Ana Sayfa Blog Sayfa 4206

İsveç Gazetesinde Türkiye’de LGBT bireyler hakkında makale: Aile Cezaevi

İsveç’in en yüksek tirajlı gazetelerinden Expressen’de önceki gün Türkiye’de LGBT bireylerin yaşadıkları koşulları ele alan  “Aile Cezaevi” başlıklı bir makale yayımlandı.

paylaşmak için tklynz / click for to share

Gazeteci Gunilla Brodrej’in kaleme aldığı “Aile Cezaevi” başlıklı makalede Türkiye’de eşcinselliğin biyolojik bozukluk olarak görüldüğü ve her yıl 30 kişinin nefret cinayeti sonucu yaşamı yitirdiği belirtiliyor.

Makalede, Trans insanlara şiddet uygulayan ülkeler sıralamasında Türkiye’nin en ön sıralarda yer aldığı belirtilirken 2010 yılında Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf’ın eşcinselliğin tedavi edilmesi gereken biyolojik bir bozukluk ve hastalık olarak adlandırdığı hatırlatılıyor. Türkiye’de  çok güçlü olan aile kültürünün LGBT bireyleri benimsemesinin uzun zaman alacağı değerlendirmesine de makalede yer veriliyor.

Makale’de Can Candan yönetmenliğinde çekilen “Benim Çocuğum” belgeseli ve belgeselde rol alan LİSTAG üyelerinden bahsediliyor. Ayrıca, Türkiye’de ki aile kültürünün güçlü olduğuna ve muhafazakar aile yapısına insanların, LGBT bireylerin ters düştüğünü düşündüklerini belirtildi.

Koskoca dünyaya benim çocuğumu mu sığdıramadılar?”

Son olarak Transseksüel cinayetlerin boyutlarını açıklayan Brodrej, Bursa’da vahşice katledilen İrem Okan’dan bahsederek annesi Melek Okan‘ın “Koskoca dünyaya benim çocuğumu mu sığdıramadılar?” cümlesiyle yazsını sonlandırdı.

(LGBT Yaşam.com)

NKP Kadıköy’de, “Nükleere geçit yok!” dedi

Nükleer Karşıtı Platform (NKP) 4 Ağustos Pazar günü Kadıköy Boğa Heykeli’nin önünde, Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarının yıl dönümünde, savaşsız ve sömürüsüz bir dünya için nükleer silahlanmaya hayır dedi.

NKP, Kadıköy Boğa Heykeli’nin önünde buluşarak Kadıköy Çarşı içinden İskele’ye yürüdü. Yürüyüş sırasında halk nükleer karşıtlarını alkışlayarak eyleme destek verdi.

Eylem esnasında “Çapulcular burada, nükleerciler nerede”, “Her yer Çernobil her yer direniş”, “Nükleere inat yaşasın hayat” ve ” Nükleere karşı omuz omuza” sloganları atıldı.

Basın açıklamasını okuyan NKP Dönem Sözcüsü Nurcan Bircan Yayla, 6 Ağustos 1945 günü sabah saat 8.15’de Japonya’nın Hiroşima kentine ve üç gün sonra da Nagazaki’ye atılan atom bombalarının, çıkarları söz konusu olduğunda, emperyalist ülkelerin dünyayı ve insanlığı göz ardı edebileceklerinin, gerekirse en vahşi şekilde saldırabileceklerinin göstergesi olduğunu dile getirdi. Nükleer denemelerin genellikle fakir halkların, sesini çıkartmayan, gözden uzakta yaşayanların bölgelerine yapıldığına değinen Yayla, kapitalizmin krizlerini savaşlarla aştığını, Neo-Osmanlı düşleri kuran AKP hükümetinin bölgede yaşanan savaşlara destekçi olup, çılgın projelerle halkları birbirine düşürme görevi aldığını söyledi.

Yayla, AKP hükümetinin Akkuyu’da yapmayı planladığı santrale ilişkin endişelerini dile getirerek, kirli enerji olan nükleer enerjiye bel bağlayan AKP’nin düşlerinin kirli olduğunu gösterdiğini söyledi.

Doğaya ve onun parçası olan insanlığa yapılan saldırılara karşı her zaman umut olduğunu söyleyen NKP, eyleme “Her yer Taksim her yer direniş” sloganıyla son verdi.

(Haber Sol)

 

Eşitsizlik, gelir dağılımı ve Türkiye’de yaşanan protestoların ekonomi-politiği – Özlem Onaran

Gezi Parkı’nda yaşanan adaletsizlik ve polis şiddeti otoriterleşen iktidara yönelik öfkenin ve memnuniyetsizlik hissinin arttığı bir süreçte bardağı taşıran son damla oldu. Protestoların hedefinde iktidar ve iktidarın özellikle gençleri ve kadınları hedef alarak muhafazakar-İslami bir yaşam tarzına özendirecek şekilde ürettiği sosyal politikaları; aralarında laiklerin, Kürtlerin, sosyalistlerin ve sendikacıların bulunduğu muhalif gruplara yönelik suçlu yaratma ve tutuklama süreçleri; ve en önemlisi özelleştirme hamleleriyle büyük şirketleri kayıracak şekilde rant alanları oluşturan, doğayı katleden ve ciddi bir emekçi kitlesinin de güvensizlik hissi yaratan neo-liberal ekonomi politikaları oldu.

27 Mayıs ve sonrasında yaşananlar Türkiye’de siyasi hareketlerin kolektif hafızasında tarihi öneme sahip olacaktır. Bu süreç, muhafazakâr, neo-liberal ve otoriter özellikler taşıyan AKP hükümeti döneminde yetişen yeni kuşağın kendiliğinden örgütlenmesine ve hareketlenmesine ön ayak olmuştur. Hareket, katılan gençlerin yaratıcılıkları ve mizah duygularıyla bir ilham kaynağı oldu. Her yaş grubundan aktivistler, sendikalar, sivil toplum kuruluşları ve farklı ideolojik çevrelerden siyasi grupların katıldığı bu hareketin ortaya çıkmasıyla bir ilk yaşandı. Polis şiddetine ve toptancı bir bakış açısıyla protestocuların suçlu ilan edilmesine karşın, hareket yok olmanın çok ötesinde. Mevcut durumda, hareket yerel parklara yayılarak mahalle toplulukları halini aldı.

Devam eden bu kararlı direnişe rağmen, Türkiye’de AKP hükümetine ilişkin halkın tavrında ciddi bir bölünmenin olduğu da bir gerçektir. Hükümete destek muhtemel bir düşüşle karşı karşıya olsa da halen ciddi bir kesim desteğini hissettirmektedir. Bu güne kadar, protestocuların demokratik taleplerine ilişkin pek çok şey söylendi. Ancak, iktidara karşı memnuniyetsizliğin ve aynı zamanda iktidarı destekleyen kitlelerdeki hoşnutluğun arka planını oluşturan kamu hizmet ve gelirlerinin topluma pay edilmesi meselesi üzerinde fazla durulmadı. AKP, hem özellikle seçim dönemlerinde gelir seviyesi düşük kesimlere yakıt ve yiyecek dağıtılması suretiyle ve hem de alt gelir gruplarını gözetecek şekilde yapılan kurumsal değişikliklerle –örneğin yoksul kesimlerin ve özel sektör çalışanlarının kamu sağlık hizmetlerine erimişinde kolaylıklar sağlanmıştır- kamu gelir ve hizmetlerinin topluma pay edilmesinde alt gelir gruplarını gözetmiştir. Özellikle emekli maaşları ve dul ve yetim aylıkları dışındaki sosyal transferlerin Gayri Safi Yurtiçi Hasılaya (GSYH) oranı 2006’da %0,9 iken, 2010’da bu rakam katlanarak %1,8 olmuştur[1]. Görece yoksulluk oranı (kişi başı tüketim giderlerinin ortalama değerinin %50’sinin altında kalan bireylerin oranı) 2002’de %18,5’den 2006’da %16’ya gerilemiştir[2]. Asgari ücretlerde de ciddi bir artış yaşanarak: 2002’de orta derecede ücrete oranı 0.61 olan tam zamanlı çalışan asgari ücretleri 2011’de 0,71’e yükselmiş ve aynı dönemde asgari ücretin ortalama ücrete oranı 0,32’den 0,38’e yükselmiştir.[3]

Diğer taraftan, topluma yeniden pay edilen gelirlerin kaynağı zengin kesimlerden tahsil edilen vergiler ve ticari gelirlerden ziyade mavi yakalı çalışanlar ve beyaz yakalı profesyonellerin gelirlerinden sağlandı. Bu politika işverenlere yoksul kesime zarar vermeden gelirlerini arttırabilmeyi sağladı. Bu durum oynak seçmen desteğine karşın kitlelerin sınıfsal kümelenmelerini kısmen açıklayabilir.

