlarını satmaya çalışan yerli halklar vardı.

Geri dönüştürülmüş malzemelerden yapılmış küpeler, takılar,  ekoköy deneyimlerini, alternatif eğitim deneyimlerini anlatan kitaplar, yerel tohumlar…. Ne isterseniz bulabilirdiniz.

Yerel müzik yapan gruplar, yaratıcılıklarını eylemselleştiren STKlar, eline mikrofon alıp kapitalizmi ve Rio+20 tartışmalarını eleştiren bireyler… Açık tartışmalar, lidersiz, herkesin eşit olduğu çalıştaylar…

Hepsi halkların zirvesindeydi. Rio+20’de olması gereken her şey Halkların Zirvesinde, olmaması gereken sığ bürokrasi ve lobicilik ise resmi toplantıdaydı. Rio+20’nin yapıldığı Rio Centro’ya girişte çektiğiniz çile ile People’s Summit’e elinizi kolunuzu sallayarak girebilmeniz bile aradaki farkı anlatmaya yeter.

Bugünü özeti bu kadar, Rio+20’nin sonuçları ve büyük resim hakkında kafamda fikirler iyice oluştu gibi. Kafamı biraz da toparlayıp biraz Rio’yu gezip, kendimi mutlu hissettiğim People’s Summit’te takılıp büyük resme dair ve gelecekte bence yeşil aktivistler olarak yapmamız gerekenlere dair yazımı da en kısa sürede paylaşacağım.

Bu arada halklar da çalışmalarının sonuç metnini yayınlamış olur.

PS: Türkiye’ye Amazonlar’dan yerel mısır, fasülye, yer fıstığı ve çeşitli otlardan oluşan tohumlar getiriyorum. Heyecan Yaptım.

Devin Bahçeci

Yeşil Gazete

Ezilenlerin Tiyatrosu Merkezi’nden yaz atölyeleri başlıyor

Ezilenlerin Tiyatrosu Merkezi – Türkiye ve Tiyatro Boyalı Kuş, yaz aylarında “Ezilenlerin Tiyatrosu Teknikleri’ne Giriş” atölye çalışmalarını başlatıyor. 27-28-29 Haziran ve 25-26-27 Temmuz tarihlerinde yapılacak olan iki ayrı atölye çalışması Cihangir Sahne’de gerçekleştirilecek.

Ezilenlerin Tiyatrosu Merkezi (CTO Türkiye) amacını “bünyesinde barındırdığı alanın Türkiye’deki en iyi isimleriyle Ezilenlerin Tiyatrosu tekniklerinin Türkiye’de yaygınlaşmasını sağlamak, bu tekniği öğrenmek ve uygulamak isteyenler için güvenli bir paylaşım alanı yaratmak” olarak tanımlıyor.

Ezilenlerin Tiyatrosu Brezilyalı tiyatro insanı Augusto Boal’ın geliştirdiği, tiyatronun sosyal, toplumsal ve kültürel dönüşüm için bir araç olarak kullanıldığı katılımcı ve interaktif bir politik tiyatro tekniği. Yapılacak olan atölye çalışmalarında Ezilenlerin Tiyatrosu tekniklerinden “İmaj Tiyatrosu” ele alınacak. Çalışmanın amacı, ezilenlerin tiyatrosu oyun ve egzersizlerine giriş yapmak ve ezilenlerin tiyatrosunun temeli olan imaj çalışmalarını ele almak.

Çalışmanın kolaylaştırıcısı Jale Karabekir Ezilenlerin Tiyatrosu’nun Türkiye’de çok bilinmeyen ya da çoğunlukla yanlış ve ideolojisi çarpıtılarak uygulanan bir tiyatro tekniği olduğunu söylüyor. CTO Türkiye olarak amaçlarının Ezilenlerin Tiyarosu’nu, Augusto Boal’ın gerçek ideolojisine ve metodolojisine uygun olarak katılımcılarla paylaşmak olduğunu söyleyen Karabekir şunları söylüyor:

“Hedefimiz Türkiye’de Ezilenlerin Tiyatrosu uygulayıcılarını çoğaltmak. Birçok toplulukta Forum Tiyatrosu’nun uygulanmasını sağlayacak uygulayıcılar yetiştirmeyi amaçlıyoruz. Bu giriş çalışması Ezilenlerin Tiyatrosu’nun temelini oluşturacak. CTO-Türkiye olarak, Augusto Boal’ın diğer Ezilenlerin Tiyatrosu tekniklerine dair atölyeleri de ileriki tarihlerde açmayı planlıyoruz. Bu şekilde katılımcıların kendi topluluklarında Ezilenlerin Tiyatrosu tekniklerini kullanarak çalışmalarını ve böylece sosyal ve politik bir değişim ve dönüşüm yaratmalarını desteklemek istiyoruz.”

Ezilenlerin Tiyatrosu Atölye Çalışmalarına katılmak isteyenler aşağıdaki iletişim bilgilerinden mail ya da telefon yoluyla kayıt olabilirler.

Ezilenlerin Tiyatrosu Teknikleri’ne Giriş Atölyesi
Tarih:
27-28-29 Haziran 2012 (Çarşamba-Perşembe-Cuma)
Aynı atölye 25-26-27 Temmuz 2012 (Çarşamba-Perşembe-Cuma) tarihinde yeni katılımcılarla açılacaktır.
Süresi:
19:00-23:00 arası 4×3=toplam 12 saat
Mekan:
Cihangir/Sahne (Adres: Ağa Hamam caddesi, taktaki Yokuşu 2 B Cihangir (Firüzağa Kahve arkası, Ağa Bilardo Yanı)
Kolaylaştırıcı:
Jale Karabekir
Katılımcı sayısı:
30 kişi
Katılım Ücreti:
95 TL
Bilgi için:
[email protected]
Telefon:
0542 477 27 53

Jale Karabekir

İstanbul Üniversitesi Dramaturji ve Tiyatro Eleştirmenliği Bölümü mezunu.  Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden ‘Kadınların Özgürleşmesi İçin Bir Strateji Olarak Performans: Okmeydanı Toplum Merkezi’nde Ezilenlerin Tiyatrosu Pratikleri” başlıklı teziyle yüksek lisans derecesini aldı. Aynı bölümde dört yıl araştırma görevlisi olarak çalıştı. Halen Işık Üniversitesi’nde yarı zamanlı öğretim görevlisi olarak ve kurucusu olduğu feminist tiyatro, Tiyatro Boyalı Kuş’ta genel sanat yönetmeni olarak çalışmaktadır. İstanbul Kültür ve Sanat Haritası, Tiyatronline, Zipistanbul, Varlık, Pazartesi, Amargi, Oyun, Çerçevesiz Sanat, Mesele ve Üç Ekoloji gibi dergilerde, Tiyatrooline, Bianet, Under Pressure gibi internet portallarında yazıları yayınlanmaktadır. Ezilenlerin Tiyatrosu kolaylaştırıcısıdır.

(Yeşil Gazete)

Taşmektep’in zilleri çalıyor

Kazdağlarının güney batı yamaçlarındaki Adatepe köyünde 1998’den beri her yaz yapılan Taşmektep seminerleri Temmuzun ilk haftasında başlıyor. Bu sene onikincisi düzenlenen etkinliklerde sanat tarihinden felsefeye, tarihten edebiyata kadar çok farklı konular ele alınıyor.

Tatille öğrenmenin bir arada gerçekleştiği seminerlerin yanı sıra düzenlenen bir dizi etkinlikte atölye çalışmaları düzenlenerek üretim de yapılıyor. Adatepe köyünün terkedilmiş eski okul binasının restorasyonuyla kazanılan Taşmektep  doğa ile iç içe bir ortam sunuyor. Seminerler bazen Taşmektebin serin dersliklerinde, bazen de bahçedeki yüzyıllık çamların gölgelediği bahçede ağustos böceklerinin refakatinde yapılıyor. Katılımcılar seminer dışındaki saatlerde denize girmek, doğa içinde yürüyüş yapmak, köy kahvesinde tavla oynayıp köylülerle  muhabbet etmek imkanı buluyor. Akşam yemekleri genellikle hep birlikte köyün kahvelerin birinde yeniyor.

