Ana Sayfa Blog Sayfa 4457

Borusan Klasik yayın hayatına başladı

Türkiye’nin internet üzerinden yayın yapan ilk ve tek klasik müzik radyosu olan Borusan Klasik yayın hayatına başladı. “Klasik her yerde” sloganıyla yola çıkan Borusan Klasik’e, karnaval.com/borusanklasik adresinden 7 gün 24 saat ulaşılabiliyor.

http://www.youtube.com/watch?feature=player_embedded&v=1bM9I1zXJGc

7/24 Klasik müzik

Borusan Klasik programında, yayın akışının gün boyunca 2’şer saatlik dilimlere bölündüğü hafta içi günlerinde, klasik müzikseverlerin TRT Radyo 3’teki programlarıyla tanıdığı Gaye Çağlayan ve Füsun Özgüç dinleyicileriyle buluşacak. Gaye Çağlayan’ın sunduğu “Müzik Mutfağı” hafta içi her gün 08.00-12.00 arası; “Müzik Mutfağı Ankastre” ise her Perşembe 08.00 -12.00 arası yayında olacak. Yine Çağlayan’ın sunduğu ve her hafta sonu 14.00-16.00 arası yayımlanan “Birlikte” isimli programda oda müziği eserlerine yer verilecek.

Andante dergisi Genel Yayın Yönetmeni Serhan Bali’nin hazırlayıp sunduğu, her gün 12.00–14.00 arasında yayınlanan “Andante ile Ölümsüz Klasikler” ve aynı saat diliminde her salı yayımlanacak olan “Müzik Takvimi” programında dinletilen yapıtlar hakkında ilgi çekici bilgiler, bestecilerle ilgili anekdotlar ve yorumcuların renkli dünyalarından kısa ve ilgi çekici bilgiler yer alacak.

Tantanalı Huşu’nun “Fanfar Reverans” adlı programı hafta içi her gün saat 16.00–20.00 arası notalarla, ritimlerle, melodilerle, senfonik şiirlerle dinleyiciyle buluşacak, “Fanfar Revarans: Panzehir!” ise “pazartesi sendromu”na ilaç olacak özelliklere sahip.

Füsun Özgüç’ün hazırlayıp sunduğu, klasik müzik repertuarının baroktan minimale, senfonikten vokale, uzun yılların süzgecinden geçmiş klasikleri hafta içi her gün 14.00-16.00 arası “Kuğunun Şarkısı”nda; 18. yüzyılın eğlence müziği “Divertimento” da hafta sonu 18.00–20.00 arası Borusan Klasik’te olacak.

Borusan Klasik’in yayın akışında yer alacak olan “Gümüş Perde: Klasik”, “Konser Saati”, “Bestecilerimiz, Yorumcularımız”, “Gece Klasikleri”, “Hafta Sonunda”, “Arkadaşım Müzik”, “Klasik Tatlar”, “Klasik Durak” programlarının yanı sıra dinleyicileri bilgilendiren “Müzik Müzesi”, “Müzikal Manşetler” ve “Suflör” isimli güncel köşeler bulunacak.

http://karnaval.com/borusanklasik

http://twitter.com/BorusanKlasik

http://facebook.com/BorusanKlasik

Yeşil Gazete

Kadınca iki ütopia – Sara Aktaş

Ütopia denilince genellikle Platon ve Thomos Moore ve onların dünyaları aklımıza gelir. Her ne kadar zaman aktıkça bu isimlere isim eklemişse de genellikle bunlar kadın olmamış, ütopia bir erkek yazını ve erkek aklının tezahürü olarak zihinlerimizde yer edinmiştir. 1970’lerden sonra bu bakışın değiştiğine tanıklık ediyoruz. Feminist bir kadın yazımı gelişmeye başlar ve buna paralel olarak da kadın yazarlar kadınca ütopialar yazmaya öncülük eder. Kadınca perspektiften araştırmaların güçlenmesiyle 1700’lerin sonlarından itibaren kadınların ütopik metinler yazdıkları keşfedilir. Buna rağmen Doğu ülkelerinde ki kadınlar gibi bu ülkelerde ki kadın ütopyalarının görmezden gelinmesine devam edildi. İşte Güney Asya’nın önemli feminist isimlerinden olan Begum Rokeya Hossain iki feminist ütopyası ile bu algıyı parçalamakta ve Doğuda bir kadın tarafından yazılmış iki çarpıcı ütopia örneğini okuma hazzını bize yaşatmaktadır. Sultanın Rüyası ve Pagmarag…