Son on yılda güvensizlik duygusu tüm çalışan kesimler için arttı. 1994 ve 2001 krizlerini takiben milli gelirden pay edilen ücret oranlarındaki düşüş AKP hükümetinin iktidarda olduğu 2008 senesine kadar devam etti. 2008’deki nisbi yükselişe rağmen, ücret paylaşımı halen 2001 krizi öncesi seviyeye ulaşamamıştır. 2000 yılına kıyasla, 2011’de %1,4 oranında düşüktür ve 1991’deki seviyenin %9,6’lık bir oranla gerisindedir[4]. Ayrıca, 2006 ve 2011 yılları arasında tüm ücret gelirleri arasında en düşük %40 ve en yüksek %20 ücret oranları artış göstermesine karşın, %40’lık orta ücretlilerin gelirleri düşmüştür.

On yıllık AKP iktidarı döneminde Taşeron işçi sayısı üç kat artarak 1,5 milyon seviyesini aşmıştır. Bu süreçte sendikalaşma oranı OECD ülkeleri içinde en düşük- Doğu Avrupa, Meksika ve Kore’nin de altında bir oranla- %9,5’den %5,8’e gerilemiştir.[5] Neredeyse bine yakın çalışan iş kazalarında hayatını kaybetmiştir. İstanbul’da büyük bir fabrikada işyeri hekimliği yapan Dr. Ahmet Tellioğlu ‘fakirlik seviyesinin biraz üstünde olanlar veya asgari ücretin biraz üstünde ücret alanlar ya da başka bir deyişle kaybedecek bir şeyleri olan çalışan herhangi bir kişi, artık Türkiye’de kendini daha da güvensiz hissetmektedir’ dedi.

Enteresandır, bu muhafazakâr neo-liberal idare altında yeniden pay etme dinamiği Brezilya’da yükselen eğilimle benzerlikler taşımaktadır. Brezilya örneğinde, iktidarda olan ve AKP’nin aksine daha ilerici politikalar izleyen İşçi Partisi benzer şekilde asgari ücretlerin artış ve fakir ailelere çocuk yardımı gibi yoksullara yönelik iyileştirmeler yapmıştır. Ancak tüm bunlar mali disiplin ve sıkı maliye politikası gibi neo-liberal politikaları devam ettirme azminin yoksunluğu ya da yoksulluğun kaynaklarını kurutacak kentsel paylaşımın yapılamaması gibi durumlarla perçinlendi. Bu durum beraberinde sosyal hizmet, gelirler ve endüstri ve kamu çalışanlarını içine alan geniş bir çalışan kitlesinin çalışma koşullarında ciddi bir aşınmayı beraberinde getirerek, partinin çekirdek seçmen kitlesini de partiden uzaklaştırdı.

Neo-liberal vurgunculuk ve finans kaynaklı büyümeye dayalı bir kalkınma, sosyal uyum ve bölgesel yakınlaşma modeli olabilir mi? Hayır. Türkiye’nin, ani yükseliş ve düşüşlerin damgasını vurduğu yakın tarihine ve 1994, 2001 ve 2009 krizlerine bakacak olursak, bu model ne ekonomik olarak ne de toplumsal olarak sürdürülebilir. Yakın geçmişte yaşanan küresel krizde, Türkiye 2009 yılında diğer gelişen ekonomilerde yaşananlardan çok daha derin ekonomik durgunluklardan birini yaşadı. Türkiye’nin, ucuz iş gücü, spekülatif finansal kapital akışı ve yüksek ticaret açığına dayanan büyüme modeli, küresel bir durgunluk olmasa bile er ya da geç bir kriz yaşayacaktı. 2009’dan bu yana devam eden iyileşme süreci eskisi kadar hassastır. AKP’nin ekonomi politikalarında eksik olan gerçekten kalkınmayı hedefleyen endüstri politikalarıdır.

Şüphesiz, bu istihdamsız bir büyümedir. 2013 Mart ayı itibariyle (makale kaleme alınmadan açıklanan son TUİK verilerine göre) kentlerde işsizlik oranı (tarım dışı sektörlerde) kadınlar için %16,5 ve erkekler için %10,2 seviyesine yükselmiştir. Genç şehirli erkekler için işsizlik oranı %19,4 ve genç şehirli genç kadınlar (15-24 yaş aralığında) için bu oran %26,5 seviyesine yükselmektedir. Şehirlerde yaşayan genç erkeklerin %18,7’si, genç kadınlarınsa %30,2’si bir yıldan fazla bir süredir işsiz kalmıştır. Yüksek işsizlik oranlarıyla birlikte, şehirlerde kadın istihdam oranı %27,6 seviyesiyle sıra dışı bir şekilde düşüktür. Bu oran ucuz ve kamu yararını gözeten çocuk bakım hizmetlerinin yoksunluğu düşünüldüğünde sürpriz değildir. Başbakanın en az üç çocuk sahibi olunması yönündeki açıklamaları ve şehirlerde kadın istihdamı kalkınmış ülkelerde görülmemiş bir şekilde oldukça düşük seviyelerdeyken kadınların kürtaj ve doğum kontrolü haklarını hedef alan açıklamaları hükümetin kadın karşıtı politikalarına harika örneklerdir.

AKP bir süredir IMF’ye olan borcun son taksitini ödemekle övünüyor. Ancak son 10 yılda Türkiye uluslararası finans piyasasına ciddi miktarda borçlanmış ve özellikle özel sektörün dış borcu öngörülemeyen seviyelere ulaşmıştır (Yeldan, 2013b). Bu kırılgan bir modeldir… Özel sektör borçlularının iflası durumunda tüm bu sektörel kayıplar kamulaştırılır. Avrupa çevresi, Güney Amerika ve Doğu Asya’da daha önce yaşanan krizlere eklenebilecek güncel bir örnektir. Türkiye’deki bir sonraki düşüş ve kriz için söylenebilecek ‘ya olursa’ değil, ‘ne zaman olacak’ sorusudur ve buna karar verecek olan da uluslararası finans yatırımcılarıdır. Siyasi istikrarsızlığın artmasıyla gerçekleşen son yabancı sermaye çıkışları bu yönde sinyaller vermektedir. Ancak bir sonraki sermaye çıkışı ABD Merkez Bankası FED’in ekonominin iyileşmeye devam etmesi halinde, mali rahatlama programını kademeli olarak yavaşlatabileceği (piyasalara nakit arzı) açıklamasının ardından yaşanmıştır. 2008’den bu yana dünyanın en büyük merkez bankalarının agresif yayılmacı mali politikaları yüksek spekülatif dönüşler arz ederek, Türkiye gibi yükselen piyasalara sermaye akışını beraberinde getirmiştir. FED’in açıklamalarının uluslararası sermaye hareketleri üzerinde olumsuz etkileri dünya çapında benzer sonuçlar doğurmuş ancak özellikle Türkiye’de durum daha da zorlu olmuştur. Eş zamanlı olarak, hükümet protestoları uluslararası aktörler ve “faiz lobisinin” bir komplosu olarak nitelendirmiş ve hükümet için bardağı taşıran son damla olan yakın zamanlı sermaye hareketleri borsada özellikle yabancılar tarafından satılan hisselerin takibini hedefleyen resmi soruşturmaların başlamasına ön ayak olmuştur.

