Ana Sayfa Blog Sayfa 4378

WADA Aslı Çakır Alptekin’de doping tespit etti

0

Uluslararası Anti Doping Ajansı (WADA)’nın, Türkiye’nin Olimpiyat tarihinde atletizmdeki tek altın madalyasının sahibi Aslı Çakır Alptekin’de dopingli madde bulunduğu belirtmesi atletizm dünyasını sarstı.

Posta Gazetesi’nden Can Uyguç’un haberine göre, Uluslararası Anti Doping Ajansı (WADA), Uluslarası Atletizm Federasyonları Birliği’ne (IAAF) gönderdiği yazıda sekiz atlette doping tespit edildiğini belirtti.

Bu sekiz atlet arasında Türkiye’nin Olimpiyat tarihindeki ilk altın madalyasını getiren Aslı Çakır Alptekin de yer alıyor.

Alptekin’in IAAF’nin 2011 yılında hayata geçirdiği biyolojik pasaport uygulamasındaki verilerinde sapmalar olduğu ve bunun neticesinde doping yaptığının tespit edildiği iddia ediliyor.

İki yıl men cezası almıştı

2004 yılındaki Dünya Gençler Şampiyonası sonrasında yasaklı madde kullandığı gerekçesiyle iki yıl men alan milli atlet bir kez daha dopingli çıkarsa ömür boyu pistlerden uzak kalma tehlikesiyle karşı karşıya kalacak.

Aslı Çakır Alptekin için olağanüstü toplanan Türkiye Atletizm Federasyonu’ndan henüz resmi açıklama gelmedi. Ulaşmaya çalıştığımız başkan Mehmet Terzi, telefonları yanıtsız bıraktı.

(Eurosport, Posta)

 

 

Çin’de rüzgar kömürden hızlı, nükleerden büyük!

Çin’de rüzgardan üretilen elektrikteki artış, kömürden üretilen elektrikteki artışın hızını geçti.

Çin Elektik Konseyi’nden veriken istatistiklere göre, 2012 yılında ilk defa Çin’de rüzgarda üretilen elektrikteki artış, kömürden üretilen elektrikteki artışın hızını geçti.

Çin’de kömürlü termik santrallerden üretilen elektrik 2012’de yalnızca %0.3 (yaklaşık 12 TeraWatt/saat – TWh) arttı.

Aynı dönemde rüzgardan üretilen elektrik üretimindeki artış ise 26 TWh oldu.

Rüzgar enerjisinde yaşanan bu hızlı artışla Çin’deki yıllık rüzgardan üretilen elektrik miktarı 100 TWh’ye ulaşarak, nükleerden üreilen 98 TWh’yi geçti.

Böylece 2012’de Çin’de üretilen elektrikte rüzgarın payı, nükleer enerjinin payını geçti.

 

 

Çin’de 2012 yılında en hızlı yükselen enerji biçimi ise hidroelektrik santraller oldu. Hidroelektrik santrallerde üretilen elektrik 2012 yılında 196 TWh artarak toplamda 864 TWh’ye ulaştı.

Hidroelektrikteki bu artışta, geçen yılki yağışlar nedeniyle artan debilerin büyük payı olduğu belirtiliyor.

Öte yandan, Çin’de elektrik tüketimindeki artış da 2012’de yavaşlayarak %5.5 oldu.

Bütün bu gelişmelere rağmen kömürden üretilen elektrik, Çin’deki toplam elektrik üretiminin hala %79’unu oluşturuyor.

Ancak, özellikle artan hava kirliliğinin beraberinde getirdiği toplumsal tepki sayesinde, hükümet politikaları temiz enerjiye yapılan yatırımları arttırma planlarını hızlandırdı.

2011-2015 yıllarını kapsayan 12. Beş Yıllık Enerji Planı’nda, kömürden üretilen elektriğin toplam üretimdeki payının 2015 yılı itibariyle %65’e düşürülmesi hedefleniyor. Aynı dönemde fosil-dışı kaynaklara yönelik santrallerin, toplam kurulu gücün %30’una ulaşması planlanıyor.

Çin’de kömür endüstrisinin zor durumda olduğu artık sık sık dillendirilen bir durum. Hem artan seragazı salımları ve bunun hızlandırdığı iklim değişikliğine bağlı afetler, hem de hava kirliliği ve su kaynaklarının kirletilmesi nedeniyle hem hükümet hem de şehirli nüfus cephesinde kömüre karşı duruş giderek büyüyor.

 

(ThinkProgress, Yeşil Gazete)

Bursa’da Ekolojik Aktivizm Semineri

Bu akşam 18.00’de Bursa Nilüfer Kent Konsey’inde Ekolojik Aktivizm Semineri düzenleniyor. Seminerin konuşmacısı ise yeşil gazete ekibinde ekoloji editörü larak yer alan ve bir süre önce ekolojik bir hayata geçiş yaparak Çanakkale’nin bir köyüne yerleşen Durukan Dudu.

Dudu, seminerde kendisi ile birlikte “Ormanevi“ni hayata geçiren küçük ekibin deneyimleri üzerinden kırsalda yaşama pratiklerini izleyenler ile paylaşacak.

Ekolojik Aktivizm Semineri’nde Kırsalda Sürdürülebilir Gelecek Derneği hakkında da bilgi verilecek.

Durukan Dudu, Ormanevi projesini ve dernek olarak yapmayı tasarladıkları çalışmalara Bianet’ten Nilay Vardar’a verdiği röportajda da yer vermişti.

