Ana Sayfa Blog Sayfa 4147

Gülümseten “Sokak Köpekleri ve Kedileri” fotoğrafları

Her yıl Ekim ayının ilk haftası Dünya Vejetaryen haftası olarak kutlanıyor. Hafta içerisinde 1 Ekim Dünya Vejetaryenler Günü; 2 Ekim Dünya Çiftlik Hayvanları Günü; 4 Ekim’ de Dünya Hayvanlar Günü olarak kutlanıyor.

Koza Yönetim & Hayvan Hakları Federasyonu(HAYTAP) tarafından fotoğrafçılık ve hayvan sevgisini buluşturan “Sokak Köpekleri ve Kedileri” Fotoğraf Yarışması ödül töreni 27 Eylül’ de İstinye Park AVM’ de gerçekleştirildi. 5 Ekim’ e kadar sergilenecek olan fotoğraflar daha sonra talep halinde ve HAYTAP’ ın başvuruları üzerine diğer alışveriş merkezlerinde de sergilenecek.

Dereceye giren eserlerle hazırlanan ve tüm geliri sokak hayvanları yararına kullanılacak olan, 2014 yılı Duvar ve Masa Takvimleri Ekim ayından itibaren, www.haytapshop.com başta olmak üzere , D&R Mağazaları, Remzi Kitapevi, İnkılap Kitapevi, Nezih Kitapevi , Ankara’da Dost , İzmir’de Pan kitapevi vb. seçkin mağaza ve kitapevlerinde satışa sunulacak. Ayrıca Istanbul’ da Haytap Evine gidip bu birbirinden güzel fotoğrafların olduğu takvimi alabilir böylelikle hem sokak hayvanlarını sevindirmiş hem de 2014′ ü bu güzel fotoğraflarla takip etmiş olabilirsiniz.

Birincilik ödülü: Sebahattin Özveren

İkincillik ödülü: Alahattin Kanlıoğlu

Üçüncülük ödülü: İsmail Okur

Diğer fotoğraflara buradan ulaşabilirsiniz.

Haber: Zeliha Yıldırım

(haytap.org, Yeşil Gazete)

 

Hiç ferikler uçar mı?

Babamın orman mühendisi olması sebebiyle çocukluğumun bir kısmı Fatih Ormanı’nda geçti. Evimizin hemen alt kısmında başlayan orman göz alabildiğine uzardı. Zaman zaman elimle gözlerimi siper edip, yemyeşil ağaç denizine bakardım. Ağaçlar da sular gibi rüzgârda dalgalanır, içinde türlü canlılar barındırırdı. Geceleri yatağımın altından kötü kalpli bir kurdun çıkıp ayaklarımı yemesinden korkardım. Bu aslında mümkündü de; çünkü kışları uzaklardan kurt sesleri gelirdi ve çok aç kaldıklarında karınlarını evlerin önlerindeki çöp varillerinden doyururlardı.

Sonra çakal vardı, tilki vardı, gelincik vardı… Çiçek olan gelincik gibi nazlı ve güzel gözüktüğü halde arada gelip feriklerimi kapıp kaçardı. Babaannem anlattığı masallarda civcivin büyüğüne ferik derdi ve masallarda hep ferikler kazanırdı. Ben de feriklerimi gelincik kapmasın diye, uçurmaya çalışırdım. Çok çalışırlarsa bir gün uçabileceklerine inanırdım. İçlerde en çok Selçuk’u severdim, her gün antrenman yapardık. Kolumun altında ağacın üzerine çıkarıp, havaya atardım. Kanat çırparak yere inmesini hayranlıkla izlerdim. Her gün daha yüksek dallara çıkardık. Selçuk da daha uzaklara uçardı.

Küçük bir bahçem vardı. Domates ve taze soğan ekiliydi. Gün boyu oyun oynar, acıkınca da ekmeğin arasına bahçemden topladıklarımı katık yapıp yerdim. Dünyanın en güzel yemeğinden daha lezzetli gelirdi. Okula giderdim. Öğretmenimi, arkadaşlarımı bir de kitapları severdim. Bir de kıza âşık olmuştum ki, babamın tayini Adapazarı’na çıktı. Okulumla arkadaşlarımla vedalaştım, feriklerimi komşu amcaya emanet ettim, domateslerimi topladım, sevdiğim kızı kalbime gömdüm, yepyeni bir şehre gittim…

Sonra başka şehirler, başka okullar, başka arkadaşlar oldu. Hayat aktı gitti. Ben de büyüdüm, okullar bitirdim avukat oldum, baba oldum. Fatih Ormanı’nın etrafını gökdelenler sardı. Yapılan her inşaatla birlikte beton büyüdü, orman küçüldü. Kurtların, çakalların sesi duyulmaz oldu. Ormanın içine kaçabilenler kaçtı, kaçamayanlar karayollarında, çöplük kenarlarında telef oldu. Domatese soğana hormon karıştı eski tadını yitirdi. Pek çok şey eski güzelliğini ve anlamını yitirdi. Ben de çok şeyden vazgeçmek zorunda kaldım ama iki şeyden asla vazgeçmedim. Bir dostlarımı sevmekten ve onlara güvenmekten, bir de hayallerimin peşinden gitmekten vazgeçmedim.
Sevgili çocuklar, siz de dostlarınızdan ve hayallerinizden asla vazgeçmeyin. Bilin ki gerçek bir dostunuz varsa her şeyiniz var demektir. Ve bilin ki yalnızca hayal edenler başarabilir. Eğer gerçekten inanırsanız, gün gelir ferikler bile uçar.

Mehmet Fırat Pürselim

 

NOT: Bu yazı, Şeker Portakalı Derneği, Tülay Çakır Kütüphanesi 2013 – 2014 çalışma dönemi açılış etkiliği için kaleme alınmıştır. Siz de kütüphaneyi ziyaret etmek ya da kitap hediye etmek isterseniz, “Şeker Portakalı Eğitim Derneği, İlkyerleşim Mahallesi, 10. Cadde, 422. sokak No: 24, Batıkent Toplum Merkezi (İlkyerleşim Mahalle Muhtarlığı Üstü) Batıkent-ANKARA” adresini bir yerlere not ediniz.

Göbeklitepe: Dünyanın ilk tapınağı

Ahmet Yazman ile Urfa’da idik. Yazman, Dünyanın ilk tapınağı olarak kabul edilen ve ortaya çıkışıyla bir anlamda Dünya tarihini değiştiren Göbeklitepe hakkında üretilen ilk uzun metrajlı belgeselin yönetmeni. Kendisiyle Göbeklitepe hakkında söyleştik. Ben sordum, o cevapladı, buyrun siz de okuyun…

Göbeklitepe

Güneşin Aydemir: Merhaba Ahmet. Sen uzun bir süreden beri Anadolu sembolizmi ile ilgileniyorsun. Ve yine biliyoruz ki Göbeklitepe bu açıdan çok önemli bir yer. Peki sence Göbeklitepe nedir? Ne değildir?

Ahmet Yazman:Göbeklitepe günümüzden 12 bin yıl önce inşa edilmiş bir tapım merkezi. Alman Arkeoloji Enstitüsü tarafından 1996 yılından bu yana kazılıyor. Bulunuşuyla neolitik arkeoloji ve insanlık tarihi, kurgusunu gözden geçirmek durumunda kaldı. Tarihsel açıdan pekçok tahminimizi değiştiren bir milat oldu. Bildiğimiz anlamda insanlık tarihini yeniden anlamlandırmak açısından önemli bir buluntudur Göbeklitepe.

G.A.: Bu söylediğini biraz açabilir misin?

