Ana Sayfa Blog Sayfa 4133

AKP totalitarizmi – Güven Gürkan Öztan

Totalitarizm tartışmaları II. Dünya Savaşını izleyen yıllarda siyaset bilimi literatüründe popülerlik kazandı zira dünya faşizm felaketini yaşamıştı. Soğuk Savaş ikliminde Batılı yazın Stalinizm’i de totaliter rejimlerin içinde mütalaa ediyordu. Faşizm ile Stalinizm gibi birbirine “düşman” iki ideolojiyi aynı başlık altında analiz etmek o dönemde epey eleştirildi. Ne de olsa iki ideolojinin üzerinde yükseldiği önkabuller birbirinden çok farklıydı.

Totalitarizm çalışanlar, bu farklara rağmen her iki ideolojinin de lider kültü çerçevesinde “mutlak bir hakikat” fikrinden yola çıktığını, bu amaçla toplumu bir örnek kılmak istediğini ve kamusal alan-özel alan ayrımını ortadan kaldırdığını vurguladı. Ortada devletin her şeye müdahale ettiği coğrafyalar ve tebaalaştırılan insanlar vardı.

Kamusal alan – özel alan ayrımı her ne kadar liberal teorinin kavramsal argümanı olsa da totaliter rejimlere karşı özel alanın savunulmasını öne çıkaranlar arasında liberaller kadar sol muhalif yazarlar da yer aldı. O günden bu yana totaliter eğilimleri eleştirmek ve toplum mühendisliği projelerine karşı çoğulculuğu ve demokrasiyi savunmak sadece bir erdem değil yaşamı savunmakla özdeş.

İttihatçılardan askeri darbelere

Türkiye’de devletin yaşamın tüm alanlarına müdahale etme konusundaki arzusunun yaklaşık yüzyıllık bir tarihi var. Modernleşmeyi ağırlıklı olarak devletin düzenleme ve denetleme kapasitesinin artmasıyla özdeş gören siyasal seçkinler kendi politik projeksiyonlarına uygun olarak toplum mühendisliği projelerine iltifat etti.

Toplum mühendisliği sadece kamusal alanın düzenlenmesi, endoktrinasyon faaliyetlerinin çeşitlenmesi ile gerçekleştirilebilecek bir hedef değildi zira özel alan toplum mühendisliği projelerine karşı direnç merkezleri olabilirdi; nitekim birçok örnekte de böyle oldu. İttihatçılar örneğin 1913’te ipleri tamamen ele geçirdikten sonra Türk milliyetçiliğini lokomotif kılan bir “mühendislik” işine girişti.

Yelpaze öylesine genişti ki uygulamalar okullardaki spor faaliyetlerinden ders kitaplarına, lokallerin kanuni statüsünden kıyımlar ve sürgünlere başvurarak Anadolu’nun Türkleştirilmesine kadar uzanıyordu. Cumhuriyet ilan edildikten sonra önemli bir kısmı İttihatçı gelenekten gelen siyasi-bürokratik elit toplum üzerinde “mühendislik” faaliyetlerine girişme işini sürdürdü. Yeni rejimin temel prensiplerinin öğretilmesi için tüm memleket kocaman bir okula çevrilmek istendi. Amaç ne de olsa “ulvi”ydi; memleketi muasırlaştırmak! Bu doğrultuda bir yandan ciddi bir kodifikasyon faaliyeti yürütüldü diğer yandan da kamusal alan-özel alan arasındaki ayrım silikleştirilmek istendi.

Kadınlar ve çocuklar bu sürecin nesneleştirilen varlıklarıydı. Ev içinde ne yeneceğinden hangi sporun yapılacağına, evin havalandırılmasından temizliğin nasıl yapılacağına kadar her şey detaylandırılıyordu. Ancak 1930’ların, 40’ların Türkiye’si “totaliter” olma araçlarına sahip değildi. Bir başka deyişle ortada “irade” vardı ama bunu gerçekleştirebilecek araçlar yoktu. Dolayısıyla rejim otoriter olmakla yetinmek zorunda kaldı!

Çok partili yaşama geçildikten sonra toplum mühendisliğine dair çabalar siyasal iktidarlardan çok askeri bürokrasiden geldi. 12 Eylül askeri darbesi bu çerçevede bahsi geçen çabaların doruk noktasıydı. Türkiye siyasetinin içindeki farklı aktörlerin elbette toplum mühendisliği hevesleri vardı. Örneğin Necip Fazıl’ın Türk sağını derinden etkileyen “kindar, dindar nesil” projesi bunlardan biriydi, ancak hiçbir iktidar tam anlamıyla böyle bir “proje”yi uygulayabilecek güce sahip olamadı. Ta ki bugüne kadar!  Bugünün dünyası devletlere sağladığı gözetleme-denetleme odaklı teknolojik olanaklarla (dijital fişleme, kayda alma, kitlesel dezenformasyon vb) postmodern çağın totalitarizmini mümkün kılıyor.

Muhafazakâr hassasiyet

Bugün AKP iktidarı salt otoriterleşen bir iktidar olmanın çoktan ötesine geçmiş durumda. Devletin tüm ikna ve zor araçlarını kullanarak kendi toplum mühendisliği projesini eksiksiz uygulamak isteyen bir hükümetle karşı karşıyayız. Erdoğan artık salt “karizmatik” bir lider değil; o büyük ölçüde totaliter rejimlerin insanüstü güçlerle donandığına inanılan/kendini de öyle gören “önderlerini” andırıyor. Hiçbir eleştiriye tahammül edemeyen, tek adam olarak hareket eden, siyasi kadroların elinden inisiyatifi tamamen alan bir postmodern çağ hükümdarı. Mülki amirler ise başbakan’ın emirlerini harfi harfine yerine getirmekle mükellef memurlara dönüştürülmüş durumda.

Başbakanın her şeyi bizzat kendi yönetmek istemesiyle onların bu denli yetkisizleştirilmesi arasındaki sıkı ilişki sadece basit bir görev paylaşımı sorunu değil totaliter bir yönetim zihniyeti. Partinin “ağır topları” ise Erdoğan’ın duruşuna göre kendini onun rüzgârına bırakmış birer figüran olmuş durumda. Emniyet kuvvetleri, örneklerine ancak baskı rejimlerde görebileceğimiz şekilde ordulaştı; hakkını arayanlara ayrım gözetmeden doğrudan “düşman” muamelesi yapıyor.