OPMIWOHA

Gençlerin kırsalda bir geleceğe ve umuda sahip olarak yaşamasını sağlayacak sürdürülebilir bir model yaratmak amacında olduklarını belirten Dudu, oluşturdukları modele OPMIWOHA adını verdiklerini söylüyor.

Ekolojik Aktivizm Semineri
Konuşmacı: Durukan Dudu (Ormanevi Kurucusu)
Nilüfer Kent Konseyi – 18:00
Barış Mah. F.S.M. Bulvarı Lozan Sok. İncir Parkı içi, Nilüfer, Bursa

(Yeşil Gazete)

 

21 yıl önceden bir Newroz fotoğrafı

Dün bu coğrafya sözün gerçek anlamı ile tarihi günlerinden birini yaşadı. Abdullah Öcalan’ın mektubunda yaptığı çağrı yerini bulur, PKK militanları siyaset yolunda devam etme kararını uygulamaya geçirir ve de bu mutabakat sadece Kürt coğrafyasında değil tüm Türkiye coğrafyasında karşılık bulursa bu ülke yaklaşık 40 yıldır akan kanayan yarasını artık kapatma imkanı bulacak.

21 Mart 2013 Diyarbakır Newroz kutlamaları tüm ezberlerin bozulduğu bir gün idi aynı zamanda. Askerler yoktu, tanklar tüfekler yoktu, nerden nasıl taciz atışları başlayacak endişesi yoktu. Televizyondan newrozu aktaran bir muhabirin de belirttiği gibi emniyet mensupları bile gülümseyerek görevlerini yerine getiriyorlardı.

Foto muhabiri Ali Öz bu sabah facebook sayfasından bir fotoğraf paylaştı. 21 Mart 1992 tarihinde Şırnak’ın Cizre ilçesindeki Newroz olayları (O zamanlar Newroz için “kutlama” değil “olay” tabiri kullanılırdı) sırasında fotomuhabiri Burhan Özbilici’nin çektiği fotoğrafta görevlerini yapmaya çalışan diğer fot omuhabirleri görünüyor. Çatışmadan kendilerini sakınmak için bir sipere sığınan foto muhabirleri; Ali Öz,  Ümit Turpçu, Burhan Eliş, Faruk Balıkçı ve fotoğrafın çekildiği günden bir gün sonra “fail-i meçhul” şekilde vurularak öldürülen foto muhabiri İzzet Kezer.

Ali Öz’ün facebook paylaşımı sırasında aktardığı satırlar 21 Mart 2013 Newroz’unun önemini bir kez daha gözler önüne seriyor. İşte Ali Öz’ün satırları.

“Bu ülkeye barış gelir mi bilmiyorum. 40 yıldır siyaseti izliyorum ve mutlak en az on kez ölümden döndüm. Sonuçta daha dün AKP’nin kendi binasına lav silahlı saldırı oldu. Adalet Bakanlığı’na saldırı oldu.

Bugün Diyarbakır’da olay çıkmamış olması devletin bir istemi ve dizaynı. Yarın olay çıkmayacağını kimse garanti edemez. Barışı ben de canı gönülden istiyorum. Bu ülkeye barış gelsin, Cudi dağında çiçek çekeyim. Ülkemde emme basma tulumba gibi bir ileri iki geri.

Aşağıdaki fotoğrafı 21 yıl önce 21 Mart’ta sevgili Burhan Özbilici çekmişti. Ertesi gün ben İstanbul’a dönmüştüm ve sevgili İzzet Kezer de o gün öldürülmüştü.

Yine 1990 yılında Cizre Kadıoğlu Otelinin çatısında taranmıştım, kiremitler kırılmıştı. Kendimi teras boşluğuna atarak kurtulmuştum. Yalnızca parmağım kırıldı. Bunun gibi ne çok olay yaşadım.

Bu fotoğrafla sigortasız savaş meydanlarına ölüme gönderilen meslektaşım İzzet Kezer’i, saygıyla bir kere daha anmak istiyorum”

(Yeşil Gazete)

 

[Özel Haber] Amed 2013 Newroz’undan izlenimler

Amed Newroz’u 2013, yurt dışından, Türkiye’nin bir çok yerinden gelenlerle kutlandı.

Alanda, “Barış için ne yapılabilir?” sorusunu yönelttik, konuşmalarda aldığımız cevaplar şu konular üzerinde toplandı:

  • Çok dilli, çok kültürlü bir yaşama geçmek,
  • Kürt kimliğinin tanınması, bütün halkların haklarının savunulması,
  • Devletin somut adımlar atması
  • Özerk Kürdistan(Bütün halkların bir arada yaşayacağı, bir yer olarak)
  • Silahların bırakılma sürecinin hızlanması
  • Kürtlerin haklarının anayasal güvenceye alınması

“Değişim, çok önce başlamalıydı”

Antalya’dan ve Erzurum’dan Newroz’a katılmak üzere gelen gençler, çalışmaların çok daha önce başlaması gerektiğini vurguladı. Antalya’da yaşayan Kürtlerle ilgili, Akseki’de “Kürtler ve köpekler giremez” yazısı bulunduğunu hatırlatan genç, bu newrozda yapılan çağrının ülkenin her köşesine barış ulaştırması umudunu taşıdıklarını söyledi. İsveç’te abisinin yaşadığını ifade eden genç, orada bu tür durumlar yaşanmıyor. Konya Kürtleri orada, onlar da öyle bir durum yaşamıyor.

Bütün halkların barışı..

Nusaybin’den katılan gençler ise, her yıl newrozu burada kutladıklarını ifade etti.

