Ana Sayfa Blog Sayfa 4215

İzmir’de bisiklete saygı eylemi, “Trafikte ölmek istemiyoruz”

Trafikte hayatını kaybeden Meril Çiğdem Durmuş ve diğer bisikletlileri anmak için, Ankara ve diğer illerle eşzamanlı olarak İzmir’de de 27 Temmuz 2013’de bisiklete saygı etkinliği yapıldı. Türkiye’de 2012 yılında, trafik polisi sorumluluk bölgesindeki trafik kazalarında, 41 bisikletlinin öldüğünü, 4865 bisikletlinin yaralandığını, bu istatistiklerde yer almayan daha binlerce yaralı olacağını belirten bisikletliler, bunların 380 tanesinin İzmir’de gerçekleştiğine dikkati çektiler.

paylaşmak için tklynz / click for to share

Her ay gerçekleştirdikleri Yeterli Çoğunluk(Critical Mass) için Konak’ta buluşup Alsancak’a ilerleyen bisikletliler, Sevinç Pastanesi önünde yola yatarak trafiği kestiler. Gazete haberlerine göre 2013’de İzmir’de trafik kazalarında 3 bisikletlinin öldüğünü belirterek, basın açıklaması sırasında yere yatırdıkları bisikletlerin üzerine, bu ölümlere dair gazete haberlerini serdiler.

 

Basın açıklamasının ardından söz alan Münevver Meçul, Meril Çiğdem Durmuş’un yakını olduğunu belirterek, “pırıl pırıl bir genci kaybettik, bu size de bana da herkese olabilecek bir olaymış, ama olmaması gerekiyordu. İnsanların vurdumduymazlığı, kanunların aymazlığı bunları bize yaşatıyor, lütfen bunlara hepimiz başkaldıralım, sesimizi duyuralım, bu kadar insan, bisiklet kullanan evlatlarımız, kardeşlerimiz canlarından olmasınlar” dedi.

Eylemi düzenleyen Bisiklet Eylemliliği’nin etkinliklerinden haberdar olabilmek için facebook adresine buradan erşim mümkün.

Haber ve Fotoğraflar: Burçak Semerci

(Yeşil Gazete)

Karacahisar Termik Santral istemiyor!

Muğla İlinde dördüncü, Milas İlçesinde üçüncü olacak yeni bir termik santralin yapımına karşı çıkan Karacahisar yöre halkı,  18 Temmuz günü, TEMA ve Greenpeace temsilcileriyle  birlikte üçüncü kez toplandı.

Karacahisar

Dördüncü termik santralin yapımına karşı örgütlenen Karacahisar Gönüllüleri,“Turizm sahası ilan edilmiş alan içerisindeki köyümüze termik santral istemiyoruz!” diyerek imza kampanyası ve her türlü mücadele aracılığı ile termik santrale karşı sağlanan birlikteliği yaygınlaştırma kararı aldılar.

Toplantı sonuç bildirisinde, Çamköy ve Karacahisar’daki yeraltı su kaynakları da termik santral yapılması planlanan havzadadır. Bu havzadaki yeraltı sularının 5,2 milyon m3’ü Bodrum içme suyu, 3 milyon m3’ü Güllük, 2 milyon m3’ü Havalimanı ve 2 milyon m3’ü de Çamköy Sulama Sistemi için kullanılmaktadır” denildi.

Bodrum yarımadasının iki sene önce tamamlanan içme suyu projesinin  büyük darbe alacağı vurgulanan bildiride, “Bodrum yarımadası tekrar eski su sıkıntılı günlerine geri dönecek, veya atık maddelerle karışmış suyu kullanmak zorunda kalacaktır” denilerek, “Milas ilçemiz 3. bir termik santral kirliliğini kaldıramaz. Gökova körfezi, Güllük körfezi, 4. bir termik santralin getireceği yıkıma karşı koyamaz. Turizm, tarım ve orman bölgesinde Termik Santral yapılamaz. Doğamızı kirletmeyinçağrısı yapıldı.

Öte yandan Change.org sitesi üzerinden başlatılan bir imza kampanyası ile Muğla’nın Milas ilçesine bağlı Karacahisar Beldesinde Termik Santral istemeyen herkes imza atmaya davet edildi.

(Yeşil Gazete)

Gezi Parkı’nda uyumak artık gözaltı sebebi

Polis, Gezi Parkı’nda yatak kurarak yatan 1’i Alman uyruklu 17 kişiyi gözaltına aldı. 

Beyoğlu Belediyesi’nin temizlik ekipleri Gezi Parkı’nda oluşturulan temsili mezarların bulunduğu taşları kaldırırken Gezi Parkı’na gelen polis ekipleri de parkta yatak kurarak yatan 16 kişiyi kimlik taraması yapmak üzere emniyete götürdü.

Foto: Ali Öz

Bu arada belediyenin temsili mezarları kaldırmasına tepki gösteren Alman aktivist Klaus Müller, Türkçe’nin dışında İngilizce ve Almanca sloganlar attı. Polis ekipleri gözaltına aldıkları Müller’i de emniyete götürdü.