“Muhafazakâr hassasiyetimiz” diyerek yasak koyan iktidarın polisi çıplak arama yapıyor, kadın eylemcileri taciz ediyor. Başbakan’ı ve AKP’yi totaliter rejim heveslisi kılan yalnızca bunlar da değil. AKP gerçeklik ile bağları koparıp bir yandan kifayetsiz bir “demokrasi paketi” açıklarken diğer yandan memleketin Suriye sınırına utanç duvarı inşa ediyor; türban meselesini “çözerken” okul yemekhanelerini ayırıyor, yasakçı bir mantıkla öğrenci yurtlarına el atıyor. Yönetsel her aksaklığın arkasında ise uluslararası bir komplo arıyor. Hal böyleyken iktidarın eteklerinde güce tapan bir kitlede AKP’nin yarattığı sanal “gerçeklik” içinde “görev bilinci” ile düşünme ve sorgulama yetisinden yoksun, reaksiyoner tutumlar gözlemleniyor.

Başbakan kendi “hakikati”ni dayatıyor; bu amaçla yaşamın tüm alanlarını tamamen devlet müdahalesine tabi kılma stratejisini izliyor. Özgürlükleri sadece kendi inancını paylaşanların özgürlüklerine indirgeyen iktidar, “kimsenin yaşamına müdahale etmiyoruz” derken adım adım özel alanı da kuşatıyor. Özgürlükleri tırpanlayan müdahaleler önce kamusal alanda başladı malum.

Alkol yasağı gibi “kamu düzeni”ni sağlamak için yapıldığı iddia edilen düzenlemeler ilk aşamayı oluşturdu ve ardından özel alana doğrudan müdahale etmeye yönelik açıklamalar geldi. Kadınlar ve gençler, tarihte şahit olduğumuz üzere bu totaliter heveslerin gözünü diktiği grubu oluşturdu, oluşturuyor. Kadınları ve gençleri “koruma” adı altında bireysel özgürlük alanları ve kendini gerçekleştirme olanakları tahrip ediliyor. Tepkiler nedeniyle daha önce geri çekilen zina yasası, kürtaj yasağı, stüdyo daireleri ortadan kaldırmak için düzenleme yapılması hep aynı zihniyetin parçası. Artık öyle bir aşamadayız ki Başbakan doğrudan hanenin içine karışıyor. Tıpkı bir zamanlar Nazi Almanya’sında olduğu gibi özel alanı da yasa ve yönetmeliklerle vesayet altına almak ve bunu da mülki amirler ve kolluk kuvvetleriyle gerçekleştirmek niyetinde.

Başbakan’ın evlerde kalan tüm kadın ve erkek üniversite öğrencilerini hedef gösteren korkunç sözleri onun aklını kaybettiğine ya da sadece tabanını sıkılaştırmak için “ahlak bekçiliğine” soyunduğuna değil nasıl bir hükmetme mantığına sahip olduğuna dalalet. Tüm bu yaşanalar totalitarizm hevesindeki kadroların hayatımızın en küçük köşelerine kadar müdahale etme isteğinin bir sonucudur.

Özel alanımızdaki dokunulmazlık ve özgürlük doğası gereği özel alanda savunulamaz; kamusal alanda kolektif bir şekilde eyleyerek ve mücadele ederek müdafaa edilir. Ağacıma dokunma, bedenime dokunma, yaşamına dokunma diyen Gezi ruhu tam da bunun mücadelesidir. Haziran direnişini böylesine çok özneli ve güçlü kılan iktidarın toplum mühendisliği projesine ve dayatmalarına karşı durma iradesidir. İktidarın tependen inme bir üslupla had bildirme, siyasetsizleştirme, kitleyi korkutarak pasifleştirme taktiğinin etkisiz kılınmasıdır. Mizah ve yaratıcı eylem ile totaliter “ciddiyetin” homojenleştirme operasyonunun yok edilmesidir. Başbakan başta olmak üzere muktedirleri bu kadar korkutan da çoğulculuğun bu dönüştürücü ve devrimci gücüdür.

Vatandaşı muhbirleştiren, mülki amiri bekçileştiren, polisi ise iyiden iyiye ordulaştıran bir iktidar temel özgürlüklere verdiği zararla çoktandır demokratik meşruiyetini tamamen kaybetme yoluna girdi. Bugün sesimizi yükseltmezsek postmodern çağın duvarsız toplama kamplarında hapis kalacağız. Kurtuluş yolunda tek dayanağımız Gezi ruhu ve bizlere verdiği ilham.

Güven Gürkan Öztan- www.bianet.org

Dünyanın en yoğun ikinci trafiği İstanbul’da

Dünya gazetesinde yayınlanan bir habere göre TomTom adlı navigasyon şirketi , İstanbul’un dünyanın en yoğun trafiğine sahip ikinci kenti olduğunu açıkladı.

TomTom’un 2013 yılının ikinci çeyreği için yayımladığı Trafik Sıkışıklığı Endeksi’nde, yüzde 67 ile Rusya’nın başkenti Moskova birinci olurken İstanbul, yüzde 65 ile ikinci sırada yer aldı.

İstanbul’da 13 Haziran Perşembe günü, 2013’ün ikinci çeyreğinde trafiğin en kötü olduğu gün olarak kayıtlara geçti.

Trafiğin pazartesi sabahları ve cuma akşamları en yoğun saatlerini yaşadığı İstanbul’da kent sakinleri, normalde 1 saatlik mesafeyi trafik sıkışıklığı yüzünden ortalama 2 saat 4 dakikada alabiliyor.

Endekse göre, trafiğin en kalabalık olduğu ilk 10 kenti ve ortalama tıkanıklık oranları şöyle sıralanıyor:

Moskova (yüzde 65), İstanbul (yüzde 57),  Rio de Janeiro (yüzde 50), Varşova (yüzde 44), Palermo (yüzde 40),  Marseille (yüzde 40), Sao Paulo (yüzde 39), Roma (yüzde 36), Paris (yüzde 36),  Stockholm (yüzde 36)”

“Geleneksel yöntemler, artık işe yaramıyor”

Şirketin Üst Yöneticisi Harold Goddijn, durgunluktan çıkan ekonomilerde trafik sıkışıklığının arttığına işaret etti.

Yeni yollar inşa etmek ve var olanları genişletmek gibi geleneksel yöntemlerin artık trafik sorunu çözmekte işe yaramadığını vurgulayan Goddijn, trafik sorununun çözülebilmesi için küresel düzeyde değişiklikler yapılması gerektiğini söyledi.

Endekse göre, dünya genelinde sürücüler, trafik sıkışıklığı nedeniyle her yıl 8 iş gününü yollarda geçiriyor.