“Bu yılın coşkusu farklı, barışa eşlik etmesi dileğiyle bütün halkların barışını istiyoruz. Her geçen gün daha ayağa kalkıyoruz. Her daim barış istiyoruz. Önderliğin çizdiği yol esas alınırsa barışın getirilebileceğini umuyoruz.”

“Dersim HES Projeleri”

Dersimden Amed’e newroz için gelenler bayram havasını, barış sürecinin devamında Dersim’de doğa mücadelesini sorduk.

“Kutu Dere’nin  ¼’i yok edildi.  Tarihi eserleri de yok edildi. Altı tane HES Projesi var; gözelerle birlikte yedi sekiz olacak. Gerillaların iş araçlarına zarar vermesinden sonra çalışmalar durdurulmuştu, yeniden başladı. Dersim’deki ovalar sular altında kaldı, insanlar dağa doğru yerleşmeye başladı. Bu proje AKP’yle başladı, oy verenler pişman oldu; CHP düzelteceğim vaadiyle seçmenlerinden oy istedi ve seçildi, ama bir şey yapmadı.”

“Diyarbakır sanayi şehri neden olmasın?”

Barışın gelişini kendi cümleleri ile aktaran, Amedli aile; geçen yıl 800 bin kişiye yakın kişinin, bu yıl ise 1,5 milyon kişinin Newroz için geldiğini söyledi. Barış sürecinin olumlu gelişmeleriyle çevre illerden ve yurt dışından yatırım yapmak isteyen girişimcilerin bölgede etkin olarak yatırım yapacakları alanları bulabileceklerini belirttile. Diyarbakır kıraathaneleriyle değil, sanayisiyle anılsın dileklerini paylaştılar.

Ayrımla dışarıda nasıl karşılaştıklarını da anlatan aile,  gittikleri bir ilde esnafların plakalarına özellikle baktıklarını ve birden surat ifadelerinin değiştiklerini, bu muamelenin neden olduğunu anlayamadıklarını ifade ettiler.

“Türklerin talebi neyse benim de o”

Talepleri yorumlayan kadınlar, silahlar bırakılıp siyaset yapmaya geçilmesini, sürecin önemli adımları olarak değerlendirdi. Anadilde eğitim hakkında ise, eğitimde iki dilliliği istediklerini söylediler. Kürt kimliği statüsünün verilmesinin de vatandaşlık tanımında önem arz ettiğini ifade ettiler.

“Türklerin talebi neyse benim de o” diyen kadınlar, yarın 22 Mart’a uyandığımızda birden barış olmayacak, bıçakla kesilir gibi kesilmeyecek biz de biliyoruz; mücadele asla bitmez. Bu süreçte partilerin, sivil toplum kuruluşlarının, halkın katılımının ayrıca herkesin bir araya toplanması için duyarlılık yaratmaya çalışmasının gerekliliğine inanıyoruz diyerek, kadınların, LGBT bireylerin, doğa hakkı savunucuları için mücadelenin devam edeceğini ifade ettiler.

Rojava’dan Amed’e..

Suriye’deki iç karışıklık dolayısıyla Antep’e göç eden ailelerde Amed meydanındaydı. Amed newrozu kutlamalarına katılmayı 15 yıldır istediklerini, bu yıl isteklerini gerçekleştirmenin mutluluğunu yaşadıklarını dile getirdiler. Suriye’deki yaşantılarını aktaran aile, barış sürecinde Suriye Kürtlerinin de isteklerinden söz etti.

“Barış, Suriye’de daha çok isteniyordu. PKK’nın mücadelesi 30 yıldır sürüyor. Suriye Kürtlerinden çok destek görmüşlerdir. Kuzey Kürdistan’ın da barış sürecinden sonra Rojava(Suriye Kürtleri)’ya da yoğun destek vermek istiyorlar. Türkiye’de de barış süreci olumlu geçerse, destek verirler.”

Suriye’deki iç karışıklıklar biterse, kendi topraklarına dönmek istediklerini, orayı çok sevdiklerini “Toprak anadır, biz burada yetim gibiyiz” sözleriyle ifade ettiler.

Suriye’de yasaların kadından yana olduğunu belirttiler, Türkiye’de ise kadın haklarının daha az olduğunu söylediler.

Ayrımcılığın en çok nerede, hangi konuda yapıldığı sorusuna;

“Ne söyleyeyim, ne söylemeyeyim? Esad döneminde 3 milyon kürt kimliksiz yaşadı, Suriye’de olaylar patlak verdiğinde ise, Esad destek almak adına 3 milyon kürdün kimliğini tanıdı.”

“Kürt özgürlüğü, Türk özgürlüğü olacak”

Konuşmalar yapıldığı sırada söyleştiğimiz yerel kıyafetli kadınlar, taleplerin Emek ve Demokrasi ve Özgürlük Bloğu milletvekillerinin halkın bütün taleplerini yansıttığını söyledi. Mücadelelerinin sonunda Kürdistan’ın özgürleşeceği, peygamber döneminden bugüne Kürtlerin özgürlük taleplerinin olduğunu, Kürtlerin özgürlüğünün bütün dünyayı özgürleştireceğini, Kürt halkının bütün bireylerinin yediden yetmişe aklında Abdullah Öcalan olduğunu ve Che’nin mücadelesini sahiplendiklerini söyledi.