Öte yandan Türkiye Mühendis ve Mimarlar Odaları Birliği’ne (TMMOB) bağlı odaların yönetim kurulu başkanları Taksim Hill Otel’de basın toplantısı düzenledi.

Basın toplantısının ardından oda başkanları, Gezi Parkı olaylı gelişmelerde hayatını kaybedenler için Gezi Parkı’nda oluşturulan temsili anıta gitti.

Burada bir açıklama yapan Ankara Makina Mühendisleri Odası Başkanı Ali Ekber Çakar, “Cumhurbaşkanı’ndan TMMOB’un anayasal yetkilerini ortadan kaldıran yasayı onaylamamasını istiyoruz” dedi.

bianet.org’da yer alan habere göre ise, saat 12:30’da polis Gezi Direnişi boyunca hayatını kaybedenlerin isimlerinin yazılı olduğu sembolik mezar taşlarını belediye kipleriyle birlikte toplamaya başladı. Bu esnada parkta yaşayan yaklaşık 16 evsizi de gözaltına aldı. Evsiz kişilerin kaldığı mezar taşlarının hizasındaki alanı da boşalttı.

(T24, Bianet)

 

“Karaburun’a iyi bak”mak için 17 Ağustos’da Karaburun Cumhuriyet Meydanı’na

İzmir ’e bağlı Karaburun’da bir süredir yoğun bir çevre tahribatı yaşanıyor. Karaburun’u yok olma noktasına getiren kirli endüstrilerin gittikçe artması üzerine 17 ve 18 Ağustos’ta halkın da iştiraki ile yoğun katılımlı ile eylem yapma kararı alındı.

“Karaburun’a İyi Bak!” sloganı ile çağrısı yapılan eylemde Balık çiftliği, kontrolsüz avcılık, maden ve rüzgâr türbini tehdidi altındaki Karaburun’un durumu şu şekilde özetlenmiş,

Yarımada Doğu Akdeniz Havzasının en bozulmamış bölgesidir. Aralarında Akdeniz Foku, Ada Martısı, Kızıl Şahin, Ada Doğanı ve Küçük Kerkenez, Deniz Çayırları …gibi küresel ölçekte koruma altında olan  türlerin de   bulunduğu  nadir  bitki ve hayvan varlığıyla  çok zengin bir biyoçeşitliliğe ve ekosisteme sahiptir.

Hurma zeytini, nergisi, sümbülü, enginarı, erkenci mandalinası, kara keçileri ve peyniri, değerli balık ve diğer deniz ürünleriyle  Karaburun Yarımadası kendiliğinden doğal ürün markasıdır”

Bu doğal güzellikleri sahip olan Karaburun Yarımadasının yoğun rüzgar enerjisi santralleri ve taş-mıcır-mermer ocaklarıyla tehdit altında olduğunun belirtildiği eyleme çağrı basın açıklamasının tam metni şu şekilde;

KARABURUN YARIMADASI DOĞAL VE KÜLTÜREL DEĞERLERİYLE, SAHİP OLDUĞU NADİR BİTKİ VE HAYVAN VARLIĞIYLA KORUNMASI GEREKEN DÜNYA MİRASIDIR !

YARIMADA’DA, DOĞAYI VE YÖRE İNSANININ VARLIĞINI TEHDİT EDEN YATIRIMLARA VERİLEN İZİNLERLE, DOĞAYA VE İNSANA HOYRAT UYGULAMALARLA  AKIL TUTULMASI YAŞANIYOR !

KARABURUN YARIMADASI’NDA DÜNYA VARLIKLARI YOK EDİLİYOR !

KARABURUN’A İYİ BAK DİYORUZ ÇÜNKÜ;

Yarımada Doğu Akdeniz Havzasının en bozulmamış bölgesidir. Aralarında Akdeniz Foku, Ada Martısı, Kızıl Şahin, Ada Doğanı ve Küçük Kerkenez, Deniz Çayırları …gibi küresel ölçekte koruma altında olan  türlerin de   bulunduğu  nadir  bitki ve hayvan varlığıyla  çok zengin bir biyoçeşitliliğe ve ekosisteme sahiptir.

Hurma zeytini, nergisi, sümbülü, enginarı, erkenci mandalinası, kara keçileri ve peyniri, değerli balık ve diğer deniz ürünleriyle  Karaburun Yarımadası kendiliğinden doğal ürün markasıdır.

Yarımada, beşikten mezara yaşatılabilen gelenekleriyle,  doğayla barışık turizm olanakları, kırsal kalkınma potansiyeliyle nadir alanlardan biridir.

Yarımada’nın sahip olduğu değerlerin korunması sadece Karaburunluların değil Türkiye ve dünyanın sorumluluğudur.

KARABURUN’A İYİ BAK DİYORUZ ÇÜNKÜ;

Yarımada, sahip olduğu değerleri yok eden, plansız, yereli yok sayan, sürdürülebilirliği olmayan, doğal kaynakları hızla, ölçüsüzce, adaletsizce tüketen yatırımların ağır tehdidi altındadır.

