Ana Sayfa Blog Sayfa 4392

Demokrasinin yeni eşiği: Herkes için evlilik – Tolga Bilener

Bundan 20-30 yıl önce ütopya gözüyle bakılan eşcinsel evlilik konusu, artık neredeyse temel bir insan hakkı konusu olarak tartışılıyor. 2001 yılında evlilik kurumunu eşcinsel çiftlere açan Hollanda’nın ardından günümüzde 14 ülkede hemcins bireylerin birbirleriyle evlenmeleri mümkün(1). Fransa, 15. ülke olarak bu listeye dâhil olmak üzere.

Eşcinsel evlilikleri tartışması, son birkaç aydır Fransa’nın bir numaralı gündem maddesi. 6 Mayıs 2012’de cumhurbaşkanlığına seçilen Sosyalist Parti lideri François Hollande, seçim kampanyası sırasında verdiği sözü tutarak, kısaca mariage pour tous (herkes için evlilik) adıyla bilinen ve eşcinsel çiftlerin evlenmelerinin yolunu açan yasa teklifini meclise sunma kararı aldı. Bu kararla birlikte Fransa kamuoyu adeta ortadan ikiye bölündü ve hararetli bir tartışma başladı. Tasarının “toplumsal bir ilerleme” olduğunu savunan hükümet, eleştirilere rağmen yasayı çıkarmakta kararlı görünüyor. 29 Ocak 2013’te Millet Meclisi’nde görüşülmeye başlanan 20 maddelik yasa tasarısı, muhalefetin verdiği beş binden fazla değişiklik önergesine rağmen, 12 Şubat tarihinde Millet Meclisi tarafından 329’a karşı 229 oyla kabul edildi. Tasarı, Senato tarafından da kabul edilirse yasalaşmış olacak.

Fransa’da eşcinsel evlilik konusunda yürütülen tartışma, özgürlükçü ve çoğulcu olduğu varsayılan demokratik bir Batı ülkesinde bile ayrımcılığın, önyargıların ve ötekileştirmenin ne kadar yaygın olduğunu ortaya koyarken, LGBT haklarının kimi ülkelerde gündelik siyasetin bir aracı olarak kullanılacak denli önemli bir tartışma alanı haline geldiğini de ispatlamış oldu.

Tarihi arka plan

Fransız Devrimi öncesinde Hıristiyan ilahiyatının da etkisiyle eşcinsel ilişkide bulunmayı idamlık bir suç sayan Fransa, devrimle birlikte yerleşen laiklik anlayışının bir sonucu olarak 1791 yılında eşcinselliği ceza kanunu kapsamından çıkardı. Elbette eşcinsel ilişkiye girmenin artık bir suç olarak görülmemesi, eşcinsellere yönelik tüm ayrımcılıkların ortadan kalktığı anlamına gelmedi. İkinci Dünya Savaşı sırasında Fransa’da yönetimde bulunan Nazi işbirlikçisi Vichy rejimi, geleneksel aile kavramına verdiğini önemden olsa gerek, ceza yasasında heteroseksüel ilişkiler için cinsel rüşt yaşını 15 olarak tespit etmiş; buna karşılık 21 yaşından küçük bir hemcinsiyle ilişkiye giren bireyleri “kamu ahlakına aykırılık” suçundan 6 ay ila 3 yıl arasında hapis cezasına çarptırmayı öngörmüştü. Açık bir ayrımcılığın ifadesi olan ceza yasasındaki bu farklı yaş sınırları ancak 1982 yılında, ülkenin ilk sosyalist cumhurbaşkanı olan François Mitterand tarafından kaldırıldı. Mitterand yönetimi, 1985 yılında da eşcinselliği Sağlık Bakanlığı’nın “akli hastalıklar” listesinden sildi. Aynı listeden transseksüelliğin silinmesi için ise 2009’u beklemek gerekti.

Eşcinsel çiftlerin yasal olarak tanınması için en önemli adım, yine bir sosyalist hükümet tarafından 1999 yılında kabul edilen Medeni Dayanışma Paktı (Pacte civil de solidarité – PACS) oldu. Bu yasayla birlikte, cinsiyet ayrımı gözetmeksizin iki yetişkin birey bir “çift” oluşturduklarını noter huzurunda imzaladıkları bir sözleşmeyle tescil ettirme hakkına kavuştular. Evliliğin beraberinde getirdiği tüm hak ve ödevleri doğurmayan(2)  bu evlilik benzeri hukuki statü, bir yandan “eşcinsel çift” kavramına resmi bir kabul sağlıyor, öte yandan bu birlikteliklere “evlilik” adı vermeyerek doğabilecek toplumsal tepkinin önünü kesmeyi amaçlıyordu. Her ne kadar sadece eşcinsel çiftler için geçerli olmasa da, PACS özellikle eşcinsellerin yararlanabileceği bir statü olarak sunulmuş, hatta satır aralarında bu kadarıyla yetinmeleri gerektiği de hissettirilmişti.

Yasanın yürürlüğe girdiği ilk yıl olan 1999’da yaklaşık 6 bin PACS gerçekleştirilmiş ve bunların yarıdan fazlası eşcinsel çiftler arasında olmuştu. 2010 yılında gerçekleştirilen 205 bin PACS’ın ise sadece 9143’ü, yani % 4,5’i eşcinsel çiftler arasındaydı(3). Başlangıçta büyük bir ilerleme olarak kabul edilmiş olsa da, LGBT hakları savunucuları 2000’li yıllar boyunca PACS’ın yetersiz olduğunu ve evliliğin eşcinseller için de serbest olması gerektiğini savunmaya başladılar. Ancak bu konudaki yasa tasarısının gündeme gelmesinin ardından büyük bir “ret cephesi” ile karşılaşacaklarını hesaplamışlar mıydı, orası kesin değil.

Kim neden karşı?

Laikliğin anavatanı sayılan Fransa’da siyasal tartışmalardan uzak durmaya büyük özen gösteren Katolik Kilisesi, evlilik kurumunun eşcinsel çiftlere de açılması tartışmaları sırasında en sert itirazı yükseltti ve muhalefet cephesinin bayraktarlığını yapmaktan çekinmedi. Geleneksel değerleri korumak istemesi başlı başına şaşırtıcı olmasa da, Kilise’nin bu denli net bir biçimde bir kanun tasarısına karşı çıkması, Fransa’da alışılmış bir görüntü değil.