Amsterdam’da 1991 yılında kurulan TomTom’un yayımladığı Trafik Endeksi, 6 kıtada 169 kentteki trafik sıkışıklığını, trafiğin rahat olduğu saatler ile en sıkışık olduğu saatleri karşılaştırarak analiz ediyor. 3 bin 500’den fazla çalışanıyla ürünlerini 40’ı aşkın ülkede satan TomTom, endeksini başkentlerin yanı sıra nüfusu 800 binin üzerinde olan kentlerdeki trafik verilerini değerlendirerek hazırlıyor. Endeks, trafikteki araçlardan gelen gerçek seyahat süresi verilerine dayanıyor. TomTom’un trafik veritabanı, 6 trilyon veri ölçümünü içeriyor.

 

www.dunya.com

Yeşil/Sol gençler: Vallahi çok sıkıldık

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın toplumun ahlak bekçiliğine soyunması toplumun değişik kesimlerinden tepki çekmeye devam ediyor. Yeşiller ve Sol Gelecek Parti’li gençler bir açıklama yaparak Erdoğan’ı özgürlük alanlarını kısıtlamak yerine esas sorumluluklarını yerine getirmeye çağırdı.

Yeşil Sol  gençlerin açıklaması şöyle:

 

Başbakanı bir sabah uyandığımızda kanepemizde bulur muyuz?

Kabus gibi değil mi?

Başbakan Erdoğan, üniversite öğrencilerinin kızlı-erkekli aynı evde kalmasının uygun olmayacağını ve buna müdahale edilmesi gerektiğini belirtti. Ahlak bekçiliğini esaslı vazifelerinden saymış Başbakan’ın açıklamasına destek veren Arınç da “bu durumlarda çoğu zaman kaybeden kızlar oluyor” dedi. Çoğu zaman kaybedenlerin “kızlar” olduğu kısmı doğru; sıradanlaşmış erkek şiddetiyle, namus cinayetleriyle, tacize, tecavüze iyi hal indirimleriyle kaybedenler belli…

Biz vallahi çok sıkıldık! Erdoğan’ın, majestelerinin kurmaylarının özgürlük alanlarımızı, yaşam tarzlarımızı siyaset malzemesi yaparak beslenmelerinden fena baydık…

Toplumdaki milyon tane eşitsizlik, adaletsizlik, yoksulluk ile uğraşacakken kampüslerimize, yaşam alanlarımıza, giyeceğimize, evimize burnunuzu sokuyorsunuz. Sizin işiniz çağdışı bir zihniyetle bireylerin özgürlük alanlarına yasalara ve anayasaya aykırı bir şekilde müdahale etmek değil.

‘Muhafazakar’ın yanına garnitür niyetine ‘demokrat’ koymakla demokrat olunmaz. Bugün 6 Kasım, YÖK’ün kuruluş yıldönümü. Demokrat vasfını hak etmek istiyorsanız ‘hodri meydan’; YÖK’ü kaldırın, iktidara gelirken verdiğiniz sözü tutun. Tüccar zihniyetini bir yana bırakıp üniversitelerin demokratikleşmesi için, üniversite öğrencilerinin hak ve özgürlüklerinin genişletilmesi için çaba harcayın. Tutuklu öğrencileri esir almaktan vazgeçin. Temel bir hak olan anadilinde eğitimi özel okullara havale ederek bir imtiyaz haline getirmekten vazgeçin. Vakıfların daha çok yurt yapmasını teşvik edeceğinize ücretsiz barınma hakkı talebimizi yerine getirin. Yapılacak iş çok… Hayatlarımıza karışmayı bırakıp esas sorumluluklarınızı hatırlayın.

Yeşil Sol Gençler

 

 

 

 

Radyoaktif atık korkusuyla yaşayan Gaziemir halkı YSGP İzmir İl Konferansı’ndaydı

Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi İzmir İl Örgütü, geçtimiz Cumartesi günü 1. Olağan Konferansı’nı gerçekleştirdi. Konferansta ağırlığını hissettiren konu ise İzmir Gaziemir’deki nükleer bulaşıklı ve ağır metal içerikli atıklar oldu. Konferansa radyoaktif atık korkusuyla yaşayan Gaziemir halkı da katıldı.

Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi Eş Sözcüsü Arif Ali Cangı, konferansın açılışında yaptığı konuşmada, partinin doğmasına neden olan ihtiyacın artarak devam ettiğine değinerek, YSGP’nin henüz 342 günlük bir parti olmasına rağmen hızla ve kararlılıkla mücadeleye devam edildiğini, iktidarın  neoliberal politikalarına karşı emekten, barıştan, özgürlükten yana, doğaya ve insana saygılı politikalar üretileceğini söyledi. Cangı, tıpkı 12 Eylül davaları, altın madenciliği ile mücadele, yerel yönetimlerde yapılan haksızlıklara karşı verilen mücadeleler gibi, Gaziemir’ deki nükleer atıklarla ilgili olarak da hem firmanın, hem de devlet kurumlarının ve görevlilerinin yaptıkları hukuksuzluklara karşı açılan davaların takipçisi olacaklarını belirtti.

İzmir İl Eşsözcüsü Osman Doğan ise  ülkemizdeki ve dünyadaki politik hareketlerin değerlendirmesini yaparak, doğrudan demokrasi taleplerinin yükseldiğini ve bunun eski yöntemlerle karşılanamayacağını, bu anlamda hem YSGP tarafından üretilen politikaların hem de HDK – HDP birlikteliğinin önemli bir rolü olduğunu ifade etti.

Konferansın gündemi: Gaziemir’deki nükleer tehlike

Ali Osman Karababa

Konferansın ana gündemi olan Gaziemir’deki radyoaktif atıklar hakkında Parti Meclisi üyesi Ege Üniversitesi Halk Sağlığı ABD Başkanı Prof. Dr. Ali Osman Karababa tarafından slaytlar ve fotoğraflar eşliğinde bir sunum gerçekleştirildi.

Karababa, kurşun fabrikasının uzun yıllar boyunca faaliyet gösterdikten sonra gerekli önlemler alınmadan kaderine terk edildiğini, fabrikanın işler halde olduğu dönemlerde de çevre sağlığına ciddi olumsuz etkileri olduğunu, gerek üretim esnasında, gerekse sonrasında çalışanlar ve çevre halkı açısından gerekli önlemlerin alınmadığını açıkladı. Bu fabrikada mahkumların çalıştırıldığı yönünde duyumlar ve bilgiler ulaştığını, ancak resmi olarak bunu teyid ettiremediklerini ifade etti.