 

Ahmet Yazman Göbeklitepe'de

A.Y.: Bizim bildiğimiz tarihte insan önce avcı-derleyici bir düzene göre yaşıyordu ve inanç sistemi de şamanik düzende idi. Doğanın güçlerine dair bir bütünsellik inancı vardı. İnancını icra etmek veya pekiştirmek için yerleşik yapılara ihtiyaç duymuyordu. Ardından tohumu kültüre alarak tarımsal düzene geçti. Biz tapınakların bu dönemde inşa edildiğini düşünüyorduk. Yani yerleşliklikle birlikte din ve dolayısıyla tapınaklar ortaya çıkıyor. Oysa Göbeklitepe insanların göçebe, avcı-derleyici düzende yaşadıkları bir döneme denk geliyor. Göbeklitepe ile insanın ritüel gerçekleştirmek amacıyla yapı inşa ettiğini görüyoruz. Aslında bir yapılar kompleksi bu. Tapınak kelimesi aslında bilimsel olarak yanlış, çünkü bildiğimiz anlamda din o dönemde henüz daha yok. Ama burada kesinlikle bir ritüel gerçekleştiriliyor.

 

G.A.: Bildiğim ve gördüğüm kadarıyla burada belli şekilde biçimlendirilmiş taşlar ve sembolik anlatımlar da mevcut…

A.Y.: Evet. Göbeklitepe’deki yapılar 2000 yıla yayılan bir süre kullanılmış. Üstüste yapılmış ve en erken (12 bin yıl önce) ile en geç (10 bin yıl önce) evreleri birbirinden farklı. Bu farklılıklar hem sembolik anlatımların değişiminden hem de yapıların mimari düzeninden anlaşılıyor. Erken olanlar spiral ve yuvarlak şekilde iken, geç olanlar köşeli, dikdörtgen yapıda.Buradaki sembolik anlatımlar da çok önemli. Bundan önce mağaralarda bulunan sembollerden kat kat daha üstün bir sembolik anlatım sözkonusu Göbeklitepe’de. Soyut “H” ve “O” harflerine benzer semboller, güneş ve ay sembolleri, çeşitli hayvan sembolleri (akrep, yılan, turna kuşu, domuz, tilki gibi) var. Bu sembollerin anlamları, ne amaçla kullanıldıkları hala tam olarak çözülemedi, hala muamma. Bu nedenlerle Göbeklitepe sadece bir arkeolojik kazı alanı değildir, bir dünya kültür mirasıdır, bu henüz kabul edilmedi ama edilecektir.

G.A.: Sence Göbeklitepe buluntusu, insanlığın şu anki ihtiyaçlarına ne gibi çözümler içeriyor? Mesajı nedir Göbeklitepe’nin?

A.Y.: İnsanın ihtiyacı eğer evrendeki varoluşunu anlamlandırmaksa bu soruyu 12 bin yıl önce de birilerinin sorduğunu bilmek benim içimi rahatlatıyor. Yalnız değilim! Şu anda elimizdeki buluntular, aklımızdaki sorulara cevap vermek için yeterli değil. Göbeklitepe 96’danberi kazılıyor ve daha kazılacak çok alan var. Mesela heykeller var. Heykellerde her uzuv detaylı olarak var ama ağız yok. Özellikle yapılmamış. Neden? Bir içe dönüşten mi bahsediliyor, yoksa bir sır mı var? Bunu bilmiyoruz ve daha pek çok soru var böyle cevaplanmayı bekleyen. Göbeklitepe daha uzun süre önemini koruyacak anlayacağınız.

G.A.: Göbeklitepe tam olarak anlaşılmadı. Sizce buradaki sorular cevaplamada nasıl bir yaklaşım izlenmeli?

A.Y.: Bütüncül bir yaklaşım! Sadece arkeoloji ile anlaşılması mümkün değil. Kaldı ki arkeoloji bile kendi içinde pek çok alt disiplinin desteğini alıyor. Paleozoologlar, paleobotanikçiler, taş bilimciler gibi. Ama buna ek olarak kutsal metinler, dinler tarihi, arkeoastronomi, kutsal geometri gibi pozitif bilim dışındaki uzmanlık alanları ile de bağı kurulmalı Göbeklitepe’nin ve sembollerinin. Göbeklitepe’deki sırlar ancak böylesi bütüncül bir yaklaşımla tam olarak anlaşılacaktır.

G.A.: Senin Göbeklitepe ile ilgili düşüncelerin?

A.Y.: Ben 2006’dan bu yana Göbeklitepe ile ilgili araştırmalar yapıyorum. Benim hala anlayamadığım şey, bu plan kimin elindeydi, kim, nasıl yaptı? Örneğin bu yapıların bulunduğu yerin tabanları su geçirmez, özellikle öyle yapılmış, neden? Bu tapınağı yaparken ki temel amaç ve temel erk, itki, motivasyon ne idi? Bu planı ortaya çıkaran bir rahip, bir şaman her kimse, bu bilgi ona nereden geldi? Atalarından mı kaldı, nasıl iletildi? Ben bunu anlamaya çalışıyorum.

 

*Belgesel hakkında ayrıntılı bilgi almak isteyenler http://www.dunyaninilktapinagi.com/ adresini ziyaret edebilirler.

Bir tohumla başladı herşey

Bir tohumun toprağa düşmesiyle.

Ayrıntısıyla irdelersek pek çok bilimsel yanlış bulabilir ve bu cümleyi çürütebiliriz, lakin yeterince yakından bakarsak çok da yanlış sayılmaz bu cümlenin ifade ettikleri. Evrim teorileri veya pratikleri, evrim sürecini eleştiren / kabul etmeyenler ya da savunanlar için de bu gerçek değişmiyor aslında. Hatta sadece doğa bilimciler veya ziraatçiler için değil mutasavvıflar, sufiler, derin düşünce ehilleri için de tohum oldukça önemli bir sembolik olgu.

Belki yaşam suda başladı, bir çamurda ortaya çıktı, sonra çeşitlendi ve karaya seyir etti, ardından çeşitlendi ve havada uçar oldu, buna ben de inanıyorum. Ancak daha önemlisi benim için şu an nasıl devam ettiği.

Bir doğa parçasına seyre dalalım (en son ne zaman seyrettiniz uzun uzun?), ağaçlar, çalılar, bitkiler, otlar görürüz. Onların arasında dolaşan arılar, başka böcekler, örümcekler, kertenkelelere rastlarız.  Şansımız varsa, çeşit çeşit kuşlar, sincaplar, fareler, belki bir tilki, bir sansar, bir yaban domuzu belki bir karaca, belki bir tavşan da resme girecektir.

Hepsinin oluşu, gözle gördüğümüz hale gelene kadar geçirdiği evreler ve ilk ilk ilk hallerini düşünelim. Hepsi tek bir hücreden, o hücreyi dölleyen başka bir hücre ile birleşmesinden oluştu. Bu çeşitliliğin ana kaynağını bir nebze anlamaya, idrak etmeye başlarız böylelikle.

İster hayvan, ister bitki, isterse yaban hayatı veya evcilleştirilmiş hayvanlar olsun hepsinin özünde aslında bizden bağımsız işleyen mükemmel bir mekanizma yatar. O mekanizma olmasa kendimizin de olmayacağını hatırlayan bir hücremiz kalmıştır umut ediyorum bu aciz ve geçici bedenlerimizde.

Tohum sadece durgun bir yumurtayı dölleyen ve canlanmasına neden olan materyal değil aynı zamanda ortamlar arasında değişimi, kenar etkisini yaratan başlangıçtır da.