Paris Başpiskoposu André Vingt-Trois, tasarı gündeme gelir gelmez etkili bir kampanya başlattı. Fransa’daki diğer dinlerin temsilcileriyle ortak deklarasyonlar yayınlayarak evlilik müessesesinin “korunmasının” sadece Katolikler’i değil, kendi deyimiyle tüm uygarlıkları ilgilendirdiğini söyleyen başpiskopos, hükümetle de sık sık görüşerek tasarının meclise sunulmasını engellemeye çalıştı ve düzenlenen yasa karşıtı gösterilere destek verdi.

Kilise’nin dışında, yasa tasarısına karşı çıkanlar, konuyla ilgili kendi içlerinde bölünmeler yaşasalar da, kabaca sağ siyasal partiler olarak özetlenebilir. Ana muhalefetteki merkez-sağ Halk Hareketi için Birlik (UMP) partisinin önemli isimleri tasarıya karşı olduklarını ifade ederken; Hıristiyan Demokrat Parti lideri Christine Boutin, neredeyse her gün başka bir televizyon kanalında eşcinsel evliliğin antropolojik bir tartışma olduğunu ve mevcut sosyal düzeni nasıl yıkıma uğratacağını anlatmaya koyuldu. Her iki parti, hükümete tasarıyla ilgili referandum düzenleme çağrısında da bulundu, ancak hükümet buna en başından itibaren yanaşmadı. Bu partilere mensup belediye başkanları, tasarının yasalaşması halinde bir tür “vicdani ret”, yani söz konusu nikâhları kıymama hakkının kendilerine tanınması gerektiğini de gündeme getirdiler. Ancak hükümet bu konuda da taviz vermedi ve “kanunlar ülkenin her yerinde eşit olarak uygulanmalıdır” ilkesini savundu.

Son seçimlerde oyların yaklaşık beşte birini alan aşırı milliyetçi Ulusal Cephe (FN) bünyesinde de ilginç bir tartışma yaşandı. Partinin lideri Marine Le Pen tasarıya karşı olduğunu belirtmekle beraber konuyla ilgili genellikle sessiz kaldı ve tartışmalara fazla katılmadı. Bu tavır partisinin dindar ve muhafazakâr tabanından tepki çekerken, Le Pen’in parti içindeki rakipleri onu “eşcinsel lobisinin etkisinde kalmakla” itham etti. Le Pen’e göre ise son derece küçük bir azınlığı ilgilendiren bu konunun ülke gündemini işgal etmesi, hükümetin siyasal bir taktiğinden ibaretti ve sessiz kalmasının amacı da bu tuzağa düşmemekti. İşsizlik, ekonomik kriz, yüksek suç oranları gibi konularda hükümeti aciz kalmakla suçlayan Le Pen, bu kanun tasarısının asıl amacının “gerçek gündemi saptırmak” olduğunu iddia etti. Partinin kimi sözcüleri ise, “eşcinsel evlilik tanınırsa, bir gün çok-eşli evliliği de tanımak zorunda kalırız” diyerek, tartışmayı Müslüman göçmen karşıtı bir zemine çekmeye de çalıştılar.

Yasa karşıtı kesimler, 13 Ocak 2013 Pazar günü Paris’te yüz binlerce kişinin katıldığı bir protesto gösterisi düzenlediler. Muhafazakâr dünya görüşünü savunanların sokaklara dökülmesine alışık olunmayan bir ülkede bu denli büyük bir kalabalığın toplanması, gösterinin organizatörlerini bile şaşırttı. Siyasetçilerden din adamlarına, akademisyenlerden sanatçılara farklı kesimleri bir araya getiren gösteri, Fransa’nın muhafazakâr yüzünün ilginç bir fotoğrafını vermiş oldu. Her ne kadar gösteriye katılanlar eşcinsellere karşı olmadıklarını ve homofobik davranmadıklarını iddia etseler de, gösteri sırasında atılan kimi sloganlar ve taşınan bazı pankartlar tam aksini söylüyordu. Bunlar arasında “kendisi hiç evlenmemişken eşcinselleri evlendirmeye çalışan”(4) Hollande’ı Hitler’e benzetenler dahi vardı.

Yasaya karşı çıkanların gerekçeleri birkaç başlık altında toparlanabilir. Temel söylem, PACS hâlihazırda varken binlerce yıllık bir kurum olan evliliğin tanımını değiştirmeye gerek olmadığı ve zaten bunun da çok ufak bir azınlığın kaprisinden ibaret olduğu. Eşcinsel çiftlerin birlikteliklerine “evlilik” statüsü verilmesine karşı çıkılmasının ise iki ana gerekçesi var: Öncelikle, insanlık tarihi kadar eski olan evlilik kurumunun sıradan bir sözleşme değil, biyolojik gerçekler üzerine oturan evrensel bir kurum olduğu. İkinci önemli itiraz gerekçesi ise, evlilik statüsüyle birlikte kendiliğinden doğan diğer haklar, özellikle de evlat edinme ve yapay döllenme ile çocuk edinme hakkı. Eşcinsel evlilik yasasına karşı çıkanlar eşcinsel bir çiftin sağlıklı çocuklar yetiştirip yetiştiremeyeceğini gündeme getirirken, taşıyıcı anneliğin de yaygınlaşacağını ve böylelikle doğacak çocukların nesebini takip etmenin zorlaşacağını iddia ediyor. Önemli olanın çocukların korunması ve sağlıklı bir ortamda büyümesi olduğu vurgulanırken “çocuk sahibi olma” gibi bir hakkın mevcut olmadığı da dile getiriliyor.