2007 yılında TAEK (Türkiye Atom Enerjisi Kurumu) tarafından yapılan ölçümlerde; fabrika bahçesinde gömülü atıklarda radyoaktivite tespit edildiğini, ancak buna rağmen Çevre Bakanlığı, İzmir Valiliği ve İzmir Büyükşehir Belediye Başkanlığı başta olmak üzere görevli hiçbir kurumun işlem yapmadığını ve önlem alınmadığını vurgulayan Karababa; geçtiğimiz yıl Aralık ayında Radikal Gazetesinin olayı manşetten duyurması üzerine YSGP il örgütünün derhal harekete geçtiğini anlattı.

Haberin yayınlanmasının ertesi günü il örgütü ve parti eş sözcüsü Arif Ali Cangı tarafından Şirket yetkilileri ile önlem almayarak görevlerini ihlal eden kamu görevlileri hakkında İzmir Başsavcılığına suç duyurusu dilekçesi verilmiş, ancak suç işledikleri açıkça ortada olan kamu görevlileri hakkında İzmir Valiliği ve İçişleri Bakanlığı soruşturma izni vermemiş; toprağın yeniden zehir kustuğunun ve hiçbir önlem alınmadığının yeniden gazetelerde yer almasının ardından Çevre ve Şehircilik Bakanlığı müsteşar yardımcısını alana göndererek , firma hakkında 5,7 milyon liralık çevreyi kirletme  cezası kesildiğini açıklamıştı.

Ali Osman Karababa, yaptığı konuşmada bu cezanın tahsil edilemeyeceği, tahsil edilse bile sorunu çözmeyeceği, amacın göz boyamak, sorumluları dikkatten uzaklaştırmak ve  toplumda “gereğinin yapıldığı” sanısını uyandırmak olduğu yorumunu yaptı. Karababa’nın verdiği bilgiye göre insan ve çevre sağlığı açısından büyük tehlike oluşturan bu fabrikanın çevresinde insanlar ikamet ediyor ve bitişiğinde bir ilköğretim okulu bulunuyor. Üstelik uzun yıllardır fabrika arazisinin etrafı açık bulunduğundan çocuklar bu arazide oynamakta, çevre sakinleri geçiş yolu olarak kullanmaktaydı.

Karababa, haberin gazetelerde yer almasından sonra arazi etrafındaki çitlerin sağlamlaştırıldığını, atıkların üzeri toprakla tekrar kapatıldığını, ancak bunun dışında alınan herhangi bir önlem olmadığını anlattı. Yakın zamanlarda yoğun yağmur yağışı sonrası toprakla örtülen atıkların tekrar yüzeye çıktığı ve biriken sularla birlikte akarak yer üstü ve yeraltı sularına karıştığı gözlenmiş ve hatta fotoğraflarla belgelenmişti.

Karababa, bölgede ölçülen radyoaktivitenin insan sağlığı için çok tehlikeli düzeyde olduğuna dikkat çekerken, bu konuda ciddi tarama çalışmalarının yapılması gerektiğini, ancak bölge halkında kanser vakalarının arttığını, gebe kadınlarda düşük ve erken doğumların gerçekleştiği yönünde tespitlerinin olduğunu belirtti.

Nükleer santrali olmayan ülkemizin, buna rağmen nükleer atık sorunun bulunduğuna dikkat çeken Karababa, nükleer atıklardan üzerine toprak dökerek ya da etrafına çit çekerek kurtulamayacağımızı, çok ciddi izolasyon önlemlerinin alınması; gerek bölge halkı gerekse geçmişte bu fabrikada çalışmış olan kişiler üzerinde sağlık taramaları yapılarak etkilerin tespit edilmesinin gerektiğinin altını çizdi.

Mahalle Sakinleri: Ceza Bizim İşimize Yaramıyor!

Konferansa katılan Gaziemirliler

Gaziemir’de radyoaktif atılara maruz kalan semt halkı da konferanstaydı. Gaziemir Aydın Mahallesi sakinlerinden Makbule Barkaya ve Sibel Taşa söz alarak yaşadıklarını katılımcılarla paylaştılar. Kurşun fabrikası ile komşu olan konuklar, topraktan zaman zaman çok şiddetli duman çıkışı olduğunu ve genzi yakan bir koku geldiğini, toprağın bazı bölümlerinin kendiliğinden için için yanmaya başladığını, soludukları havanın ve kullandıkları suyun kirlenmesi sonucu bölgede ciddi hastalıklar yaşandığını, erken ve engelli doğumların gerçekleştiğini anlatarak bu korku ve dehşetten kurtulmak istediklerini ifade ettiler.

Yine aynı mahalle sakinlerinden genç bir çift iki kez bebeklerini düşük sonucu kaybettiklerini belirterek, yetkililerden hiçbir ilgi ve yardım görmediklerini, kendilerinin ve çocuklarının geleceğinden ciddi şekilde endişeli olduklarını söylediler.

YSGP İzmir il konferansından

Mahalle sakinlerinin ortak düşüncesi; bu çevre felaketi ve  etkileri ile sonuna kadar mücadele etmekti. Bu konuda YSGP İzmir il örgütüne teşekkür eden konuk katılımcılar, sürecin en başından beri kendilerine doğrudan ve etkin şekilde destek verildiğini belirterek, bu dayanışmanın devamını dilediklerini söylediler.

Konferansın ardından mahalle sakinleri ile yaptığımız görüşmede, mahallede yaşayan insanların sağlık güvencelerinin bulunmadığını öğrendik. Mahalleliler, ceza kesmenin kendi işlerine yaramadığını, nükleer atık ve ağır metal zehirlenmesi nedeni ile şu anda ve gelecekte ortaya çıkabilecek bütün hastalıkların belirlenmesini istediklerini, gerekli tedavi işlemlerinin devlet tarafından karşılanmasını talep ettiklerini söylediler. Aynı zamanda, çocukları ve gelecek nesiller için bölgedeki bütün atıkların temizlenmesini istediklerini belirten mahalle sakinleri, kapatıldığı iddia edilen fabrikadan haftada en az üç gün yine duman yükseldiğini ve akşamları kapı-pencere açamadıklarını belirttiler.

Diğer Siyasi Parti örgütlerinden katılım

Konferansa BDP Parti Meclisi üyesi Selahattin Işık, EMEP Bornova İlçe Başkanı Kamil Bal, HDP İzmir İl Eşbaşkanı Cavit Uğur, SDP PM üyesi Musa Piroğlu katılarak, kongreye destek ve başarı dileklerini ilettiler. Ayrıca BDP Bornova İlçe örgütünden  Ahmet Afsen, Egeçep’ten Mustafa Erkalkan, Bornova Halk Forumu’ndan Murat Gezenoğlu, HDP İl yönetiminden Ayşe Şen, YSGP Manisa Eşsözcüsü ve Yürütme Kurulu üyesi Hüseyin  Pala, Bornova Belediye Meclis üyesi Muhammed Yıldız ve Olgun Atilla da konuklar arasındaydı.