Yarımada’da balık çiftlikleri, yoğun rüzgar enerjisi santralleri ve taş-mıcır-mermer ocaklarıyla karasal, denizel ve kıyısal alanlara, kırsal yaşama yönelik seri cinayetler devam ediyor!

KARABURUN YARIMADASI BIÇAK SIRTINDA! Yarımada, ya doğal değerleri ve bununla birebir örtüşen kalkınma potansiyeliyle, bütüncül bir yaklaşımla korunacak ya da insan ve doğa yaşamında sözü dahi edilemeyecek ölçüde kısa vadeli yatırımlara feda edilecek.

Karaburun Yarımadası halkı sahip olduğu değerlerin farkında, koruma bilincinde ve kararlılığındadır.

Ulusal ve uluslararası kamuoyunun Karaburun halkıyla dayanışmasını güçlendirmek ve karar vericilerin güçlü sesimizi duymasını sağlamak amacıyla “KARABURUN’A İYİ BAK” ana sloganı altında 17 AĞUSTOS 2013 Cumartesi günü 10.30’da Karaburun Cumhuriyet Meydanı’nda toplanıyoruz. Değerlerimizi paylaşmak ve yatırımların neden olduğu tahribat ve tehdide tanık olmak için  köylerimizle, dağlarımızla, kıyılarımızla, denizle, balıkçılar ve teknelerle  buluşmak üzere hep birlikte kısa bir yolculuğa  çıkıyoruz.

18 Ağustos Pazar günü saat 10.00’da Karaburun Belediyesi Salonunda, bilim insanlarının ve doğa savunucusu sivil örgütlerin de katılımıyla düzenlenecek olan panelde Yarımada’nın sorunları, çözüm ve mücadele yollarını tartışacağız.

Karaburun Yarımadası halkı, yerel yönetimleri ve sivil örgütlenmeleriyle birlikte, yaşamı tehdit eden çıkarcı girişimlere ve yanlış kararlara karşı Yarımada’nın doğasının ve kırsal yaşamının korunması için verdiği mücadelede duyarlı tüm kuruluş ve kişileri aktif dayanışmaya çağırıyor.

HALKIN KENDİ YAŞAMI VE İÇİNDE YER ALDIĞI DOĞAL ÇEVRE ÜSTÜNDE SÖZ VE KARAR SAHİBİ OLMA HAKKI İLE DOĞAMIZI VE SAĞLIKLI YAŞAM HAKKIMIZI SAVUNUYORUZ.

KARABURUN’A İYİ BAK BULUŞMASI DÜZENLEME KOMİTESİ”

Eylem ve diğer detaylar için karaburunaiyibak.org/

(Yeşil Gazete)

Filistin’den Taksim’e biber gazı: Neoliberalizmin küresel kentler savaşı (2) – Yahya Berman

0

Yazının dün yayınlanan birinci bölümünü okumak için TIKLAYIN

ABD’nin İsrail’e biber gazı ihracatını savunan raporuna dönersek: Belirleyici olan şudur: ABD ‘savunma’ endüstrileri, 1987’den bu raporun hazırlanmasına kadar sadece İsrail’e en az 6,5 milyon dolarlık gaz ihrac etmişti. Ama daha önemlisi var: Filistin’de yapılan promosyonun ardından biber gazı, kitlesel bir uluslararası ticaret nesnesi haline geldi.


Öldürücü olmayan kitle denetimi silahları’ endüstrisi, yani kentsel başkaldırı ve gösterilere karşı silah üreten endüstri, uluslararası ticarette en hızlı büyüme oranına sahiptir ve önümüzdeki yıllarda trilyon dolarlık bir cüsseye ulaşacaktır. Biber gazı, ‘öldürücü olmayan silahlar’ endüstrisinin cüz’i ama gelişmesi umulan bir kısmını oluşturuyor. Büyük bölümü ABD ve AB ülkelerinde üretilen işkence teknolojilerindeki küresel ticaret hacmi, 2011 yılında 1.4 milyar dolardı ve 2020’de 4 milyar doları aşması bekleniyor. Neoliberal küresel rejim açısından işkence teknolojileri, ekonomik değerinin ötesinde, ürettiği siyasal katma değer açısından önemli. Neoliberal rejimler, kamusal alanı kapatmak zorundalar; bu hem sermaye birikiminin, hem de ideolojik tahakkümün bir gereği. Bu nedenle insan haklarının muhafazakar değerler ve güçlü yönetim adına sorgulandığı günümüzde, gösteri özgürlüğü ve işkence yasağı hedefte.

Neoliberal rejimlerin gösterilere karşı askeri taktikler kullanması, ordular, polis teşkilatları ve ünivesite ile rejim ve endüstrideki korporasyonlar arasında ittifaklar kuran bu devasa endüstrinin geleceği açısından güvence oluşturuyor. [Anna Feigenbaum’un yönettiği bir araştırma projesi, biber gazının kitlesel kullanımına dair küresel bir harita sunuyor] Bahreyn’de biber gazına bağlı 36 göstericinin ölümünün ardından Bahreyn Kraliyet Muhafızları Komutanı, İngiltere’deki 2013 Terörle Mücadele Expo’sunun onur konuğu olacaktı (Anna Feigenbaum, Teargas: a booming market in repressing dissent, 7 Haziran 2013). ABD, hem Mübarek döneminde, hem de Mursi döneminde Mısır’a biber gazı sevk etmeye devam etti.