Yalnızca kadınların kalın zincirlerle köleleştirildiği veya yok edildiği erkek aklının ve dogmaların kalın bir tezahürü gibi yansıyan Doğu ülkelerinin mücadele tutkusuyla ömrünün her anını anlamlı kılan ama hak ettiği kadar tanınmayan yüzlerce öncü kadından biri olan Rokeya, 1880’de doğar ve 1932 yılında hayata veda eder. Bangladeş’in ilk kadın Müslüman yazarı olarak yaşadığı sürece kadınların özgürleşmesi için inançla çalışır, hiçbir engel tanımaz. Bu onu Bangladeş’te “Müslüman uyanışına neden olan öncü” yapar. Çünkü o ülkesinin genellinde tahakküm altında tutulan, kapatılan çocuk yaşta evlendirilen fiziksel olarak kısıtlanan, eğitim alamayan kadınların yaşamını değiştirmek için ömrünün sonuna kadar mücadele eder. Yazar ve eğitimci olmanın yanı sıra kadın hareketinde ve sivil çalışmalarda etkin olarak yer alır, kadın hakları için mücadele eden Bengal Müslüman Kadınlar Derneği’ni kurar. Rokeya, ülkesindeki ve Müslüman toplumdaki harem sistemine karşı büyük bir mücadele verir. Zira ülkesinde kız çocukları 6, 7 yaşlarından itibaren hareme alınıyor ve kısa süre içerisinde de evlenmeye hazır kabul ediliyordu. Yeni gelin olan kadınların konuşması bile yasaktır, öyle ki kendi öz teyzesi de yardım istemek için konuşamadığından trenin altında kalarak hayatını kaybetmiştir. Bu olayı hayatının en büyük trajedilerinden biri olarak tanımlayan Begum Rokeya, yazdıklarıyla tüm bu toplumsal kuralları ve doğar yargılarını, kadınlar üzerindeki baskıları ve Harem sistemini şiddetle eleştirir. Tanrının insanları eşit yarattığını dile getirerek harem geleneğini “göz önünde olan açık bir yara değil, karbonmonoksit gibi sessizce öldüren bir şey olarak tanımlar. Çocuk yaşta evliliklere ve eşitsizliğe karşı çıkar, kadının eğitimini, ekonomik bağımsızlığını ve bilinçlenmesini savunur. Daha da önemlisi Güney Asya’da bir Müslüman kadın hareketinin oluşmasına önemli katkılarda bulunur.

Rokeya, Pagmarog’da hem bir kimsesizler evi olan Tarini Bhavanı ve o sıra yaşanan karmaşık bir aşk hikayesini anlatır hem de dönemin Hindistan ve İngiliz toplumlarındaki ataerkil uygulamaları eleştirir. Hangidin, ırk ya da sınıftan olursa olsun bütün kadınların nasılda baskı, şiddet ve aşağlanmalara maruz kaldıklarını anlatır. Sultanın Rüyası’nda ise erkeklerin eve kapatıldığı kadınların ise siyasette bilimde sanatta yani “dışarıda” olduğu bir dünya kurgular. “Günahta ve kötülükten arınmış bir yer” olarak tanımladığı bu ülkede, kadınlar ve erkekler ironik olarak bir nevi yer değiştirir. Aslında erkeklerin kapatılması gerektiğinin mesajını verdiği bu ütopiada var olanı tersine çevirerek toplumsal uygulamaların yanlışlığını göstermeye çalışır. Böylelikle erkek zihniyetine empati yaptırarak sarsıcı bir değişim yaratmak ister. Rokeya her iki ütopiasında da yalnızca kadınların sorununu göstermekle kalmaz, bir bilinç oluşturma çabasıyla kadınları mücadeleye davet eder.

Sonuç olarak Rokeya ütopialarında anlattıklarında bana göre biraz da Gadamer’in “ufukların füzyonu” dediği şeyi gerçekleştiriyor. Bir yer ve rol değiştirme işlemi ile kurguladığı kadınlar ülkesi ile erkekleri ötekileştirdiklerini cinsi tüm hakikati ile anlayabilmeleri için öncellikle kendilerini anlamak ve çözümlemek zorunda bırakıyor. Erkek kendini anladıkça ötekileştirdiğini ve yok saydığını da anlayacak. Ortak anlamak buradan başlayacaktır.  Erkeği “erkeklik” rolünden, onun duygu ve düşüncesinden, dilinden kültüründen kısacası tarihinden boşandırarak tersinden bir okuma yapmamızı sağlar. Erkekliğin üzerinde yükseldiği kanlı tarihinin kodlarında, erkeklik ve kadınlık rollerinde etkili bir sarsıntı yaratarak hayatın kadınca bir yorumlanmasını nasıl olabileceğine açıklık getirir. Diğer bir yandan ise tözsel, kategorik ve antolojik olarak varlığı hep bir saldırı altında olan kadının bedeni kadar ruhunun da sorgulandığı bir coğrafyada kadınca bir başkaldırının öncüsü olur. Kadınlar vardır ve mücadele edeceklerdir der. Bu nedenle ben Rokeya’nın yazdıkları, hem bir karşı koyuş hem bir çözüm arayışıdır diyorum. Hem bir sorun tespiti hem de bir tavır alıştır, ama en çok da başkaldırıdır. Başkaldırmaya davettir.

Sara Aktaş – Özgür Gündem

Toktamış Ateş vefat etti

İktisat profesörü, yazar Toktamış Ateş, bir süredir tedavi gördüğü İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi’nde 69 yaşında hayatını kaybetti.

1944 İstanbul doğumlu Toktamış Ateş, orta ögrenimini Avusturya Ortaokulu’nda, lise eğitimini de Vefa Lisesi’nde yaptı. 1967 yılında İstanbul Üniversitesi’nin İktisat Bölümü’nü bitirdikten sonra bu bölümün Siyasal Bilimler Kürsüsü’ne asistan olarak atandı. 1969’da “Kuruluş Dönemi Osmanlı Toplumunun Siyasal Yapısı” başlıklı çalışmasıyla doktor, 1974’de “Demokrasi Teorisi” başlıklı çalışmasıyla doçent, 1982’de de profesör oldu. İstanbul Üniversitesi’nin yanısıra, değişik kurumlarda ders verdi.

Yine ders vermek için, çeşitli dönemlerde ABD (Iowa) ile Almanya’da (Berlin – Münih) bulundu. Günümüzde, İstanbul Üniversitesi’nin İktisat Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü başkanlığının yanısıra, kurucuları arasında yeraldığı Bilgi Üniversitesi’nde Yönetim Kurulu üyesidir. Yayınladığı kitap sayısı 30’u geçen Ateş, 10 yılı aşkın bir süre boyunca Cumhuriyet gazetesinde yazmıştır. Yazar son olarak Bugün gazetesinde okuyucularıyla buluşuyordu.