Maalesef, sermaye çıkışlarında etkili faizin sermaye hareketlerini yöneten reel faizle alakası yoktur bu ancak komplo söylemini desteklemek için ortaya atılmış ve bu sıra dışı toplumsal hareket üzerine şüpheleri çekmeyi amaçlamıştır. Neyse ki, bulaşıcı olan sadece uluslararası sermaye akışı değildir. Wall Street’ten Tunus, Türkiye ve Brezilya’ya kadar ayaklanan halklar dünyadaki sessiz çoğunlukların memnuniyetsizliğini dile getirerek umutsuzluğu önce öfkeye ve ardından umuda dönüştürdü. Deneyimleri tüm dünyada birlik duygusunu ateşledi. Önce bölgesel olarak başlayan bir domino etkisi yarattılar ama şu an geldikleri noktanın, bölge sınırlarını çoktan aştığına inanıyorum. Çok fazla ortak yönleri vardır.  Tüm bunlar gittikçe artan eşitsizlik, işsizlik, güvensizlik ve temel ihtiyaçların tedarikinim metalaştırılması kadar demokrasi, ifade ve kitlelerin temsilinin yoksunluğundan da kaynaklanan hareketlerdir. Gösterilerin genç aktörleri, kendilerinden önceki nesillere kıyasla, krizlerin –enerji krizi, iklim değişikliği, çevre krizi, gıda krizi- çok yönlü karakteri hususunda aydınlanmıştır. Öncesinde herhangi bir örgütlenme içine girmemiş genç kadın ve erkekler gösterilerde en ön sıralarda yer almıştır.  Bunun gençler arasındaki yüksek işsizlik oranı ve giderek artan güvensizliğin tavan yaptığı bir dönemde ortaya çıkması hiç şaşırtıcı değildir. Bu, geleceği konusunda endişe eden, çalışıyor olsa bile ancak kısa süreli iş sözleşmeleri olan ya da gayri resmi sektörde yarı zamanlı çalışmak zorunda kalan, çoğunlukla çok düşük ücretler alan ve eğitim düzeylerinin çok altında ve amaçlarıyla örtüşmeyen işlerde çalışan yeni bir nesil. Türkiye’nin isyanlarla dolu bir geçmişi var ancak Yunanistan, İspanya ya da Mısır’daki isyan görüntülerinin İstanbul, Ankara veya İzmir’de ilk kez bir ayağa kalkanların hafızasında, genç Türk insanlarının kolektif hafızasında, askeri darbe ve yönetici elit kesim nesilleri tarafından kalıcı olarak silinen, itibarı sarsılan ya da şeytanlaştırılmış Türkiye tarihinden çok daha büyük bir yer kaplıyor.  Bugün korkuyu yenmek ve isyan etmek bir gurur vesilesi. Sonrasında ne olursa olsun, tüm bu hareketler sosyal genlerimizi sonsuza dek değiştirmiştir.

Sıra size gelebilir…

Prof. Dr. Özlem Onaran, (University of Greenwich ) Türkiye Politika ve Araştırma Merkezi (AnalizTürkiye), Londra: Analiz Türkiye (http://researchturkey.org/?p=3717&lang=tr)

[Özel Haber] Akkuyu’da CHP protestosu: Nükleere karşı iseniz bunu parti programında belirtin

Mersin Nükleer Karşıtı Platform’un artık gelenekselleşen Hiroşima ve Nagasaki’ye atom bombasının atılmasının yıldönümünde Akkuyu’da gerçekleştirdiği nükleer karşıtı eyleme bu sene nükleer karşıtı aktivistler ile CHP Mersin milletvekilleri Ali Rıza Öztürk ve Vahap Seçer’in tartışması damgasını vurdu.

Büyükeceli Belediyesi önünden başlayan nükleer karşıtı yürüyüş sırasında CHP Mersin Milletvekili Ali Rıza Öztürk’ün yaptığı konuşmada kendisinin nükleer karşıtı olduğunu belirtmesi üzerine araya giren bir nükleer karşıtı aktivist, CHP’nin parti program metninde nükleer enerjinin desteklendiğini ifade ederek bu durumun çelişki yaratıp yaratmadığını sordu. Kendisinin partinin enerji politikalarından sorumlu milletvekili olduğunu söyleyen Öztürk’ün mecliste yaptığı konuşmalarında nükleer enerji karşıtlığını her fırsatta dile getirdiğini ve kendi konuşmalarına itibar edilmesi gerektiği belirtmesi üzerine nükleer karşıtı aktivistler, “Sadece Akkuyu’da mı karşısınız?” dediler.

Ali Rıza Öztürk’ten sonra CHP’nin nükleer enerji konusundaki tutumunu eleştiren nükleer karşıtı aktivistler ile CHP Mersin milletvekili Vahap Seçer konuşmaya başladı. CHP’ye en sert eleştirileri yönelten, gerek nükleer gerek termik gerekse de hes konusunda partinin tutumunu değiştirmesi gerektiğini söyleyen aktiviste, “Siz kimsiniz önce onu anlayalım” şeklinde yanıt veren Seçer, “vatandaşım ben” açıklamasını kabul etmeyerek, “Hayır, değilsiniz. Siz bizi bu şekilde eleştirerek AKP’nin değirmenine su taşıyorsunuz” diye konuştu.

Akkuyu'daki nükleer karşıtı yürüyüşe CHP'li milletvekilleri de katıldı

Seçer’in bu tartışmayı görüntüleyen Yılmaz Kilim’e, “Bir dakika çekmeyin, sohbet ediyoruz” demesi üzerine tartışma iyice alevlendi. Seçer’in AKP’nin vekili gibi davrandığını belirten aktivistler, basının görüntü almasına müdahale edilmemesi gerektiğini söylediler.

Yeşil Gazete olarak CHP milletvekilleri ile tartışan iki nükleer karşıtı aktivist ile Akkuyu’dan Mersin’e dönüş yolunda yaşanan tartışmayı konuştuk.

İkisi de Zonguldak Karaelmas Üniversitesi Makine Mühendisliği bölümünden olan Sinan Duman (25, son sınıf) ve Bengi Artuk (24, yeni mezun) Mersin’de yaşadıklarını, nükleer enerjinin yaratacağı tahribatı çok iyi bildikleri içinde Akkuyu’daki eyleme katıldıklarını belirttiler. Mersin Nükleer Karşıtı Platformun 1 aydır Akkuyu’da gerçekleştirdiği çadır kampın duyurusunu yeterli seviyede yapmamakla eleştiren Sinan Duman, “Ben kendi çabamla, araştırarak kamp yapılacağını öğrendim ama aslında olması gereken Mersin NKP’nin bu kamp ile ilgili gerekli duyuruları yapmak sureti ile bana ulaşmasıydı” şeklinde konuştu.

CHP’li vekiller ile eylem sırasında yaşadıkları tartışmayada değinen Duman

Sinan Duman ve Bengi Artuk ile eylem sırasında CHP'li vekiller ile yaşanan tartışmayı konuştuk

“Büyükeceli Belediyesinin önünden yürüyüşe başladık. Akkuyu Nükleer Santrali inşaatının bulunduğu bölgeye giden kavşağa geldiğimizde basın açıklaması okundu. Mersin NKP sözcüsü Sabahat Aslan’ın basın açıklamasından sonra NKP’nin oluşumlarının temsilcileri de konuştu, sonra da CHP milletvekilleri konuşmaya başladı. Bir milletvekilinin “Ben nükleer karşıtıyım” demesi üzerine kendimi tutamadım ve “Mecliste bulunun partilerin programlarını okudum CHP de, MHP de, AKP de nükleer enerjiyi desteklediklerini belirtmişler. Sizin bu açıklamanız çelişki yaratmıyor mu?” dedim

Milletvekilinin kim olduğunu bilmiyordum (Ali Rıza Öztürk) ama bana, “Programı boşver, konuşmalarımızı dinle” şeklinde yanıt verdi ve bizi kaale almayarak yanımızdan ayrıldı.

Daha sonra başka bir milletvekili (Vahap Seçer) yanımıza geldi. O daha makul bir kişi idi. “Parti programımızdaki çelişkinin farkındayız ama siz bizi eleştirerek AKP’nin değirmenine su taşıyorsunuz. Muahalefeti değil AKP’yi eleştirin” dedi” diye konuştu.

Tam bu noktada sözü Bengi Artuk aldı. Seçer’in bu sözü üzerine kendisini tutamadığını belirten Artuk, “Ben AKP’ye oy vermedim ve hiçbir zamanda vermeyi düşünmüyorum” diyerek Bunu milletvekili Vahap Seçer’e de söylediğini, eleştirilerinin doğal olarak oy verme ihtimali olan partilerden birisine yönelttiğini belirttiğini aktardı.