Haber ve Fotoğraflar: Büşra Akman

(Yeşil Gazete)

Aslı Erdoğan’dan yardım çağrısı

Ünlü yazar Aslı Erdoğan ile ilgili Timetürk’te yayınlanan haber tüm edebiyat camiasında şaşkınlık yarattı. Fransa’da Lire Dergisi tarafından “Geleceğin 50 Yazarı” arasında gösterilen, eserleri birçok dile çevrilen Aslı Erdoğan yardım çağrısında aldığı bir edebiyat bursu vesilesi ile bulunduğu Avusturya’nın Graz şehrinde acil bir sağlık sorunu nedeni ile hastaneye kaldırıldığını, ardından da tedavi edilmeksizin kapı önüne konulduğunu belirtiyordu.

Yazar Aslı Erdoğan yumurtalık kanseri teşhisi için Graz'daki bir hastanede bulunduğu sırada kendisini kapının önünde buldu

Ünlü yazarın yardım çağrısı üzerine Aslı Erdoğan’ın dost ve arkadaşları bir mail zinciri oluşturarak harekete geçti. Bir grup hemen Graz’a hareket ederken, Sağlık Bakanlığı başta olmak üzere farklı bakanlıklardan yardım istendi.

Aslı Erdoğan yardım çağrısı mailinde şunları yazdı:

“Durum çok ciddi. Cuma günü yumurtalık kanseri olup olamadığımı öğreneceğim. Ama daha büyük bir olasılıkla acilen alınması gereken bir fissur söz konusu. Buradaki doktorlar korkunç davrandılar, kanamalı halimle kapının önüne koydular. Uyuşturucusuz biyopsi almaktan tutun da yarı baygın halimle bir saat bekletmeye dek her şeyi yaşadım. Acilen doğru dürüst tedavi edilebileceğim bir şehre, beni dinleyecek doktorlara ihtiyacım var. Viyana en yakın seçenek. Yolculuk yapabilirsem, İstanbul’a dönmek istiyorum ama sınırda derdimi anlatamamaktan korkuyorum. Gerçekten simdi dayanışmaya ihtiyacım var. Yani dönme kararı verirsem, birkaç gün içinde bu kararı vermeliyim, neler olabilir, kim destek olabilir?”

Sağlık Bakanlığının olaya el koyması için imza kampanyası

Aslı Erdoğan’nın bu çağrısı üzerine harekete geçen arkadaşları change.org üzerinden bir imza kampanyası da başlattı. Sağlık Bakanlığı’na hitaben , “Sağlık Bakanlığı, yazar Aslı Erdoğan’a yardım etsin” talebi ile başlatılan imza kampanyasına buradan katılmak mümkün.

Aslı Erdoğan kimdir?

1997’de Deutsche Welle’in düzenlediği yarışmada Tahta Kuşlar öyküsüyle birincilik ödülü aldı. Radikal gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. “Tahta kuşlar” adlı kitabı, dokuz dile çevrildi. “Mucizevi Mandarin” Fransa’da Actes Sud tarafından basıldı. “Kırmızı Pelerinli Kent” romanı Norveç Gyldendal Yayınları’nın Marg -omurilik- Serisi’ne seçildi. Kitabın Fransızca baskısı yine Actes Sud tarafından yapıldı. Romanın Bulgarca, Almanca, İngilizce ve Yunanca baskıları hazırlanıyor. Uluslararsı basında pek çok övgüyle adını duyuran yazar Lire Dergisince “geleceğin 50 yazarı” arasında gösterildi. “Hayatın Sessizliğinde” adlı şiirsel- düzyazı metni 2005 yılında yayınladı. Kitap, Dünya Yayınlarınca düzenlenen yılın kitabı ödülünü kazandı. “Hayatın Sessizliğinde” metninin bir bölümü Piccolo tiyatrosunda sahnelendi. Ayrıca kitaptan bölümler, dans tiyatrosuna dönüştü. Gazete yazıları ve çeşitli dergilerde çıkan öykülerinin toplandığı iki seçki; “Bir Kez Daha” ve “Bir Delinin Güncesi” adı altında 2006 yılında yayınlandı. Meet bursunu kazanarak, St.Nazere davet edildi. Yurtiçi ve yurt dışı pek çok sergide metinleri yer aldı.

Kitapları:

  • Kabuk Adam 1994
  • Mucizevi Mandarin 1996
  • Kırmızı Pelerinli Kent 1998
  • Hayatın Sessizliğinde 2005
  • Bir Yolculuk Ne Zaman Biter 2000 (Gazete Yazıları)
  • Bir Delinin Güncesi 2006 (Denemeler – I)
  • Bir Kez Daha 2006 (Denemeler – II)
  • Taş Bina ve Diğerleri 2009 (Öykü)

(Time Türk, Yeşil Gazete, Wikipedia)

“Suyumuzu kirlettirmeyeceğiz, suyumuzu sattırmayacağız!”

Ege Kültür ve Çevre Platformu ve İzmir Dersim Kültür ve Dayanışma Derneği, 21 Mart Dünya Su Günü nedeniyle bir basın açıklaması yaptı.

“Suyumuzu kirlettirmeyeceğiz, suyumuzu sattırmayacağız!” başlığıyla yapılan açıklamada, temiz ve sağlıklı suya erişimin sadece insanların değil, her canlının hakkı olduğunun altı çizildi, suyun piyasa değeri olan bir meta değil, tüm insanlar ve doğanın ortak varlığı olduğu hatırlatıldı.

İzmir’de yaşanan su kirliliğinin yanısıra HES’ler (hidroelektrik santral) nedeniyle yaşanan büyük yıkımın engellenmesi ve yanlış su ve enerji politikalarından bir an önce dönülmesi gerektiğini belirten açıklamada “Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanun Tasarısı, Su Kanunu ve Mera Kanununda Değişiklik” gibi yasal düzenlemelere de atıf yapılarak, hükümetin doğal ve kültürel yaşam alanları yok edecek bu düzenlemelerden geri adım atması talep edildi.