Bu senenin ilk programı 5 – 8 Temmuz tarihleri arasında Ömer Madra’nın vereceği “ İklim değişikliği, gezegenin son durumu ve küresel aktivizm” semineri.

12 – 15 Temmuz tarihleri arasında düzenlenen “ Uzakdoğu dinleri” seminerini Kürşat Demirci veriyor. Önceki senelerde dinler tarihine Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam kültürü başlıklarını ele alan  Kürşat Demirci kendine özgü üslubuyla katılımcıları bu sene Hint ve Çin alemlerine götürecek.

Adatepe köyünün de bir parçası olduğu Kazdağlarının mitolojisi de başka bir seminer konusu.

Altınoluk’taki antik Antandros kentinin kazılarını yürüten Yasemin Polat ve Gürcan Polat bölgede yaptıkları çalışmaları farklı bir bağlamda ele alacaklar.

Adatepe Taşmektep

Mithat Sancar  9-12 Ağustos tarihlerinde düzenlenen “ geçmişin uzun gölgesi “ başlıklı seminerde dünyadaki somut örneklerden yola çıkarak “ hafıza” ve “hesaplaşma” konularını edebiyat ve sinema alanından örneklerle ele alarak tartışacak.

AÜ SBF öğretim üyelerinden Nuran Yıldız Türkiye siyasetine dair ilginç bir konuyla katılıyor. “İmaj inşası ve karizma”

“21.yy’da fotoğraf okumaları” seminerinde Kamil Fırat ve Orhan Alptürk herkesin fotoğraf çektiği ve bir anlamda fotoğrafçı olduğu bir zamanda katılımcılarla “ fotoğrafın semantiği”, “fenomenolojik bağlamda fotoğraf”, “ yeni dil arayışları” gibi konuları konuşacaklar.

Bu sene ayrıca iki de atölye çalışması var. “Uzakdoğu dinleri” seminerinin gerçekleşeceği 12 – 15 Temmuz haftasında Cihangir Yoga’dan Gül Dirican yoga çalışmaları yapacak.

Ekmek atölyesi ise bu senenin en ilginç atölyesi olacağa benzer. Köyün geleneksel fırınlarında köylü kadınlarla birlikte doğal buğdayla ekmek yapılacak.  Geleneksel bilginin korunup, aktarılmasını amaçlayan bu atölyede unutulmak üzere olan eski tatları geri kazanmaya çalışacak.

(Yeşil Gazete Haber Merkezi)

Yeşil piyanist Hélène Grimaud Aya İrini’deydi

Hélène Grimaud: "Müzik ve kurtlarla bir yaşam"

İstanbul Müzik Festivali kapsamında dün akşam Aya İrini’de nefis bir konser izledim. Benim için sezonun son konseri olma özelliğini taşıyan bu gecede sahnede Fransız piyanist Hélène Grimaud vardı. Yıllardır hastalığı nedeniyle bir türlü Türkiye konserini gerçekleştirmesi nasip olmayan sanatçıyı dinleme şansı bulmak, üstelik son derece çarpıcı bir repertuar ve yorumla karşılaşmak anlatılmaz bir keyif ve deneyimdi.

Ama tabii ben müzik yazarı olmadığım için anlatılmaz olanı anlatmaya çalışmak için yazmıyorum bu yazıyı. Yazıyı yazıp Grimaud’yu kaçırmış olan Yeşil Gazete okurlarını kıskandırmayı göze almamın nedeni  sanatçının program kitapçığına kadar girmiş başka bir özelliği.

Festivalin program kitapçığında piyanistin kısa biyografisi (elbette müzikal başarıları sayıldıktan sonra) şöyle son buluyor:

“Sanatçının yürüttüğü yardım etkinlikleri arasında, 1999 yılında New York’ta kurduğu Kurt Koruma Merkezi ile Villa Sans Souci Uluslararası Çocuk Kampı, Doğal Hayatı Koruma Vakfı (WWF) ve Uluslararası Af Örgütü için çalışmaları sayılabilir.”