Hiroşima ve Nagasaki’nin yıldönümünde Akkuyu’da “Nükleere Hayır” eylemi

İkinci dünya savaşı sırasında ABD tarafından Japonya’nın Nagasaki ve Hiroşima şehirlerine peşpeşe atom bombası atılmasının yıldönümünde Akkuyu’da artık geleneksel hale gelen nükleer karşıtı yürüyüş eylemine 250’ye yakın aktivist katıldı.

CHP Mersin milletvekilleri Aytuğ Atıcı, Ali Rıza Öztürk ve Vahap Seçer’in de eşlik ettiği yürüyüş Büyükeceli Belediyesi önünden başladı. “Sermaye defol, Bu dünya bizim”, “Akkuyu uyuma, Çernobili’i unutma”, “Nükleere inat, Yaşasın hayat” sloganları ile Akkuyu Nükleer Santraline doğru giden kavşağa kadar yürüyen aktivistler burada Mersin NKP sözcüsü Sabahat Aslan’ın basın açıklamasının ardından yarım saatliğine Mersin – Alanya otoyolunu trafiğe kapatarak oturma eylemi yaptılar.

Nükleer karşıtı aktivistlerin eylemi oturma eyleminin ardından sona erdi.

Video ve Fotoğraflar: Yılmaz Kilim

Haber: Alper Tolga Akkuş

(Yeşil Gazete)

Yedirtmeyiz Recep’i – Kerem Altan

“İleri demokrasi”nin artık “çok ileri gittiği” ülkemizde, “sporu siyasete karıştırmamak” adına alınan yeni bir siyasi kararla, stadyumlarda ya da salonlarda maç izleyen taraftarlar, siyasi ve ideolojik anlamda kötü tezahüratlarda bulunurlarsa haklarında gerekli işlemler yapılacak.

“Gerekli işlemlerden” tam olarak ne kastedildiği bilinmediği gibi “siyasi ve ideolojik anlamda kötü tezahüratlardan” da ne kastedildiği şimdilik pek bilinmiyor. Hükümet yetkililerimizin ya da kısaca başbakanımızın hoşuna gitmeyen, sakıncalı bulduğu herhangi bir şey olabilir.

Mesela ilk aklıma gelenler, “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam” ya da “Direne direne kazanacağız” sloganları.

Bu sloganları sadece takımınıza destek vermek adına olsa dahi bağıramayacaksınız stadyumlarda ya da salonlarda.

Bağırırsanız hakkınızda gerekli işlemler yapılacak.

Nasıl Abdülhamit zamanında “burun ve yıldız” sözcüklerini kullananlar hain olarak görüldüyse, bu sözcükler sansürle yasaklandıysa, şimdi de “diren, mücadele, her yer” sözcüklerini kullananlar hain olarak görülüyor, bu yeni sözcükler yasaklanıyor.

Yasak sözcükler sadece bu kadarla kalmayacak tabii, belli ki liste gittikçe uzayacak.

Mesela “Recep”in de çok tehlikeli bir sözcük olduğunu düşünüyorum.

Diyelim ki tuttuğunuz takımda Recep diye bir oyuncu var ve o gün çok kötü oynuyor. Sıkıysa “Recep dışarı” diye bağırın bakalım. “Yedirtmeyiz ulan Recep’i” diye tepenize binerler, soluğu karakolda alırsınız.

Çünkü “ileri demokrasi”yi iliklerimize kadar hissettiğimiz bu ülkede siz artık tehlikelisiniz. Her an darbeye teşebbüs edebilir, her an dış mihraklarla iş birliğine girip hükümeti devirmeye çalışabilirsiniz. Sizin yeriniz stadyumlar değil, mümkünse hapishanelerdir.

Tabii hükümet yetkililerimiz böyle bir karar alırken, “sporun ruhuyla bağdaşmayan sloganlar” diye eklemeyi de ihmal etmiyor.

Şike skandalındaki tutumları ortadayken, atletizmde art arda patlayan doping skandallarına akıl almaz bir şekilde hala gözlerini yummaya devam ederken, bu süslü laflar dikta salatasına sos olmaktan başka bir anlam taşımıyor.

Onların “sporla”,  “ruhla” bir ilgisi yok çünkü, onların tek derdi başbakana laf gelmesin, hükümet protesto edilmesin, insanlar demokratik taleplerini hiçbir yerde, hiçbir şekilde dile getiremesin, bir kenarda oturup laf dinlesin.

Başbakan, Gezi Olayları’nın faturasını faiz lobisine, darbe lobisine, telekineziye, dış mihraklara, CNN’e, medyaya çıkartmaya devam edip asıl mesajı almamaya ve insanların üzerindeki baskıyı her geçen gün arttırmaya devam ettikçe o çok çekinilen protestolar başka bir yere taşınır.

Engellenemez.

İstediğiniz kadar duyum, istediğiniz kadar önlem alın önüne geçemezsiniz. İnsanları öldürseniz de, sustursanız da durduramazsınız. Bu ülkenin insanlarına bu şekilde davranmaya devam ederseniz o protestoları hiç ummadığınız bir yerde, sandıkta görürsünüz. Çünkü hiçbir toplum bu kadar baskıyı kaldıramaz, hiçbir toplum bir Başbakanın hayatlarının bu kadar içine girmesine izin veremez.

O yüzden bence sadece stadyumlarda değil fırsat bulunan her yerde “şahsi oynama Recep” diye bağırmaktan asla vazgeçilmemeli.

Başbakan hem kendi iyiliği hem de bu ülkenin iyiliği için bir an evvel insanların hayatından çıkmalı.

Eskiden askerlerin düştüğü hataya düşmeden sadece işini yapmalı. Gerçekten Başbakan olup hukukun ve oyunun kurallarına uymalı.

Yoksa futbolcunun “Recep” olanına bile aleyhte tezahürat yapılamayacak bir ülke haline gelen Türkiye, doktorların hasta olduğu bir tımarhaneye dönecek.

Kerem Altan – www.t24.com.tr

‘Peki ne yapmalıyız?’ konusu – Emre Ertegün

0

Bugünlerde yine genel ülke gündeminden, Gezi’den falan çok koptum. Dün, Gezi direnişinde aktif olan bir arkadaşıma şöyle yazdım:

‘bi yandan ne saçma di mi? hani bugünkü yazımın perspektifinden bakınca.. ne alaka, ne saçma sapan işler… yani olan biten çok saçma ve verdiğimiz tepkiler çok meşru elbette.
ama niye bunlarla uğraşıyoz la’

Öyle yani, ben şu sıralar -ve aslında Haziran ayını ayrı tutarsak son bir yıldır- enerjimi diğer kısma vermeyi tercih ediyorum; yani ‘Peki ne yapmalıyız?’a. Sürekli olarak karşıtlıklar ve itirazlar üzerinden gittiğimizde bir yere varamadığımızı düşünüyorum çünkü bir süredir. Ama yok, yanlış da anlaşılmasın, ben de uzun bir süre öyle ya da böyle o mücadelenin içindeydim, hala da tam olarak kopmuş sayılmam; yani yadsıyor değilim, hatta çok gerekli olduğunu da düşünüyorum. Ama bir yandan da düşlediğimiz dünyayı kurmak üzere adımlar atmamız gerekiyor galiba. Yani ya bir çeşit iş paylaşımı oluşmalı, ki oluşuyor, ve iki taraftan da çalışmalarımız sürmeli, ya da iç iş bölümü ile, zaten bu süreçte çoğunlukla evde zor tuttuğumuz %50’mizi mücadeleye ayırıp kalan %50 ile de kendimizi ve yaşamımızı değiştirmeye başlamamız yerinde olabilir. (yaşasın siyasi göndermeler)