Toplantıya daha sonra katılan Bornova Belediye Başkanı Kamil Okyay Sındır da yaptığı konuşmada; farklı siyasi partiler içinde olmakla birlikte ortak bir mücadele yürütüldüğünü, İzmir’in sorunlarına karşı dayanışma ve birlikte çalışmanın önemli olduğuna değinerek, özellikle “Ağaçlı yol” süreci konusunda destek istedi.

Yeni Yürütme Kurulu Seçildi

Konferansın sonunda Eş Sözcülerin ve yürütme kurulunun seçimine geçildi. Yapılan seçimlerde Osman Doğan ve Sevgi Çifter Eş Sözcü olarak seçildi. Yeni yürütme kurulunda Gülzar Molla Aykın, Hayriyer Burakçı, Nevin Aytekin, Pervin Erten, Emin Kaan Cevizlidere, Şeyhdavut Asığ, Asım Aykut Aksakal ve Fehmi Toğrul görev aldı. Arzu Şimşek, Yıldız Öztürk, Fahri Demirci ve Mustafa Kol ise Danışma kurulunda görev aldı.

Haber: Güneş Akçay – Yeşil Gazete

Batur Avgan: “Leopar çobanlara saldırdığında büyük olasılıkla yaralıydı”

Biyolog Batur Avgan

Geçtiğimiz hafta sonu Diyarbakır’ın Çınar İlçesi’ne bağlı Solmaz Köyü’nde bir leopar çobanlar tarafından öldürüldü. Anadolu’da artık yaşamadığı düşünülen bir büyük kedi türü olan leoparla, ya da parsla son karşılaşmamızda, maalesef onu yine canlı göremedik. Peki bu olayın arka planında neler var? Leopar nasıl bir tür ve gerçekten Türkiye topraklarında bir popülasyona sahip mi?

Konuyu Türkiye’nin tek leopar uzmanı olan biyolog Batur Avgan ile konuştuk. ODTÜ Biyoloji bölümünden 1999’da mezun olan Avgan, İsviçre’nin Bern Üniversitesi Evrim ve Ekoloji Enstitüsü’nde hayvan davranışları üzerine mastır yaptı. Tez çalışması Antalya’daki bir vaşak popülasyonunun yoğunluğunu belirleyen ve ayrıca karakulakların hangi habitatları daha çok tercih ettiğini ortaya çıkartan iki konu üzerineydi.

2011 yılında Nahçivan’da leoparın durumunu belirlemek amacıyla bir proje yürüten Batur Avgan, 2012’de Siirt ve Şırnak’ta leopar projesi yapmaya başladı. Halen Doğal Kaynak ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Derneği adına Güneydoğu Anadolu Leopar Projesi’nin yürütücülüğünü yapan Avgan, sorularımızı Siirt’ten yanıtladı.

[94,9 Açık Radyo’da Açık Yeşil programında bugün Batur Avgan’la yaptığımız söyleşinin kaydını aşağıda dinleyebilirsiniz. NOT: Bu radyo söyleşisi aşağıdaki röportajdan farklıdır.]

– Gözlem ve incelemelerinize göre olayın nasıl geliştiği kanaatine vardınız? Olay söylendiği gibi leoparın saldırısıyla mı ilgili? Yoksa bilinçli bir av mı sözkonusu? Lepoar saldırgan bir tür müdür? Normal şartlarda insanlara saldırır mı?

Diyarbakır'da öldürülen leopar

Öncelikle şunu söylemeliyim ki, birilerini sorgulamak uzmanlık gerektiriyor. Ben sadece bir biyoloğum ve uzmanlığım birilerini sağlıklı şekilde sorgulamak değil. Burada sadece gördüklerime bakarak son derece primitive bir yorum yapabilirim. Açıkçası olayın aynen çobanların anlattığı gibi gerçekleştiğini düşünüyorum. Bunun tersini düşünecek bir veri de zaten elimizde bulunmuyor. Fakat Pazartesi günü çobanlar ve jandarma ile olayın geçtiği noktaya gittiğimizde leoparın saldırıdan saklandığı söylenen kovuğun duvarında kan lekeleri buldum. Bunları çobana gösterdiğimde bir fikri olmadığını söyledi. Aynı akşam Dicle Üniversitesi’nde İhsan Yey leoparın derisini yüzerken hayvanın arka bacağında bir tabanca mermisi buldu. Mermi kaslara saplanıp orada kanama yapmıştı. Buna rağmen derinin üzerinde kan yoktu. İhsan bey bence çok gerçekçi bir yorum yaparak leoparın yaralandıktan sonra derideki kanamayı temizleyecek kadar vaktinin olduğunu, yani ölmeden en az saatler önce leoparın bu yarayı aldığını söyledi. Yani leopar Pazar günü çobanlara saldırdığında büyük olasılıkla yaralıydı. Türü ne olursa olsun, yaralı bir hayvana çok yaklaşırsanız o hayvan size saldırır! Zaten ölme stresi altında olan hayvan kendini korumaya çalışacaktır.

Leopar saldırgan bir tür değildir demek veya dememek olanaklı değil. Çünkü leopar Afrika’nın en güney ucundan Sibirya’nın Japon Denizi kıyılarına kadar dağılım gösteren bir kedi türü. Bu kadar büyük bir alanda o kadar farklı etkenlerle karşı karşıya kaldığı için tüm dünyadaki leoparları genellemeye olanak yok. Bu bir canlı ve her alanda, her coğrafyada farklı tepki verir. Yani çevresel faktörler değişince leoparın da davranışı değişir. İnsan nüfusunun çok yoğun olduğu Hindistan’da bazı bölgelerde leoparın insanlara saldırma kayıtları var. Ama Afrika’da yok! Biyologlar Hindistan’daki saldırı olaylarının yaşandığı alanları incelediklerinde buralardaki doğal alanların aşırı derecede insanlar tarafından kullanıldığını, leoparın doğal türünün azaldığını belirlemişler. Her hayvanda olduğu gibi aç kalmak leoparlarda da stres yaratır. Toleransı düşer. Düşünsenize en korktuğunuz hayvan hergün evinizde geziyor. Leopar için bu tür, insan. Bunun sonucunda da Hindistan’ın bazı bölgelerinde leoparlar insanlara saldırıyor. Çok ilginç olan şey ise bir bölgede sürekli insanlara saldıran leoparlar oradan alınıp insan yoğunluğunun az olduğu alanlara taşındıklarında insanlara saldırmıyorlar. Çünkü çevresel faktörler değişiyor! Ama şöyle bir gerçek de var. Taşınan her leopar eski alanına geri dönüyor. Çünkü o bir kedi.