Türkiye’de de AKP hükümeti 2005 yılında hızla biber gazı alımlarına başladı ve şimdiye kadar Türkiye bütçesinden 21 milyon dolardan fazla ödeme yapıldı. Biber gazının en ileri versiyonları, Filistin’de denedikten sonra 2000 senesinde Mısır ve Türk polisince keşf edilmişti.

Sömürgeci şiddetin bumerangı

İsrailli insan hakları kuruluşu B’Tselem, Filistinli göstericilere karşı gaz ve diğer ‘öldürücü olmayan silahlar’ın kullanımını ve bedellerini titiz çalışmalar yaparak belgeledi. Raporların ve videoların gösterdiği bütün uygulamalar, barışçıl göstericiler hedef alınarak gaz kapsülleri fırlatılması, olayları görüntüleyen göstericilerin dövülmesi, göstericilerin yaralanması ve öldürülmesine rağmen açılan soruşturmaların sonuçlanmaması, ABD ve İsrail’in Arap devrimleri sırasında Mısır, Tunus ve Bahreyn’e, aynı zamanda da önce Kürt göstericilerden başlayacak olan Türkiye’ye ihraç ettiği uygulamalardı.

İsrail’in işgal altındaki topraklardaki savaşlarının ve ‘operasyonlar’ının, yeni silahların test edilmesiyle ilgili olduğu defalarca tespit edildi (Palestinian Chronicle). Filistin’in işgali, ABD merkezli Neoliberal İmparatorluk açısından sömürgeci bir test sahası teşkil ediyor. Burada sergilenen silah ve taktikleri daha sonra ABD ve İngiltere’deki ‘güvenlik sergileri’nde inceliyor polis teşkilatları. Neoliberalizmin küresel kentler savaşı için ihracat çarkları dönüyor, küresel polis-sanayi-teknokrasi kompleksi büyüyor.

Kimyasal silahlar, tarihsel olarak da ilkin emperyal güçler tarafından sömürgelerde kullanılmış, daha sonra metropol ülkelerde emperyal devletin kendi halkına, Amerika ve İngiltere’de işçilere karşı kullanılmıştı. İngiltere, 1960’larda sömürgelerde biber gazı kullanımı sayesinde muazzam bir endüstri geliştirdi ve Londra’da ilk kez 1969’da kitlesel olarak biber gazı kullanıldı (Anna Feigenbaum, A Hundred Years of Toxic Humanitarianism, 24 Temmuz 2013).

Hannah Arendt’in ‘Şiddet Üzerine’de belirttiği gibi, İngiltere’nin ‘tahakküm altındaki ırklar’a karşı geliştirdiği şiddet yöntemleri, eninde sonunda ‘tahakküm altındaki son ırk’ın İngilizler olmasına yol açacaktı. Kimyasal silahlara ilişkin Cenevre Sözleşmesine taraf olmayı reddeden ABD, Vietnam’da denediği biber gazı da dahil olmak üzere kimyasal silahları, 1968’de ‘ileri kapitalizmin gizli faşizmi’ne ve ‘tüketim toplumu’na karşı ayaklanan üniversite öğrencilerine karşı kullandı. Arendt, bunu şiddete dayalı tahhakümü sömürgelerden metropole taşıyan bumerang etkisi olarak görür (s. 67).

1960larda gençlik hareketleri, kapitalist devletin tahakküm kapasitesini test etti. Rızaya dayalı iktidar iddiasının zeminini kaybeden kapitalist devlet, iktidarını kaybettiği her alanda iktidarı şiddetle ikame etme hırsına kapılacaktır. İtaat edenlere hukuk devleti, itaat etmeyenlere şiddet. Totaliterizme, ya da hükümet yöntemi olarak teröre giden yol böyle kurulur.

Kentsel gösterilerin militarizasyonu

Barışçıl gösterilerin polis tarafından savaşa dönüştürülmesi ve kimyasal silahların ve diğer yerinde işkence tekniklerinin uygulanması önümüzdeki yıllarda devam edecek. Biber gazı, şiddetin ‘orantılı’ olup olmamasıyla değil, aktif bir muhalefete karşı yürütülen savaşla ilgili. Neoliberal rejimler, meydanları ele geçirmek ve toplumsal muhalefet biçimlerine kamusal alanı kapatmak için daha etkili, insan sağlığına belki daha az zararlı teknikler kullanacaklar.

Bu nedenle ABD ve müttefikleri, 1993 Kimyasal Silahlar Sözleşmesinde, ‘isyan kontrol ajanları’ tanımını yaparak, biber gazı gibi kimyasal silahları bu kapsamdan çıkarmış oluyordu; isyan kontrol ajanlarının savaşta kullanımı yasaklanıyor, yani kentsel başkaldırı ve direniş hareketlerine karşı kullanımı uluslararası hukukun dışında kalıyordu. Aksi takdirde Sözleşmenin imzaya açılması mümkün olmayacaktı.