Giremiyorum konuya, neresinden tutacağımı bir bilsem…

… … … …

Ya aslında söylenmedik şeyler söylemeyeceğim elbette. Bir kısım insan -ve kısmen ben de- uzun süredir bas bas bağırıyor zaten ‘uyanın!’ diye. Bunları tekrar özetlemekten fazlasını yap(a)mayacağım zaten. Bir de, bir zamanlar bu blogdaki bir yazımda da yazmıştım (1), en büyük sorunlardan biri de şu belki: Mesela okuyoruz bir yazıyı veya dinliyoruz birini veya içimizden bir şey, bir fikir dürtüyor bizi; heyecanlanıyoruz, acayip onaylayarak kafa sallıyoruz, ‘hıı hıı’ diyoruz, ‘hakkaten abi yaa’ diyoruz, ‘n’apıyoruz biz böyle yaa’ diyoruz; sonra 5 dakika sonra bunları unutup kaldığımız yerden devam ediyoruz. Şimdiki zaman kullandığıma bakmayın, ufaktan bu cümlelerin kiplerini geçmiş zaman’a çevirmek lazım galiba, zira hala devam eden ve anlaşılan kolay kolay sönümlenmeyecek olan ‘Haziran direnişi’ (bu söylemi de pek sevdim bu arada) sürecinde kafa salladığımız fikirler, uygulamalar hayatımıza sızmaya başladı artık. Dayanışma ruhunu, ‘bir’ olma hissiyatını içselleştirmeye başladık; kafamızı nereye çevirsek ‘armağan çemberi’ uygulamalarının vuku bulduğunu görüyoruz; -en azından bir kısmımız nihayet- AVM’lerle olan ilişkilerini kesti ya da ciddi sınırlar koydu; dahası genel olarak tüketici kimliğimizi ve tükettiklerimizi sorgulamaya başladık; armağan ekonomisi, paylaşım ekonomisi gibi kavramlar havada uçuşuyor, hepimiz ‘verme’nin güzelliğini gördük, bununla da kalmayıp ‘alma’yı, ‘isteyebilme’yi de deneyimliyoruz; ‘kendine yetme’ ilüzyonundan kurtulmamız an meselesi; hayatın güzelliğinin paylaşmakta ve topluluk olma bilincinde yattığını tam olarak idrak etmemiz de…

Bu ‘topluluk olma’ konusu ve dayanışma ağları çok mühim işte. Benim hayalim -tüm detayları netleştirmiş değilim elbette ama- Bolo Bolo (2)‘da anlatılan dünyaya yakın bayağı, birkaç yüz kişilik kabileler (bolo’lar) halinde yaşadığımız yönetimsiz bir sistemi inşa etmek. Bu hayali, ‘vizyon’ olarak bir kenara koyuyorum; o vizyona gitsin-gitmesin, birçok kişinin artık hemfikir olduğunu sandığım paylaşma, dayanışma, tüketmeme üzerinden gidince bile -elbette öyle bir isteğimiz varsa- bireysel çıkış yolunu bulabiliriz ya da bulma yönünde önemli adımlar atabiliriz.

Tam burada, kafamda 2 seçeneğin yanıp söndüğünü görüyorum ve bunları ayırmakta fayda var. Bir tanesi kırsalda oluşturacağımız, kendine yetme hedefi olan topluluklar oluşturmak. Bu çok meşakkatli, uzun soluklu, zorlu bir yolculuk. Dünyada başarılı bir şekilde işleyen birçok eko-köy (3) var; artık Türkiye’de de bu konuda gelecek vaat eden örnekler görmeye başladık. Çok yakın gelecekte iyi örgütlenmiş, kendine yeterlilik yolunda çok önemli aşamaları kat etmiş örnekleri göreceğimizden hiç şüphem yok; bunlardan birinde yer alacağımdan da öyle. Ama bu konuyla ilgili kafamdaki karmakarışık verileri, fikir ve hayalleri ayrı bir yazıda toparlamaya çalışırım belki bir ara.

Şu an içinse, daha bi’ şehir kafasına yönelik çıkış yolu arayışlarına destek olmaya çalışayım, istiyorum. Gerçi bunları böyle keskin bir şekilde ayırmak da doğru değil belki; birbiriyle o kadar da kopuk değil bu süreçler. (4) Neyse yazdıkça şekillenir…

Şuradan alıyorum. Son zamanlarda daha büyük bir kısmımızın hemfikir olduğu üzere ‘tüketim’ konusu mühim ve tükettiğimizin çok büyük bir kısmı ihtiyaçlarımızdan kaynaklanmıyor. Hatta bunun da ötesinde bizi mutlu da etmiyor. Daha fazla tüketim daha da fazla tüketme isteğini körüklüyor, ve bu döngüden kurtulamıyoruz. Daha fazla tükettikçe, tükettiklerimizin kıymetini de bilmiyoruz. Galiba en önemli ama bu yazının biraz kapsamı dışına çıkan kısmına gelince de, üretici-tüketici ilişkisi tamamen kopmuş durumda. Bu da, yediğimiz-içtiğimiz ürünlerin nasıl üretildiklerini, içlerindeki ilaçları, hormonları gözden kaçırmamıza; özellikle kıyafetlerimizin veya elektronik ürünlerin üretim süreçlerinde zehirlenen, kanser olan ve hatta hayatlarını kaybeden işçilerden, çöplüğe dönüştürülen nehirlerden, derelerden haberdar olmamamıza neden oluyor. Bu konu çok büyük ve hem benim bilgi sınırlarımı, hem de bir blog yazısının kapsamını aşar. (5) O yüzden burada bırakıyorum ama bütün bunları her zaman aklımızın köşesinde tutalım lütfen.

Evet tüketim konusu mühim. İhtiyaçlarımızı ve ihtiraslarımızı birbirinden ayırdığımızda, aslında yaşamın o kadar pahalı olmadığını da fark ediyoruz. Mesela bilen bilir, geçen sene bir grup insan Bayramiç’in Ahmetçeli köyünde bi kamp yaptık. (6) Orada yiyecek-içecek işini ortak alışverişle hallettik ve 3 öğün yemeğin yanı sıra bir sürü bisküvi-çikolata gibi gereksiz, sağlıksız ve pahalı ürünler de tüketmemize rağmen, günde kişi başı 7 TL (evet, yazı ile yedi türk lirası) harcadık. Evde yemek yediğimizde ve ambalajlı -ve kaçınılmaz olarak katkı maddeli- maddeleri mutfağımızdan çıkardığımızda hem daha ucuz, hem de daha sağlıklı besleniyoruz. Zaten o hazır çorbalar da neyin nesi; peki sarımsağı bile soyup doğrama/ezme zevkinden feragat edip hazır kesilmişini almalar; hadi bırakın onları, aynı markanın aynı peynirini aynı marketten hazır ambalajlısını alarak ortalama %50 daha fazla ödemeler…

Gıda harici tüketime verilen akıl almaz paralar hepten iç burkucu. Sürekli yenilediğimiz bilgisayarlarımız, laptoplarımız, tabletlerimiz, telefonlarımız… Gerçekten de hep yenisini almamıza gerek var mı yahu? Yani tabii ki yok da, soruyorum işte öylesine. Peki mesela niye hemen her birimizin en az 5 pantolonu, onlarca tişörtü, kazağı, gömleği var ki? Peki cinsiyetçilik gibi olmasın ama özellikle kadınların onlarca çift ayakkabılarının olması, onlarca da çanta… Neden her yıl gardrobumuza yeni bir şeyler katmaya çalışıyoruz ki? İddia ediyorum, çok küçük bir kısmımız hariç, orta gelirli ortalama bir yetişkinin şu anda dolabında olan kıyafetleri onu bir ömür boyu giydirir; itirazı olan var mı? ‘Peki ya moda?’ mı dediniz? Hıh!.. Demeyin abi bence, demeyin… Şimdi yukarıdaki iddiamda haklıysam, bir ömür boyu kıyafet harcamanız olmayacak demektir mesela, hadi çok az bir harcama koyalım yine. Ama gerçekten çok az… Teknolojiye verdiğimiz bir sürü gereksiz paranın detaylarına girmeyeceğim şimdi. Yazı çok uzadı ve daha söylemek istediklerim bitmedi.

Bu aralar ne mutlu ki çok yaygınlaşan paylaşım ekonomisine (7) de azıcık giriş yapıp bağlamak lazım artık. Artık neredeyse ihtiyacımız olan her şeyi başkalarından bedelsiz olarak bulduğumuz (freecycle, verrr, esyakutuphanesi vb.), zaman karşılığında hizmet değiş tokuşu yaptığımız (zumbara), yol arkadaşı bularak masrafları paylaştığımız (ucuzagidelim, ortakaraba vs.), gittiğimiz yerlerde ücretsiz konaklayabildiğimiz (couchsurfing vs.) gibi web siteleri, çok hızlı sirkülasyonu olan bebek kıyafetlerinin değiştirildiği facebook grupları (Bebekİmece vs.), Gezi direnişinden sonra daha da yaygınlaşan takas şenlikleri, hatta takasla da kalmayan, ihtiyacın olanı hiçbir şey getirmeden bile alabildiğin etkinlikler var.