Diyarbakır’da leoparın stres yüzünden saldırdığını söylemek tabii ki halen bir varsayım. Bizim doğrulara daha yaklaşmamız için ortamın durulması gerekiyor. Bu zor değil. Herşeyde olduğu gibi bu konu da hemen unutulacaktır.

– Bölgede yaşayan insanlar daha önce leopar gördüklerini söylüyorlar mı? O bölgede, Diyarbakır’da leopar görülmesini siz bekliyor muydunuz?

Hayır, görmemişler. Ama şunu da unutmamak lazım: Biz herkesle konuşmadık. Konuşamazdık da… Ortam sakinleşsin, benim işim o zaman başlayacak. Diyarbakır’da leopar beklemiyordum. Ben Şırnak, Siirt ve Bitlis’te çalışıyorum. Daha doğuda, Hakkari’de olsa bu kadar şaşırmazdım.

Bugüne kadar elimizdeki verilerin hiçbiri dişi leoparlara ait değil. O nedenle Türkiye’de bir popülasyon var diyemiyoruz.  Tersini de söyleyemiyoruz. Varlığı şu veya bu şekilde kanıtlayabilirsin. Yokluğu ise hayır.

– Bu olay Türkiye’de mevcut bir leopar popülasyonu olduğunu gösterir mi? Yoksa hayvanın sınırın öbür tarafından, mesela İran’dan gelmiş olması mümkün mü? Eğer Türkiye’de varsa, siz Türkiye’de hâlâ leopar yaşadığını tahmin ediyor muydunuz?

Bu cevaba bir soruyla başlamak lazım: Türkiye’de bir leopar popülasyonunun bulunması ile henüz bir popülasyon kuramamış bireylerin bulunması arasında ne fark var? Aslında bu hala “İran leoparı mı, yoksa Anadolu leoparı mı?” sorusunu sorup duranlara iyi bir cevap olacak. Leopar gibi büyük etoburların birçok önemi vardır. Birincisi bulundukları ekosistemdeki hayvanları terbiye ederler. Nasıl? Onları avlayarak değil. Bir leopar bir ayda kaç tane hayvan avlayabilir ki? Ekolojide “tüketici” olarak adlandırılan geyik, yaban keçisi, yaban domuzu gibi otoburlar yaşadıkları alanda büyük etoburların bulunduğunu anladıklarında bütün davranışları değiştirirler. Bu otoburların hayatları bitkileri yemekle geçer. Sahalarında bir etobur varken ise vakitlerinin büyük kısmını etraflarını kolacan etmekle geçirirler. Bu sırada da olması gerektiği kadar bitki yerler. Eğer bölgede bir etobur yoksa bir geyik başını otlara sabah gömer, akşam kaldırır. Etoburların bulunmadığı alanlarda orman örtüsünün aşırı derecede azaldığı, endemik bitkilerin tükendiği görüldü. Sadece otoburlar değil, tilki çakal gibi küçük etoburlar da büyük etoburlardan çekinir. Onlar da daha temkinli dolaşmak zorunda kaldıkları için birim zamanda avladıkları hayvanların sayısı azalır. Herşey bir dengeye varır. Bunu da leoparın varlığı ile ortaya çıkan “korku” yapar, leoparın kendisi değil!

Peki bu korkuyu yaratmak için ne kadar leopar lazım? Bilmiyorum. Her bölge için değişir. O kadar çok faktör var ki bunu belirleyecek. Popülasyon lazım mı? Evet. Çünkü üreyebilip soyunu bozulmadan devam ettirecek en küçük ünite popülasyondur. Bir leopar popülasyonunu da dişi ve erkek bireyler oluşturur. Bugüne kadar elimizdeki verilerin hiçbiri dişi leoparlara ait değil. O nedenle Türkiye’de bir popülasyon var diyemiyoruz.  Tersini de söyleyemiyoruz. Varlığı şu veya bu şekilde kanıtlayabilirsin. Yokluğu ise hayır.

Aynı şekilde bir leoparın nereden geldiğini söyleyebilmek de bugün mümkün değil. İran’ın Türkiye sınırlarında bir leopar çalışması yapılsaydı ve bu birey orada fotoğraflanmış olsaydı evet derdik. Leoparların benekleri her bireyde farklı bir dağılıma ve şekle sahiptir. Doğumdan ölüme kadar bu beneklerin yapısı değişmez. Aynen insandaki parmak izi gibi benekler leopar bireylerini birbirinden ayırt etmek için kullanılır. İran’a dönersek, bu leoparın oradan mı yoksa Irak’tan mı geldiğini bilmiyoruz. İran’ın Türkiye sınırlarına yakın bölgelerde leopar popülasyonunun olup olmadığı bilinmiyor. Irak’ta ise aynen bizde olduğu gibi sadece erkek bireyler ele geçiyor. Yani onlar da bilmiyorlar bir popülasyona sahip olup olmadıklarını.

Bize düşen leoparların öldürülmelerini engelleyecek ortamı onlara hazırlamak. İnsanlar leopara karşı değil. Zaten ne olduğunu bilmiyorlar ki karşı olsunlar. İnsanların korkmamalarını sağlamamız gerekiyor. Ben de bugün bunu yapıyorum.

– Daha önceki yıllarda bölgede yine leopar öldürüldüğünü biliyoruz. 2010’da Şırnak’ta yaşanan olayla bu olayın ne farkı var? Bir de 1974’te Beypazarı’nda öldürüldüğü bilinen hayvanla bu aynı tür mü?

2010 olayı ile bu olayın ortak yanı şu: Öldüren kişiler hayatlarında ilk defa leopar görmüşlerdi. Ne olduğunu bilmeden öldürdüler. Bu onların hatası değil. Bugün yaşanan son derece normal bir süreç. Erkek yavru leoparlar 2-3 yaşına kadar annelerinin yanlarında onun himayesinde yaşarlar. Anneden ayrıldıklarında ise ilk iş kendilerine bir hakimiyet alanı bulmaya çalışırlar. Leoparlar territorial hayvanlardır ve çok büyük alanlarda sadece tek birey yaşar. Ergin erkekler kendi alanlarında genç erkek bireyleri kabul etmezler. O nedenle bu genç erkekler kendilerine sahipsiz bir alan bulmak zorundadır. Anneden ayrılan genç dişiler ise ya annenin hakimiyet alanının bir bölümüne yerleşir, ya da yeni ve sahipsiz bir alan bulmak için dolaşmaya başlar, aynen genç erkek bireyler gibi.