Çaldağı’ndaki nikel madeni projesi ve diğer madencilik girişimlerinin, çimento fabrikalarının, taş ocaklarının ve kömürlü termik santrallerinin yarattığı doğa yıkımına karşı mücadelenin bütüncül olması gerektiğinin de altı çiziliyor.

Açıklama Dersim Munzur’da gerçekleştirilmek istenen barajlar projesinin yaratacağı yıkıma da dikkat çekiyor.

Çimento fabrikalarından altın ve nikel madenlerine

“EGEÇEP ve İzmir Dersim Kültür ve Dayanışma Derneği olarak tüm yaşam savunucularına ortak mücadele, birlikte direniş” çağrısıyla biten açıklamanın tam metni şöyle:

 

 

***

1993 yılında Birleşmiş Milletler tarafından ilan edilişinden bu yana her yıl 22 Mart tarihinde gündeme gelen Dünya Su Günü‘nün 2013 yılı teması “Uluslararası Su Dayanışma Yılı” olarak belirlenmiştir. Temiz ve sağlıklı suya erişim için temel insani hak talebimizi dile getirdiğimiz bugün, bizler için toplumsal mücadele ve dayanışmanın da odağına oturmaktadır.

Suya erişim her canlı için temel bir haktır. “Su” piyasa değeri olan bir meta değil, insanlığın ve doğanın ortak varlığıdır.

Su, artan nüfus ve plansız büyüme ile birlikte tükenmeye başladı. Sağlıklı suya erişim sorunu, kaynak yetersizliklerinin bir sonucu olmaktan çok hizmetin artan fiyatını ödeyebilme sorunudur. Sorun toplumsal adalet, eşit paylaşım sorunu olarak da karşımızda durmaktadır. Kentlerimizde özelleştirme ve ticarileştirilmeye teslim edilen su hizmetleri bu olumsuz gidişatın örnekleri ile doludur.

Kentimiz İzmir de bu süreçten nasibini almakta su zamları İzmirlilerin gündeminden bir türlü düşmemektedir. İzmir birçok çevresel kirliliğin odağında yer almaktadır. Körfez Aliağa’da yapılması planlanan termik santrallerin, İzmir’in içme suyu başta Efemçukuru altın madeni olmak üzere, Çaldağı ve Gördes nikel madenlerinin tehdidi altındadır. Gediz, Küçük Menderes, Büyük Menderes ve Bakırçay yoğun bir kirlilikle yüz yüzedir. Tüm bu kirliliğe karşın kentimizi ve ülkemizi yönetenlerin kol kola vererek “sağlıklı kentler” teması altında EXPO 2020’ye İzmir’i aday göstermeleri traji-komik bir durumdur.

Sermaye suyun başını tutmaya onu yanlış enerji politikalarının kılıfı yapmaya çalışmaktadır. Bugün Anadolu’nun dört bir yanında, hemen hemen bütün derelerinde Hidroelektrik Santraller (HES) yapılmak istenmektedir. Buralarda suyun kullanım hakkı iki bini aşkın şirkete 49 yıllığına devredilmektedir. Doğadan ve bilimden uzak bu yağma ve talana karşı ise, Artvin‘den Isparta‘ya, Dersim’den Rize‘ye kadar farklı coğrafyalarda suyuna, toprağına ve geleceğine sahip çıkan insanlar toplumsal dayanışmayı ve mücadeleyi yükseltmeye devam etmektedir.

Derelerimiz, denizlerimiz, yer altı sularımız, kıyılarımız, ormanlarımız, meralarımız, biyolojik çeşitliliğimiz yasal düzenlemelerle gözden çıkarılmakta, doğal ve kültürel varlıklarımız, yaşam alanlarımız bir bir yok edilmektedir. “Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanun Tasarısı”, “Su Kanunu” ve “Mera Kanununda Değişiklik” vb yasal düzenlemelerle yapılmak istenen bundan başka bir şey değildir. Munzur Vadisi’nden İkizdere Vadisi’ne kadar pek çok milli park ve 1.derece sit alanlarında şirketlerin faaliyetleri kolaylaşacak ve koruma alanlarında her türlü enerji santrali inşaatı, maden arama ve işletme tesisi çoğalacaktır.

Munzur barajlar projesinin uygulanacağı topraklar Dersimlilerin yaşam alanı olmaktan öte kültürel insani değerlerinin yeşerdiği zemindir. Munzur ve Pülümür vadilerine kurulmak istenen 18 baraj ve HES projesinin ikisinin ihalesi yapılmış, Uzunçayır barajı ise tamamlanmış ve su tutulmuştur. Bunlardan kanal tipi 3 adet HES bitirilmiştir. Ayrıca İlin doğusunu çevreleyen Peri Irmağı üzerine projelendirilen 5 adet barajdan inşaat biten Seyrantepe ve Pembelik barajlarında su tutulmuş, birin,n mastır plan aşaması devam etmekte diğer iki barajın da inşaatı sürmektedir.

Munzur vadisinin Milli park ve ekolojik yönden zengin bir coğrafya olduğu bilinmektedir. Tespit edilebilen kayıtlı bitki sayısı 1518 olup bunlardan 43’ü endemiktir. Munzur vadisinde ihale edilen barajın gövdesi şehir merkezine sadece 3 km, Pülümür vadisinde kurulması planlanıp ihale edilen baraj ise sadece 10 km. mesafededir. Yalnızca bu barajların yapılması dahi yörede yaşam olanağını ortadan kaldıracaktır. Sadece Munzur vadisinde 84 yerleşim birimi sulara gömülecektir. Dersim kültürünün temel taşlarından olan her iki vadi boyunca pek çok kutsal mekân yok olacaktır. Ayrıca her iki ırmağın kendisi de Dersim’lilerce kutsal kabul edilmektedir.