Bütün bunları, yani gerek bir sürü harcamamızın aslında gerekli olmamasını ve gerçek ihtiyaçlarımızı karşılamamızın aslında o kadar da pahalı olmamasını, gerekse paylaşım ekonomisi örneklerini alt alta koyduğumuzda çok az para harcayarak yaşayabiliyoruz aslında. Mesela ben son dönemde bir adet akıllı telefon ve 512 gb.lık hard disk bile buldum dostlardan, varın siz düşünün. Yani aslında kişisel bağlantılarımız ve paylaşım ekonomisine yönelik web sitelerini kullanabiliyor olmamız çok önemli.  Bir de göçebe olarak, yani evsiz ve faturasız yaşamanın da avantajıyla, sanırım ayda ortalama 300 TL’den fazla harcamadığımı da paylaşmak istiyorum.

Uzadıkça uzuyor… Daha az tüketimin aynı zamanda bu kokuşmuş sistem için en büyük ve aslında tek tehdit olduğundan, dayanışma ile kuracağımız toplulukların bizim gerçek sigortamız olduğundan, yukarıda anlattığım gibi aslında çok da fazla paraya ihtiyacımız olmadığında şimdilik daha az, zamanla hiç çalışmadan yaşayabileceğimiz bir dünya kurabilme potansiyelimizden ve tahayyüllerden bahsetmedim bile.

Neyse bitsin şimdilik. ((: Zaten dipnotlar bile var bu sefer, akademikleşiyor muyum ne… ((:

(1) Bahsi geçen yazı http://icimdensohbetler.blogspot.com/2013/01/unutmak-ve-alsmak.html
(2) ‘Bolo bolo’ adlı kitap http://www.kaosyayinlari.com/index.php/bolo-bolo
(3) ‘Ekoköyler’ dahil olmak üzere Sinek Sekiz Yayınevinin tüm kitapları  http://sineksekiz.com/sineksekizkitaplari/
(4) Son zamanlarda okuduğum en keyifli röportajlardan biri, yukarıda yazmış olduğum ayrıma da değinilmiş   http://www.yesilgazete.org/blog/2013/07/19/durukan-dudu-politika-yapana-isin-gucun-yama-demem-komun-kurana-da-tek-basina-kurdun-da-ne-degisti-dedirtmem/
(5) Story of Stuff’ın videosu, izlemeyen kaldı mı ki? (20 dk.lık ve Türkçe altyazılısı 3 bölümden oluşan videonun ikinci ve üçüncü bölümlerine de açılan ekranın sağından ulaşabilirsiniz)  http://www.youtube.com/watch?v=_RoLW7Okkjw
(6) Bahsi geçen kamp günlerini merak edenlere http://gocebegunler.blogspot.com/2012/10/gezijam-pilot.html
(7) Türkiye’deki örneklerin başlıcalarını toplayan bir yazı http://blog.zumbara.com/turkiyeden-paylasim-ekonomisi-ornekleri/

 

 

Emre Ertegün

icimdensohbetler.blogspot.com/

Amsterdam Onur Yürüyüşü’ne de Gezi Direnişi damga vurdu

Bu sene 27 Temmuz-4 Ağustos tarihleri arasında düzenlenen Amsterdam LGBT Onur Haftası etkinliklerinin son gününde gerçekleşen Onur Yürüyüşü’ne de Gezi Direnişi damgasını vurdu.

Dünyada LGBT’lerin en özgür şekilde yaşadığı şehir kabul edilen Hollanda’nın Amsterdam şehrindeki Onur Haftası kendisini gezegendeki en eğlenceli ve en iyi onur haftası düzenleyen kent olarak lanse ediyor. Our haftası boyunca şehirde tüm haftasonuna yayılan partilere katılmak mümkün.

Onur Haftası 2013’ün son gününde gerçekleşen Onur Yürüyüşü’nde ise Gezi Direnişi vurgusu vardı. Kanalları ile ünlü Amsterdam’ın bir kanalının üzerindeki köprüden geçmekte olan LGBT bireyler ve onların mücadelesini destekleyenler köprünün korkulukları üzerine çıkarak, “Stop arresting Gezi protesters! Let them free now!” (Gezi direnişçilerini tutuklamaya bir son verin! Tutuklananları da derhal serbest bırakın!” pankartını açtılar.

(Yeşil Gazete)

Roger Waters İstanbul konserine; Ali İsmail, Mehmet, Ethem, Abdullah ve Mustafa ile birlikte çıktı

Roger Waters hayranları İTÜArena’yı doldurdu. Konser, Roger Waters’ın sahneye çıkıp efsanevi The Wall şarkısını söylemesi ve ‘duvar’ın yıkılmasıyla başladı.

Gezi olaylarında ölen 5 kişi Ali İsmail Korkmaz, Mehmet Ayvalıtaş, Ethem Sarısülük, Abdullah Cömert ve Mustafa Sarı’nın fotoğraflarının duvara yansıtıldığı konserde Waters yaşamını yitirenler için, “Şarkılarımı dünyadaki devlet terörü kurbanlarına adıyorum” diyerek konserine başladı.

Konser öncesi ise binlerce seyircinin, ‘Her yer Taksim, her yer direniş’ sloganı atması dikkat çekti. Dünyanın en büyük prodüksiyonu olarak kabul edilen The Wall turnesi kapsamında sahneye çıkan Roger Waters konseri öncesi İstanbul trafiğinde yoğunluk yaşandı.

Konser için Waters hayranları bilet gişelerinde yoğunluk oluşturdu. Sanatçı bu konserle birlikte İstanbul’da 2’nci kez konser vermiş oluyor.

Konser için İzmir’den gelen Waters hayranları, “Dün akşam saat 10 gibi yola çıktık, sabah 7 gibi buraya indik, biraz dinlendik. Öğlen 12 gibi buraya geldik bekliyoruz artık. Roger Waters’ı hiç izleme şansımız olmadı. 2006 yılında ilk defa geldiğini biliyorum. Şansıma denk gelmedi ama bu sefer bekliyorum.” diye konuştu.

İran’dan gelen bir hayranı ise, “Bu konser için İran’dan geldim. Daha önce hiç izlememiştim. Çok heyecanlıyım” dedi.

(Başka Haber, Twitter , T24)

Yüzümüzü ekolojiye döndük, güneş orada – Miraz Ruspi

Halk ‘Hasankeyf yok olmasın!’ derken talan sürüyor, ama mücadele devam ediyor. TOKİ, Ilısu Barajı suları altında bırakılması planlanan Hasankeyf’i Raman Dağı eteklerinde kurmaya hazırlanırken, yeni Hasankeyf’in ilk etabının tamamlandığı haberleri de yayıldı.  Jîn Ekolojik Yaşam Derneği talana dikkat çekmek için 12-16 Temmuz tarihleri arasında Hasankeyf’te bir permakültür atölyesi düzenlemişti. Aynı ekip ‘Yeni Bir Hayat İçin Pedalla’ sloganıyla 9-26 Ağustos tarihleri arasında Dersim’den Erbil’e bir bisiklet turu düzenleyecek. Katılımcılar yol boyunca kum ocakları, GDO’lu tohumlar, kimyasal ilaçlar, barajlar, petrol endüstrisi ve termik santrallerin çevreye verdiği zararlara tanıklık edecek, yolculuk Irak Kürdistan’ı Erbil’de son bulacak. Miraz Rûspî hem ne yapmak istediklerini hem de kollektifi anlatan bir mektup yazdı.

GÜNEŞ ORADA, TABİ RUHUMUZUN ASLI DA

Bu metni okurken içinde bulunduğunuz mekânı hatta elinizdeki gazeteyi unutun. Uçsuz bucaksız bir kumsalda oturduğunuzu hayal edin. Dalgaların size içinde mektup olan bir şişe taşıdığını düşünün.  Metnin bundan sonra ki kısmı da her kumsala gidişinizde aklınızın köşesinden geçen o gizemli mesaja sayın. Her ne kadar mektubumuz sular altında bırakılıp yok edilmek istenen Kadim kent Hasankeyf’e yazılıp şişelenmişse de bir tür ‘SOS’ sinyalinden ya da imdat! Çığlığından fazlasını ‘Başka türlü bir dünyaya yeni bir yol bulmayı’ amaçlamakta.