Oysa ABD ve İngiltere’nin taraf olmayı kabul etmediği 1925 Cenevre Gaz Protokolü, soluksuz bırakmayı amaçlayan ve zehirli olan gazların savaşta kullanımını, Sözleşme hukukunun da ötesinde evrensel bir yasak (uluslararası örf hukuku kuralı) olarak görüyordu. Bunun mantıksal sonucu, söz konusu gazların kitlelere yönelik kullanımının ‘medeniyet’le uyuşmayacağı yönünde bir genel kabuldü.

BM Genel Kurulunun Nisan 2013te kabul ettiği Silah Ticareti Sözleşmesinde de, ‘iç güvenlik amacıyla kullanılan silahlar’ kapsam dışında bırakıldı. Af Örgütü, bu durumun insani hukuk açısından boşluk yarattığına dikkat çekmişti. Savaşlarda kullanımı ve bu amaçla ticareti yasak olan silahların yuttaşlara karşı kullanımının hukukun dışına taşınmasından, ya da uluslararası denetime tabi olmayan ayrı bir hukuk alanı olarak tanımlanmasından doğan bir boşluk.

Barışçıl gösteriler, hukuksal açıdan isyan ya da iç güvenlik operasyonlarının meşru hedefi olarak kabul edilemez. Ama bu ayrım, örneğin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önünde başvurucuların avukatları tarafından ileri sürülmedikçe gündeme gelmeyecek ve zamanla ortadan kalktığı görülecektir.

(devam edecek)

Yahya Berman

 

OPEC’in petrol gelirleri 1,3 trilyon dolar ile rekor kırdı

Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü’nün (OPEC), 2012 yılı petrol gelirleri yeni bir rekor kırdı ancak bazı üyelerin karları geriledi. Bu durum, yüksek petrol fiyatlarından yarar sağlayan üye ülkeler ile yarar sağlayamayan ülkeler arasındaki ayrılığı da derinleştirmiş oldu.

OPEC üyeleri arasındaki bu eşitsizlik, üretimin beş yıl sonra azaltılıp azaltılmayacağı ile ilgili bu yılsonunda yapılması beklenilen tartışmaların öncesinde geldi.

OPEC yayınladığı yıllık istatistik raporunda ham petrol ve doğal gaz ile bunların türevlerinin de dahil olduğu gelirlerinin 2012 yılında yüzde 9,2 artışla 1,261 trilyon dolara yükseldiği kaydedildi. Bir önceki yıl bu yıllık gelir 1,155 trilyon dolar seviyesinde idi.

Yüksek petrol fiyatlarından en çok yararı Körfez ülkeleri gördü. Suudi Arabistan’ın petrol gelirleri yüzde 6 arttı. Ancak İran’ın petrol gelirleri ambargoların da etkisi ile yüzde 12 geriledi.

Ancak diğer üyeler de ABD’de artan kaya petrolü üretiminden zarar gördü. Zayıflayan ABD talebi nedeni ile sahra tipi ham petrol fiyatlarının yüzde 1,3 gerilediği 2012’de Cezayir’in petrol ihracat geliri yüzde 6 düştü.

Düşen ihracat gelirleri üye ülkelerin bütçelerini dengelemek için petrol fiyatlarının daha da yükselmesini gerektiriyor. Petrol üreticisi Arap ülkelerinin kurduğu Arap Petrol Yatırım Şirketi (APICORP) yaptığı açıklamada İran’ın bütçesini dengeleyebilmesi için petrol fiyatlarının varil başına 144 dolara yükselmesi gerektiğini belirtti. Bu seviye 2012 yılında varil başına 127 dolar idi. Buna karşın Suudi Arabistan’ın petrol fiyat eşiği 2012 yılında varil başına 94 dolardan 2013 yılında sadece 98 dolar yükseldi.

Uluslararası Para Fonu’na göre Cezayir’in iç harcamalarını karşılayabilmesi için ihtiyaç duyduğu petrol fiyatı varil başına 121 dolar. Bu seviye uluslararası piyasada gösterge petrol olarak görülen Brent ham petrolün 2013 yılındaki altı aylık ortalaması olan 107,9’un çok üzerinde.

APICORP üst düzey danışmanı Ali Aissaoui konuyla ilgili yaptığı yorumda, bütçe gereklilikleri arasındaki bu farklılıkların OPEC’in bir grup halinde hareket etme kabiliyeti üzerinde soru işaretleri doğurduğunu söyledi.

(WSJ)

Maduro ile Fidel Castro biraraya geldi

0

Cubadebate haberine göre Pazar günü Küba Devriminin önderi Fidel Castro başkent Havana’da Venezuela Devlet Başkanı Nicolas Maduro ile biraraya geldi.