Bununla birlikte siyanürcü şirketler Munzur’un kaynağını aldığı dağlarda altın madeni işletme hazırlıkları içerisindeler.

Sermaye nükleer, termik, HES’ler, altın, gümüş, nikel, maden ocakları ve işletmeleri, çimento fabrikaları, 2B gibi yasalar, yönetmelikler ve daha pek çok araç ile yaşam alanlarımıza saldırıyor. Bunun önünü açan siyasi iktidara yaşam savunucuları olarak bir kez daha sesleniyoruz; Havamızı, toprağımızı, suyumuzu, kültürümüzü korumak için direneceğiz. Suyumuzu kirlettirmeyeceğiz, sattırmayacağız, yaşam alanlarımıza sahip çıkacağız.

EGEÇEP ve İzmir Dersim Kültür ve Dayanışma Derneği olarak tüm yaşam savunucularına ortak mücadele, birlikte direniş çağrısı yapıyoruz…

EGEÇEP (Ege Çevre ve Kültür Platformu)

İzmir Dersim Kültür ve Dayanışma Derneği

 

(Yeşil Gazete)


Şişli %100 Ekolojik Pazar’da satışlar 600 tona dayandı

Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği’nin Şişli Belediyesi işbirliğiyle 2006 yılında kurduğu Şişli %100 Ekolojik Pazarı’nda yıllık sebze meyve satışı 600 tona yaklaştı.

Türkiye’nin ilk ve en büyük organik pazarı Şişli %100 Ekolojik Pazarı’ndaki satışların haftalık ortalık ortalaması 10-15 ton civarında.

Buğday Derneği’nin hazırladığı kayıt sisteminde tutulan verilere göre aylara ve mevsimlere göre değişmekle birlikte Şişli %100 Ekolojik Pazarda haftalık ortalama 12,5 ton taze sebze ve meyve satılıyor.

Satışların en yoğun olduğu aylar eylül, ekim, kasım ve aralık ayıyken, yaz ayları ise satışların en düşük olduğu dönemler. Güz aylarında haftalık satışlar 15 tonlara çıkmakla birlikte yaz aylarında bu satışlar 10 ton civarına düşüyor.

Buna göre 2012’nin en kötü ayı temmuz, en iyi ayları ise kasım ve aralık oldu.

Bazı organik pazarlarda girişler kayıt altına alınsa da çıkış miktarları kayda alınmadığından satış verileri sağlıklı tespit edilemiyor. Buğday Derneği’nin verilerinde ise derneğin denetim ekibince her hafta kaydedilen pazara giriş ve çıkış miktarları arasındaki fark dikkate alınıyor.

Şişli %100 Ekolojik Pazara giren ürünlerin % 40 ila 50’si satılıyor. Dolayısıyla pazara yıl boyunca giren sebze-meyve miktaır 1000 tonun üstünde.

Haftalık ortalama 1500 kilo ile pazarda en çok satılan ürün domates.

Domatesi sırasıyla muz, elma, portakal ve patates izliyor. Bu ürünlerin haftalık satış miktarlarıysa 550 ila 750 kilo arasında değişiyor.

 

 

Verilerin hesaplanmasında dikkate alınan diğer önemli bir nokta da adet veya bağ satılan birçok ürünün özel olarak üretilen bir program tarafından Buğday Derneği’nce tespit edilen katsayılarla otomatik olarak çarpılması.

Örneğin bağ olarak veri girişi yapılan maydanoz 0,15; roka 0,20; adet olarak girişi yapılan avakado 0,22; enginar 0,38 ile otomatik olarak çarpılarak kilograma çevriliyor. Kilo olarak yıl içinde 5,350 kilo civarında olan maydanoz satışı pazarın açık olduğu hafta sayısına ve 0,15 katsayısına bölündüğünde haftalık satışı yapılan maydanozun 700 bağ olduğu bulunuyor.

Buğday Derneği oluşturduğu %100 Ekolojik Pazar Standartları ile organik pazarların sağlıklı işleyen ve güvenilir bir model şeklinde yaygınlaşmasına öncü olarak üstlendiği rolü hazırlamış olduğu web tabanlı veri tabanı ile daha da ileriye taşıyor. Buğday Derneği ile işbirliğindeki yerel yönetimlerin yetkilileri artık haftalık olarak kayıt altına aldıkları satış verilerini tarih, satıcı, üretici, ürün, çeşit, miktar, fiyat bazında web tabanlı programa aktaracak ve istenilen tarih aralığında istenen üretici veya ürüne dair her türlü veriyi istendiğinde tek bir tuşa basarak elde edebilecekler.

Buğday Derneği ise veriler tüm yerel yönetimlerden geleceği için tüm %100 Ekolojik Pazarlara ait verileri görebilecek ve istendiği an sertifika kuruluşları ya da Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı yetkilileri ile paylaşabilecek.

Buğday Derneği bilişim danışmanları ve %100 Ekolojik Pazar proje ekibi yerel yönetimlerin ziraat ve gıda mühendislerine önümüzdeki bahar aylarında bu konuda eğitim vermeye başlayacak ve sistem 2013 yılı içinde işler hale gelecek.