(NtvMsnbc)

 

Bugün 13:30’da Şişli’de, 15:00’de Agos’un önünde…

19 Ocak’ta saat 13.30’da Şişli’de, 15.00’te Agos önünde, seni vurdukları yerde…

Buradayız Ahparig!

Hrant Dink’in katledilmesinin üzerinden tam 6 yıl geçti. Bu 6 yılda katillerin eline silah veren, onları cesaretlendiren, cinayeti örgütleyen, soruşturmayı karartan devlet içindeki yapı yargı önüne çıkarılmadı, verilen sözler tutulmadı. Tam tersine Hrant Dink’i ölüme götüren neredeyse tüm resmi görevliler, hükümet tarafından el üstünde tutuldu, terfi ettirildi. Kararttılar, çözmediler, unutturmak istediler, üstünü örttüler, örgüt “bulamadılar”, gerçek katilleri korudular, sahiplendiler. Bu, cinayete ortaklıktır. Hrant’ın gerçek katilleri yargı önüne çıkarılmalıdır. Bunun için adalet arayışımızı daha da güçlendirmeli, kararlılığımızı göstermeli, sesimizi daha da gür çıkarmalıyız. İstedikleri kadar karartsınlar, korusunlar, kollasınlar. Biz bitti demeden bu dava bitmez….

HRANT’IN ARKADAŞLARI

Yılda 1 mi? 6 mı?

Geçtiğimiz hafta içi 2012 yılında Türkiye’de üretilen kitaplara ilişkin istatistikler yayımlandı. Rakamlar, Türkiye’de kişi başına düşen yıllık kitap sayısını 6.4 adet olarak gösterdi. Aynı veriler 2011 yılında ise 6.8 adedi göstermişti. İstatistikler, kitap okunma oranını göstermese de bazı ipuçları sağlıyor.

Türkiye Yayıncılar Birliği’nin Kültür ve Turizm Bakanlığı ISBN Ajansı ile Telif Hakları ve Sinema Genel Müdürlüğü’nden edindiği bilgilere göre, Türkiye’de 2012’de ~480 milyon adet[*]kitap üretilirken, ~75 milyon olarak hesaplanan nüfusa göre kişi başına yılda 6,4 kitap düşüyor. Buna karşılık toplam rakamın ~ %40’ını, yani yaklaşık ~190 milyonunu MEB’in 2012’de ilk ve orta öğretim öğrencilerine ücretsiz olarak dağıttığı ders kitaplarının  oluşturması dikkat çekici. ~290 milyon adet kitap için ise bandrol satın alınmış durumda.

Cumhuriyet gazetesinden Meltem Yılmaz’ın çeşitli yayınevlerinden aldığı görüşlerde, Günışığı Yayınları Genel Yayın Yönetmeni Mine Soysal, “Okuma oranlarını tüm dünyada asıl belirleyen kültür kitaplarıdır. Yani insanın kendi iradesiyle, kendi beğenisiyle yaptığı okumalar sayılmalıdır. Bu anlamda ülkemizin okuma notu ne yazık ki hâlâ kırık” diyor. Sel Yayınları Genel Yayın Yönetmeni İrfan Sancı ise, “Türkiye’de yetkililer her zaman, istatistiki rakamlarla bir sorunu ortaya çıkarmak için değil, örtmek için başvururlar.” “Kişi başına 6.4 kitap düşüyor açıklaması da bunun bir örneği. Bu işsizlik oranlarında da, kişi başına düşen gelir oranlarında da böyle. Oysa ders kitaplarını dışarda tutarsak -çünkü burada rakamı yükselten asıl olarak okurun satın aldığı değil, dağıtılan kitaplar-,Türkiye’de kişi başına düşen kitap sayısı bir bile değil” diyor.

İstatistikler, daha önceki yıllarda her yıl düzenli olarak artan kitap çeşidinde de geçen yıla göre %2’lik düşüş gösteriyor.  2012 yılında toplam 42.626 çeşit (başlık) kitap yayımlandı.

Toplum bilimleri;                               14.342 başlık,

Din;                                                        2.726,

Dil ve dil bilim;                                         504,

Felsefe ve psikoloji;                              1.137,

Doğa bilimleri ve matematik;                  461,

Teknoloji ve uygulamalı bilimler          1.954,

Güzel sanatlar;                                       1.270,

Edebiyat;                                               15.034,

Coğrafya ve tarih;                                    2.664,

Konusu belirtilmemiş;                             2.082 başlıktan oluşuyor.

Can Yayınları Genel Müdürü Can Öz; “Bu, doğrudan üretim rakamları, bunun okumaya nasıl yansıdığına bakmak için çok daha kapsamlı bir araştırma gerekiyor. Bu rakamlardan yola çıkıp Türkiye’deki okuma oranlarını değerlendirmeye alıştık ama bu çok yanlış. Çünkü burada kişi başına 6.4 kitap ‘düşüyor’ deniyor, ‘okunuyor’ denmiyor.”

Türkiye Yayıncılar Birliği Başkanı Metin Celal ise 2012’de kitap adetlerinde yüzde 3 oranında bir düşüş olduğunu belirterek “Nisandan beri bir durgunluk gözüküyordu. Ümit ediyoruz ki kötüye bir işaret olmasın” ifadelerini kullanıyor.