Yaşam tarlasına tohumlar düşer. Bir kısmı doğru yere düşer. Doğru şu demektir: yeterli ısı, yeterli gıda, yeterli su ve filizlenmek için hazır olmak. Bunlar birleşince tohum ortasından patlar. Bir kısmı aşağıya, toprağın derinliklerine, bir kısmı yukarı gökyüzüne doğru büyür. Toprağı deler, gün ışığına çıkar, büyümeye başlar. Büyüyüp serpilir, yapraklanır, gün gelir bir tomurcuk verir, tomurcuk uygun işareti aldığında çiçek olup açılır, bir arı gelip çiçeği koklarsa döllenir, meyveye dönüşür. Meyvenin içindeki çekirdek yeniden tohum olur. Bir başka benzerini yapmak üzere tekrar toprağa düşer.

Bu döngü yaşamın temel döngüsüdür. Yaşam döngülerin birleşiminden oluşur. Bu tamlıktır. Bu döngünün bir noktası eksildiğinde yada müdahale edildiğinde tamlık bozulur. Sadece bu küçük döngüye ilişkin tamlık değil, irili ufaklı birçok diğer döngüyle olan bağı da bozulur. Ve böylece çözülme başlar. Bu temel bir doğa kuralı.

Tohum, bitkiler aleminin üreme materyali olarak geçiyor literatürde. Bu yazının konusunu oluşturan tohumlar ise,  yediğimiz içtiğimiz, gıdamızı oluşturan bitki çeşitlerini üretmek için kullanılan tohumlar. Bir yanda binlerce yıldır (binlerce kelimesini çok anlamında kullanıyorum) çeşitlenen ve insanın damak tadına göre şekillenen bitkilerin tohumları var. Bu tohumları ekip biçen, kendine yeterli, yaşamın ona sunduklarına razı gelen, berketinin fazlasını paylaşan “çiftçi” var. Diğer tarafta üretkenliğine, tadına, şekline, görünüşüne müdahale edilmiş, doğanın hüküm sürdüğü değil kontrollü ortamlarda yetiştirilen tohumlar ve bu tohumları satın almaya zorlanan “üreticiler” var. İlk gruptaki tohumlar kimsenin değil, “herkesin”; ikinci gruptakiler “birilerinin” tohumları. İlk gruptakiler bereketi temsil ediyor, ikinci gruptakiler ise sefaleti…

Bu konuda söylenecek çok söz var lakin, siz anladınız gerisini…

Tohumlar İçin Özgürlük Eylemlerine katılın. Ayrıntılı bilgi için bkz: http://www.yesilgazete.org/blog/etiket/tohum-ve-gida-ozgurlugu-icin-eylem-gunleri/

Yerli tohumları korumak hepimizin ortak sorumluluğu ve emin olun her birimizin yapacağı pek çok şey var. Bilgi için http://yasasintohumlar.org/

Toplam özgürlük için Veganlık – Berk Efe Altınal

Geçtiğimiz günlerde Gezi Direnişini karalamak için yeni yollar bulmaya çalışan televizyon kanallarından bir tanesinde, eylemcilerin işgal sırasında kedi kanı içtiklerini ve kedi yediklerini iddia eden bir çocuğa yer verdiler. Videoyu izlediyseniz, programın sunucularının bile bu iddiayı aşırı bulduklarını yüzlerinden ve çocuğun konuşmalarını kısa kesmeye çalışmalarından anlayabilirsiniz. Zaten çocuğun bu iddiaları epey gülünç bulundu ve alay edildi.

Bu iddiaya inanmamamız, dünyanın bu coğrafyasında paylaştığımız bir inançtan kaynaklanıyor. Bu inanç, kedilerin ve köpeklerin evlerimizde bakabileceğimiz, “besleyebileceğimiz”, sevebileceğimiz hayvanlar olduğu inancı. Oysa dünya üzerinde bizimle bu inancı paylaşmayan pek çok insan var, onlar için kediler ve köpekler keyifli bir akşam yemeğinde sofraya sunulabilecek lezzetli bir yemeğin hammaddeleri. Tıpkı, bu coğrafyada çoğunluğun inekler, koyunlar, tavuklar ve balıklarla ilgili düşündüğü gibi…

Hayvanlar üzerine yaygın düşünceler büyük çelişkiler içeriyor ve bu çelişkiler temel olarak türcülük olarak adlandırılan ideolojiden kaynaklanıyor. Türcülük, tıpkı ırkçılık, cinsiyetçilik, heteronormativite gibi bir ayrımcı ideoloji ve bu ideoloji insan menfaatleri adına diğer hissedebilir canlıların köleleştirilmesini, sömürülmesini ve öldürülmesini kabul edilebilir olarak gösteriyor. Kimi hayvanların bedeni yiyecek olarak görülüyor, kimi hayvanlar hayvansal süt, yumurta ve bal üretme makinesi muamelesi görüyor, kimileri giyim sektörü için hammadde olarak kullanılırken, bazılarıysa deney laboratuvarlarında işkence görüyor.

Hayvanların etik statüsü hakkında toplumlarımız bir çelişki içerisinde ve bu çelişki milyarlarca hayvanın öldürülmesine ve tutsak edilmesine yol açıyor. İçinde bulunduğumuz hafta Dünya Vejetaryenler Günü ile başladı ve kimi yerlerde “Hayvanları Koruma Haftası” olarak da adlandırılıyor. Büyük marketlerden bir tanesi, bu haftaya özel olarak kedi ve köpek mamalarında indirim yaptığını duyururken, bu duyurunun hemen yanında “Kurban bizden alınır” diye bir ilan var. Biraz daha aşağıya baktığınızdaysa “Etoburları memnun etmesini iyi biliriz, kırmızı et ürünlerinde %20 indirim” yazıyor ve bütün bunların tek bir sayfada yer alması pek tuhaf görünmüyor.

Oysa bir kedinin, bir köpeğin taşıdığı etik değerle diğer hissedebilir canlıların taşıdığı etik değer arasında bir fark yok. Bir fark olduğu ön kabulü hiçbir dayanağı olmayan bir ayrımcı ideolojiden kaynaklanıyor.

Türcülüğün Üstesinden Gelmek

Yazının bu bölümünde gıda (hayvansal et, süt, yumurta, bal), giyim (kürk, deri vs.), deney ve eğlence (petshoplar, sirkler vs.) sektörlerindeki dayanılmaz koşullardan ve hayvanların bu sektörlerde çektikleri acıdan söz etmeyeceğim. Endüstriyel üretimde koşulların ne kadar kötü olduğuna dair bilgilere internette, kitaplarda ve pek çok belgeselde görüntülü olarak ulaşmanız mümkün.

Ne var ki, endüstriyel üretimdeki koşulların kötü olduğu bilgisi bugün hayvan refahçılığı olarak adlandırılan görüşün de dayanaklarından birisi. Hayvan refahçıları, bütün bu koşulları düzeltebileceğimizi ve hayvanları daha insani yollardan sömürebileceğimizi öne sürüyorlar. Bu sebeple “kafessiz yumurtalar”, “mutlu inekler” ve “acısız kesim” gibi bir dizi kavram hayvansal ürün raflarını doldurmaya başladı.

Endüstrinin hayvan sömürüsü sorununu büyüttüğü çok açık. Ancak hayvan sömürüsü endüstri ortaya çıkmadan önce de yeterince büyük bir sorundu. Endüstrinin geldiği korkutucu boyutu ortaya çıkaran düşüncenin tohumları endüstri öncesi hayvan sömürüsünde yatıyordu. Bu düşünce, hayvanların birer mülk oldukları düşüncesiydi; bu, hayvanların birer sahibi, değişim ve kullanım değeri olan varlıklar olduğunu, dolayısıyla bu varlıklara karşı herhangi bir etik sorumluluğumuz olamayacağını ima eden bir düşüncedir.