 

(Bugday.org, Yeşil Gazete)

 

Kültürel demir perde III / “Türkiye’li”

Irkçı-milliyetçi-etnik unsurlara atıf yapılmadan düzenlenecek yurttaş anayasasının kültürde bulacağı karşılıktan kimsenin tam olarak haberdar olmadığını sanıyorum. Yüzyıllık paradigma nihayet kırılıyor, kırılacağı öngörülüyor. Buna karşılık yeni paradigmanın inşasını oluşturacak dile ise henüz hakim olmadığımıza dair çekincelerim var.

Bizlere bahsedildiği haliyle yeni anayasayla birlikte bu ülke yurttaşlarına nihayet “Türk” değil, “Türkiye’li” denecek. Aslında bildiğimiz çoğu rütin kavrayışın altını üstüne getirme olasılığı bulunan ve etkisi muhakkak on yıllar içinde ancak yerleşebilecek bu değişim, malesef bizim eski paradigmayla yapılandırılmış zihinsel kodlarımızda karşılık bulmaya hazır değil. En başta da dil düzeyinde.

Bu ülke yurttaşlarında milliyetçilik ve faşizm sıradandır. Faşizm bu yazının konusu değil ama yine de bahsedeyim. Faşizm, ırkçılık demek değildir. Faşizm; hiyerarşinin doğallaştırıldığı, düzenin, ast-üst ilişkisine bağlı statüler aracılığıyla sağlanacağı ve bunun kanıksandığı yönetme biçimidir. En net karşılığını militarizmde bulur. Faşizm, ırkçı-milliyetçi-etnik paradigmadan beslense bile dini veya seküler biçimlerde de yerleşiklik kazanabilir. Milliyetçilik ise kendisine atfettiği millet statüsünü (mesela Türk’lük statüsünü), bir hiyerarşi içine (-ki çoğunlukla en tepeye), konumlandırdığı için faşist olur. Milliyetçiliğin karşıtı ise Türkiye yeşil-solunda da kabul edildiği haliyle hoşgörü değildir! Milliyetçiliğin karşıtı, kültür paradigmasıdır. Milliyetçilikle ancak, kültür kavrayışının içselleştirilmesi, dilde karşılığının bulunmasıyla mücadele edilebilir ve çekincem, tam da burada başlıyor.

Bu ülkede “Kürt sorunu” yoktu, hiç bir zaman da olmamıştı. Bu ülkede bir insanın en doğal hakkı olan ana diliyle konuşma, öğrenim görme, kendisini bu dille; hukukta, bilimde, sanatta ifade etme hakkı olan Kürtçe sorunu vardı. Aynısı Lazca ve diğer kaybolmakta olan diller için de geçerlidir. Bunlar kültürel ve tabi haklardır. Kürt’lük statüsünden bahsetmek ise milliyetçiliğe girer, tıpkı Türk’lük statüsünden bahsetmek gibi. Başbakan “her türlü milliyetçiliği ayaklar altına alıyoruz” dedi ama sözünün anlamından kendisinin bile haberdar olup olmadığından emin değilim. Çünkü aslında yeni anayasayla birlikte Türk ve Kürt gibi sözcüklerin tedavülden yavaş yavaş kalkması gerekiyor. Yalnızca bu kadar mı? İngiliz, Fransız, Alman, Yunan, Ermeni, Laz gibi sözcükler de tedavülden kalkacak. -Hadi canım, daha neler!

Ne yazık ki milliyetçiliğin karşıtı olan kültür paradigmasının bu ülkenin ne sağcısında, ne solcusunda, ne yeşilinde, ne de entelinde yerleşiklik kazanmadığı gerçeğinden söz ediyorum. Bu haliyle aslında bizim yeşil-sol cemaate yönelik yazıyorum. Çünkü oluşacak yeni dili ilk inşa etmesi gereken bizim hareketimiz, buna karşılık bizlerin bile yeni dile hakim olmadığını sanıyorum. Oysa bu dili kurabilirsek, bu ülkenin ihtiyacı olan ve ikinci dünya savaşı sonrası 60 yılda nakış nakış örülen Batı kültürel paradigmasına yakınlaşmış olacağız, -yani gerçek anlamda milliyetçilik karşıtı bir dile. Basit bir düşünceden bahsetmiyorum. Denenmiş, deneyimi kanıksanmış, başka yerlerde içselleştirilmiş, gerçek anlamdaki barış dilinden bahsediyorum.

Türkçe’de Fransız (French) sözcüğü tedavülden kalkacak. Artık ya Fransızca (yine French çünkü Türkçe, Fransızca diliyle Fransızı birbirinden ayırarak ırkçı-milliyetçi-etnik paradigmasını yaşatır) diyeceğiz ya da “Fransa’lı”. Böylece “Arap asıllı Fransız” veya “Cezayir kökenli Fransız” gibi abuk sözcüklerden de kurtulacağız.  Bu sözcükler Türkçe’nin ırkçı-milliyetçi-etnik paradigmasının yansımaları. Yeni anayasayla birlikte on yıllar içinde “Kürt asıllı Türkiye’li”, “Boşnak asıllı Türkiye’li” gibi sözcükler, Birgül Ayman Güler’in dilinde görüldüğü ve görüleceği üzere, ülkenin eski milliyetçiliğinin uzantısı olan hareketlerce kullanılacak. Yeşil-solun dili ise hukuğun ve kültürün dili olmalı. Ne kadar erken davranıp yeni dilin pozitif yankısını yaşatmaya başlarsak, o kadar iyi.