İrfan Sancı, son dönemde yaşanan sansür olaylarını ise şöyle yorumluyor: “Tüm kültür yayıncıları gibi biz de okuyacağı kitabı bilinçle seçen, yayınları takip eden bir azınlığa hitap ediyoruz. Bazı çok satan kitaplarımız bu gerçeği değiştirmez. Kitapların hâlâ müstehcenlik-sansür bağlamında gündeme getirilmesi tabii ki okuru da yayıncısını da olumsuz yönde etkiliyor. ‘Fareler ve İnsanlar’ örneğinde de olduğu gibi, bu durumun öğretmenler üzerinde baskı oluşturacağını düşünüyoruz.”

Rakamlar Türkiye’de kitap okuma alışkanlıklarına ilişkin artış olduğuna yönelik ima içerse de, bunun pek gerçekçi olmadığını, aksine düşüş trendi gözlendiğini ortaya koyuyor. Bunun yanında ülkedeki kitapların yarısının devlet tarafından basılıp, ücretsiz olarak dağıtılması ise kayda değer başka bir tartışma konusu olabilir.

“Yılda 1 mi? 6 mı?” diye sormanın kendisi ise ayrı muamma.

Kaynak: Cumhuriyet, AA

 

 


[*] ~480 milyon = 480.257.824

~75 milyon = 74.724.269

~190 milyon = 187.000.000

~290 milyon = 293.257.824

 

Çatıda seramik kuş yuvası yapmaca…

Yeşil Gazete gönüllü çevirmenlerinden Özde Çakmak‘a, fikir ve çeviri katkısı nedeniyle teşekkür ederiz.

***

Kentsel alanlarda azalan kuş nüfusuna bir çözüm üretmek üzere Vogelbescherming (Hollanda Kuş Birliği)ne danışan  Klaus Kiken, kuş barınağı şeklinde çatı kiremitleri – kuşların şehirde barınabileceği ve beslenebileceği daha çok yer bulma fırsatı sunan bir tasarım – yarattı.

 

Kuşlar genellikle çatıların içine yuva yapmasını hesaba katan Hollandalı tasarımcı standart bir çatı kiremidini aldı ve bu kiremidin üstüne yapıştırılmak üzere önünde giriş için bir boşluk, aşağısında kuşların barınabilecekleri bir sepet olan numune bir yuva inşa etti. Bu şekilde, normalde yuva yapacağı yerlerde güvenli bir barınak yaratmak için kuşların tipik davranışlarından yararlanan  Kuiken onlara havalandırma ve kedi gibi evcil hayvanlardan korunma olanağı da sağlamış oldu.

 

 

Kuş yuvası, kışın aşırı soğuk havalara dayanıklı materyallerden yapılan ve çiftleşme mevsiminden sonra temizlemesi kolay çıkarılıp takılabilen bir de sepet içeriyor. İlk kez 2009 yılında tasarlanan bu kuş yuvaları nihayet üretime geçti ve şu an 100 tanesi satışa hazır.

 

Yeşil Gazete için çeviren: Özde Çakmak

(Designboom.com, Thisiscolossal.com, Yeşil Gazete)


Son dönemin yeşil kitapları (15)

Çevre Hukuku

Çeşitli hukuk alanlarında olduğu gibi, ilgili kanunların ve yargı kararlarının yanısıra  çevre alanındaki çok sayıda yönetmelikteki ayrıntılı ve önemli düzenlemeleri de içeren bu çalışmamızı, Çevre kanununda ve ilgili yönetmeliklerde çok sayıda kapsamlı değişiklikler yapılması, bazı yönetmeliklerin tümüyle değiştirilmesi, Avrupa Birliği Direktiflerini esas alan yönetmelikler çıkarılması, Türk Ceza Kanunu ile Türk Borçlar Kanunun yenilenmesi ve Bakanlıklar  ve Kamu kuruluşlarında yapı ve görev değişiklikleri öngören bir dizi Kanun Hükmünde Kararnamenin yürürlüğe girmesi karşısında, artık yapılacak mevzuat değişiklilerinin eskiye oranla çok daha sınırlı kapsamda  ve zaman itibariyle daha seyrek olacağı düşüncesiyle yayınlamaktayız.

Çevre Hukuku
H. Güzin Üçışık ve H. Fehim Üçışık
Ötüken Neşriyat
2013

Devlet ve Tabiat (Biyoteknoloji Çağında İnsan Hakları)

Biyoteknoloji, yani bir ayağı laboratuarlara bir ayağı borsa endekslerine uzanan ve hayallerimizi süslediğinin farkında olan zamanımızın yeni kahramanı, popülerliğini aslında geçtiğimiz on beş yıla sığdırmıştır. Ancak her çağın kahramanı gibi, nefesinin hızla tükenip tükenmeyeceği üzerinde konuşmak için elbette çok erken. Bir popüler kültür ikonu olarak hayatımıza giren koyun Dolly, kısa sürede edebiyattan sinemaya bilim kurgu sahasının yeniden biyoteknoloji istilasına açılmasına öncülük etmiştir. 2000 yılında İnsan Genomu Projesi’nin tamamlanmak üzere olduğunun açıklanmasıyla, medyanın düş gücü konuyu daha ciddiye almaya başlamış ve takip eden yıllarda genetik mucizeler periyodik olarak haberlerde kendilerine yer bulmakta zorluk çekmemişlerdir.

20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren biyoteknolojinin aldığı mesafe kuşkusuz ortadadır. Fakat yaratılan beklenti, özellikle sağlık alanında beş on yıl içinde büyük dönüşümlerin olacağı algısını ortaya çıkarmış ve medya-sermaye ortaklığı bundan beslenmiştir. Biyoteknolojinin popülerliği kaybolmasa bile, harikalar diyarına açacağı kapıya eskiye oranla ihtiyatlı yaklaşılmakta ve konu doğal rotasına oturmaktadır. Teknolojik rüzgârın dinmesiyle, zaman içinde daha sağlam bir tartışma zemini kendini gösterecektir. Fakat uzun süre gözden kaçan nokta, biyoteknolojinin tarım alanına büyük vaatlerle girmesine rağmen, bu alanda kısa sürede olumsuz bir tortu bırakmasıdır. Çünkü biyoteknolojik uygulamaların asıl sonuçları burada yavaş yavaş karşımıza çıkmaktadır. Son yıllarda tartışmaların sağlık alanından tarım alanına kayması ve insanların tedirgin biçimde olanları anlamaya çalışması bu durumun net göstergesidir.

