Dün akşam, yani 18 Haziran 2013 akşamı Abbasağa Parkı’ndaydım. Genel izlenimlerimi yazdım. Bunlar tamamen ortama ve konuşmalara ilişkin kişisel gözlemlerimden çıkan kişisel bir yazı. Eğer siz de Abbasağa’da ya da bir başka parkta idiyseniz yorum ya da başka bir şekilde izlenimlerinizi paylaşırsanız sevinirim.
Ama öncelikle nasıl oldu da bu yazıyı yazma ihtiyacı hissettiğimi anlatmak istiyorum. İlgilenmiyorsanız alttaki ilk iki paragrafı kafadan atlayabilirsiniz, gücenmem (:
Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden mezunum. Bilenler bilir, GSÜ İletişim’de ilk iki sene ortak dersler alınır, üçüncü ve dördüncü senelerde modüller seçilir. Bendeniz Radyo-TV-Sinema bölümü mezunu naçizane bir reklamcıyım. Lakin özellikle fakültenin ilk iki senesinde bolca gazetecilik dersi almışımdır. Bir iletişimci gözüyle, son üç haftada olan biten karşısında medyanın haline bakıp da üzülmemek elde değil. Ne acıdır ki, ilk zamanlardaki otosansür mekanizması beni ne şaşırttı, ne de sinirlendirdi… Normalleşmiş demek ki… Ama, son birkaç gündür göz göre göre yapılan yalan haberler beni çileden çıkardı. Önce pazar günkü Sabah’ın manşeti (Manşeti görür görmez ani bir reaksiyonla şu tweet’i attım) ardından dünkü (18 Haziran) Takvim’in utanç verici rezaleti ve son olarak da arkadaşım Hande’nin başına gelen insaniyet yoksunu olay gerçekten kalbimi sıkıştırdı.
Bugün Abbasağa’ya gittiğimde aklımda böyle bir yazıyı yazmak yoktu. Ama basamakların önüne oturup da insanlar konuşmaya başladığında istemsizce, refleksif bir şekilde iPad’imi çıkarıp konuşulanları not almaya başladım. İki saat kadar sonra kız arkadaşım “Artık kalkalım” diyene kadar konuşan 25 kişinin söylediklerini not aldım. Sanırım vücudum ve zihnim son dönemlerde maruz kaldığım medya parodisine otomatik bir tepki verdi. “İletişimci refleksi” diye bir şey varsa herhalde bu odur…
Abbasağa Parkı’na saat tam 21:00’de girdik. Beşiktaş halkı “aynı hava”yı çalmaya başlamıştı, parkın içinden de alkışlar, ıslıklar ve birkaç tane de çıngırak sesi yükseliyordu. Amfitiyatro parkın kalbini oluşturmaktaydı lakin parkın hemen hemen her yerinde insan vardı. Kimi çimlere oturmuş, kimileri ayakta kümelenmiş, herkes kendi sohbetindeydi.
Tencere, tava ve alkış sesleri kesilene dek amfitiyatrodaki kalabalığa biraz dışarıdan baktık. Beşiktaş formalarıyla dikkat çeken çArşı grubunun ortamın gayrıresmi ev sahibi olduğu ilk bakışta anlaşılıyordu. Fenerbahçe formalı 40-50 kişilik bir grup da sahnede “Onur konuğu” misali takılmaktaydı. En büyük özelliği güç gösterisi yapmak olan ve popülistliği düstur edinmiş ultrAslan’nın gösterdiği kaypak tavırdan duydukları utançtan olsa gerek, Galatasaray formalı insanlar malesef tek tüktü (Yazarın koyu bir Galatasaray’lı olması müsebbibiyle geride bıraktığınız cümle yoğun miktarda kişisel fikir içerir, pardon). Yine de formalılar göze çarpsa da kalabalığı oluşturanlar aslında formasız, işinde gücünde insanlardı.
Saat 21:15 civarı forumun başlaması için çalışmalar hızlandı. Basamaklarda oturacak yer bulamayarak sahneye kadar indik biz de o arada. Ufak bir ses sistemi (1 mikrofon ve 1 hoparlör) kurulması için uğraşıldı bir süre, elektrik sıkıntısı yaşandı, “Yanında elektrik bandı olan var mı?” anonsu yapıldı, biri “Abi evde var” diyerek evi olduğunu tahmin ettiğimiz yöne doğru koşmaya başladı, o sırada işi uzatmamak adına ilk konuşmacılar mikrofonsuz olarak seslerini duyurabildiklerince konuşmaya başladılar.