“Kadın bedeninin metalaştırılması” olarak tanımladıkları taşıyıcı annelik uygulamasının, çocukların biyolojik anne ve babalarının kimliğini öğrenme hakkına aykırı olduğunu iddia eden muhafazakâr kesimler, taşıyıcı ve/veya biyolojik annelerin doğan çocuklar üzerinde hiçbir hakka sahip olmamasının ise Fransız medeni kanununun lafzına ve ruhuna aykırı olduğunu vurguluyor. Bu durumun, çözümü son derece zor bir dizi hukuki belirsizlik yaratacağı da savunuluyor.

İktidardaki Sosyalist Parti ve eşcinsel evlilikleri savunucuları ise bu eleştirilere karşı geri adım atmadı. Kamuoyu yoklamalarına göre % 55-60 arasında bir desteğe sahip olan bu kesim, toplumsal gelişmeyle birlikte evlilik kurumunda da değişim yaşanmasının kaçınılmaz olduğunu savunarak, eskiden evliliğin birinci amacının doğacak çocuklara meşruiyet kazandırmak olduğunu, ancak günümüzde Fransa’da doğan çocukların yarısının zaten evlilik dışı olduğunu da hatırlatıyor. Boşanmanın yasal olduğu bir ortamda evlilikten “kutsal bir bağ” olarak söz etmenin anlamsız olduğu, evliliğin meşru bir cinsel hayat için kabul edilebilir tek çerçeve olduğu dönemlerin de çok eskilerde kaldığı belirtiliyor. Bir zamanlar sıradışı görünen birçok durumun sonradan sıradanlaştığını; doğum kontrolüne ya da kürtaja da vaktiyle tabiat kurallarına ya da dinsel ilkelere aykırı diye karşı çıkıldığını hatırlatan bu çevreler, laik bir ülkede bu tür gerekçelerin hukuki düzlemde bir anlam ifade etmediğini vurguluyorlar. En az 30 yıldır eşcinsel çiftler tarafından yetiştirilen çocuklar hakkında araştırmalar yapan uzmanlar da heteroseksüel çiftlerin daha iyi ya da daha sağlıklı çocuklar yetiştirdiğine dair hiçbir kanıtın bulunmadığını ifade ederek yasa karşıtı kesimlerin en önemli gerekçelerinden birini çürütmeye çabalıyor.

Fransa kamuoyunu aylardır meşgul eden eşcinsel evlilikleri tartışması, genel anlamda özgürlükçü olan toplumlarda dahi muhafazakâr damarın ne kadar güçlü olabileceğini bir kere daha ortaya koydu. Üstelik bu kesimler, “birkaç geri kafalı” diye küçümsenemeyecek kadar da kalabalık ve etkili. Tam da bu yüzden, mevcut haklardan hiçbirine dünyanın hiçbir yerinde  “cepte” gözüyle bakılmaması gerektiği ve hak mücadelesinin devamlı uyanık kalmayı gerektiren uzun soluklu bir süreç olduğu akıldan çıkarılmamalı.

Her konu hakkında olduğu gibi, farklı kültürel birikimlere sahip halkların eşcinsel evlilikleri konusunda da farklı yaklaşımlar geliştirmeleri doğal. Ancak genel olarak söylenebilir ki eşcinsel evlilikleri konusundaki tartışmalar, giderek bu konuyu marjinal bir talep, hatta şımarıklık olarak görülmekten çıkarıyor ve tanınmış olması gereken bir hak olarak gündeme getiriyor. Ancak söz konusu tartışmanın şimdilik sadece “Batı” dünyasında cereyan etmesi nedeniyle eşcinsel evlilikleri ya da LGBT hakları gibi kavramların “Batı”ya özgü ve hatta kültürel emperyalizmin yeni bir aracı olduğu eleştirilerine dünyanın değişik yerlerinde rastlamak da olası.

Kendisini “insan hakları diyarı” olarak tanımlayan Fransa’nın eşcinsel evlilikleri kavramını yasalarına dâhil etmesi belki de bu konunun dünya kamuoyu önünde giderek normalleşmesini hızlandıracak. Bu açıdan, hemen yarın için olmasa da, eşcinsel evlilikleri konusunun orta vadede temel bir insan hakkı ve demokrasinin olmazsa olmaz bir koşulu olarak kabul edileceğini tahmin etmek çok da iddialı olmaz. Eşcinsel evlilikleri yasasının en önemli savunucularından Fransız düşünür Elisabeth Badinter, “Bireylere özel yaşamlarıyla ilgili hesap sormamak, onlara hiçbir toplumsal davranış kalıbı dayatmamak ve her konuda eşit haklardan yararlanmalarını sağlamak demokrasinin onurudur.” derken(5), biraz da bunu kastediyor olmalı.

Tolga Bilener (Galatasaray Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü Araştırma Görevlisi )  http://www.kaosgldergi.com/dosyasayfa.php?id=2320

 

 

Notlar

1. ABD (11 eyalette), Arjantin, Belçika, Brezilya, Danimarka, Güney Afrika, Hollanda, İspanya, İsveç, İzlanda, Kanada, Meksika, Norveç, Portekiz.

2. PACS, evliliğin aksine, çiftlere evlat edinme, yabancı olan partnere Fransa’da oturma izni alma ve çiftlerden birinin vefatı halinde emeklilik vb. mali haklardan sağ kalan partnerin yararlanması gibi hakları sağlamamaktadır.

3. http://www.insee.fr/fr/themes/tableau.asp?reg_id=0&ref_id=NATTEF02327

4. François Hollande, hayatı boyunca hiç evlenmedi ama uzun yıllar beraber olduğu Ségolène Royal’den dört çocuk sahibi oldu. 2007’de Royal’den ayrıldıktan sonra gazeteci Valérie Trierweiler ile birlikte olmaya başlayan Hollande, cumhurbaşkanı olmasına rağmen evlenmeyeceğini açıkladı ve Trierweiler’in resmen eşi olmasa da “First Lady” olarak kabul edilmesini istedi. Hollande’ın medeni durumu, eşcinsel evlilik tartışmaları sırasında muhalefet tarafından sık sık gündeme getirilen bir konu oldu.