Bu yüzden, türcülüğün üstesinden gelmek için hayvan refahı politikalarına bakmak oldukça anlamsız. Bütün bu politikalar, insanların içleri rahat bir şekilde hayvanları sömürmeye devam etmelerini sağlamak üzerine kurulu.

Vejetaryenlik ise, hayvansal et ile diğer hayvansal ürünler arasında etik açıdan bir fark olduğu yanılgısı üzerine kurulu. Oysa, hayvansal et hayvanlara ne kadar zarar veriyorsa, diğer hayvansal ürünler de o kadar zarar veriyor -hatta kimi zaman çok daha fazla. Hayvanların bedenlerini yememek ancak vücutlarından faydalanmaya devam etmek onların birer mal oldukları düşüncesini yeniden dolaşıma sokmak anlamına geliyor.

Vejetaryenler, hayvanlara karşı etik sorumluluklarımız olduğunun farkında olan ve bu konuda bir adım atmış ve hayvansal et tüketiminden vazgeçmiş insanlardır. Ancak, eğer hayvanların içimiz rahat bir şekilde sömürebileceğimiz varlıklar değil, onlara karşı etik sorumluluklarımızın olduğu hissedebilir canlılar olduğunu düşünüyorsak, bu düşüncenin pratikteki tutarlı karşılığı vejetaryenlik değil, veganlıktır.

Veganlık, türcü ideolojinin dışına çıktığınızda ve hayvanları şu veya bu amaç için kullanılabilecek araçlar, mallar, mülkler olarak görmeye son verdiğinizde, bu düşüncenin sizi ulaştırdığı pratikleri ifade eder. Bu da, hayvansal et ve süt, yumurta, bal gibi hayvansal ürünleri tüketmemek, deri, yün, kürk gibi hayvansal malzemelerden elde edilmiş giyim eşyalarını kullanmamak, hayvan deneylerine karşı durmak, hayvanların birer eğlence malzemesi haline getirildiği sirkler gibi sektörlere karşı olmak, dilimizden türcü ifadeleri çıkarmak gibi faaliyetleri içerir.

Bu durum çok az insan için kişisel bir değişimden ibaret kalır. Pek çok vegan aynı zamanda hayvan özgürlüğü aktivistidir. Bu aktivizm, vegan düşünceyi yaymak için çalışma yapmaktan, mezbaha, petshop, sirk, deney laboratuvarı gibi sömürü mekanlarında gerçekleştirilen özgürleştirme eylemlerine kadar çeşitlilik gösterir. Kendi pratiklerimizden başlıyoruz ama dünyayı değiştirmek istiyoruz.

Veganlık Toplam Özgürlüktür

Yazının girişinde Gezi Parkından bahsetmiştim. Gezi Parkında kedi eti yenmediği ve kedi kanı içilmediği konusundan eminiz herhalde. Ancak bu Gezi Parkındaki köfte-ekmek stantlarını unutmamız gerektiği anlamına gelmiyor. Gezi’nin özgürlük ruhu hayvanlar için özgürlük anlamına gelmiyordu.

Bu yeni ve şaşırılacak bir durum değil. Özgürlük sloganlarını dillerinden düşürmeyen pek çok politik figür, parti, kitle örgütü için hayvan özgürlüğü bir mesele dahi değil. Hayvanlar güçsüz konumda ve tahakküm altında ve onları sömürürken ve sahip oldukları en temel hakları ellerinden alırken hiçbir sorun görmüyorlar. Bu sebeple, muhalefet halindeyken, iktidar karşısında güçsüzken ortaya attıkları özgürlükçü söylemleri hiç inandırıcı gelmiyor. Kimileri, bu tutarsızlığın farkında olmadıklarını düşünüyor, bence bu bir farkında olmama değil, güçlü konumda olmanın getirdiği rahatlıktan ibaret. Güç ilişkileri değiştiğinde, bu rahatlığın kimleri kapsayacağı sorusu önemli bir soru.

Gezi Parkı pek çok kişinin özgürlüklere bakışının genişlediği, birbirimizden öğrendiğimiz ve paylaştığımız bir süreçti. Taksim Komünü günleri boyunca parkta oluşturduğumuz Vegan Mutfak standında sömürü ve şiddet içermeyen yiyecekler dağıttık hem de standa gelenlere vegan düşüncesinden bahsettik. Pek çok kişi hayvanların etik statüsünü kabul etti ve vegan olmayı seçti.

Artık her zamankinden daha fazla insan, hayvanlara karşı etik sorumluklarımız olduğu düşüncesinin pratik sonucunun veganlık olduğunun farkında ve çok daha fazla sayıda vegan var. Hayvan özgürlüğü mücadelesi de sürüyor. Her Cumartesi saat 17.00’de Gezi Parkında Vegan Forumu toplanmaya devam ediyor ve hem hayvan özgürlüğü düşüncesinin diğer toplumsal mücadelelerle olan bağları ve felsefi arka planı üzerine konuşuyoruz hem de eylemler inşa ediyoruz.

Gezi Parkı Vegan Forumunu fb.com/DirenVegan ve twitter.com/DirenVegan adreslerinden takip edebilir ve elbette katılabiirsiniz.

Berk Efe Altınal

 

 

Apple, Iphone konusunda neden bu kadar dalavereci?

Britanyalı gazeteci George Monbiot’nun The Guardian’da yayınlanan yazısını, Yeşil Gazete gönüllü çevirmenlerinden Kahraman Şahin ve Bora Kabatepe‘nin çevirisiyle sunuyoruz.

***

Apple’ın yeni iPhone’ları piyasaya çıktığı için heyecanlı mısınız? Bir tane edinmeye mi karar verdiniz? Ne satın alacağınız hakkında bir fikriniz var mı? Eğer öyleyse, size sizden başka kimse yardımcı olmayacak, bunu bilesiniz. Bugüne kadar bizleri işinde usta, havalı ve duyarlı bir şirket olduğuna ikna etmeye çalışan Apple’a madenlerini nereden tedarik ettiği sorulduğunda, şirket bir anda kibirli,hantal ve sorumsuz bir hale bürünüyor.

Soru gayet açıktı: Apple, Bangka Adası’ndan kalay satın alıyor mu? Bu soru karşısındaki kıvranmaları gerçekten gülünç.

Küresel kalay üretiminin neredeyse yarısı elektronik ürünlerde lehim olarak kullanılıyor. Bu üretimin %30’a yakını Endonezya’da bulunan Bangka ve Belitung Adaları’ndan geliyor (1) ve bu adaların sahip oldukları zengin yağmur ormanı sistemleri, düzenlemeye tabii olmayan maden şirketlerinin sefahat alemi sonucunda kum ve asitli toprakaltından ibaret, soykırım sonrasına benzer bir manzaraya dönüşüyor (2). Kıyı sularında kullanılan kalay tarama dubaları ise mercanları, dev istiridyeleri, balık yataklarını, soyu tehlikede olan Napolyon balığını, mangrov ormanlarını ve kaplumbağaların üreme alanı olan kumsalları yok ediyor.

Çocuk işçiler korkunç şartlar altında çalıştırılıyor. Her hafta bir işçi bu madenlerde yaşanan kazalarda ölüyor. Temiz su yok oluyor, terk edilmiş maden alanlarında üreyen sivrisinekler yüzünden sıtma yayılıyor ve küçük çiftçiler topraklarından sürülüyorlar (3). Çağdaşlığın “erdem timsalleri” olan elektronik devleri, hammaddelerinin tedariği konusunda açıkça çağdışı olan yöntemlere dayanıyorlar.