Konuşmalar kısmına geçmeden önce forumun genel havasından bahsedelim.
O anda orada olmayan birkaç arkadaşıma parktan çıkar çıkmaz WhatsApp’tan şöyle özetledim ortamı:
Yunan şehir devleti doğrudan demokrasisinin Alaturka bir simülasyonu
8. Sınıf Vatandaşlık Bilgisi kitaplarından hatırladığımız kadarıyla Yunan şehir devletlerindeki doğrudan demokrasi; seçmenlerin tamamının (Kadınlar ve köleler yok) forumda toplanıp meseleleri tartıştığı, herkesin her konuda oy verdiği, yöneticilerin seçildiği ve kararların alındığı bir sistem. Genel sistem olarak Abbasağa’daki forum da aslında böyle işliyor. Tabii, ortamda örgütlü bir devlet yapısı yok (En büyük tartışma konularından biri de “Nasıl örgütleneceğiz?” konusu zaten), dolayısıyla tam olarak bir karar alma ve oylama süreci henüz yok. Onun yerine ardı ardına gelen konuşmalarla genel hatlarıyla prensipler ortaya konuluyor, bir anlamda işin teorik çerçevesi şekilleniyor.
Konuşmalara bakacak olursak aslında her konuşan farklı konularda da olsa birbirine yakın şeyler söylüyor. Aslında parktaki herkes aşağı yukarı benzer fikirlerde, konuşanlar da genellikle bu ortak fikirleri yansıtıyorlar. En çok vurgulanan şey pek çok farklı insanın bir araya gelmiş ve birbirini anlamak ve birbiriyle anlaşmak için gayret ediyor olmasının önemi. Bir de, organize olmak konusu tartışılıyor bolca. Bir kadın yerli malı haftalarından ilham alarak “Boykot haftaları” yapmayı öneriyor, özellikle direnişe destek vermeyen firmaları hedef alan bu öneri her ayın bir haftasında boykot yapmayı öngörüyor. Bu öneriyi yapan katılımcıdan sonraki üçüncü kişi boykot önerisini daha da ileriye götürüyor: “Boykot eylemi bir sistem eleştirisi olmalı. Neo liberal kapitalizme karşı, logosu olan her şeye karşı. Yerel ürünlere dönelim, pazar mallarına dönelim. Tüketim fetişizmi son bulsun!” diyen katılımcı iktidarın “%50″sinin ötekileştirilmemesi uyarısını da yapıyor. Zaten en sık tekrarlanan şeylerden biri de geçtiğimiz haftasonu AKP mitingleri ardından mizah konusu olan insanlar: “Cehaletle dalga geçilmesin” lafı alkış alıyor*.
Taksim Dayanışması’nda yer alan bir genç o gün yapılan toplantıdan notları paylaşıyor, konuşmasından önce 2 dakikalık süresini aşacağının uyarısını yapıp topluluktan ve moderatörden icazetini alarak. Alınan kararlar arasında iki şey dikkat çekici: (1) Genç iletişimcilerin yoğun olduğu bir basın merkezi kurmak, dayanışma hakkında çıkan haberleri hızlı ve etkili bir şekilde yalanlayabilmek ve en önemlisi bu basın merkezi aracılığıyla 140 karakter çağına uygun açık ve kompakt manifestolar oluşturabilmek. (2) Eylemlerin mahallileşmesi. Taksim’e çıkma çabasının şiddeti artıracağı, iktidar ve ana akım medyanın direnişi kriminalize etmesine yol açacağını söylüyor. Artık her parkın gezi olacağı, #heryergeziheryerdireniş düsturuyla herkesin kendi mahallesindeki en yakın parka giderek sivil ve barışçıl bir şekilde orada toplanabileceği ve eylemlerin bu şekilde süreceğini söylüyor. “Her binanın girişinde doğal afet durumlarında toplanacak yerler belirtilir ve bunlar hep en yakın parklardır. Şu anda beşeri bir afet var: Erdoğan’ın polis devleti. O yüzden parklarınıza gidin!” çağrısı da alkış alıyor* katılımcılardan.