İtiraf etmeliyim ki, Hélène Grimaud konserini iple çekmemin en önemli nedeni severek dinlediğim birkaç kaydına sahip olmamdan, televizyonda ve youtube’da izlediğim performanslarından veya insanın içine işleyen pırıltılı çehresinden ziyade, bu yanıydı. Sanırım ilk kez yeşil bir virtüöz izleme şansına sahip olduk!

Tabii politik yönü sağlam sanatçıların sayısı az değil. Daniel Barenboim’in Edward Said’le birlikte düzenlediğine benzer doğrudan politik içerikli konserler de yok değil. Ama doğrusu bizim cenahın müzik starı kim diye aklınıza takılacak olursa, Hélène Grimaud’yu unutmayın derim. (Bu arada Hélène Grimaud aynı zamanda, Daniel Barenboim, José Antonio Abreu gibi isimlerle birlikte “İnsan Hakları için Müzisyenler” girişiminin onur kurulunda bulunuyor.)

Sanatçının web sitesinde de konser haberlerinin arasında bir yerde bir doğa koruma haberine rastlayabiliyorsunuz. Örneğin şu anda Kurt Koruma Merkezi’nde dünyaya gelen türü tehlike altında Meksika kurtlarıyla ilgili bir haber var sanatçının sitesinin ana sayfasında.

1969’da Fransa’nın Aix-en-Provence kentinde doğan Hélène Grimaud, 1999’da kurduğu Kurt Koruma Merkezi hakkında verdiği söyleşilerde merkezi kurma nedenini kurtların tarih boyunca haksız yere şeytanlaştırılmasına karşı çıkarak ve yırtıcı hayvanların ekosistemdeki ve besin zincirindeki yerinin ve biyoçeşitliliğin önemiyle açıklıyor. Kurtların sesini çok müzikal bulduğunu da ekliyor. Hélène Grimaud’nun konuyla ilgili bir konuşmasına ve merkezin görünümüne aşağıdaki videodan göz atabilirsiniz (başlangıçta duyulan Bartok ve sonlarda söz edilen Liszt, dünkü konserin de repertuarındaydı).

Watch Helene Grimaud Interview on PBS. See more from Sound Tracks.

Doğa korumacı, insan hakları savunucusu, yeşil piyanist Hélène Grimaud’dan, Aya İrini’de de seslendirdiği Liszt’in Si Minör Sonatı’nda bir bölüm izlemek isterseniz, aşağıya buyurun.

 

NOT: Helene Grimaud, Kurtlarla Yaşamak belgeselini aşağıdan izleyebilirsiniz:

 

(Yeşil Gazete)

Açık Radyo, söz uçar; Açık Kitap, yazı kalır [1]

Açık Radyo Ansiklopedisi, nam-ı asıl Açık Kitap. Radyo cenahının tanımlaması ile söyler isek, “Açık Radyo gibi bir kitap”. Açık Radyo’yu takip eden, dinleyen, kitaba da “eh işte, çat pat” göz gezdiren biri olarak söyleyebilirim ki bu tanım cuk demiş yerine de bir güzel oturmuş.

Aslında ansiklopedi okumayı seven biri değilim. Ansiklopedi dediğin lazım geldiğinde lazım gelen maddeye bakınıp işini gördükten sonra da kütüphanedeki yerine tıkıştırdığın basılı bir mevkutedir benim indimde. Ama iş Açık Radyo’nun çıkardığı, üstelik de “Açık Radyo gibi” diye imleyerek çıtayı en tepeye koyduğu bir Açık Radyo Ansiklopedisi’ne gelip dayandığında renk ister istemez değişiyor.

Kitabı edindiğim 20 Kasım 2010 tarihinden beri içimden geldiği gibi okuyamamıştım. Bizim gazetenin kitap ekinde “Açık Kitap”tan maddeler eşliğinde kendi zihnimde bir seyahate çıkmak buna vesile olur ümidi ile işte siftahı da bu hafta yapıyorum. Niyetim öyle madde madde kitaptan alıntılar yapmak, türk öğün çalış güven tevhid-i tedrisat mantığı ile hareket edip siz okurları canınızdan bezdirmek değil elbette. Eğlentili, Şenlikli, Şamatalı bir kültür seyahatine çıkmaktır maksadım. Zati açık radyocuların, “Açık Radyo gibi bir kitap” der iken kastettikleri tam tamına bu.