Devlet ve Tabiat (Biyoteknoloji Çağında İnsan Hakları)
Hürol Çankaya
Sosyal Araştırmalar Vakfı
2012

Kapitalizmin Ekolojik Sorunları

“Kapitalizmin suçları; işkenceden, sömürüden, insanların işsiz ve umutsuz bir yaşama mahkûm edilmesinden, aşağılanmasından, ulusların baskı altında tutulmasından ve hatta soykırımdan ibaret değil, ekolojik suç da var!
Bu suç hayat(ımız)a kasteden, bütün insanlığa karşı işlenen bir cinayettir.

Örneğin kapitalizm insan(lık)ı kısırlaştırır!

Bilmiyor olamazsınız! Erkeklerdeki ortalama sperm sayısı 120 milyondan 15 milyona düştü…

Kadınlar yumurtlama sorunu yaşıyor, erkeklerde sperm kalitesi ve sayısı düşüyor. 100 yıl önce sperm sayısı mililitrede 100-120 milyonken, Dünya Sağlık Örgütünün verilerine göre birçok erkekte rakam artık 15 milyon. Yani dünya giderek kısırlaşıyor…

Bunda hava, su ve çevre kirliliği gibi faktörler çok etkili. Sanayide kullanılan ağır metallerin, gıdalarla, suyla ve havayla aldığımız yabancı maddelerin çok büyük rolü var. Benzindeki kurşun, ağır sanayide kullanılan civa, nikel, kadmiyum gibi metallerin hepsi toksiktir… Özellikle baca gazları kısırlıkta çok etkili… Sanayide kullanılan baca gazlarından çıkan dioksin kısırlık oranını önemli ölçüde artırıyor.” sözleriyle Demirer, Kapitalizmin çevreye (havayı, suyu, toprağı kirletmek, kaynakların aşırı tüketimi gibi) doğrudan ve (insan etkinliğinin neden olduğu iklim değişiklikleri gibi) dolaylı saldırıları, biosu hızla yıkıma sürüklediğini anlatıyor. Salt emeğin sömürüsüne yaslanan kapitalizm döneminin çoktan geride kaldığını, sistemin artık dünya yaşamının her veçhesini doğrudan tüketerek ayakta kalabildiğini de söylüyor.
Temel Demirer kitabında “Karşı koymazsak eğer tehlikededir günlük ekmeğimiz bacamızın tütmesi tehlikededir evimiz, aşkımız, çocuğumuz pencerede saksı kitap sevgisi, insan sevgisi tehlikededir.” gerçeğini çarpıyor yüzümüze yüzümüze. Bilimselliği roman tadında sunuyor biz okurlarına.. Silkeliyor, sarsıyor, uyarıyor, uyandırıyor. Belki kitabı bir solukta okuyamayacaksınız belki,ama okuduktan sonra da nasıl soluk alabildiğinizi düşüneceksiniz derinden derinden.. Biri mutlaka ölecek ama kim olacağını siz belirleyeceksiniz!

Şevki Yıldırım

Kapitalizmin Ekolojik Sorunları
Temel Demirer
Kaldıraç Yayınevi
2012

(Yeşil Gazete Kitap)

Zombi kıyameti ve “şenliklilik”

“Şenliklilik” kavramı dilime tam anlamıyla dolanmış durumda, epeydir.

“O şenlikli olsun”, “Bu da şenlikli mi?”, “Ben şenlikli gördüm” diye dolanıyorum ortalıkta.

Kardeşim dalga geçiyor artık; İçinde 3-5 sıfat geçen ve ama “şenlikli”yi atlamış bi’ cümle kurduğumda “şenlikli de olmasın mı?”, diye.

“Şenlikli siyaset” de bu bağlamda hep kullandığım bi’ kavram oldu. Yalnız ben değil tabi: “Bi’ grup insan” olarak (zira o grubun net bir tanımı, sınırı, belirleyeni yok) önce EDP ve Yeşiller muhabbeti sürecinde, sonra da Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’nin kuruluşu esnasında her tartışmaya, her köşeye sıkıştırdık, “şenlikli parti olacağız, yihhuu!” coşmalarını.

Ve ama, öte yandan, şenlikli siyasetle neyi kastediyor olduğumuzu çok da anlatmadık. Belki anlatması zor olduğundan, belki de “e bariz değil mi işte, böyle hani hissedersin ya…” deyu meseleyi “özümsenmesi gereken” bi’ durum, bi’ hayata bakış açısı” olarak gördüğümüzden.

Bazen de “sıkıcı olmamak” diyerek şenlikliliğin en gözlemlenebilir ve mukayese edilebilir göstergelerinden birini işaret ettik. (Bu “işaret etmek” şeysini dilime ve kalemime kazandıran Atilla Aytemur’a içten sevgiler, minnetler!)

Ve ama, şenliklilik hakkında biraz daha derine inen (ve ama bunu baymadan yapmaya çabalayan) bi’ şeyler karalamak lazım sanki.