5. Fransız Millet Meclisi’nin ilgili komisyonu önünde yapılan konuşmadan, 13 Aralık 2012, http://www.youtube.com/watch?v=1zSqqrSofWA

 

Türkiye Fukushima olmasın – Pelin Cengiz

Dünyadaki dengesiz gelir dağılımı, adaletsiz paylaşım, insan onuruna yakışmayan yaşam şartları son dört beş yıldır yaşanan küresel krizle birlikte çok daha keskinleşti ve görünür hâle geldi. Buna krizi yönetme becerisi zayıf iktidarlar, arsız yatırımcılar ve doyumsuz piyasalar da eklenince, dünya kriz sarmalından çıkma basiretini bir türlü gösteremedi. Gelişen ve gelişmekte olan toplumların dizginlenemeyen tüketme talebi de ister istemez enerjiye olan ihtiyacı arttırdı. Bugün dünyada enerji hâlâ en yaygın şekilde petrol, kömür, doğalgaz gibi fosil yakıtlardan ve nükleer santrallerden sağlanıyor. Ancak, bu noktada kamuoylarında bir sorgulama başladı.

Pazartesi günü dünyanın gördüğü en büyük nükleer felaketlerden biri olan Fukushima’nın yıldönümü.

Japonya’da iki yıl önce 11 mart günü meydana gelen deprem ve tsunami sonrası Fukushima’daki nükleer santrallerin zarar görmesiyle, telafisi mümkün olmayan, insanlık tarihinin en büyük nükleer felaketlerinden biri yaşandı. Nükleer santralde peş peşe patlamalar oldu, soğutma sisteminin arızalanmasıyla reaktörlerin soğutulması günlerce sürdü, soğutma çalışmaları için kullanılan binlerce ton su denize döküldü, önemli miktarda radyoaktif madde toprağa, havaya, suya karıştı. Radyoaktif maddelerin yayıldığı alanda yaşayan 100 bin civarında insan ki, onlara artık nuclear refugees(nükleer mülteci) deniyor , evlerinden, yaşadıkları yerden oldu. Bölgedeki evlerin yüzde 80’inden fazlası radyoaktif kirlenmeye maruz kaldı. Binlerce insan hâlâ geçici evlerde oturuyor, evlerine ne zaman dönecekleri ise meçhul.

Fukushima, kayıtlara Çernobil’den sonra dünyanın yaşadığı ikinci nükleer santral faciası olarak geçti. Güvenliğin en ileri seviyede olduğu Japonya’da kontrol edilemeyen bu nükleer kaza, tüm dünyayı nükleer enerji konusunda bir kez daha düşünmeye yöneltti. Başta Avrupa’da olmak üzere nükleer enerjiden çıkışla ilgili ciddi kararlar alınmaya başlandı. Japonya’da, nükleer felaket öncesinde 54 nükleer reaktör ülkenin elektrik ihtiyacının yüzde 29’unu karşılıyordu. Şu anda sadece iki reaktör çalışıyor ve ülke elektriğinin yaklaşık yüzde 5’ini üretiyor. Yaşanan bu acı tecrübe sonrası, hükümet kazanın soruşturulması için uzmanlardan oluşan bir komisyonu görevlendirdi. Komisyon raporunda, kazanın, hükümetle santralin işletmecisi TEPCO şirketi arasında varolan ihtilaflar sonucu gerçekleştiğini ortaya koymuş, durumu “insan eliyle yaratılmış bir felaket” olarak nitelendirmişti. Felaketin ardından ülkede toplumsal anlamda da nükleere karşı ciddi bir muhalefet oluştu. Ülke çapında nükleer karşıtı eylemler yapıldı. Hatta, Japonya’da yükselen nükleer karşıtlığı sonunda üç küçük parti biraraya gelerek nükleer karşıtı Gelecek Partisi’ni kurdu.

Tüm bu olup bitenlerin ardından Japonya’da, iktidar 2030’a kadar nükleerden çıkmayı amaçladığını açıkladı. Ancak, geçen yılın sonlarında iktidar gelen Shinzo Abe liderliğindeki Liberal Demokrat Parti, durumdan hiç ders çıkarmamış olsa gerek, nükleer santralleri tekrar açacaklarını açıkladı. Kazanın ardından geçen iki yılın sonunda ülkedeki nükleer lobinin hükümeti sıkıştırdığı ve artık santralleri tekrar açmanın zamanının geldiği yönünde telkinde bulunduğu belirtiliyor. Japonya’da siyaset nükleer lobiye teslim olacak mı göreceğiz ancak, halkın karşıtlığına rağmen nükleer savunan kaybeder, güneş, rüzgâr herkese yeter diyen kazanır…

İlgilenenlere küçük bir not: Nükleer Karşıtı Platform’un organizasyonuyla bugün saat 12:00’de Galata Köprüsü’nde “Türkiye Fukushima olmasın” diye insan zinciri var. Ankara ve İzmir ise pazartesi günü “nükleere hayır” diyecek.

EKONOMİYE ETKİSİ 250 MİLYAR DOLAR

• Fukushima kazasından sonra 100 bin civarında insan evlerini terk etmek zorunda kaldı.

• Japonya’da insanlar Fukushima bölgesinden gelen yiyecekleri istemiyor.

• 22 milyon ton radyasyonlu molozun bugüne kadar sadece yüzde 6’sı kaldırılabildi.

• Kazanın Japonya ekonomisine etkisinin 250 milyar doları bulacağı tahmin ediliyor.

• Gönüllü örgütlerin yaptığı ölçümlerde santralden 30 kilometre uzaktaki Minamisoma kentindeki bir lisenin bahçesinde normalin 2000 katı radyasyon tesbit edildi.

• Sekiz milyon tirajlı Asahi Shimbun gazetesinin yaptığı kamuoyu araştırmasına göre Japon seçmenlerin yüzde 70’i nükleer santrallerin tamamen kapatılmasını istiyor.

• Sağlık taramasından geçirilen 400 bin çocuğun yarısının tiroid bezlerinde anormallik tespit edildi. Çernobil sonrası tiroid kanseri salgını dört ve beşinci yılın ardından gelmişti.

AVRUPA NÜKLEERE KAPILARINI KAPATIYOR

• İsviçre, Fukushima sonrası elektrik ihtiyacının yüzde 38’ini karşılayan beş nükleer reaktörü 2034’e kadar kapatma kararı aldı. Yapılması planlanan üç reaktörden de vazgeçildi.