Kitabın içeriğinden, düzenlenişinden, algımın seçiciliği kadarı ile işleyişinden bahsedeyim dilerseniz bu hafta. Önümüzdeki sayıda da çala kalem (ya da kaşık) deşmeye başlarız gözümüze çarpanları, bizi anekdotları-bilgi kıırntıları ile yüreğimizden çatından, alnımızın kaşından vuranları.

Açık Kitap aslen açık radyoya emek verenlerin kendi ilgi alanlarının, bu bilgi mutlak tarihe not düşülmeli dedikleri hikayelerin, belgelerin, vakaların dertop edilidiği bir eğlenceli enformasyon deryası.

Bir örnek, A harfinden “Ada Beyi” maddesi (sahife 29), maddeyi kaleme alan yıllar yılı her Salı sabahı 11:00 ila 12:00 saatleri arasında Bozcaada’daki ev stüdyosundan biz Açık Radyo meczuplarına adayı, ada hayatını, ada tarihini, adadaki eş dost hısım akrabayı anlata anlata bitiremeyen Deniz Pak.

Deniz ne yazabilirdi peki “Açık Kitap”ta, elbetteki adaya has bir deniz ürünü olan “Ada Beyi“ni. O da öyle yapmış zaten, “Ada Beyi”ni anlatmış. Latince isminden girmiş, ona o ismi ilk verenden devam etmiş yetinmemiş bir de üstüne “Ada Beyi Buğulaması” tarifi patlatmış. Arife tarif gerektirmeyen bu leziz anlatısının bir yerinde de görün bakın ne yazmış.

“Balık servis edildikten sonra tepside kalanları sakın dökmeyin. Eşeğin büyüğünü ahırda unutmuş olursunuz. Tam doydum derken, kalanlarla yapılması elzem olan çorba tarifi sırasını bekliyor.”

Açık Kitabın büyük bölümü bu minval açık radyo emekçilerinin kendi ilgi alanlarının (aynen açık radyo programlarında da olduğu gibi) yazı olarak paylaşılmasından oluşuyor. Açık Radyo’ya gelen dinleyici mektupları, Açık Radyo’nun artık bir gelenek haline gelen dinleyici destek şenliğine katılan radyo dostlarının sarfettiği kelamlar, Açık Radyo’nun alamet’i farikası haline gelen, “Kainatın tüm seslerine, renklerine, titreşimlerine açık” sloganı radyo halinde değil de kitap halinde ilgilenenlerin beğenisine sunulmuş.

Açık Kitabı A harfinden okumaya başlayan benim gibilerin monotonluktan sıyrılmaları için de bir güzellik düşünülmüş. Okuduğunuz herhangi bir maddede yer alan bilgi ayrı bir madde halinde kitapta yer alıyor ise parantez içerisinde belirtilmiş. Bu sayede A harfinden bir madde okurken parantez içindeki bilgi ile kitabın sonuna, orada iken başka bir bilgi ile kitabın ortasına savrulmak olası. Böyle böyle giderken Macellan gibi yeni bir kıtaya ulaştığınızı anlamayıp kendinizi Hindistanı öte yoldan keşfetmiş zannına kapılabilirsiniz, ben o zanna zaman zaman kapılıyorum da o yüzden söylüyorum. (O Macellan değil kardeşim, Kristof Kolomb idi diyenlerinizi duyar gibiyim. Siz de kitabın deryasında bir o yana bu yana savrulsa idiniz ben misal şaşırırdınız hanya ile konyayı)

Kitabın gözüme çarpan tek eksiği arkasında kitap maddelerini içeren bir indeksinin olmaması. Ah ah, o indeks de olsa idi tadından yenmezdi inan olsun. Gözümü kapar parmağımı tesadüf-i arif bir maddeye getirip dönülmez akşamın ufku misali kitap içinde bilgi kırıntıcığı turlarına bile çıkardım.