Bu felaketi belgeleyen Friends of Earth ve örgütün Endonezya’daki yoldaşı Walhi, Bangka ve Belitung adasındaki kalay madenlerinin kapatılmasına uğraşmıyorlar: bu madenlerin başka bir şekilde iş bulamayacak insanlara iş sağladığının farkındalar. İstedikleri şey, madenlerin etkisini azaltan, insanları ve doğayı koruyan bir anlaşmanın ilk adımı olarak, buradan elde edilen kalayı kullanan şirketlerin şeffaflaşmaları. Şeffaflık yoksa sorumluluk da yok ve kimse sorumluluk almadığında durumun iyileşmesi adına bir umut da olmuyor.

Bu nedenle dünyanın en büyük akıllı telefon üreticilerine giderek, Bangka’dan çıkarılmış kalay kullanıp kullanmadıklarını sordular. Biri hariç tüm büyük firmalar itiraf etti. Samsung, Philips, Nokia, Sony, Blackberry, Motorola ve LG aracılar üzerinden bu adadan gelen kalayı kullandıklarını ya da kullanıyor olabileceklerini kabul ettiler ve sorunun çözününe yardımcı olacaklarını açıkladılar (4). Konuşmayı reddeden bir firma var.

Apple’ın CEO’su Tim Cook geçtiğimiz sene “tedarik zincirimizdeki operasyonların sorumluluğu alanında da tıpkı ürünlerimizde olduğu gibi yenilikçi olmak istiyoruz. Bu yüksek bir hedef. Daha şeffaf oldukça, tedarik zincirimiz kamusal alanda daha fazla göz önünde oluyor. Daha fazla göz önünde olduğunda da, diğer firmalar benzer şeyler yapmaya karar verebiliyorlar (5)”. Bu dedikleri, eğer Apple tam tersini yapıyor olmasaydı son derece yerinde sözler olmuş olurdu.

Friends of Earth’ün düzenlediği kampanya sayesinde bugüne kadar 25,000 kişi şirkete Endonezya’daki bu ekolojik felaket alanından elde edilmiş kalayı kullanıp kullanmadığını sordu (6). Gelen cevap kulaklarımızda yankılanıyor hala: “Size söyleyemiyoruz!”

 

Söz konusu madenin nereden geldiği sorulduğunda Apple anlaşılmaz ve kibirli bir kabalıkla bakıyor. Foto: Eduardo Barraza/Demotix/Corbis

 

Geçen hafta Apple’la konuşma girişiminde bulunduğumda, sanki kamyonetin arkasına doldurduğu televizyonları satan bir insanlar yapacağım türden bir röportaj olacak gibi hissettirdiler. Şirketin Kurumsal iletişim direktörü konuşmamızı kaydetmeme izin vermedi. Bunun kayıt dışı olmasında ve sadece bilgilendirme amaçlı olması konusunda ısrar etti ve bunun üzerine bana… hiç birşey anlatmadı. Tek yaptığı beni, benim hakkında soru sorduğum web sayfasına yönlendirmek oldu (7).

Bu sayfa, kafa karıştırıcı bir muğlaklıkla “Endonezya’daki Bangka Adası dünyanın önde gelen kalay üretim alanlarındandır. Bölgede gerçekleştirilen yasadışı madencilikle ilgili kaygıların artması üzerine Apple, daha yakından bilgi almak adına bir durum tesbit ziyareti gerçekleştirmiştir” (8). Eğer adadan gelen kalayı kullanmıyorsanız neden bir ziyaret gerçekleştiresiniz ki? Eğer kullanıyorsanız da bunu neden söylemiyorsunuz? Cevap gelmiyor.

Pazartesi direktöre başka sorularla gittim. Mart ayındaki bir yazımda, Apple’ı tedarik zincirini takip etmedeki başarısı ve tedarikçilerinin metal satın aldığı 211 dökümcüyü tesbit etmesinden dolayı övmüştüm (9). Ama Bangka’yla ilgili sorularıma verdikleri abuk sabuk cevaplar bu yapılanların aslında ne kadar işe yarar olduğunu sorgulatıyor. Apple bu listedeki 211 dökümcünün hiçbirinin adını veya tedarikçileri ile ilgili hiçbir detayı henüz paylaşmadı.

Ben de Kurumsal iletişim direktörüne listeyi görüp göremeyeceğimi ve bunun denetlenip denetlenmediğini sordum. Bir diğer deyişle, bu yapılanların şeffaflık adına samimi bir adım olduğuna inanmak için bir neden olup olmadığını (10)… Cevabı? Beni aynı rezil sayfaya yönlendirmek. Nasıl olduysa dördüncü okuyuşumda da ilk okuduğumda olduğu kadar işe yaramaz buldum.

Ben Apple’ın bu kaçak oyunu karşısında saçımı başımı yolarken, Fairphone Londra Tasarım Festivali’nde ilk telefonunu tanıtıyordu. Sadece etik bir akıllı telefon üretmek için değil aynı zamanda tedarik zincirlerine ve şirket stratejilerine yeni bir bakış getirmek için kurulan bu şirket Apple’ın olması gerektiği ama olmadığı herşeye benziyor (11). İlk telefonu Aralık’tan önce teslim edemeyecek olmasına rağmen şimdidedn 15.000 telefon satmış durumda, 21. yy teknolojisini 19. yy ahlakı ile satın almak istemeyen insanlara.

Kullanıcıların telefonlarını tamir etmelerine (Apple ürünlerinin tasarım aşamasında yapılmasına engel olunan bir özellik bu (12) ) destek olmayı amaçlayan Restart Projesi de aynı festivalde yer aldı. Kısaca diyorlar ki en etik telefon cebinizde duran ve kastılı kusurluluğuna rağmen tamir ederek ayakta tuttuğunuz telefondur (13).

Apple’ın çağdışı görünmesinin tek sebebi bu da değil. Geçtiğimiz hafta 59 örgüt, şirketlerin tedarik zincirlerinin sosyal ve çevresel etkilerini incelemesini ve bulgularını raporlamasını zorunlu kılan bir AB yasasının yürürlüğe konması için bir kampanya başlattılar (14). Bir şirket hissedarlarını ve müşterilerini bilgilendirmemek ve karanlıkta bırakmak konusunda nasıl özgür bırakılabilir? Neden bir şirketin yaptıklarının etkilerini neden o şirketin finansal başarısı kadar yakından bilmeyelim?

Apple 25.000 insanın sorularını cevaplandırana, Tim Cook’un vaadettiği ancak gerçekleştirmeyi başaramadığı şeffaflığı sağlayana kadar ürünlerini satın almayın. Yapmacık, sorumsuz ve açıkça saçmalayan bir firma tarafından üretilen bu ürünler çağdışılığın en somut örnekleri.

Kaynaklar

1. http://www.idhsustainabletrade.com/news/new-idh-tin-working-group-to-explore-how-to-improve-the-sustainability-issues-of-indonesian-tin-production

2 ve 3. Friends of the Earth, 2012. Mining for Smartphones: the true cost of tin. http://www.foe.co.uk/resource/reports/tin_mining.pdf

4. http://foe.co.uk/resource/press_releases/mobile_industry_bangka_31072013.html

5. http://www.businessweek.com/articles/2012-12-06/tim-cooks-freshman-year-the-apple-ceo-speaks

6. http://forum.foe.co.uk/campaignhubs/index.php?topic=1062.0

7. http://www.apple.com/supplierresponsibility/labor-and-human-rights.html

8. http://www.apple.com/supplierresponsibility/labor-and-human-rights.html

9. http://www.theguardian.com/commentisfree/2013/mar/11/search-smartphone-soaked-blood

10. See OECD, 2013. OECD Due Diligence Guidance for Responsible Supply Chains of Minerals from Conflict-Affected and High-Risk Areas: Second Edition. OECD Publishing. http://dx.doi.org/10.1787/9789264185050-en

11. http://www.fairphone.com/

12. http://www.ifixit.com/iPhone-Parts/iPhone-4-Liberation-Kit/IF182-019

13. http://therestartproject.org/

14. http://www.globalwitness.org/library/new-eu-law-could-help-stop-natural-resource-trade-fuelling-conflict

 

Yeşil Gazete için çeviren: Bora Kabatepe ve Kahraman Şahin

Yazının linki için tıklayınız.