Ve aslında, “yapılmışı var” bunun: Ümit Şahin’in 2012 Haziranı’nda kaleme aldığı yazısı, kavramın mucidi olan Ivan Illich’in “şenlikli”yi nasıl tanımladığını gayet güzel anlatıyor. Hem de meselenin endüstriyalizm denen prangayla olan göbek bağını da ifşa ederek, mis gibi.

(Ümit Şahin bugün kullandığım “şenlikli” sıfatını ve Ivan Illich’i bana ilk tanıtandır ayrıca. Bi’ teşekkür de ona!)

Ben de bu yazıda, dahil olduğum kuşak ve komşu kuşakların halet-i ruhiyesiyle “şenliklilik” kavramının doğrudan ilişkisi üzerine, birinci el deneyim ve gözlemlerimden yola çıkarak bi’ kelam edeyim madem.

Baştan kabul: Deneyim ve özellikle de gözlemlerimin bi’ takım varsayımlara dayandığı ve bizim kuşağı oluşturan tüm habitus’ları kapsayamayacağına kuşku yok. Ve ama yine de, bazı genel çıkarsamalar mümkün bu hayatta, sanırım.

Bizim kuşağın (85’liyim ben) ilk göz ağrısılarından biri olan Dövüş Kulübü’nde (Fight Club, hani) Brad Pitt’in canlandırdığı Tyler Durden karakteri şöyle diyordu:

“Beyler! Ben burada Dövüş Kulübü’nde gelmiş geçmiş en güçlü, en akıllı insanları görüyorum. Acayip bi’ potansiyel görüyorum, bastırılmış bi’ potansiyel. Allah belasını versin lan! Bütün bi’ kuşak benzin istasyonlarında pompanın, restoranlarda masaların başında çalışıyoruz, beyaz yakalı köleler olmuşuz! Reklamlar yüzünden yok araba alalım, yok giysi alalım, uğraşıp duruyoruz. Nefret ettiğimiz işlerde çalışalım ki hiç bi’ ihtiyacımız olmayan bok püsürü satın alabilelim ha! Beyler, bizler tarihin ortanca çocuğuyuz. Ne bi’ yerimiz var, ne bi’ amacımız. Büyük bi’ savaş yaşamadık, Büyük Buhran’ı görmedik. Bizim büyük savaşımız ruhlarımızın tam da içinde verdiğimiz savaş! Büyük Buhran dediğimiz, hayatlarımızdan başka bi’ şey değil. Hepimiz televizyon izleyerek büyüdük. Bi’ gün bizim de rock yıldızı, öküz gibi zengin, filmlerde oynayan ünlülerden falan olacağımızı sandık. Ama bunların hiçbiri olmayacağız. Bu gerçeği yavaş yavaş da olsa öğreniyoruz, ve hayvan gibi öfkeliyiz!”

Kanaatimce, Dövüş Kulübü’nün bi’ kitap ya da film olarak estetik/sanatsal güzelliğini çok aşan toplumsal etkisinin temel sebeplerinden biri de bu ve benzeri cümlelerdi. Film/kitap, tüketim toplumuna doğrudan bi’ başkaldırıydı, evet; ama ondan da öte 80′ civarı doğumluların, özellikle de 90’ların ortasından itibaren hissetmeye başladığı boşluk duygusuna şahane bi’ tercümandı.

Boşluktaydık, zira. Boşluktayız.

Hayatın anlamlı bi’ anlamını bulmakta, tanımlamakta büyük sıkıntı yaşıyoruz. Kendimizi, geçip giden günlerimizi ve en geniş anlamıyla varoluşumuzu anlamlı kılıp meşrulaştıracak ilintiler oluşturamıyoruz.

Ne bi’ kavga var kendimizi adayabileceğimizi düşündüğümüz, ne de bir büyük hedef.

Somut anlamda başlangıcı tam da 90’ların sonuna denk gelen neoliberal paradigmanın sunduğu/önerdiği anlamlara sarılmaktan başka bi’ çıkar yol bulamıyoruz. Onlar da çok anlamsız, hatta hiç anlamlı değil – Sürekli ve durmadan materyal biriktirmemizi, hobi niyetine çakma futbol holiganı olmamızı ya da onu-bunu çekiştirmemizi, ve klişelerle dolu bir dünyayı daha da çok klişeyle doldurarak ölüp gitmemizi öneren, her yaşa ve yere göre yapılacak geyik ve boş muhabbetlerin bir listesini sunan sıkıcı (sıfatının da aslında az kalacağı!) bi’ yaşam, iteklendiğimiz yer.

Ve bu durum bizi kahrediyor. O derece kahrediyor, özsaygımızı öyle bir pataklıyor ki, çoğumuz “doğrusunun ve en bi’ güzelinin bu olduğuna” kendini ikna ediyor zorla, gözlerindeki ışığın sonsuza dek sönmesi uğruna.

Delireceğiz yoksa, kaldıramayacağız. Kahrımızdan öleceğiz.

Bi’ kısmımız müzakere yoluna gidiyor: Ertelenen planlar, emeklilik hayalleri ya da “bi’ de şu da olsun da, ondan sonrası isyan!” düşünceleri.

Bu müzakerelerden de elimiz boş dönüyoruz çoğu zaman.

Anlamlı bir mücadele bulamadan, “n’aber?” – “n’olsun işte ya…” diye sallanıp duruyoruz., Olabilecek bir şey yok çünkü hayatlarımızda, o yüzden “n’olsun işte, bıdı bıdı….”

Godot’yu bekliyoruz, en derin rüyalarımızda. Bi’ şey olsun da hayat birdenbire anlam kazansın, diye.