Moncada Kışlasına yapılan saldırının 60. yıldönümüne denk gelen görüşme sırasında Maduro Fidel Castro’ya Venezuela eski Devlet Başkanı Hugo Chavez tarafından Havana’da tedavi gördüğü sırada yapılan bir tabloyu hediye etti. Maduro ayrıca Chavez ile uzun bir röportaja dayanan “Mi Primera Vida” (İlk Hayatım) adlı kitabı da hediye etti.

Castro ve Maduro sohbet sırasında Chavez ve Moncada Kışlasına saldırıyla ilgili sohbet etti. İki lider de Simon Bolivar’ın tüm Latin Amerika halklarını birleştirme hayaline vurgu yaptılar.

Toplantının sonunda Castro, Maduro’ya Moncada Kışlasına saldırısının 60. yıldönümüne dair devlet başkanlarına gönderilen bilgilendirme mektubunu takdim etti.

 

9 ilde “Bisikletime Dokunma” eylemi

ODTÜ İnşaat Mühendisliği öğrencisi Meril Çiğdem Durmuş’un (22), Angora Bulvarı üzerinde bisikletiyle yol alırken kırmızı ışıkta hızla yanından geçen bir otomobilin çarpması sonucu yaşamını yitirmesinin ardından bisikletçiler 9 şehirde eylem yaptı.

İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya, Mersin, Uşak, Çanakkale ve Isparta’da aynı anda gerçekleştirilen eylemin Ankara ayağı saat 16.00’da Angora Bulvarı’nda başladı, 18.00’de Kızılay Güvenpark’da sona erdi.

Bisikletçiler yaptıkları açıklamada, Karayolları Trafik Kanunu’nda bisikletin motorsuz bir araç olarak tanımlandığı hatırlatıldı, “Özellikle şehir merkezlerinde trafikte bisikletin yok sayılmasını kabul etmiyoruz” dedi.

Sadece geçen yıl 41 bisikletli hayatını kaybetti

Türkiye’de sadece 2012 yılında trafik polisi sorumluluk bölgesindeki trafik kazalarında, 41 bisikletlinin yaşamını yitirdiğine, 4 bin 865 bisikletlinin yaralandığına dikkat çekilen açıklamada, şöyle denildi:

“Biz aslında insanın hakkı olanı, insanca yaşam alanlarını, şaka gibi olmayan yaya yolları, kaldırım ve geçitleri istiyoruz. Bisikletlerimizi güvenli yollarda sürmeyi, sürücülerin herkese saygı göstermesini istiyoruz. Bisikletliler olarak çevreyi kirletmiyoruz. Tüm toplumun petrol için çalışmasına sebep olmuyoruz. Trafiği tıkamıyoruz, insanların canlarına ve mallarına zarar vermiyoruz, gürültü yapmıyoruz, sağlıklı yaşama destek oluyoruz.

Ulaşım için, güzel kentler için otomobillere ve benzine mecbur olmadığımızı gösteriyoruz. Ve artık bu şiddetten ve aymazlıktan bıktığımız, tepkimizi gösterdiğimiz bu güzel günde bu ölümlerin son bulmasını, trafik cinayetlerine sebep olanların adil bir şekilde yargılanmasını, kent içinde bisikletlilerin haklarının tanınmasını, bisikletli ve yaya yaşama saygı duyulmasını istiyoruz.”

(Başka Haber)

GDO’lu pirinç skandalında yeni perde: 3 Bakan Başbakana yanlış bilgi verdi

Mersin Cumhuriyet Başsavcılığı’nca soruşturması halen devam eden “GDO’lu pirinç” skandalında ilginç isim ve bağlantılar ortaya çıktı. Savcılık tarafından GDO’lu pirinç skandalıyla ilgili soruşturulan AKP’li işadamı Mahmut Arslan’ı kurtarmak için üç bakanın devreye girdiği ortaya çıktı. Ulusal Baklagil Konseyi Başkanı ve AK Parti eski Mersin Büyükşehir Belediye Başkan adayı işadamı Mahmut Arslan’ın ismi de soruşturmaya karıştı.


paylaşmak için tklynz / click for to share

Mehmet Baransu’nun Taraf’ta bugün yayınlanan haberine göre soruşturmaya Arslan’ın isminin karışmasının ardından, skandalı kapatmak için üç bakan devreye girip temaslarda bulundu. Önce Arslan’ı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’la görüştüren bakanlar, bir uçak gezisinde Başbakan’a yanlış bilgi verdirip, olayı kapatmaya çalıştı. Tarım Bakanlığı da Arslan’ın isminin olaya karışmasının ardından, kendi laboratuvarlarında yapılan analizlerde eksik inceleme yaptırıp, pirinç numunelerini değiştirerek pirinçlerde GDO olmadığını yönünde rapor düzenletti. Ancak savcılığın başka bir kurumdan ikinci kez rapor alması üzerine skandal ortaya çıktı. Şimdi Tarım Bakanlığı bürokratları hakkında da rüşvetle rapor hazırladıkları iddiasıyla ayrı bir soruşturma yürütüldüğü belirtildi.