İşte o yolun izini sürenlerden biri  olarak üç ay önce farklı kentlerde ve ilçelerde oturan çatışmalardan yorulmuş politik söylemlerden bıkmış dünya insanlarıyla Hasankeyf’te bir araya geldim. Hararetli ve de aynı zamanda keyifli bir toplantı sonrası kurdu kuşu börtü böceği ekolojik canlılar diye kategorilendirmeyi insani bir hastalık olarak nitelendirdiğimizden yeni bir yaşam kurgusunun illaki bizi de çevreleyen ekoloji kavramıyla içermesi gerektiğine karar verip Eko-Jîn kolektifini kurduk.   İlk toplantıyla sağlığımızı hijyen sektöründen koruyup kapitalizme karşı üç-beş kalemcik mal olsun evimizde üretip kendi ekolojik oyuğumuzu oluşturmak adına doğal deterjan atölyesini aynı anda yaptık.  Toprağın havanın ve suyun insanlara sunduğu kapitalizm dışı sonsuz yaşam olanaklarını keşfetmeliydik.  12 temmuzda düzenleme kararı aldığımız Permakültür da kursu bu keşif yolculuğunun  parçasıydı.

Kolektifin ilk kararlarından biri Permakültür kursu düzenlemekti.  Bu kararın ardında iki önemli neden vardı. Birincisi; permakültür kavramını 1968’ de protesto mitingleri ve çatışmalardan sıkılıp düşlediği dünyayı kurmak için yeni bir yol arayışına giren Bill Mollison öğrencisi David Holmgrenle ile birlikte 1978’te yayınladığı ‘Permaculture One’ adlı kitabında duyurmuştu.  Permakültür ‘permanent (kalıcı sürdürülebilir + agriculture (tarım) kelimelerinden türetilmişse de zamanla içinde kendine yeterli, istikrarlı, adil yaşam üreten  ‘sürdürülebilir kültür’ anlayışına dönüştü. Permakültür öğretisi temelde doğayı gözlemleyerek model sistemler çıkarmayı hedefliyordu.  Permakültür kavram acısından yeni olsa da doğayı model alarak çözüm üretme felsefesi kadim toplukların sosyal ekolojik sistemlerinde her zaman vardı. Dicle vadisindeki devasa kayalara, dış saldırılara karşı korunmak ve yeryüzünün ısısını kullanmak için on bin üzerinde mağara oymuş,  kireç taşı üzerinde tarım yapmayı başarmış Hasankeyf ‘in halkları da doğa gözlemlerinden çözümler üreten halklardan biriydi. Eko-jîn olarak antik toplulukların yaşama becerilerini inceleyip kendi gözlemlerini ve deneyimleriyle harmanlayan, doğadan sistem model yaratma öğretisinin yüzyılımızdaki avatarının bilgilerine ihtiyacımız vardı.

Permakültür tekniklerini öğrenme isteğimizin ikinci nedeni  Mollison küresel protestolara katılmak yerine öğrencileriyle beraber kendine yeten toplum tasarımıyla uğraşısına yöneltilen eleştirilere  Küba’da 1992 yılında verdiği cevaptı.  Küba 1990 yılında Sovyetlerin dağılmasıyla en büyük Petrol ihracatçısını kaybetmişti. Ayrıca ABD sosyalist rejimin yıkılması için ambargoyu ağırlaştırmıştı. Küba’ya Petrol İhracatı durmuş, petrole dayalı sanayisi ve tarımı çökmüştü. Peso devülasyonlarla değer kaybına uğramış, ekonomi alt üst olmuştu.  Kıtlık kapıdaydı. Hükümet bu sıkıntılı dönemi atlatmak için yeni bir yol denedi. Yeni Zelanda’dan Küba’ya getirdiği permakültür eğitmenleri aracılığıyla sürdürülebilir tarım akademileri açtı.. Küba halkları permakültür teknikleriyle balkonlarda ve parklarda yiyecek üreterek açlıktan sosyalist rejimse çökmekten kurtuldu. Ekonomik krizi aşıldı. Katılımcı ekonomi güçlendi. Bugün Havana’nın Permakültür sayesinde gıda ihtiyacının yüzde seksenini kent tarımıyla karşılamasıydı.

Endüstriyel ülkeler birinci dünya savaşında nitrojen bazlı bombadan türettikleri gübrelerle toprağa saldırdılar. İkinci dünya savaşında ise sinir gazından ürettikleri böcek öldürücü ilaçlarla tüm dünyaya karşı yeşil devrim adını verdikleri büyük bir savaş başlattılar. Bilinen tüm canlı türlerini tehdit eden soykırımcı savaşı hızla üçüncü dünya ülkeleri diye isimlendirdikleri topraklara yayıyorlar. Özellikle yaşadığımız coğrafyada süregelen çatışmalar ve savaşlar yüzünden Büyük Okyanusta ki Paskalya adası sakinleri gibi ( Bakınız Paskalya adası halkı: kabileler arası çatışmalar ve inşa ettikleri dini heykeller için adanın ağaçlarını keserek su döngüsünü kesintiye uğratmış adanın ve de kendilerinin ekolojik felaketine neden olan halk.) toptan bir yok oluşa sürüklendiğimizin farkındayız. Bu farkındalıkla ağustos ayında yapacağımız Dersim’den Hewler’e bisiklet yolculuğunun tanıtım yazısında bir barış yapılacaksa bu barışın savaşlarla zarar verdiğimiz canlı ve cansız tüm doğayla yapıldığında anlam kazanacağını vurguladık. Doğanın milyonlarca yılda oluşturduğu sistemi doğanın yardımıyla korumak aynı zamanda adını tam olarak koyamadığımız başka türlü bir yaşamı inşa etmek istiyoruz.

Biliyorum aranızda hala hayali şişemizden kesinliği tartışılmaz bir çözüm önerisi ya da şifreli bir cevap bekleyenler var. Ne yazık ki yüzyılımızda ne şişelerin içine bana yardım edin diye notlar yazan Robinsonlar ne de şişeden çıktığı an tüm sorunlarımı çözecek cinler var. Sadece yeni yollar, yol arayışçılar var.  Permakültür bu yollardan biri.   Ya da  yerel tohum takası konusunda uzman olan Fatma Can ve Permakültür hocamız Emet Değirmenciyle birlikte deneyimlerimiz paylaşmak ve dayanışmak için konuk olduğumuz Şikefta köyünün üretmenin ve yaratmanın ne olduğunu iyi bilen muhtarın dediği gibi:

Köyümüz  sular altında kalmasın diye çok caba harcadık . Koca devlet baş etmek zor. Mücadeleyi bırakmamak gerekiyor ama belki bizi yenecekler bu zar zor yetiştirdiğimiz ağaçlar, ellerimizle inşa ettiğimiz evler sular altında kalacak. İşte o gün şu tepenin üzerinde yeniden toprağa sarılacağız. Bu köyden de güzel bir köy kuracağız. Diye bilme becerisini kazanmak.

Eko-Jîn Kollektifinden
Miraz Rûspî – Birgün

Sarkis Usta için Eulogy / Ağıt – Ercüment Gürçay


Sarkis Usta bundan dört yıl önce 3 Ağustos 2009 sabaha karşı saat 04:00′ de Kumkapı’ daki evinde hayata veda etmişti.

5 Ağustos’ da 94 yıllık ömrünün 50 yılını geçirdiği Kumkapı’ dan, Meryem Ana Kilisesi’ nden dostlarının, arkadaşlarının ve yoldaşlarının omuzlarında son yolculuğuna uğurlamıştık onu. Tam 4 yıl oldu. Ustanın bıraktığı yerden emaneti taşımaya çabalıyoruz… Ne mutlu bize.