• Belçika, yedi nükleer reaktörle ülkenin elektrik ihtiyacının yarısını karşılıyordu. Fukushima’dan sonra 2025’e kadar tüm reaktörleri kapatma kararı aldı.

• İtalya’da 2011’de yapılan referandumda halkın yüzde 90’ı “nükleer hayır” dedi.

• Almanya’da 17 reaktörün sekizi Fukushima kazasının hemen ardından kapatıldı, kalan dokuz reaktörün 2022’ye kadar kapatılması kararlaştırıldı. Elektrik ihtiyacının yüzde 28’ini nükleer enerjiden karşılayan Almanya, yenilenebilir enerjiye yatırım yapıyor.

• Danimarka, Avusturya ve Norveç’in hiç nükleer santrali olmadı. Avusturya inşaatı biten tek reaktörünü halk istemediği için devreye sokmadan kapattı.

• Avusturya, Yunanistan, İrlanda, Letonya, Lihtenştayn, Lüksemburg, Malta ve Portekiz, kazanın ardından nükleer enerjiye karşı ortak bir bildiri imzaladı.

 

Pelin Cengiz

Zumbara’da Sahne Senin!

Yapmayı sevdiğimiz şeyleri belki de para etmedikleri için yavaş yavaş yapmayı bıraktığımız; böylelikle kendimizi anlatmaktan, yaratmak, üretmek ve keyif almaktan, kendimizden vermekten vazgeçer olduğumuz bu heybetli şehir İstanbul’da bir mola verip biraz nefes almaya ne dersiniz? Zumbara’da yapmayı sevdiğimiz şeyler ile ilgileneceğini söyleyen insanlarla inadına paylaşırken, bazen sadece yapmayı sevdiğimiz için bazı şeyleri yapmayı ne kadar özlediğimizi hatırlıyoruz ve kendi yaşam sahnemizin ana kahramanı olup bitiveriyoruz.

RedHack belgeseli Red! internet üzerinden yayınlandı

Bağımsız Sinema Merkezi tarafından tamamlanan siber aktivizm ve Redhack’i anlatan belgesel “Red!”, sinema salonlarından sonra şimdi de internet üzerinden herkesin rahatça izleyebilmesi için erişime açıldı.

BSM’nin REDD belgeselinin internet üzerinden erişime açılması ile ilgili yaptığı açıklama:

BSM-Bağımsız Sinema Merkezi olarak, siber aktivizm ve Redhack’i anlatan Red! belgeselini internet üzerinden paylaşıma açıyoruz! Hacktivizm ve siber aktivizmi devrimci mücadelenin cephelerinden biri olarak ele alan filmimizi artık internet erişimi olan herkes ücretsiz olarak izleyebilecek.

Devrimci sinemacılar tarafından kurulan bir film üretim kolektifi olarak daha önce de Lenin-Sosyalizmin Kızıl Şafağı belgeselini sınıfımıza armağan etmiştik.

Red! Filmi’nin kötü niyetle elden geçirilmiş, siyasi provakasyon yaratmak amacıyla kurgulanmış sahte bir versiyonu da bugün internette dolaşıma sokuldu.

Dostlarımızı bu sahte kopya konusunda dikkatli olmaya ve sadece resmi BSM hesaplarından yapılan duyuruları takip etmeye davet ediyoruz.

İşte “Red!” belgeseli:

http://www.youtube.com/watch?v=nf-24WuN–Y&feature

(Yeşil Gazete)

2012’den bir yıl sonra sıra 90’lı yıllarda: “90’larda Lubunya Olmak” yayımlandı

“90’larda Lubunya Olmak” adlı “Sözlü Tarih” çalışması Siyah Pembe Üçgen İzmir Derneği yayınlarından çıktı

LGBT bireylerin ilk kez bir araya gelmeleri ve kendi içlerinden örgütlenmelerini hikâye eden kitapta 19 tanıklık yer alıyor.

Siyah Pembe Üçgen İzmir Derneği tarafından Şubat 2012’de yayınlanan “80’lerde Lubunya Olmak”, dernek tarafından hazırlanan Sözlü Tarih dizisinin ilk kitabıydı. 90’lı yıllara kadar görmezden gelinip yok sayılan LGBT bireylerin -başta 1980 Askeri Darbesi olmak üzere- yaşadıkları kötü deneyimler, uğradıkları ayrımcılıklar ve her şeyiyle “lubunyalar”ın o tarihlerdeki yaşamları 9 trans kadının anıları ile okuyucuya aktarıyordu.

Çalışmanın Türkiye’de bir LGBT tarihi, LGBT belleği oluşturmak namına sunduğu katkı serinin “90’larda Lubunya Olmak” isimli ikinci kitabı ile devam ediyor. Bu kez 19 tanıklığın yer aldığı çalışmada, LGBT bireylerin ilk kez bir araya gelmeleri ve kendi içlerinden örgütlenmeleri hikâye ediliyor.

İlklerin yaşandığı bir dönem olan 90’lar Onur Yürüyüşü, örgütlenme denemeleri, tematik dergiler gibi pratiklerin ortaya çıkışına ve günden güne büyümesine sahne oluyor. LGB bireylerden farklı olarak harekete, açıktan ve sokaktan katılarak, hatırı sayılır bir ivme kazandıran trans kadınların deneyimleri ve 90’lı yılların önemli köşe taşlarından Ülker Sokak Olayları da kitabın başlıca konuları arasında.

“90’larda Lubunya Olmak” kitabı Siyah Pembe Üçgen’den ve diğer tüm LGBT derneklerinden temin edilebilir.

(Kaos GL)

Kore’de gerginlik giderek tırmanıyor

0

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin hakkında yaptırımların sertleştirilmesi kararı aldığı Kuzey Kore geri adım atmamakta kararlı.

Kuzey Kore yönetimi önce, bu yıl içinde nükleer denemelerine devam edeceğini ilân etmiş, ardından da ABD’ye nükleer savaş açma tehdidinde bulunmuştu. Kuzey Kore şimdi de Güney Kore ile 1953 yılında imzaladığı Saldırmazlık Paktı’nı tek taraflı olarak sona erdireceğini duyurdu.