Skandal olay geçtiğimiz aylarda Mersin Gümrüğünde 23 bin ton GDO’lu pirinç yakalanmasıyla başladı. Mersin Cumhuriyet Savcılığı yapmış olduğu teknik takip sonucu Türkiye’ye GDO’lu pirinç sokulmaya çalışıldığını tesbit etti. Mersin Gümrüğü’ne yapılan baskın sonucu GDO’lu pirinçlere el kondu. Pirinçlerden bazı numuneler alınıp, laboratuarlara gönderildi.

Tarım Bakanlığı yetersiz laboratuvarlarında, eksik incelemeler yaparak pirinçlerin GDO’lu olmadığı yönünde savcılığa rapor sundu. Savcılık, yaptığı inceleme sonucu, bazı numunelerin değiştirildiğini ve eksik inceleme yapıldığını belirledi. Ayrıca benzer bir soruşturmada Tarım Bakanlığı’nın, bir mahkemeye gönderdiği “laboratuvarları yetersizdir” yazısı üzerine pirinçler yetkili kurumlardan alınarak İstanbul Teknik Üniversitesi’ne incelenmek üzere gönderildi.

Mersin Cumhuriyet Savcısı Fikret Gönen, GDO’lu pirinç soruşturmasıyla ilgili üç ayrı iddianame hazırlayıp sorumluların ağır ceza mahkemesinde yargılanmalarını talep etti. “Teelsülen Biyogüvenlik kanununa muhalefet, resmî belgede sahtecilik” suçlamasıyla hazırlanan iddianameler mahkeme tarafından kabul edildi. Mahmut Arslan hakkında yürütülen soruşturma ise halen devam ediyor.

Yeşil Gazete’de GDO’lu Pirinç Yazıları

Mersin’de GDO’lu pirinç ele geçirilmesi ve sonrasında bakan Mehdi Eker’in çelişkili açıklamaları üzerine Yeşil Gazete’de Ayşe Bereket imzası ile dört yazı yayınlamıştık. Bu yazılara yesilgazete.org/blog/author/aysebereket/ üzerinden ulaşabilirsiniz.

(Taraf, Yeşil Gazete)

Mesele Sadece Ağaçlar Ya Da Yaşam Tarzına Müdahale Değil – Irmak Bademli

Gezi Parkı Direnişi ve vahşi polis müdahalesi hakkındaki analizleri okurken olayları “laikçilere karşı İslamcılar” zıtlığı ile açıklama çabası görüyorum. Göstericilerin çoğunun eğitim ve gelir düzeyi görece yüksek orta sınıftan, yani “Beyaz Türklerden” geldiği, özellikle gençleri sokağa çıkmaya yönelten en büyük sebebin kürtaj ve alkol gibi konularda yaşam tarzlarına müdahale olduğu söyleniyor. Başbakan olayları dış mihraklar ve “faiz lobisi” tarafından desteklenen bir sivil darbe girişimi olarak sunuyor. Panik içinde organize ettiği parti mitinglerinde protestoculara karşı haksız ve asılsız iddialar seslendirmekte hiçbir sakınca görmüyor.

Pek çok haber ve yorum, bir yandan Erdoğan’ın son zamanlardaki otoriter ve müdahaleci eğilimlerine dikkat çekerken, diğer yandan onu son on yılda askeri vesayeti sonlandırdığı ve ekonomiyi başarıyla yönettiği için övüyor. Erdoğan’ın başarılarından bu kadar emin olmak, protestoların gerçek nedenlerini gözden kaçırmak anlamına geliyor.

Erdoğan’ın askeri vesayeti nasıl sonlandırdığını hatırlamak gerek. Son on yılda sadece askerlerin değil, şu an hapishanelerde bulunan gazeteciler, akademisyenler, öğrenciler ve yerel siyasetçilerin pek çoğunun aleyhine kullanılan delillerin ve iddiaların yalan olduğu biliniyor. Hapiste yatanların asker ya da Kürt siyasetçi ya da ulusalcı akademisyen ya da Öğrenci Kolektifleri üyeleri olması, hukuksuzluğu kabul edilebilir hale getirmiyor. Bu hukuksuzluğun ve onu yaratan nedenlerin (polis, hakim ve savcıların taraflı zihniyetleri ve HSYK’nın yeni yapısı) açıkça görülmesi gerekiyor. Güya “askeri vesayete” son verdiği için yeterince sorgulanmayan ve sorun edilmeyen hukuksuzluk, başbakanın Gezi Parkı direnişini açıklamak için yeni komplo teorileri ve “marjinal kesimler” icat etmesiyle herkesi ve herhangi birimizi vurmaya hazır vaziyette bir saatli bomba gibi ortada duruyor. Direniş sırasında ve 15 Haziran’daki polis müdahalesi[1] sırasında gözaltına alınan göstericiler, avukatlar ve doktorlardan sonra gözaltıların dalga dalga sürmesi bekleniyor. Bir emniyet biriminin Twitter’ı incelemeye başladığı açıkça söylenebiliyor.