Yeni anayasayla birlikte dilde ciddi bir değişim geçirmemiz gerekiyor, oysa buna şimdilik hazır görünmüyoruz. Ciddi ve köklü bir değişim gibi bahsediyorum ama aslında, ayrıntıda istisnaları olsa da, oldukça basite indirgeyebilirim. Türk, Kürt, Laz, Ermeni, İngiliz, Fransız gibi sözcüklere alerji duyalım yeter.  Bir düşünelim; en azından yeşil-sol cemaatimiz bu sözcüklere zaten inceden alerji duymuyor muydu? Bir insanın Türklüğü, Kürtlüğü, İngilizliği, Fransızlığı bizim ne umurumuz!

Örneğin; artık “Türk pop müziği” sözü tedavülden kalkacak. “Türkçe pop müzik” diyeceğiz, -ki doğrusu da hep buydu!

İnsanın Türk’ü, Kürd’ü, Ermeni’si, Fransız’ı olmaz. İnsanın Türkçe konuşanı, Kürtçe konuşanı, Ermenice konuşanı, Fransızca konuşanı olur. Türkler, Kürtler, İngilizler, Fransızlar dediğimiz zaman kendi aklımızda ne kadar hoşgörülü olursak olalım, aslında ırkçılığın uzantısı olan bir dili yaşatırız.

Elbette henüz yerleşiklik kazanmadığı için yeni dilin getireceği bazı handikaplar da var. “Kürt kardeşlerimiz” değil, “Kürtçe konuşan kardeşlerimiz.” Kimi yönlerden zor gelebilir. Bu dilin geliştirilmesi, etnik uzantılarından arındırılması gerekiyor.

“Türk televizyonlarında ilk kez” değil, “Türkiye televizyonlarında ilk kez” veya “Türkçe yayın yapan televizyonlarda ilk kez.”

“Türk tarihi” değil, “Türkiye tarihi” Ayrıca umalım ki, bu tarih Türkiye coğrafyasının daha kapsamlı tarihi olsun. Böylelikle bu ülkenin gerçek anlamdaki kültür tarihine sahip çıkmış olacağız. Ve yeni tarih kavrayışı Orta Asya’dan bahsettiği kadar (Türkçe’nin tarihi), bu topraklarda yaşamış Roma İmparatorluğu üzerinden Avrupa tarihini de içermiş olsun. Bu topraklarda tarih demek, dünya tarihi demektir. Değerini bilemedik, artık bilelim.

Yeşil-sol ideoloji “etnik kimlik hakkı” diye bir şeyden bahsetmez. Bu tam da karşıtı olan bir kavrayış olurdu. Yani bizim ideolojinin bir insanın “Türk” olma hakkına saygı duymak veya bunun mücadelesini vermek diye bir yaklaşımı yoktur, olamaz. Öte yandan Türkçe’den başlayarak Türkçe’nin tüm kültürel uzantılarına dair hakkının da arkasında durur. Kürtçe için de… Çünkü bunlar “kültürel kimlik”lerdir. Aradaki fark anlaşılmadıysa bu yazının önceki bölümlerini okumanızı öneririm. (Kültürel demir perde I ve II)

–          o           –

Yukarıda sorunu basitleştirdim ve basit bir çözüm önerdim. Oysa bu konunun esas çatışma noktaları gelecek on yıllarda göreceğimiz üzere ekonomiktir. Anayasadan Türk sözcüğünün kalkmasıyla Türkiye’de sürüsüne bereket, Türk ve Türkçülükten nasiplenen, dernek, vakıf, ocak gibi, ekonomik kaynağı belli olmayan ama muhakkak bugüne kadar anayasal güvenceden hareketle devlet tarafından desteklenen kurumların ayağının kayması gerekiyor. Bu dernekler, ya yeni yapıya ayak uydurup değişim geçirip, içindeki etnik öğeleri kaldırıp kültür kurumuna dönüşecek, ya da kendi ayakları üzerinde durmasını becerecek. Çünkü artık devlet hukuki anlamda etnik-milliyetçilikten desteğini çekmesi gerekiyor. Eğer çekmezse şanlı Kürt tarihinden bahseden kurumlara da destek sağlaması gerekir veya daha doğrusu şanlı Kürt tarihi, şanlı Laz tarihi gibi bugüne kadarkine benzer inşalara gitmesi gerekir.

Günümüzde Batı’da yasaklanmış olan etnik-milliyetçi kavrayışın yerini yavaş yavaş kültürel paradigma alıyor. Ancak bu tamamlanmış bir süreç değildir. Halen oralarda da ırkçılık, etnisite sayıltıları devam ediyor ama bu hareketlere devlet desteği yok. Türkiye’nin milliyetçileri de elbette temel insan hakkı üzerinden istedikleri düşünceye sahip olabilirler. Milliyetçi olmayın denmiyor. Milliyetçi olabilirsiniz, hobi olarak yine olabilirsiniz, …ama benim vergilerimle değil! Aranızda para toplayıp, Türk veya Kürt olmaya yönelik eylemlerde bulunabilir, kımızın dünya harikası bir içecek olduğuna veya poşunun en birinci icat olduğuna dair kulis çalışmaları yapmaya devam edebilirsiniz.

Tabi, bir de nefret suçu yasası çıkarılırsa tam olacak.

 

Not: Bu yazımı, Yeşil Gazete Sanat bölümünde şu an yayımda bulunan “Yunan edebiyatçı bla bla..” haberini yapan ekip arkadaşıma ithaf etsem mi acaba diye düşünüyorum. :)

Yunanistan’lı edebiyatçı bla bla…” olmasın o! :)

 

Muhabbetle…