Kuzey Kore yönetiminin son dönemlerde dozu giderek artan tehditleri endişeye neden oluyor. Alman Friedrich – Ebert Vakfı’nın Güney Kore Temsilcisi Christoph Pohlmann da endişeli olanlar arasında.

Pohlmann, “Nükleer anlaşmazlığın, önümüzdeki dönemde askerî olaylarla ifade edilebilecek yeni bir boyuta tırmandığı söylenebilir. Çünkü Kuzey Kore’nin bir yandan tehditlerin dozunu sürekli artırırken, diğer yandan bunları uygulamaya geçirmeyeceği düşünülemez. Bu da şu demek: Kuzey Kore’nin bir biçimde askerî bir girişimde bulunacağından yola çıkılması gereklidir” diyor.

Kısa adı KCNA olan Kuzey Kore resmi haber ajansının haberlerinde, “Kuzey ve Güney arasında kırmızı çizgilerin aşıldığı, bunların telafisinin mümkün olmadığı ve Kore Yarımadasındaki durumun nükleer bir savaşa neden olacak kadar tehlikeli olduğu” yönündeki ifadeler dikkat çekiyor. Alman uzman Christoph Pohlmann, Kuzey Kore’nin kullandığı bu savaş dilini şöyle değerlendiriyor:

“Kullanılan bu dil elbette ki kabul edilemez. Bunlar Güney Kore’de tamamen anlaşılmaz ve endişe verici açıklamalar olarak algılanıyor. Ancak Kuzey Kore şunu da bilmelidir ki; bir nükleer hamlede bulunduğunda ABD’nin de nükleer misilleme ile yanıt vermesi muhtemeldir. Bunu Güney Kore hükümeti de bir kez daha vurgulamıştır ve gerçekten de böyle bir şey olabileceğinden yola çıkılmalıdır. Yani Kuzey Kore’nin böyle bir girişimi, prensipte intihar anlamına gelir ki – tüm siyasî gözlemcilerin ortak görüşüne göre – Kuzey Kore yönetiminin böyle bir niyeti olamaz.”

(Deutsche Welle)

 

 

Taraftarlık Zırhında Faşizm – Güven Gürkan Öztan

Bursa’daki faşizan grupların etkinliğini anlamak için hem toplumsal formasyona hem de ekonomik ilişkilere bakmak şart. Rant ve kar paylaşımı telaşı, kendini taraftarlık-Türklük-erkeklik kategorileri üzerinden gerçekleştiriyor.

Çok sayıda sivil toplum kuruluşunun ve BDP, ÖDP, ESP gibi siyasal partilerin içinde bulunduğu 8 Mart Kadın Platformu üyeleri barış çağrısı ile Haydarpaşa’dan Kadıköy meydanına yürüyüş yaparken Bursaspor taraftarı bir grubun saldırısına uğradı. “Kahrolsun PKK” sloganıyla, “kadınlar savaş istemiyor” diyen gruba nefret kusan güruh mitinge giden kadınları yaraladı, bindikleri otobüslere saldırdı.

Muhatap mağdurun ‘makbul’ görülmediği hallerde mutad olduğu üzere güvenlik kuvvetleri olaya geç müdahale etti. İlk etapta bir taraftar grubunun taşkınlığı gibi lanse edilen bu olay, aslında hiç de bildik futbol fanatizmi sınırları içinde değil; öncelikle iki rakip takımın taraftarları arasındaki bir kavgadan söz etmiyoruz. Üstüne üstlük kadın platformu üyelerine saldıran tarafın karnesi başlı başına bizi daha derin bir analiz teşebbüsüne sevk edecek nitelikte. Zira Bursaspor örneği milliyetçilik, erkeklik söylemi ve fanatizm üzerinden hem bir şehrin yeniden yazılan sosyo-ekonomik öyküsünü hem de faşizmin gündelik hayatta nasıl kendini yeniden ürettiğini göstermekte.

Şehrin kimliğini yeniden kuran taraftarlık

Bursaspor taraftarı gruplar özellikle son on yılda şehrin en göz önünde ve belki de en aktif kitlesini oluşturuyor. Fanzinleri, dergileri ve hatta kendi radyo yayınları dikkat çekici. Fanatik Bursaspor taraftarları birden fazla dernek, yapı içinde örgütlenmiş durumda. Teksas adı verilen taraftar grubu bunlar arasında belki de en çok sesi çıkan kesim. Aralarında kimi zaman açık kimi zaman ise örtük bir rekabet, hatta karşı karşıya geldikleri adli olaylar da var.

Bursaspor’un 2009-2010 sezonunda süper lig’de şampiyon olması ile Bursaspor taraftarlığı çok daha geniş bir tabana yayıldı ve şehrin kimliğini belirleyen başat unsurlardan biri oldu. Daha önce üç büyükleri tutan Bursalıların da önemli bir kısmı Bursaspor’u birinci takımları haline getirdi. Timsah şehrin alametifarikası oluverdi; yeşil-beyaz renklere boyanmış kaldırımlardan, devasa Bursaspor bayrak ve flamalarının asılı olduğu sokak ve dükkânlara, takım sticker’ının yapıştırıldığı araçlara uzanan şaşırtıcı bir takım kültü, kamusallıkta ortak imgelemi taraftarlık üzerinden yeniden kurdu. Sanal ortamda da benzer bir hal mevcut.

Bursaspor renklerinin yanı başına Mustafa Kemal siluetleri, milliyetçi sembol ve ikonlar yerleştirilmiş görseller internet üzerinde taraftarların buluştuğu forumlarda en sık tesadüf edilen imgeler arasında.

Kürtlere karşı öfke

Hal böyleyken Bursaspor’un fanatik taraftar kitlesinin sadece maçlara giden, tezahürat yapan bir kitle olmadığını yazmak gerek.