Şimdi şöyle düşünün: Anneden ayrıldınız. Yandaki erkek bireyin alanına girdiniz. Orası dolu. Bir yandakine geçtiniz. Yine dolu. Bu döngüye devam edersiniz. Ta ki ya yeni ölmüş ve sahipsiz kalmış bir erkek bireyin alanına yerleşeceksiniz, ya yaşlı bir erkek bireyin alanını elinden alacaksınız, ya da iyice uzaklaşıp popülasyonun dağılımının dışında kendinize bir yer bulacaksınız. Bu bulduğunuz yerde erkek leopar yok demek, zaten orada leopar popülasyonu da yok demektir. Yani, hoşgeldiniz Diyarbakır’a! Popülasyonlar da aslında bu şekilde genişler, türler dağılımlarını bu şekilde büyütür. Bu cesur ve yalnız kalmış öncü, genç erkek bireylerle. Hiç leoparın yaşamadığı bir alana gelip onları hiç tanımayan insanlarla karşılaştıklarında bir çoğu öldürülür. Bugün İran’da leopar ölümlerinin neredeyse yarıdan fazlası bu şekilde yaşanıyor.

– Peki ne yapmak gerekiyor? Siz ne gibi çalışmalar yapıyorsunuz?

Halkı buna hazırlamak gerekiyor. 2010’daki olay ve bu son olay leoparların “en azından” bu bölgeye yerleşmeye çalıştıklarını gösteriyor. Bize düşen leoparların öldürülmelerini engelleyecek ortamı onlara hazırlamak. İnsanlar leopara karşı değil. Zaten ne olduğunu bilmiyorlar ki karşı olsunlar. İnsanların korkmamalarını sağlamamız gerekiyor. Ben de bugün bunu yapıyorum. Ağustos 2013’te GEF Küçük Destek Programı’nın ve Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü’nün destek verdikleri bir proje başlatıldı. Ben Antalya merkezli Doğal Kaynak ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Derneği ve Urfa merkezli Doğa Kültür ve Yaşam Derneği adına projeyi yürütüyorum. Bu projenin amacı seçilen iki sahada leoparın varlığına dair kanıtlara ulaşmak ve o bölgelerde yerel halkın leopar konusunda bilgilendirilmesini sağlamak. Bu sahalar Şırnak-Siirt sınırındaki Gabar Dağı ve Siirt-Batman sınırındaki Güney Muş Dağları. Diyarbakır’da öldürülen bireyin de bu bölgeleri geçip geldiği kuşkusu var.

Leoparın bölge için önemi ne? Bu bölge yıllardır ölümle anılıyordu. Artık bu bitsin ve bu algının üstünü “Türkiye’nin güneydoğusunda leoparlar yaşıyor” algısı alsın.

– Leoparların Türkiye’nin ve bölgenin biyoçeşitliliği açısından önemi nedir?

Leoparın ilk aşamada bulunduğu alan için önemi vardır. Biraz önceki soruda bunu anlattım. Türkiye için ise başka bir önemi var. Farkındaysanız tüm Türkiye yerinden oynadı. Herkes bunu konuştu ve bir süre daha da konuşacak. Facebook sayfaları doldu, kampanyalar başlatıldı ve İstanbul’dan futbol programnı yorumlarına benzer yorumlar geldi durdu. Neden? Çünkü insanoğlu binlerce yıldır leopar gibi büyük etoburlara saygı duyar. Onu doğanın sembolü olarak görür. Bu çok farkında olduğumuz birşey değildir, ama leopar gibi türler insan ile doğadaki tüm türler arasında birer elçidir. Doğaya karşı duyarlı olmak için onu sevmemiz gerekir. Yani bir duygu beslememiz lazımdır. Bu duygunun ilk şartı iletişim kurmaktır. Bir memeli olan insan, bir otla veya kayalarla iletişimi çok kolay kuramaz. Bu iletişimi ilk önce etoburlara karşı bir duygu –bu korku da olur, saygı da- besleyerek olur. Uzaktan muhteşem kayalıklarla çevrili bir dağa bakarken, o dağda leoparın, kurtların yaşadığını bilmek, sizin o dağa karşı hislerinizi çok değiştirir.

Leoparın bölge için önemi ne? Bu bölge yıllardır ölümle anılıyordu. Artık bu bitsin ve bu algının üstünü “Türkiye’nin güneydoğusunda leoparlar yaşıyor” algısı alsın.

Boş boş oturup halkın bu suçu işlemesini enlellemeye yönelik çalışmazsanız kendi kuyunuzu kazarsınız. Bir ceza kesilmesi durumu oluştuğunda zaten bir leoparınız ölmüştür. Bundan sonra ceza kesseniz n’olur, kesmeseniz n’olur? Öldürtmeyeceksiniz. Bu kadar basit.

– Bölgede kürkü için lepoar avcılığı yapıldığı doğru mu?

Böyle bir şey yok. Sadece leopar için değil, Türkiye’de kürk ticareti 1990’lı yıllarda bitti gibi bir şey oldu. Bugün bir leopar postunu alıp satmaya çalışmak büyük yürek ve iyi bir servet ister. Bir şey daha var: Bugün kamuoyunun bu leopar olayı ile ilgili tepkisine bakın. Eğer siz yarın bir leopar kürkü satmaya çalışırken yakalansanız sadece 50 bin TL ceza yemekle kalmazsanız. Tüm ülkeniz sizden nefret eder. Rezil olursunuz.

– Eğer yaşayan bir leopar popülasyonu varsa, bu hayvanları korumak için ne yapılmalı? Sadece cezaların yeterli olacağını düşünüyor musunuz?

Koruma çalışmalarından önce yapılması gereken çok şey var. İlk başta o popülasyonda kaç bireyin varlığını belirlemek gerekir. Bunun yöntemleri var ve bunun aynısını 2010 yılında Antalya’da bir vaşak popülasyonunda yapmıştım. Sayısını neden belirlemek gerekiyor? Çünkü sonraki yıllardaki değişimleri takip etmek zorundayız. Aynen hastanede yatan bir hastaya yapıldığı gibi leopar  popülasyonunuzun durumunu sürekli takip etmelisiniz azalma başladığında geç kalmadan önlem alın diye. Aynı dönemde bu popülasyonu ne faktörler tehdit ediyor bunu incelemelisiniz. Bugün bilgisizlik nedeniyle öldürülmeleri bir tehdittir. Bunun önlemi belli.