“Zombi kıyameti” senaryolu kitap, dizi ve filmlerin bu kadar revaçta olmasının en temel sebebi de bu. Zombilerin basması demek, bir taşla iki kuş demek:

Hem bu saçma gidişat biter, sistem çöker (böylece “kalabalıktan” ayrılmak için benim bi’ şey yapmama da gerek kalmaz), hem de çok anlamlı, basit, net, tertemiz, en bi’ güzel bi’ mücadelem olur – “Hayatta kalmak”!

 

Bu resmi aldığım makalenin (complex.com Popüler Kültür sayfası) başlığı "Gençler, Zombi Kıyameti Geliyor Galiba" idi.

 

İnsanlık tarihinde daha önce hiç olmadığı kadar fazla ve çeşitli (ve ama bağlantılı) sorunun ve haliyle mücadele alanının olduğu bi’ dönemde, hayatımızı anlamlandıracak bi’ mücadele bulamıyor olmamız garip gelebilir, okuyan kişiye.

“Yeni kuşaklar çok apolitik!” önermesini besleyen de bu çelişkili gibimsi durum belki de.

Ve ama, bahsettiğim bu varoluşsal bunalımımızı anlarsak, çelişki gibi görünenin aslında kocaman bi’ potansiyel olduğu da aşikar hale geliyor.

Bu varoluşsal bunalım ve arayışı anlamak için, şunu da akılda tutmak lazım: Öyle bir uzmanlaşma ve beraberinde getirdiği işe yaramamazlık içindeyiz ki bugün, akıl ve elin ortaklaşa yaptığı, bir de güzel muhabbetli insanlarla beraber “daha da büyük bi’ resme katkıda bulunduğun” fırça darbelerini vurmak, yaşamak mümkün değil! Yaptığımızdan da, olduğumuzdan da uzaklaşıyor, nefret ediyoruz.

Ekoköylerin en azından teoride bu kadar revaçta olmasının ana sebebi de bu: Özgür, özgün ve keyifli bir ortamda yaşayan bir birey olmak, ellerimizle ve aklımızla sonuçlarını görebileceğimiz güzel bi’ şeyler yapmak, taş üstüne taş koymak istiyoruz.

Çünkü öyle bir toplum ki bu, eylemlerimizle olumlu ya da olumsuz sonuçları arsındaki zincir akıl almaz uzunlukta. Haliyle ne yaptığımızı, yaptığımızıın ne işe yaradığını, haliyle bu hayatta ne bok yediğimizi bilmez haldeyiz, görmez haldeyiz. Tam anlamıyla endüstriyel toplum kalıntısı!

Şenliklilik, en basit haliyle o zinciri kırıp kısaltmak aslında. Hiç teknik olmayan, tamamen toplumsal ve algısal bir yönetişim ve kendini bütün içinde tanımlama meselesi olan sürdürülebilirliğin de yapı taşıdır haliyle.

Ve modernimizin en başarılı tuzağı olan “konfor” ve “sterilizm” ikilisinin tatlı ve uyuşturucu sıcağından kurtulmamız için, uğruna bunları bırakacağımız (veya bunlardan ciddi ödün vereceğimiz, özellikle bireysel-psikolojik anlamda) herhangi bi’ mücadelenin (ki bu bi’ fırın yapmak da olabilir, Hrant eylemi için lolipop hazırlamak da, engellilere tekerlekli sandalye alınması için sokakta mavi şişe kapağı toplamak da…) şenlikli sıfatı için bazı somut ve temel özelliklere haiz olması gerekiyor.

İşte o özelliklere haiz (olduğuna dair umut vaad eden, en azından) bi’ şeyler bulduğumuzda coşmamız da bundan.

Nedir bu özellikler, peki?

Devamı da yarın olsun madem…

Ruh halimdir- Hrant Dink

Türkiyeliyim… Ermeniyim… İliklerime kadar da Anadoluluyum.

Bir gün dahi olsa, ülkemi terk edip, geleceğimi Batı denilen o ‘hazır özgürlükler cenneti’nde kurmayı, başkalarının bedeller ödeyerek yarattıkları demokrasilere, sülük misali yamanmayı düşünmedim. Kendi ülkemi de o türden özgürlükler cennetine dönüştürmek ise temel kaygım oldu. Ülkem Sivas için ağlarken, ağladım. Halkım çeteleriyle boğuşurken, boğuştum. Kendi kaderimi ülkemin özgürlüğünü yaratma süreciyle eşledim. Şu anda yaşayabildiğim ya da yaşayamadığım haklara da bedavadan konmadım, bedelini ödedim, hâlâ da ödüyorum. Ama artık… Birilerinin “Bizim Ermenilerimiz” pohpohlamalarından da, “İçimizdeki hainler” kışkırtmasından da bıktım. Normal ya da sıradan yurttaş olduğumu unutturan dışlanmışlıktan da, boğarcasına kucaklanılmaktan da usandım.

Ne 24 Nisan’larda yürüyebildim, ne de atalarımın anısına anıtlar dikebildim. Ama ne onları o günlerde bıraktım, ne de bugünlerde taşlaştırdım. ‘Onları yaşamımda yaşamayı’ sırtladım… Gücümün yettiğince de yaşatarak taşıdım. Bu taşımama sekte vurmaya ‘ne’ ya da ‘kim’ yeltendiyse onlarla amansızca boğuştum.

Tabii ki atalarımın başına gelenleri biliyorum. Buna kimileri ‘Katliam’, kimileri ‘Soykırım’, kimileri ‘Tehcir’, kimileri de ‘Trajedi’ diyor. Atalarım Anadolu diliyle ‘Kıyım’ derdi. Ben ise ‘Yıkım’ diyorum. Ve biliyorum ki eğer bu yıkımlar olmasaydı, bugün benim ülkem çok daha yaşanılır, çok da imrenilir olurdu. Yıkıma sebep olanlara da, maşa olanlara da lanetim bundandır. Lakin lanetim geçmişedir. Elbette tarihte olan biten her şeyi öğrenmek istiyorum, ama o nefret, ne menem bir rezillikse o… Onu tarihteki karanlık inine bırakıyor, “Olduğu yerde kalsın, onu tanımak istemiyorum” diyorum.