Bursaspor fanatikleri, şehit cenazeleri sırasında Kürtlere ait olduğu önceden işaretlenmiş işyerlerini tahrip eden, PKK’li diye şehirde Kürtçe konuşanlara saldıran, taraftarlık zırhı altında faşist sokak örgütü gibi çalışan bir kitle. Her maçta PKK aleyhine atılan sloganlar, olaylı Diyarbakırspor maçları iceberg’in sadece görünen yüzüydü. Şehirde Kürtlere karşı önyargının epey güçlü bir damar oluşturduğunu tespit etmek mümkün. Bursa, özellikle 90’lardaki köy boşaltmaları sonrasında hız kazanan bir şekilde Güneydoğu’dan göç almış bir kent. Kürt halkın bir kısmı oldukça zor şartlar altında şehirde tutunmaya çalışıyor. Ekonomik durumları daha iyi olan Kürtler de Bursa’da çeşitli düzeylerde yatırım ve iş yapıyor.

Bursa’nın daha önce şehre gelen ve çoğu Balkan kökenli ‘göçmen yerlileri’, Kürt göçünü kendi ekonomik statüleri için tehdit olarak görme eğiliminde. Alt sınıf Kürtleri ‘yaşam tarzı’ üzerinden, orta sınıf-sermayedar Kürtleri ise PKK’ye yardım etmekle itham eden genel bir Türk-Müslüman vasatı ve Türk milliyetçisi küçük burjuva tavrı şehrin politik atmosferini ele geçirmiş durumda. Bursasporlu fanatikler de bu iklimden hep besleniyorlar hem de bu ön kabulleri bizatihi besliyorlar.

Erkeklik ve homofobik tezahürler

Bursaspor taraftar grubunun saldırı örgütleyip ya da katılıp hedef aldığı tek grup da Kürtler değil. Bursa’daki transseksüeller ve eşcinseller sürekli aynı grupların tacizine ve saldırısına maruz kalıyor.

Çok değil daha 2006’da linç teşebbüslerini protesto etmek için kentte yürüyüş yapmak isteyen eşcinsel inisiyatifine Bursasporlu Esnaflar Derneği’nden tehdit mesajı gelmişti.

Derneğin Başkanı, “Bursa evliyalar ve padişahlar şehridir. Böyle toplum dışı insanların yürüyüşlerine sahne olacak kadar adının kirleneceği ve kirlenmeyi hak ettiği bir şehir değildir. Kesinlikle engel olacağız. Bu yürüyüş için kanuni yönden belki bir şey yapılamamıştır. Ama toplumsal açıdan bizler bunun karşısında olacağız ve gerçekleşmesini engelleyeceğiz. Bursa böyle kimliği belirsiz lanet insanların cirit atacağı bir şehir değildir. Emniyet yetkililerine, valiliğe ve siyasilere sesleniyorum; bu insanların linç edilmesini istemiyorlarsa tutum ve hareketlerini netleştirsinler” demişti.

Lamdaistanbul’da buna karşılık dernek başkanı hakkında suç duyurundan bulunma kararı almıştı. Aynı Başkan derneğin internet sitesinde şöyle tanıtılıyor: “Hayatı boyunca ilk mahkemeye Bursa için çıkmış ve hayatında bir kez hapse Bursaspor için girmiştir. Ailesinin ve sülalesinin yüzde 90’ını Bursasporlu yapan ve Diyarbakır-Bursa maçına bir minibüs ile giden bir Bursa sevdalısı ve Bursaspor fanatiğidir.” ‘İftihar kaynakları’na bakarak bu not üzerine başka bir şey yazmaya gerek yok sanırım.

Taraftarlığı ve milliyetçiliği üzerinden erkekliğini kanıtlama sevdasındaki fanatik Bursaspor taraftarlarının bu konudaki ‘reaksiyoner tavrı’, çoğu zaman kendine yöneltilmesi muhtemel bir eşcinsel imasını etkisizleştirme taktiğinin bir parçası. Homofobik ataerkil toplumsal atmosferde “Zeki Müren Bursalı değil mi?” alaylı sorusu karşısında öfkeden kıpkırmızı kesilen delikanlının meşru taraftar örgütlenmesi üzerinden LBGT bireylere saldırması bu patolojinin arazı.

Ne var bunun arkasında?

Bugünün Bursa’sındaki faşizan grupların etkinliğini anlamak isteyen için hem toplumsal formasyona hem de ekonomik ilişkilere bakmak şart. Şehrin Türk-Müslüman ve milliyetçi esnafı ile fanatik taraftar grupları arasında organik bir bağ mevcut. Tahmini rakamlarını bilmediğimiz ama azımsanmayacak ölçüde olduğu kesin bir rant ve kar paylaşımı telaşı, kendini taraftarlık-Türklük-erkeklik kategorileri üzerinden gerçekleştiriyor.

Organik bağı olmayan esnaf ise ‘Bursaspor sevgisi’ni kanıtlayarak müşteri sayısını arttırma çabasında. Yerel yönetim, sivil toplumun bir bölümü de bu sürece destek veriyor bilerek ya da bilmeyerek. Dolayısıyla İstanbul’da 8 Mart Kadın Platformu üyelerine yapılan saldırı dâhil olmak üzere Bursaspor fanatik taraftar grubunun eylemlerini onaylayan ve bu atmosferi besleyen unsurların ekonomi-politiğini bir an önce açığa çıkaracak akademik çalışmalara ihtiyaç var.

Bu yazı ilk olarak bianet.org/ da yayınlanmıştır.

 

 

Güven Gürkan ÖZTAN

 

 

 

 

 

 

 

 

Levon Ekmekçiyan’ın mezar yeri belediyeye sorulacak

Esenboğa baskını sonrası idam edilen Ekmekçiyan’ın ailesinin, “mezar yerinin bildirilmesine” ilişkin bilgi edinme başvurusunun yönlendirildiği son adres belediye oldu.

Esenboğa Havalimanı’nda, 1982’de gerçekleştirdiği ve 8 kişinin ölümü, 72 kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan terörist saldırı nedeniyle idam edilen ASALA mensubu Levon Ekmekçiyan’ın ailesinin, cenazenin nakli amacıyla mezar yerinin bildirilmesine ilişkin başvurusu, İçişleri Bakanlığı’ndan Adalet Bakanlığı’na gönderildi.