(The Guardian, Yeşil Gazete)


 

Size gelecekteki hayatımı anlatıyorum!

Sevgili okurlar, size gelecekteki hayatımı anlatmaya karar verdim.

Bize ne senin gelecekteki hayatından diyebilirsiniz. Ama kabul edin ki fütürizm zevklidir. Benim şimdi yapacağım fütürizm çeşidi ise bayağı bilimsel. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) denen, 800’den fazla bilim insanınının bir araya gelmesiyle oluşan, dünyanın en prestijli bilim komitelerinden birinin geçen hafta yayınladığı 5. İklim Değişikliği Değerlendirme Raporu‘na dayanıyor.

İklim değişikliğiyle yakından ilgilenmeye başlayan, ya da daha az kibar bir şekilde söylersek kafayı iklim değişikliğine takan kişiler, ister istemez gelecek projeksiyonlarıyla birer kıyamet tellalı titizliğiyle ilgilenirler. Fazla sevilmememizin bir nedeni de budur. Aman yine geldiniz, sıcaklar kavuruyor, buzullar eriyor diye konuşmaya başlayacaksınız diye sizden kaçarlar. Ama korkunun ecele faydası yok. Hele kaçarken arabanızı kullanıyorsanız kaçınılmaz geleceği daha da yaklaştırıyorsunuz demektir.

Gelelim benim gelecekteki hayatımın iklimine…

IPCC’nin son raporunu temel alan Oxford Üniversitesi‘nden bilim insanları, Richard Millar tarafından modellenen ve Duncan Clark tarafından interaktif bir arayüz yazılan ürkütücü bir projeksiyon aracı tasarlamışlar. Doğum yılınızı giriyorsunuz, “go” diyorsunuz, gelecekteki hayatınızda, kaç yaşına geldiğinizde kaç derece sıcaklıkta yaşayacağınız gözlerinizin önünden film şeridi gibi akıyor.

Mecburen yaşımızı ortaya çıkacak ama, ben 1969 yılında doğdum. Modele 1969 tarihini giriyorum ve go diyorum.

Model bana önce endüstri devriminden bu yana sıcaklıkların ortalama 0,75 derece arttığını hatırlatıyor.

Yalnız işin fenası, bu artışın büyük kısmı ben doğduktan sonra olmuş. Ben doğduğumdan bu yana sıcaklıklar, sanayi öncesi dönemin ortalamasına göre yarım derece (0,5 C) artmış (maviyle taralı alan).

Model sağolsun benim teorik olarak 100 sene yaşayabileceğimi varsayıyor. Buna göre teorik ömrüm boyunca (yani 2070’e kadar) karbon emisyonlarının böyle devam ettiği varsayımıyla ve iklimin emisyonlara olan duyarlık cevabına göre değişik seçenekler göz önüne alınarak en az 2 derece ortalama sıcaklık artışını göreceğim kesin oluyor. (Bilmem 2 derecenin bilim insanları ve bütün uluslararası kuruluşlar tarafından “asla aşılmaması gereken üst sınır” olarak kabul edildiğini anımsatmama gerek var mı?)

Ama tabii bu alt sınır. Yani şansımız var da, iklim karbon emisyon artışından en az düzeyde etkilenecek ise, ölme eşeğim ölme… Açıkçası ben daha kötümser projeksiyonların gerçekleşebileceğinden korkmuyor değilim. Bu durumda 3-4 derece artışı görecekmişim! Model bana dünyanın on bin yıl önce son buzul çağından çıkması için 4 derece artışın yettiğini “kibarca” hatırlatıyor.

Diyeceksiniz ki, 100 yaşına kadar kim yaşayacak? Model onu da düşünmüş. Model benim 2034 gibi (65 yaşında) emekli olacağımı varsaymış. Ve diyor ki, çalışacağın yılların sonuna doğru sıcaklıklar en iyimser hesapla 1,2 en kötü ihtimalle 1,8 derece artmış olacak. Yani şu meşhur 2 dereceyi neredeyse 65 yaşına gelmeden görebilecekmişim. İnanın, iklim değişikliğine dair bütün kötümserliğime rağmen, ben bu kadarını beklemiyordum. Herhalde 2 dereceye gelmemiz en az 2050’yi bulur, o zaman de ben 80 yaşına gelmiş, bir bilen olmuş, “ben size demedim mi” diye söylenirim diye düşünüyordum. 65 yaş biraz erken.

Ve model diyor ki, emekliliğin boyunca da ısınma sürecek. Eğer bu arada karbon emisyonlarını ciddi biçimde azaltmadıysak, ama şansımız da yaver gitmişse, ömrümün sonuna doğru (ortalama olarak 90 yaşına yaklaşırken) 1,6 dereceyi göreceğim garanti. Yok eğer aynen bugünkü gibi fosil yakıtlarla atmosferi doldurmaya devam edip giderken, bir de iklimin sera gazlarına olan hassasiyetinin yüksek olacağı tutarsa ölmeden 3,1 dereceyi görebilirim! Ortalama 3 derece artışın ne anlama geldiğini anlatıp bu yazıyı iyice iç karartıcı yapmak istemiyorum. Belki başka sefere. Ama bugünkünden bile 2,3 derece sıcak bir dünyayı görmek ister miyim, bütün meraklı kişiliğime rağmen, emin  değilim.

Gördüğünüz gibi benim gibi bugün 44 yaşında olan, gençliğini ılıman bir iklimde geçirmiş şanslı biri için bile küresel ısınma yaşlılığında başına ciddi bela olacak bir meseleye dönüşmüş durumda.

Peki ya bugün doğan bir çocuk kaç dereceyi görecek sizce? Modeli hazırlayanlar onu da çizmiş. Eğer emisyonlar bugünkü gibi gider, önümüzdeki yıllarda arabalarımızdan, klimalarımızdan, uçaklardan, termik santrallardan, et yemekten vb. vazgeçmezsek, bugün doğan bir çocuk hayatının sonuna doğru (ortalama ömrün uzadığını da hesaba katmışlar) en iyimser tahminle 2,7 derece, en kötümser tahminle ise 6,3 derece ısınmayı görmüş olacak. Sanayi öncesine göre ortalama 6 derece daha sıcak bir dünyanın insanların yaşamasına elverişli olmadığını hepiniz biliyorsunuz tabii.

Gelecek kuşakları ise, bugünkü emisyonlar sürerse, 4-9,7 derece sıcaklık artışı bekliyor. Venüs sendromuna hoşgeldiniz!

Modeli hazırlayanlar IPCC’nin son raporuna göre iklim hassasiyetinin önceden tahmin edilenden biraz daha az olduğunu iyi haber olarak vermişler, ama bunun hesaplarda çok ufak bir fark yarattığını söylüyorlar.

Asıl “iyi haber” olarak da eğer hemen bugün, fosil yakıt kullanımını dıurdurmaya başlar ve emisyonları radikal biçimde kesersek, kritik 2 derece ısınmanın altında kalmamızın mümkün olduğunu hatırlatıyorlar.

Hala iklim değişikliğinin sizin için o kadar da önemli bir mesele olmadığını düşünüyor musunuz?

Eğer yaşıtsak, gelecekteki hayatınızın iklimi böyle olacak demektir. Eğer doğum tarihlerimiz farklıysa siz de kendi geleceğinizi görmek için buyrun bakalım.