Benim geçmiş tarihimin ya da bugünkü sorunlarımın, Avrupalarda, Amerikalarda sermaye yapılması zoruma gidiyor. Geleceğimi, geçmişimin içinde boğmaya çabalayan emperyalizmin, alçak hakemliğini, kabul etmiyorum artık. O hakemler geçmiş çağlarda arenalarda köle gladyatörleri birbiriyle vuruşturan, onların vuruşmasını büyük bir iştahla seyreden, sonunda da kazanana, yaralının işini bitirmesi için başparmaklarıyla işaret veren diktatörlerin ta kendileridir. Gerçek hakem halklar ve onların vicdanlarıdır. Benim vicdanımda ise hiçbir devlet erkinin vicdanı, hiçbir halkın vicdanı ile boy ölçüşemez.

Benim tek isteğim, canım Türkiyeli arkadaşlarımla, ortak geçmişimi alabildiğine etraflıca ve de o tarihten hiç de husumet çıkarmamacasına özgürce konuşabilmek. Bunu bir gün tüm Türklerle Ermenilerin de kendi aralarında konuşabileceklerine yürekten inanıyorum. Özellikle de, Türkiye ile Ermenistan’ın kendi aralarında da her bir şeyi rahatlıkla konuşabilecekleri ve düzeltebilecekleri, ve onlar konuşurken, benim ilgisiz üçüncülere dönüp, “Size de artık üç nokta düşer” diyeceğim günleri iple çekiyorum.

Hrant Dink  Birgün, 1 Kasım 2004

 

 

Neyi hatırlamak, neyi unutmak – Hrant Dink

‘90. yıl’ tartışmaları arasında geliştirilmeye çalışılan karşı argümanlardan bir diğeri de ‘kendi kayıplarımız, kendi acılarımız’ vurgulamasıydı.

“Unutmalı mıyız yoksa unutmamalı mıyız?” sorusunu temel alan köşe yazılarında dile getirilen iddia, özetle şuydu: “Sadece Ermeniler acı yaşamadı, Türkler de büyük kayıplar verdi. O dönemde ölen Müslümanların sayısı birkaç milyonu aşar. Balkanlar’da ve Kafkaslar’da yerlerinden edilen Müslümanların başına gelenlerin her biri, Ermenilerin başına gelenlerden hiç de aşağı kalmaz. Biz, bugüne kadar bu acılarımızı unutmayı yeğledik. Peki hata mı ettik? Biz de mi acılarımızı ve kayıplarımızı öne çıkaralım? Peki, bunun kime ne yararı olacak?..”

Ermeni halkının kendi acısını unutamamasını, Türk halkının kendi acısını unutmak zorunda bırakılışıyla kıyaslamaya çalışmak ve buradan da Ermenilerin bir tür ‘acı çığırtkanlığı’ ya da ‘acı sömürüsü’ yaptığını ima etmek, her iki topluma yönelik olarak da gerçek anlamda bir ayıptır. Bu tür haksız kıyaslamalarla, yaşanmış olanları sıradanlaştırmak ve önemsizleştirmek, en hafif deyimiyle bir başka ‘usul hatası’dır. Usul hatasıdır, çünkü hiçbir acı bir diğer acının varlığı nedeniyle yok sayılamaz ve önemsizleştirilemez. Usul hatasıdır, çünkü birinin unutulmuşluğa itilmesi diğerinin anımsanışını ortadan kaldıramaz… Gerçek şu ki, birinin unutması, diğerinin de unutmaması için kendine göre sebepleri var ve asıl sır da bu sebeplerde.

Türkiye’nin sırları ise çok açık… Toplumun kendi yakın tarih acılarını unutmaya itilmiş olmasının kökeninde, bir hür irade ya da erdem tercihi değil, Osmanlı enkazını yok sayan ve sıfırdan başlamayı düstur edinmiş olan yeni bir Cumhuriyet anlayışının yepyeni bir toplum oluşturma siyaseti yatar. Ne var ki bu siyaset bir dayatmadan ibarettir ve yaşanan zikzaklar, Osmanlı’nın şanlı günlerini anma, hatalarını inkâr etme yoluna girince, toplumsal bellek de ‘eski’yle ‘yeni’ arasında bocalamaktadır. Böylesine karışık bir ortamda, ne ‘eski’ unutulabilmekte ne de ‘yeni’ tesis edilebilmektedir.

Bugün bir Susurluk davasının ve faili meçhullerin toplumsal vicdanlarda layıkıyla yargılanamayışının da nedeni aynı unutturma siyasetinin devam eden bir ürünüdür. Eğer bu ülkede halen İstanbul’un fethi aradan bunca asır geçmesine rağmen ihtişamlı törenlerle anılıyorsa, ama Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve sonrasında kaybedilen milyonlarca insanın acısını unutmuş olmak da, kimi çevrelerce bir erdem gibi sunuluyorsa, bizatihi bu ruh halinde bir aksaklığın var olduğu açıktır. Türkiye’de unutmanın nedeni erdem değil, baskı, korku ve dayatmadır. Ve bugün hâlâ unutmayı savunanlar, aslında sadece geçmişten değil gelecekten korkanlardır. Unutulmamış geçmiş, geleceğin de teminatıdır.

Hrant Dink, Agos, 10 Haziran 2005