Adalet Bakanlığı ise ailenin avukatına, “Mezarlık Yerlerinin İnşaası ile Cenaze Nakil ve Defin İşlemleri Hakkında Yönetmelik” uyarınca belediyeye başvurması gerektiğini bildirdi.

Ekmekçiyan’ın kardeşi Hambarsoum Ekmekçiyan, avukatları Eren Keskin aracılığıyla İçişleri Bakanlığı’na yaptığı başvuruda, Levon Ekmekçiyan’ın, 28 Ocak 1983’te Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’nde idam edildiğini ve “edinilen bilgiye göre cenazenin Ankara’daki Cebeci Asri Mezarlığı’nda defnedildiği” bilgisine yer verdi.

Ekmekçiyan ailesinin, “bugüne dek, çeşitli kaygılarla cenazeyi alarak, istedikleri yerde ve usullerine göre defin etme başvurusunda bulunmadıkları” ifade edilen başvuruda, ailenin cenazeyi nakil isteği belirtilmiş ve Bilgi Edinme Yasası çerçevesinde, gerekli işlemlere başlamadan önce cenazenin gömüldüğü yerin tam bilgisi talep edildi.

İçişleri Bakanlığı, başvuruyu Adalet Bakanlığı Uluslararası Hukuk ve Dış İlişkiler Genel Müdürlüğü’ne gönderdi. Genel Müdürlük ise avukata verdiği yazılı cevapta, 19 Ocak 2010’da Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren “Mezarlık Yerlerinin İnşaası ile Cenaze Nakil ve Defin İşlemleri Hakkında Yönetmelik”i hatırlattı.

Yönetmeliğin 9. maddesinde, “Mezarlık alanlarının tesis edilmesi, işletilmesi, işlettirilmesi, düzenlenmesi, iyi bir halde muhafazasının büyükşehirlerde büyükşehir belediyelerine, diğer yerlerde belediyeler ve köy muhtarlıklarınca sağlanmasının” öngörüldüğüne dikkat çekilen cevapta, aynı yönetmeliğin 15. maddesinde ise “Her mezarlıkta oraya gömülen cenazelerin adı-soyadı, Türkiye Cumhuriyeti kimlik numarası, baba adı, doğum tarihi, ölüm tarihi, adresi, ölüm sebebi, cenaze gömme izin belgesi numarası ve hangi numaralı mezara gömüldüklerini gösterir mezarlık defteri tutulması gerektiğine” ilişkin hüküm bulunduğu belirtildi.

Bu nedenle, mezar yerine ilişkin başvurunun Adalet Bakanlığı’nın görev ve sorumluluk alanıyla ilgili bulunmadığı ve bakanlıkça yapılacak bir işlem olmadığı ifade edilen cevapta, “Açıklanan mevzuat çerçevesinde, talebinize ilişkin olarak belediye başkanlığına başvuruda bulunulması gerekmektedir” denildi.

Avukat Keskin, yaptığı açıklamada, gelecek günlerde Ankara’ya giderek, başvurularını Büyükşehir Belediyesi’ne yapacaklarını bildirdi.

(Ajanslar)

Selahattin Demirtaş hastaneye kaldırıldı

BDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş, bu sabah göğsündeki ağrı ve sıkışma nedeniyle hastaneye kaldırıldı. Bugün hastanede müşahede altında tutulacağı belirtilen Demirtaş’ın sağlık durumu iyi.

BDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş, bu sabah göğsündeki ağrı ve sıkışma nedeniyle hastaneye kaldırıldı.

Sabah saatlerinde göğsünde şiddetli ağrı hisseden Selahattin Demirtaş’ın bugün hastanede müşahede altında tutulacağı bildirildi.

BDP’den konuyla ilgili olarak yapılan açıklama şöyle:

“Eş Genel Başkanımız Selahattin Demirtaş bu sabah göğsündeki ağrı ve sıkışma nedeniyle gittiği Diyarbakır Memorial Hastanesi’nde kontrol altına alınmıştır. Sayın Genel Başkanımızın genel sağlık durumu iyidir. Tetkik ve kontrollerinin devamı için kendileri bugün hastanede kalacaktır”

Nükleer enerji Japonya’da protesto edildi

0

Japonya’nın başkenti Tokyo’da toplanan binlerce kişi, nükleer enerji kullanımını protesto etti. Protestocular, Fukuşima’da yaşananların ardından 2 yıl geçmesine rağmen ülkede nükleer enerjinin kullanımında pek bir değişim yaşanmadığını belirterek, bu durumun sonlanmasını talep etti. Eylemciler, nükleer enerji kullanımı bitene kadar mücadelelerinin sürdürecekleri uyarısında bulundu.

Japon bir protestocu görüşlerini şu şekilde dile getirdi:  ‘‘Yaşadığımız facianın ardından iki yıl geçmesine rağmen, nükleere enerji santrallerinin hala kullanımda olmasını protesto etmek için bu gösteriye katıldım.’”

Paris’te nükleer enerji karşıtı çevreci örgütler, başkentin belirli yerlerinde ‘‘insan zincirleri” oluşturarak protesto eylemleri düzenledi.

 

 

Protestocular, aralarında Meclis, Senato, Maliye Bakanlığı, nükleer enerji santrali üreten şirketlerin merkez binaları da olmak üzere toplam 18 bölgede el ele tutuşarak, ‘‘nükleer enerjiye hayır’‘”dedi.

Fransız çevreciler ise gelecek için Japonya’daki kazadan ders alınması gerektiğini düşünüyor: ‘‘Fukişhima, bizim ülkemiz gibi oldukça sanayileşmiş bir ülkede meydana gelmesi açısından Fransız halkı için adeta şok etkisi yarattı. Belki de bu yüzden Çernobil’den kazasından daha fazla endişe kaynağı oldu”

Avrupa Birliği’nin önemli ülkesi Almanya’da da nükleer enerji kullanımını protesto edildi. Göstericiler, Çernobil’den sonra dünyadaki en kötü ikinci felaket olan Fukuşima’yı unutturmayacaklarını belirterek, hükumetin nükleer enerji politikasını gözden geçirmesi talebinde bulundu.

 

(Nükleersiz.org, Euronews)