Nasıl Uludere gibi pek çok olayda sorumlulara hesap sorulmadıysa, göstericileri plastik mermilerle ve biber gazı kapsülleriyle vurarak ölümlere ve ağır yaralanmalara yol açan polislere, onlara talimat veren emniyet müdürü, vali, içişleri bakanı ve başbakana, sokaklarda sopalarla gezip insanları darp eden ve korku salan “sivillere” hesap sorulacağına da hiç kimse ihtimal vermiyor. Ethem Sarısülük’ü gerçek bir mermiyle vurarak ölümüne sebep olan polis 24 Haziran’da serbest bırakıldı. 28 Haziran’da ise Lice’de jandarma karakolu inşaatını protesto eden Medeni Yıldırım öldürüldü.

Analizlerde sorgulanmadan tekrarlanan ikinci argüman ise AKP döneminde ekonominin daha önce görülmemiş şekilde büyüdüğü. Yorumcular büyümenin nasıl elde edildiği ve sürdürülebilir olup olmadığıyla ilgilenmeden sadece büyüme rakamlarına bakıyorlar. Hükümet ekonominin rekabetçiliğini artırmaya yönelik yapısal reformları yapmak yerine, son sermaye çıkışlarıyla kırılganlığı bir kez daha kanıtlanan ithalat, tüketim ve inşaat merkezli bir büyüme modelini seçti. Hükümete yakın şirketler büyük altyapı ve kentsel dönüşüm projeleri ile sonradan emsal değerleri yükseltilen kıymetli arsaların ihalelerini alırken, şehirlerin her yerinde yeni konut ve alışveriş merkezi projeleri yükseldi. Projelerin çevreye, şehirlerin kültür mirasına, başka bölgelere taşınmak zorunda bırakılan insanlara ve geniş anlamda şehre etkileri yok sayıldı. Yukarıda tarif ettiğim hukuksuzluk ortamında bu projeleri denetleyebilecek hiçbir mekanizma kalmadı.

Hükümetin Gezi Parkı’na yapmayı düşündüğü alışveriş merkezi, bu kontrolsüz büyüme modelinin cisimleşmiş halidir, sembolüdür. Protestolar sadece bu projeyi değil, 29 Mayıs’ta temeli atılan üçüncü köprü, verimli vadilere yapılan hidroelektrik santrallar ve tarihi Emek Sineması’nın yerine yapılacak alışveriş merkezi gibi pek çok projeyi hedef alıyordu. Parktaki en büyük afişlerden birinde şöyle yazıyordu: “Mahalleme – meydanıma – ağacıma – suyuma – toprağıma – evime – tohumuma – ormanıma – köyüme – kentime – parkıma dokunma!”

Büyüme argümanını desteklemek için kullanılan göstergelerin yanıltıcı olabileceğini de eklemek gerekir. Örneğin, The Economist dergisi 8 Haziran sayısında çıkan makalesinde Erdoğan’ın başarılarını listelerken kişi başına düşen milli gelirin son on yılda üç katına çıktığını yazmıştı. 15 Haziran sayısında ise bu hesaplamanın cari değerlere göre yapıldığını, reel değerlere göre kişi başına düşen milli gelirin sadece %43 arttığını yazarak özür diledi. 2002’den bu yana milli gelir ortalama olarak %5 büyürken, kişi başına düşen milli gelir %3.6 artış gösterdi. Harvard Üniversitesi’nden Dani Rodrik 20 Haziran tarihli blog yazısında Türkiye’nin büyüme performansının gelişmiş ülkelere kıyasla iyi olduğunu, ancak diğer gelişmekte olan ülkelerle paralel gerçekleştiğini gösterdi. Üstelik ekonomik büyümeye büyük cari açık eşlik ediyordu. Para politikaları cari açığın milli gelire oranını 2011’de %10’dan 2012’de %6’ya düşürmeyi başardı, ancak bu sırada büyüme de %8.5’tan %2.2’ye düştü. Dış borcumuz 2012’de 130 milyar dolar iken 2012’de 337 milyar dolara ulaştı.

Başbakanın iddialarının aksine ne Gezi Parkı’ndaki direnişçilerin eylemleri sadece “samimi ve saf” bir çevre duyarlılığıyla açıklanabilir, ne de direnişçilere destek vermek için sokağa çıkanların öfkesi dindar olmayan insanların yaşam tarzlarına müdahale edilmesine gösterdikleri öfkeden ibarettir. Hükümet Gezi Parkı direnişinde ortaya konan öfkeyi de laiklik-İslamcılık karşıtlığı içine hapsetmeye çalışıyor, ancak protestoların temel nedeni Erdoğan’ın son on yılda izlediği politikalardır. Olayları gözlemleyerek analiz edenlerin basit açıklamaların ötesine bakmaları gerekir.

Bademli, Irmak (Temmuz, 2013), “Mesele Sadece Ağaçlar Ya Da Yaşam Tarzına Müdahale Değil”, Cilt II, Sayı 5, s.17-20, Türkiye Siyasi Analiz ve Araştırma Merkezi (AnalizTürkiye), Londra: AnalizTürkiye (http://researchturkey.org/?p=3688&lang=tr)

Irmak Bademli – Research Turkey.org