(Yeşil Gazete)

Toplumsal Cinsiyet, LGBT ve Siyaset Çalıştayı

Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi hafta sonunda Toplumsal Cinsiyet, LGBT ve Siyaset Çalıştayı düzenliyor.

LGBT bireylerin eşit yurttaşlığı nasıl mümkün? Türkiye’de yeşil ve sol siyaset, LGBT’lerin eşitlik ve özgürlük mücadelesinin neresinde yer alıyor?… LGBT siyaseti bir kimlik siyaseti midir?… 20 yıldır mücadele eden ve Gezi ile birlikte bir sıçrama yaşayan LGBT hareketinin dününe ve geleceğine dair nasıl bakmalı?…. LGBT’lerin yerel yönetimlere dair talepleri nelerdir? LGBT hareketi yerel seçim sürecinde nasıl bir politika izleyebilir?…sorularına yanıt aranacak.

5 Ekim 2013 günü , Beyoğlu Yeşilev’de yapılacak çalıştay Türkiye’de LGBT hareketinin başlangıcından günümüze kadar içerisinde yer alan, Gezi direnişi boyunca mücadele veren, LGBT’lerin eşitliği ve özgürlüğü için kafa yoran aktivistlerin katılması bekleniyor.

Çalıştayın programı ve diğer ayrıntılar şöyle:

PROGRAM:

· 1. Oturum: 11.00-12.30

Katılım ve Tanınma Adaleti Bağlamında LGBT Siyaseti

Moderatör: Nil Mutluer

Konuşmacılar: Erdal Demirdağ, Yasemin Öz, Cihan Erdal

· 2. Oturum: 13.30-15.30

Gezi Öncesi ve Sonrası LGBT Hareketi

Moderatör: Sedef Çakmak

Konuşmacılar: Asya Özgür, Boysan Yakar, Murat Çekiç, Şule Ceylan

· 3. Oturum: 15.45-17.30

Yerel Seçimlerde LGBT Politikaları

Moderatör: Rozerin Seda Kip

Konuşmacılar: Volkan Yılmaz, Esmeray, Mehmet Tarhan

Tarih : 05 Ekim 2013

Yer : Yeşiller ve Sol Gelecek İstanbul İl Örgütü (Beyoğlu Yeşil Ev, Kâtip Mustafa Çelebi Mh. Tel Sk. No:28/4 Beyoğlu/İstanbul)

Mail [email protected]

Tel : 0546 244 33 73

3. köprüde Ankara savcısından hukuka aykırı karar

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’nin üçüncü köprü nedeniyle “yanlışlıkla” katledilen ağaçlarla ilgili olarak üç bakanlık aleyhine “görevi kötüye kullanma” gerekçesiyle yaptığı suç duyurusunu işleme koymamaya karar verdi.

Suç duyurusunun ayrıntılarını bu konuda yaptığımız önceki haberimizden öğrenebilirsiniz.

Partiye gönderilen karar yazısında gerekçe olarak “şikayet dilekçesinde tarif ve iddia edilen eylemlerin idari tasarruf kapsamında kaldığı ve bu tasarrufların durdurulması hususunda herhangi bir yargı kararı olmadığı” söyleniyor.

Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi adına davayı açan Av. Sennur Baybuğa, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın hukuka aykırı bir karar verdiğini ve karar tebliğ olunduktan sonra her türlü hukuki yola başvuracaklarını, ulusal ve uluslarüstü mahkemelerde bu kararın tartışmaya açılmasını hedeflediklerini söyledi. Baybuğa, savcılığın suç duyurusunda bahsolunan fiili, idari tasarrufun bir parçası olarak değerlendirmiş olduğunu gördüklerini, oysa şikayet konusunun idari karar ve izinler dışında yanlışlıkla kesildiği söylenen ağaçlarla ilgili olduğunu belirtti.

Üçüncü köprü için kesilen ağaçlar

Yeşil Gazete’nin sorularını yanıtlayan Baybuğa, dosyanın Ankara’ya gönderilmesinin ve nihai kararın oradan verilmesinin de yasal olmadığı  görüşünde. Zira suç duyurusunda her üç bakanlık, bakanlık imzacı ve yetkililerinin yanı sıra fiili gerçekleştiren tüm sorumlu ve imzacılar hakkında şikayette bulunulduğunu, soruşturma makamının öncelikle sanıkları tespit edip, memur sanıklar açısından dosyayı Ankara’ya bir kısım sanıklar için gönderebileceğini, bu haliyle verilen kararın ne gerçekle, ne de ceza kovuşturulması kuralları ile uyumlu olduğunu belirtti.

Yüzbinlerce ağaç yanlışlıkla mı kesildi?

Av. Sennur Baybuğa, yaptıkları suç duyurusunun gerekçesini şöyle özetliyor:

“İstanbul’da 3. boğaz köprüsü için yüz binlerce ağacın kesileceği ve Kuzey ormanları dediğimiz İstanbul’un kuzeyinde bulunan oksijen ve yaşam kaynaklarımızın tahrip ve yok edileceği herkesçe bilinen bir gerçek. Üç bakanlık (orman, çevre, ulaştırma) tarafından kontrol ve taltif olunan bu  ‘büyük’ ve kendilerinden başka kimsenin savunmadığı projenin yürütülmesi aşamasında kamuoyunda zaten tartışılan ve yüz binlerce ağacın acımasızca kesimine başlanan çalışmalarda, türlü sebeplerle, yol rotası içinde bulunmayan, diğer bir deyişle projenin yürütüldüğü alanda yer almayan büyükçe bir alanda yüz binlerce ağacın yanlışlıkla kesildiğine ilişkin Sarıyer Belediyesi’nin kamuoyuna açıkladığı bilgi herkesin malumu.

Biz haberi duyar duymaz Sarıyer Belediyesi’ni de arayarak bilgiyi doğrulattık ve gerçekten de bölgede binlerce ağacın, üzülerek söylüyoruz ki boş yere kesildiğini —buradan diğer ağaçların haklı  sebeple kesiliyor olduğunu düşündüğümüz sanılmasın- içimiz acıyarak öğrendik. Ne o bölgeden yol geçecekti, ne de o ağaçlar yerine geri konabilecekti. Doğanın talanı tam anlamı ile aymazca sürdürülüyor ve kimseden de özür dilenmediği gibi açıklama bile yapılmıyordu. Bunun üzerine İstanbul Cumhuriyet Savcılığı’na ihmal nedeni ile doğayı tahrip eden, çevreye zarar veren ve bunun için hiçbir hukuki dayanağı olmayan tüm sorumlular hakkında kovuşturma açılması talebiyle suç duyurusunda bulunduk.”

Dosyayı Ankara’ya göndermek hukuka uygun değil

Suç duyurusunun bir ceza kovuşturmasıyla ilgili olduğunu söyleyen Sennur Baybuğa, savcının haklarında suç duyurusunda bulunanların bir kısım sanıkların memur olmaları dolayısıyla Ankara’ya sorabileceğini, ancak dosyayı Ankara’ya göndermelerinin ve nihai kararı Ankara Savcılığına bırakmanın hukuka uygun olmadığını söylüyor:

“Burada sanık olarak her üç bakanlığın ihmali eylemde imzası bulunan tüm yetkililerini ve imza sahiplerini şikayet ettik. İstanbul Cumhuriyet Savcılığı dosyayı Ankara’ya gönderdi. Ceza kovuşturmasında yetkili yer suçun işlendiği mahaldir. Bakanlar açısından ya da memur sıfatları açısından izin almak anlamında dosya ile ilgili Ankara’ya soru sorulması normaldir, ancak soruşturmanın İstanbul’da devamı gerekirdi. Ankara savcısı ise, size ilettiğim kararı vermiş. Buradan kesinlikle fiilin hukuki ve cezai nitelendirilmesinde ciddi bir zafiyet bulunmakta.