Bu haftalık “Açık Kitap, Yazı Kalır”ın nev-i şahsına münhasır bilgilerini iletmekle iktifa edelim ama haftayadan tezi yok dalalım kitabın dehlizlerine. Ha unutmadan, Sanal alemdeki değil matbu alemdeki sörf evladır.

anavarza

 

Alper Tolga Akkuş

twitter.com/#!/anavarrza

David Harvey: “Kamusal alanları işgal edip, halkın siyasi alanları haline getirmek gerekiyor”

David Harvey

Türkiyeli okuyucunun yakından tanıdığı sosyal kuramcı ve yazar Prof. David Harvey, geçen hafta çeşitli yerlerde konferanslar vermek üzere İstanbul’daydı. Marksist coğrafyacı olarak tanınan ve halen New York Şehir Üniversitesi (CUNY) Antropoloji Bölümü’nde ders veren Prof. Harvey’in son olarak Sermayenin Mekanları başlıklı kitabı Sel Yayınıcılık tarafından yayımlandı.

David Harvey 1935’de İngiltere’de doğdu. 1961’de Cambridge Üniversitesi’nde coğrafya alanında doktorasını tamamladı. Bristol Üniversitesi’ndeki çalışmalarının ardından 1969’da ABD, Baltimore’daki Johns Hopkins Üniversitesi’ne geçti. Çeşitli üniversitelerde dersler ve konferanslar verdiği akademik çalışmaları içinde sayısız makaleye ve çok ses getiren, birçok dile çevrilen kitaplara imza attı. Harvey’in çalışmalarının en önemli özelliği, Marksist kurama uzamsallık fikrini dahil etmesi, modern coğrafyanın bir disiplin haline gelmesini sağlayan yeni kavram ve yöntemlere öncülük etmesi, dil ve kültür gibi beşeri konulardan zengin bir şekilde yararlanmakla birlikte, analizlerinin odağına her zaman maddi süreçleri yerleştirmesidir.

David Harvey’in Türkçe’de yayımlanan önceki kitapları arasında Metis Yayınları tarafından yayımlanan Postmodernliğin Durumu, Sosyal Adalet ve Şehir, Umut Mekanları ve Marx’ın Kapitali için Kılavuz ile, Sel Yayıncılık’tan çıkan Paris: Modernliğin Başkenti ile Sermaye Muamması sayılabilir.

David Harvey’le Açık Radyo’daki Kentin Tozu programında bir söyleşi gerçekleştiren Cihan Uzunçarşılı Baysal, verdiği konferansların ardından Sarıyer Mahalle Dernekleri Platformu’nun dayanışma pikniğine katılan Harvey’in piknikte ne kadar mutlu olduğunun, gözlerindeki ışıltıdan ve yüz ifadesinden belli olduğunu ve “Mahallelerimiz Satılık Değildir’’,  “Talancılara, Rantçılara TOKİ’ye Hayır’’,  “Sarıyer Sarıyerlilerindir’’ yazılı pankartları tercüme ettirerek, mahallelilerle sohbet ettiğini ve halay çekenleri ilgiyle izlediğini belirtiyor.

Cihan Uzunçarşılı Baysal’ın program kaydından hazırlanan ve Açık Radyo web sitesinde yayımlanan David Harvey söyleşisinden bir bölümü biz de Yeşil Gazete okurları için alıntılıyoruz:

Cihan Uzunçarşılı Baysal: Öncelikle, davetimizi kabul ettiğiniz için Açık Radyo dinleyicileri adına teşekkür etmek istiyorum. Program, Kent Hakkı bağlamında kentsel direniş, mücadele ve kent hareketlerine odaklandığından, ‘occupy’ hareketi üzerine yapmış olduğunuz konuşmaların birinden bir alıntıyla başlamak istiyorum. Şöyle diyorsunuz: “Şehirden şehire yayılan “Wall Street’i İşgal Et” hareketinin taktiği, güç odaklarına yakın konumdaki bir park ya da meydan gibi merkezi bir kamusal alanı ele geçirip insanları bu alana toplayarak orayı güç odaklarının yaptıklarının ve bu odaklara nasıl karşı konulacağının açıkça tartışıldığı bir siyasi arenaya çevirmek.’’