İki farklı konuşmacı ilgi çekiyor: Biri Eminönü bölgesinde “Ötekileştirilmemesi gereken %50’yle” konuşmuş bir kadın, diğeri de bir önceki gün Taksim’de polisle sohbet etmiş bir genç adam. %50’nin en büyük kaygılarının turizmin etkilenmesi ve darbe korkusu olduğunu, bu korkunun da yandaş basın tarafından körüklendiğini söylüyor ilki. Polisle konuşan genç ise polisin diyaloğa açık olduğunu iddia ediyor ve “Cevap veriyorlar, konuşuyorlar, anlamaya çalışıyorlar, bir şeyler diyorlar” diyor ve gelen tepkiler üzerine “Yok hayır, küfür etmediler” diye ekliyor. Konuştuğu polisin “Aranıza PKK’lıları alıyorsunuz, o yüzden hepiniz PKK’lısınız.” dediğini söylüyor ve “Biz halkın çocuğuyuz, zaten PKK ile görüşen de hükümet değil mi?” sorusuna ise polisin cevap veremediğini belirtiyor.
Bunlar dışında da konu çeşitliliği yüksek: bir kadın cinsiyetçi küfürlere dikkat çekiyor, bir diğeri Brezilya olaylarına destek vermek için bir şeyler yapmayı öneriyor. Arada Ukraynalı bir çift söz alıyor, simültane çeviri aracılığıyla bizimle dayanışma içinde olduklarını belirtiyorlar. İki ay boyunca Occupy Wall Street hareketinde yer aldığını belirten biri “We are the 99%” gibi bir mesaj bulmak gerektiğini söylüyor. Bir başkası LGBTT’yi ve yaklaşan onur haftasını hatırlatıp topluca destek vermeye çağırıyor.
Belki de en net görülen fikir ayrılığı örgütler ve flamalar konusunda. Özetle “No örgüt, no flama” diyenler çoğunluğun takdirini alsa da, “Örgütlere hakkını teslim etmek lazım. Hep direndiler, önde durdular…” diye düşünenlerin de sayısı az değil.
Dinleyebildiğim 25 kişinin konuşmaları genel hatlarla bunları içeriyor. Ama aslında konuşulanların içeriği değil, forumun genel niteliği daha büyük önem arzediyor bu dönemde. Bir kişinin konuşmasını binden fazla sayıda insanın ses çıkarmadan dinlediği, hatta mahalle sakinlerini rahatsız etmemek için alkış vb. tepkilerini bile sessiz bir şekilde gösterdiği ve fikirlerin özgürce paylaşılabildiği ortamıyla Abbasağa Parkı Forumu belki henüz içeriğiyle ve çıktılarıyla değil ama hayata geçiş süreciyle çok değerli bir birlikte yaşama ve demokrasi pratiği sunuyor.
Özetle park forumları; ilk 3 haftası sokaklarda biber gazıyla, tazyikli suyla bir hayli hararetli geçen direnişin biraz soluklandığı ve bir sonraki adımları kafasında tarttığı bir dönemi işaret ediyor. Belki ilk günkü kadar hareketli olmayacak ama parklarda toplanan binlerce insan için şurası kesin: Bu daha başlangıç, mücadeleye devam.
*: Abbasağa Parkı Forumu’nun birtakım kuralları mevcut:
- Bir moderatör seçiliyor, konuşma sırasını o düzenliyor.
- Herkes sahneye çıkıp konuşabiliyor.
- Konuşanların sadece 2 dakikası var.
- Konuşan ve moderatör dışında herkes oturuyor.
- En önemli kural: Çevre sakinlerini rahatsız etmemek adına ses çıkartılmıyor! Alkış yok, bağırma yok, yuhalama yok…
- Konuşmacının sözüne katılıyorsanız, alkış yerine iki el havaya kaldırılıyor ve ampül sökermiş gibi -Yazardan çok ince gönderme, kıpss- hızlı hızlı sallanıyor.
- Konuşmacıyla aynı fikirde değilseniz eller yumruk yapılmış bir şekilde kollar X haline getiriliyor.
- Konuşmacı baydıysa “Hadi abi, ufaktan toparla istersen” anlamında basketbol hakemlerinin “Steps” hareketi gibi bir hareket yapılıyor. (Bu harekete maruz kalanlar genelde kafası karışık konuşmacılar oluyor. Bu hareketi görünce iyice kafaları karışıyor ve “Hepinizi çok seviyorum” diyerek konuşmalarını bitiriyorlar)
Zaman zaman bir konuşmacı sözleriyle kitleyi gaza getirdiğinde bir grup ellerini sallamakla yetinemeyip bir alkış kopartmaya kalkışıyor. Alkışlayanlar hemen moderatörün ve çevrelerindeki diğer katılımcıların ŞŞŞŞTTT tepkilerinin hedefi oluyor.
Bu yazı ilk olarak sarpers.blogspot.com/ da yayınlanmıştır
Berk Sarper Şenol