Dikkat edersen savcı, kesilmesi öngörülen 2 milyona yakın ağaç olduğunu tüm bunların bir projenin parçası olduğunu, dolayısıyla davanın İdare Mahkemesi’nde açılması gerektiğini söyleyerek bize akıl veriyor. İdareye pas edilen kısım 3.Köprü çalışmasının  o projelendirilen kısmı ile ilgili ayrı bir hukuki süreçtir, buradaki meramımız itiraz ettiğimiz projenin bile vahşice çiğnenerek binlerce ağacın kesilmesine yol açan sorumluların eylemleri ile ilgilidir.”

Karar tamamen siyasi

Av. Baybuğa’ya göre Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın verdiği kararın da hukukta yeri yok:

“Savcı bir şikayette iki şey yapar: ya kovuşturmaya yer olmadığı kararı verir, takipsizlik deriz buna, ya da kovuşturma açar. Memurların işlediği suçlarda da idareden soruşturma açılması için izin ister. Burada verilen karar ise  tamamen siyasidir diye düşünüyorum. Memurin Muhakematı Hakkındaki Kanun’un en tartışmalı sonuçlarından biri olan  bu karar ve itiraza da  kapalı. İtiraza kapalı bir takdiri karar olması modern hukuk sisteminde kabul edilemez. Tüm yasal başvuru yollarını denemeye devam edeceğiz.”

Sosyal medyada davanın yanlış açıldığına dair yorumlar geldiğini söyleyen Baybuğa, konunun iyi anlaşılması gerektiğini, savcılığın yaptığı usul hataları anlaşılmadan yapılan bu tür yorumların yersiz olduğunu sözlerine ekliyor.

“Sanal alemin davanın yanlış açıldığı ile ilgili algısı çok tehlikeli, savcının yerine geçip meseleyi nötralize etmelerine izin vermemek gerekir. Savcı kovuşturma yapmadan sen davayı yanlış anlamışsın diyemez, bunun adı takipsizlik olurdu.”

Suç duyurusunu yapan Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi Eşsözcüsü Arif Ali Cangı ise Ankara savcısının kararını yorumlarken kararın baştan savma olduğunu belirtti:

“Kararın hiç bir hukuki yanı yok, başından savmak istemiş, Osmanlı’dan kalma ‘Memurin Muhakematı Hakkında Kanuni Muvakkat’tan daha geri bir maddeye dayanmış. Sanki ihbar imzasızmış, suç anlatılmamış, şüpheliler tarif edilmemiş gibi… Ülkemizde ne yazık ki böyledir, bir soruna el attığın zaman başka bir sorunla daha karşılaşırsın, burada da 3. Köprünün yaratacağı ekolojik tahribatı sorun edip başvuru yaptık, hak arama özgürlüğü eksikliği, etkili hukuk yolu eksiği ile karşılaştık.”

Konunun takipçisi olmayı sürdüreceğiz.

Haber: Ümit Şahin – Yeşil Gazete

Sera gazı salımlarının takibi


Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın 25 Nisan 2012 tarihinde yayımladığı yönetmelikle sera gazı salımlarının izlenmesine, doğrulanmasına ve raporlanmasına dair usul ve esaslar belirlenmektedir. Bu yönetmelik sadece çok büyük veya çok fazla sera gazı salan işletmelerin sera gazı salımlarını raporlama gereği üzerine kurgulanmıştır. Gerek Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi, gerekse de Kyoto Protokolü çerçevesinde her sene ülkemizde ne kadar sera gazı salındığını raporlamamız gerekmektedir. Bu yönetmelik de sera gazı salımlarının daha doğru raporlanabilmesi için öncelikle fazla salım yapan işletmelerin daha doğru bildirimde bulunmaları için çıkartılmıştır.

Bu yönetmeliğe göre raporlama sorumluluğu olan işletmeler Haziran 2014’e kadar Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na veri toplama ve veri işleme faaliyetlerinin ve bunların doğruluk kontrol sistemi de dahil olmak üzere izleme metodolojisinin detaylı, eksiksiz ve şeffaf olarak belgelenmesine dair bir izleme planı sunmak zorundalar. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ise bu izleme planlarını 2014 Aralık ayına kadar inceleyerek geri bildirecek, kesinleşen bu plan çerçevesinde işletmeler 1 Ocak 2015’ten itibaren sera gazı salımlarını raporlamaya başlayacaklardır. işletmelerin 2015 salım raporları Mart 2016’da bağımsız doğrulayıcı kuruluş tarafından onaylandıktan sonra Bakanlığa teslim edilecektir.

Ayrıca, resmi raporlama dönemi başlamadan önce pilot işletmelerde raporlama çalışması yapılacak ve bu raporlama çalışmasının çıktıları değerlendirilerek sistemde ayarlamalar yapılacaktır.

Ancak, ilk izleme planının sunulmasına sekiz ay kalmış olmasına karşın öncelikle pilot işletmelerden doldurmaları istenecek izleme planı formları daha hazırlanmamıştır. Bu formlar bugün hazır olacak olsalar doldurulmaları birkaç ay alacağından planlanan pilot çalışmasının gerçekleşme ihtimali bulunmamaktadır. Dolayısıyla da izleme planı formları büyük ihtimalle Mart 2014’de kullanılmaya başlanacaktır. Bu da izleme planının hazırlanması için işletmelere çok kısa süre vermektedir. Bunun anlamı ya pilot çalışma yapılmadan acilen gerçek raporlamaya geçilecek olması, ya da pilot çalışma yapılarak ilk raporlama döneminin 2015 yerine 2016 yılında başlamasıdır.

Bu yönetmelik Avrupa Birliği’nin sera gazı salım hakları ticaretini düzenleyen yönetmeliği ile büyük benzerlik taşımaktadır. Özellikle bizim yönetmeliğimiz sadece fazla sera gazı salan işletmelere dair olma noktasında AB yönetmeliğinden farklılaşıyor.

AB raporlama sistemi ile bizim raporlama sistemimiz arasındaki temel fark, AB sisteminin bir ödül-ceza planına dayanması, bizim sistemde ise sadece ceza bulunmasıdır. Yani, AB ülkelerinden şirketlere sene başında az bir sera gazı salma hakkı tanınmaktadır. Sene sonundaki raporlamayla eğer bu miktardan fazla saldılarsa fazla saldıkları miktar kadar ceza ödemek zorunda kalacaklar, tam tersi bu miktardan az saldılarsa az saldıkları miktar kadar ödül alabileceklerdir. Bu işletmelerin doğru beyanda bulunmaları için önemli bir güç sağlamaktadır. İşletmeler gerçekten az beyan edecek olurlarsa hem rakip işletmelerin hem de devletlerin sıkı takibi altında kalacaklardır. Tersine fazla beyan edecek olurlarsa da ceza ödeyecekleri için ciddi anlamda doğru bir beyanda bulunmaya gayret edeceklerdir.

Bizim sistemimiz ise sadece bir cezaya dayandığı için bu ceza mantıksal olarak işletmelerin salımlarını az bildirdikleri zaman uygulanabilir bir cezadır. Dolayısıyla da tam ve doğru hesaplama yapma zorluğuyla uğraşmak istemeyen veya hesap hatalarından dolayı ceza görmek istemeyen işletmeler sera gazı salımlarını olduğundan daha yüksek gösterme eğilimine girebilirler. Her ne kadar bizim sistemimiz hatalı bildirime ceza öngörüyor olsa da fazla bildirime ceza AB müktesebatında bulunmadığı için bizim hukuk sistemimiz içerisinde de uygulanması zor olabilir.