Ragıp abi, Usta’ nın ölümü üzerine 4 Ağustos 2009’ da bir yazı yazmıştı: Sarkis Usta için Eulogy/ Ağıt. Ben de bu yazıya aynı başlıkla başladım. Ragıp abinin yazısını ekte ayrıca gönderiyorum. Bir de Veysi abinin yazısını…

Yeni hazırladığım bir videoyu da paylaşıyorum… Videoda kendi sesinden kısa yaşam öyküsü var. Ve bir de bir ayrılık türküsü… Bu ses kayıtlarını Mayıs 2012′ de Muammer Ketencoğlu ile birlikte Açık Radyo stüdyolarında yapmıştık…

Daha önce hazırladığım cenaze görüntülerinden kurguladığım bir videoyu da paylaşmak istiyorum. O videoda kullandığım müzikler Ermeni müziğinin babası da sayılan Kütahya’ da doğan ve Anadolu’ dan çok uzakta, Paris’ te hayata gözlerini kapayan bir başka Anadolu çocuğuna, Gomidas Vartabet‘ e ; ait…

Bir başka video da annesinden öğrendiği bir Türkçe türkü var. Tehcirde yaşananları anlatan bir türkü. Onu da sizlerle paylaşmak istiyorum. Umarım sizler de bunları dostlarınızla paylaşırsınız.

***

Sarkis Varbed (Usta), marangoz Sarkis, Sarkis Çerkezoğlu ya da Sarkis Çerkezyan… Yaşayan tarih, bir Anadolu bilgesi… Sıkı bir komünist, tam bir enternasyonalistti…Kendisini ilk kez tanıştığı birine anlatırken “Bir Anadolu Çocuğuyum” diye başlardı çoğu zaman söze. En güzel tanımı da bu olsa gerek…

Enternasyonalistti… Ailesinin ve Ermeni halkının yaşadığı onca sıkıntıya rağmen bir gün olsun Türk halkına dair en ufak bir serzenişte bulunduğuna şahit olmadım. “……Komünist oldum, iki halkın yararına olduğunu düşündüğüm şeyleri yaptım. Halklarımızın benzer acılar yaşamaması için uğraştık. Emeklerin boşa gitmediğini düşünüyorum.” diye yazar anılarında…

Usta Kürt halkının da ustasıydı. Ape Musa ile Yenikapı’ da ilk tanıştırıldıkları günü dün gibi hatırlıyorum. İki Anadolu bilgesi. Unutulmaz bir sohbet…

***

Ermeni tehciri sırasında 1916’ da Suriye’ de Cabul isimli bir Arap köyünde bir deve ahırında dünyaya gelmiş Usta. Bugün o topraklarda Kürtler özgürlükleri için mücadele veriyorlar… 1918′de ise baba memleketine, Konya-Karaman’a geri dönebilmişler.

Tarihin yaşayan bir tanığıydı. Cumhuriyetin ilanı, 2. Dünya Savaşı Yılları, Varlık Vergisi, Aşkale Sürgünü, 6-7 Eylül, Atatürk’ ün ölümü, askeri darbeler… En yakından gözlemledi olanları; içinden, en içinden hem de. Bizim tarihte okuduğumuz devrimlere-olaylara bizzat şahit oldu.

1965′te TİP’e girdi. Atılım Gazetesi’ni 4 yıl Gedikpaşa’ daki marangozhanesinde gizli saklı çıkardı. TKP’ nin 1970’ li yıllarda öne çıkan kadrolarının neredeyse birçoğunda ustanın emeği vardır. Ölene kadar da onlarla ve daha birçok insanla baba-oğul, baba-kız ilişkisi içinde yaşadı; biriktirdiği her şeyini, hayatını hesapsız-kitapsız paylaştı, hissetirmemeye çalışarak hepimize ölene kadar kol kanat gerdi.

Eşi Ağavni Mayrig/Kuyrig 2000 yılında aramızdan ayrıldığından beri, Usta Kumkapı’daki eski evinde küçük oğlu Ohannes ile birlikte yaşıyordu.

Ustamı 1985 yılında Kumkapı Halk Tüketim Kooperatif’ inde birlikte çalışırken yakından tanıma şansına sahip oldum ve dostluğumuz ölene kadar da aralıksız sürdü. Birçok insan gibi benim de hayatımda büyük izler bıraktı. O da babam gibi marangozdu; babam gibi inatçıydı. Bir Ermeni ile bir Arnavut’ un ilişkisi her zaman olaylara gebedir. Biz de bunu birkaç kez yaşadık. Sevgiyle yaşadık ama…Stalin konusunda pek anlaşamazdık. “İstalin” derdi Stalin’ e. O anlarda ustalığını hissetirirdi ufak ufak .

Usta “Dünya Hepimize Yeter” kitabında anlattı 90 yılını. Henüz okumamış arkadaşlarıma öneririm. Kitabı Ragıp Zarakolu ile birlikte yayına hazırlamıştık ve Belge Yayınları’ ndan yayınladı. Bugün kaçıncı baskısında bilemiyorum ama, herhalde binlerce insan bu kitapla birlikte bir halkın acılarını bizzat o acıları yaşayan bir ailenin gözünden bir kez daha okudular.

Usta Hrant abinin son yıllarında yapmaya çalıştığı şeyleri yıllar önce başarmış bir insandı: Halklar arasında köprü olmak; birbirlerini anlamalarını, görmelerini sağlamak…1915’ in 100. Yılına doğru giderken ilk ağızdan o dönemde yaşanan acıları, tanıklıkları; ayrıca Türkiye Komünist hareketinin tarihini ve daha birçok acı-tatlı olayı usta kalemiyle geride bırakarak ayrıldı bu dünyadan.

Bir Zamanlar Anadolu’ da (!) varlık içindeki babasının son yıllarındaki yoksulluğunu anlatırken gözleri dolardı:”…geçmişi anlatsam yalancı derler; bugünü anlatsam dilenci derler…” derdi.

“…Uzun bir hayat yaşadım, 91 yaşındayım. Birçok insanın anlatılanlardan öğrendiklerini ben yaşayarak gördüm. Kimseden, kulaktan dolma bir şey yok. Babamlar Tehcir ‘de Suriye’ye gitmiş. Ben orada doğmuşum. 1918′de yeniden Karaman’a geldiğimizde, koskoca bir banker olan babamın iki paket tütün alacak parası kalmamış. Annem bizi okutmak için İstanbul’a geldi babamı bırakıp. Temizliğe gitti, basamak sildi, ama olmadı. 7. sınıfta bıraktım okulu parasızlıktan. Sınıf birincisiydim… Konya Ereğli’ye geri döndük. Akrabamızın yanında marangozluğa başladım…91 yılda neler gördüm, neler… Her şey değişti ama iktidarlardaki İttihatçı kafa hiç değişmedi. Birinin bıraktığı yerden öbürü devam etti. ‘Güzel günler göreceğiz çocuklar’ demişti Nazım, ama o da o günleri göremeden gitti Moskova’da. Vaziyet böyle, ister ağla ister gül.”

Ölümünden birkaç sene önce Deniz Koçak ile ustanın hayatını anlatan bir belgesel hazırlamaya başladık. Hiç durmamacasına anlattı; yoldaşları, arkadaşları, dostları da kendi ustalarını anlattılar…Ekonomik olanaksızlıklar vs. nedenlerle bu belgeseli ne yazık ki izleyemedi Usta’ m. Ona izlettiremedik. Bu belgesel de (Yaşam Marangozu) tıpkı kitabı (Bu Dünya Hepimize Yeter) gibi ondan bizlere kalan hazine değerinde belgelerle-bilgilerle-anılarla yüklü. Yapabileceğimiz ilk şey onları genç kuşaklara okutmak-izletmek olsa gerek. Bunu yapabilirsek eğer, belki bu topraklarda gelecekte bir daha benzer acıların yaşanmasının önüne geçilebilir… Bir de bize bıraktığı insani değerleri geleceğe eksiksiz taşıyabilmek, bu biraz daha zor, ama mümkün.

Çok uzatmak istemiyorum, sözü Usta’ ya ve dostlarına bırakmak en doğrusu .

Ercüment Gürçay

1-  Video: Sarkis Usta İçin Eulogy/ Ağıt (1916-3 Ağustos 2009) http://youtu.be/ttRvP5lNS_M

2- Video: Sarkis Usta’ dan Bir Göç Türküsü (Mayıs 2002) http://youtu.be/m0EdDJ1GJgI

3- Video:  Sarkis Usta’ yı 5 Ağustos 2013′ de Son Yolculuğuna Uğurladık : http://youtu.be/U_d1frXjHtY

Sarkis Usta İçin- Veysi Sarısözen….docx
18K HTML olarak görüntüleTara ve indir

 

Sarkis Usta İçin Eulogy (Ağıt) RAgıp Zarakolu- 4 Ağustos 2009.docx
18K HTML olarak görüntüle Tara ve indir