Bu aynı zamanda soylulaştırılarak, özelleştirilerek elimizden alınan ‘’agoralarımızı’’ geri almanın bir yolu. Bu çeşit bir örgütlenme, internet üzerinden ya da sosyal medya üzerinden örgütlenmekten çok daha önemli.Yine sizin sözlerinizle:”Gerçekten önem arz eden twitter ya da facebook’taki duyarlı uğultu değil, sokaklar ve meydanlardaki insan bedenleri’.’

Ve Lefebvre’e dönersek, bu,  kentsel mekanı ele geçirmek oluyor, Kent Hakkına doğru  bir adım , Lefebvre’in yorumuyla, kenti, ‘’ouvre’ü (sanat eserini) kurtarmanın bir yolu.Kent Hakkına gidişatı  nasıl gerçekleştireceğimizi sormak istiyorum. Evet, işgal ederek ‘’Agoralarımızı’’ geri kazanıyoruz, bu çok iyi ancak sadece geçici 1 şekilde, bu nedenle, bu aşamadan sonra neler yapılmalı, sizce neler gerekli?

David Harvey: Kentsel mekânda kimin bulunma hakkı olduğuna dair ve hangi şartlar altında bu hakka sahip olduklarına dair bir mücadelenin kavgasının yapılması gerektiğini düşünüyorum. Kentlerimizde gerçekleşen en şaşırtıcı şeylerden biri, halkın siyasi olarak kendisini ifade etmesine izin verilmeyen geniş kamusal alanların bulunuyor olması. Artık politik diyaloglar yürütmek için izin almak zorundasınız ve aslında bu gidişata karşı çıkmanın bir yolunun, aniden, simultane bir biçimde, birçok kamusal alanda aynı anda bulunmak ve tartışmalar başlatmak olduğunu düşünüyorum. Elbette, bazı karşı çıkışlar olacaktır ama bir zaman sonra tüm kentlilerin şunu anlamalarını sağlamalıyız, demokrasi olarak adlandırmak istediğimiz bir toplumda, bu çok mantıklı bir pratiktir.Ve şu anda paranın demokrasisi var ama insanların demokrasisine sahip değiliz. Kamusal alanları işgal edip halkın siyasi alanları haline getirmek ve insanların demokrasisini yeniden tesis etmek,  kentsel demokrasiyi tekrar gündeme sürmek için geçmemiz gereken yollardan biri.

– Occupy hareketinde bu yapıldı, işgal ettiler, çadırlarını kurdular, ancak geçici oldu, çadırları kaldırdılar sonra tekrar geri geldiler ve işgale devam ettiler ama bu sürekli olamadı, kentin ele geçirilmesi olamadı, belki bir örgütlenme, bir yönetici birim, böyle bir şey kurmaları gerekiyor belki…

– Evet, böyle bir şeyin hali hazırda başarıldığı yerlere bakmalı. Şili Öğrenci hareketine atıf yapmak istiyorum, hareket halen devam etmekte ve elbette üniversiteleri işgal ediyor, üniversite mekanları, hareketin kendi mekanları, sokaklara çıkıyorlar, gösteriler yapmaktalar ve siyasi güçle çatışmalar da oldu, ama siyasi gücün meşruiyeti zaman içinde gitgide azalıyor ve  giderek daha çok itibarsızlaşıyor .Yakınlarda yapılan bir ankete göre, Şili nüfusunun %70’i öğrencilerle aynı fikirde ve Başkan’ın itibarı şu anda sadece % 20 civarında. Bu bir süreç, bir siyasi süreç, bir şey açılıyor ve açılmaya devam ediyor. Başka örnekler de var; Latin Amerika bakılması gereken ilginç bir yer şu anda. Birçok örgütün kalıcılığı var; mesela, Zapatistalar, kendi topraklarında örgütlendiler ve devletin içinde kendi yönetimlerini  örgütlediler, bunu sürdürmekteler ve bence bu önemli. Bolivya’daki El Alto gibi kentler var, buralarda daha kalıcı şekilde örgütlenmeler var. ‘Wall Street’i İşgal Et’ hareketi bir şekilde bu örnek hareketlerin dışına atıldı ve şimdi ne yapacağını tam olarak bilmiyor; diyeceğim şu ki, gerçek bir kentsel demokrasiyi yeniden tesis edebime hedefini tekrar düşünmek için belki sizlerin bu diğer örneklere bakmanız gerekir, daha kalıcı bir şekilde gerçekleştirilenlere.

– Latin Amerika demişken, Holston tarafından türetilen bir kavram olan ‘’asi vatandaşlık’’ üzerinde konuşmak istiyorum. Türkiye’de “gecekondu’”yu biliyor musunuz bilmiyorum, sözlük anlamı, bir gecede kondurulmuş demek. Türkiye’de, gecekondu mahalleleri bu asi vatandaşlığı başarmışlardır aslında; önce devlet arazilerini işgal ederek, buralara barınaklarını kurarak ve zamanla bunları yaşanabilir konutlara çevirerek

– Doğru

– Böylece mekânı ele geçirip gayet iyi mahalleler inşa edebilmişlerdir…

– Evet

– Burada rastladığınız mahalle derneklerinin mahalleleri böyle inşa edilmiştir ve dolayısıyla kentsel mekânı da değiştirmişlerdir. Ancak bugünlerde bir ikilem yaşamaktayız. Mahalleler, büyük kentsel projeler nedeniyle, İstanbul’u küresel kent yapma gayretleri yüzünden, iktidarın ve girişimcilerin saldırısı altında Direnişlerine başladıklarında ise en önemli çıkar, meşru olsun olmasın mülkiyet hakkı oluyor. Onlara sempati duymaya çalışıyorum çünkü bence bu çok insani bir yanılsama diyeceğim, kişinin en önce kendi ailesini, mülkünü düşünmesi. Ancak, olay sonra şuna dönüyor, mülkünü korumaya, devletle pazarlığa ve her şeyi kaybetmektense daha çoğunu nasıl alırıma. Bu temel sorun oluyor böylece ve bu artık kent hakkı veya anti-sistem değil bambaşka bir şey. Buna ne diyorsunuz?

– Henri Lefebvre’ in bu konuya ilginç bir bakışı vardı. “Belirli bir mekânı, bildiğiniz üzere, bir süreliğine özgürleştirebilirsiniz,” demişti, “ancak burada her zaman şunu göreceksiniz, eğer daha ileri bir özgürleştirme sürecine girmezseniz, özgürleştirmiş olduğunuz mekân, bir süre sonra dominant pratik tarafından tekrar absorbe edilir, ele geçirilir”, demişti. Bence bu çok önemli bir düşünce çünkü Lefebvre sonra şöyle der: “Günün sonundaki büyük soru, dominant pratiğin ne olduğudur”. Ve ben, bahsettiğiniz bir kısım mekânların bir süreliğine özgürleştirilebileceğinin imkân dâhilinde olduğunu düşünüyor olsam da, dominant pratik değiştirilmediği sürece, bu demektir ki, bu mekânlar her zaman tehdit altında olacaklar. Bu şu demektir, sizi küresel kent vesaire zırvalarından kurtaracak çok daha geniş ve daha fazla devrimci bir harekete ihtiyacınız var. Bir evde sosyalizmin olması zordur, bir mahallede hatta bir kentte sosyalizmin olması aşırı derecede zordur. Bu nedenle, çok doğru bir şekilde dikkat çektiğin üzere, bu süreci önlemek için toplumsal yaşamı daha yaygın bir şekilde nasıl organize edeceğinizi düşünmeye başlamalısınız. Aksi takdirde, bu, dominant pratik tarafından tekrar abzorbe edilmektir, böylece tekrar en baştan başlarız, mekanları özgürleştirmeye yeniden başlarız.

Röportajın tamamına ve ses kaydına Açık Radyo web sitesi‘nden erişebilirsiniz.

(Yeşil Gazete)