Ama bilgisizlik sadece halkta değil. Bazen köylerde bir türün korunması amacıyla asılmış öyle posterler görüyorum ki içimden o posteri çöpe atmak geliyor. Posterin tepesinde “onları sevelim, öldürmeyelim” gibi son derece klişe şeyler yazıyor. Bana ne yapacağımı söylemeden önce nedenini açıkla! Posterdeki fotoğrafın altına türün Latince ismini  yazan dernekler bile var. Sanki bilimsel yayın yapıyorlar ve okuyan halk sanki Latince biliyor. Bu Latince adı oraya yazmak kötü mü? Hem de çok. Çünkü posterler yerel halkın sizinle iletişim kurması, sizin söylediklerinizi kabul etmeleri için asılır. İnsanlar o postere bakarlar ve eğer okuyamadıkları Latince kelimeleri görünce “bunlar kim?” deyip arkalarını dönerler. Bu kadar. İşiniz biter. Yani bazı şeyleri o kadar düşünmeden ve ne yazık ki o kadar çok para harcayarak yapıyoruz ki…

Cezalar işe yarar mı? Bir insana ceza kestiğinizde iş bitmiyor. Birincisi o insan bu cezayı ödeyebilir mi buna bakmanız lazım. Alıp adamı içeri attınız. Bir aileyi yok edersiniz. Ve o dakika da bir köyü karşınıza alırsınız. İletişiminiz biter. Peki cezalar kesilmeyecek mi? Cezalar tembeller için. Boş boş oturup halkın bu suçu işlemesini enlellemeye yönelik çalışmazsanız kendi kuyunuzu kazarsınız. Bir ceza kesilmesi durumu oluştuğunda zaten bir leoparınız ölmüştür. Bundan sonra ceza kesseniz n’olur, kesmeseniz n’olur? Öldürtmeyeceksiniz. Bu kadar basit.

– Çok teşekkürler.

Röportaj: Ümit Şahin – Yeşil Gazete

Dünyanın en yeşil okulu Kenya’da

Yeşil Bina Konseyi’nin “Dünya’nın En Yeşil Okulu Yarışması”nın birincisi olan Uaso Nyiro İlkokulu, öğrencilerine okuma-yazma ve matematiğin yanında su korumayı da öğretiyor.

Afrika’ya her yıl yeterince yağmur suyu düşmesine rağmen milyonlarca insan içecek su bulamıyor. Sorun, suyun etkin şekilde tutulup, filtre edilip depolanamıyor olması.

İki Britanyalı mimar, Jane Harrison ve David Turnbull bu bağlantısızlıkta bir fırsat gördü ve durum ikiliye yağmur suyunu hasat eden binalar tasarlayabileceklerine dair ilham verdi.

Kenya’nın yarı kurak iç ovalarında yerleşik Uaso Nyiro İlkokulu, ABD Yeşil Bina Konseyi tarafından verilen “Dünya’daki en yeşil okul” ünvanını aldı (Diğeri Hong Kong’ta). Neden olduğunu anlamak zor değil. Sürdürülebilir şekilde inşa edilen okul tüm suyunu kendi topluyor. Bir o kadar önemlisi, ucuz maliyetli (standart, benzer boyutlardaki bir tesisi inşa etmekten pahalı değil), yerel malzemeler kullanılarak inşa edildi ve replike edilebilecek şekilde tasarlandı.

Bölgeye senede ortalama 60 cm yağmur suyu düşüyor, diyor Harrison. Okul, senede ortalama 350.000 litre suyu okulun bahçesinin ortasında yerin altına yaptıkları büyük depoda topluyor. Yağmur suyu çatıdan (yaklaşık 600 metrekare) bahçeye dökülüyor, oradan kil bazlı bir filtrasyon sisteminden (buradaki filtre sisteminin çok benzeri) geçiyor. Killi malzeme talaş içinde ateşe verilerek mikro gözenekli bir yapı kazandırılıyor. Daha sonra ince bir gümüş tabakası ile kaplanıyor ki bu da antibiyotik görevi görüyor.

Toplanan su, öğrencilerin içme suyu ihtiyacını karşılamanın yanında okulun sebze bahçelerini sulamaya da yetiyor. Diğer bir ilginç özellik ise okulu çevreleyen yüksek duvarlar. Sadece istenmeyen kişi ve hayvanları (filler dahil) okuldan uzak tutmuyor aynı zamanda okul için bir mikro klima yaratıyor böylelikle okul alanının bir iç-dış ortamı mantığında işlemesini sağlıyor.

Uaso Nyiro ile ilgili bir video için: vimeo.com/64111155

Kendine göre çekici bir yer olmanın yanında (okula devamlılık gittikçe artıyor) Harrison ve Turnbull okulu aynı zamanda bir tecrübe sahası olarak da görüyorlar. Okulun yağmur suyu toplama ile ilgili fırsatlar konusunda diğerlerini eğitmesini ve insanların yeni bir kuyu açmadan önce bir kere daha düşünmesini sağlayacağını umuyorlar.

Su kültürel bir mesele diyor Harrison. Yapabilseniz bile bir musluk bağlamakla çözülebilecek bir şey değil. Toplumun her bileşeni ile aktif şekilde bütünleştirilmesi meselesi ve bunu bir okulda yapıyor olmanın nedeni çocukların bu ilkelerle bire bir maruz kalmaları. Bu, aslında bilgiyi okulun ötesine paylaşmanın bir yolu.

Mimarların Princeton tabanlı bir uygulaması olan Pitch Africa şimdi yağmur suyu hasadı yapan başka binalar inşa ediyor; yakınlarda bir yurt ve kantin ve en etkileyicisi 1500 kişilik bir futbol stadı. Kenya projesi aynı zamanda Samuel Eto’o’nun futbol akademisine de ev sahipliği yapacak ve kız çocukları için voleybol tesisleri kuracak. Ayrıca, Pitch kullanılmış paraşütlerden üretilmiş yağmur hasadı kitleri de dağıtıyor böylelikle sıradan insanlar da kendi evlerinde su toplayabilecek.

Mimarlar, projelerin aynı büyük hedef için çalıştıklarını belirtiyor. “Tüm bu yapıların temel prensibi aynı: Yapılar, yüksek miktarlarda su toplamak için ve çevreye duyarlı toplumu içine alan gelişim programlarını hızlandırmak için kullanabilir.” diyor Harrison.

[Foto: Flickr user Waterbank School Opening Day]

Yeşil Gazete için çeviren: Özlem Katısöz


Ben Schiller’e ait bu yazının özgün hali (fastcoexist.com)

AB ile yeni fasıl

5 Kasım 2013 tarihinde Brüksel’de gerçekleştirilen Hükümetlerarası Katılım Konferansının 10. toplantısında 22. Fasıl olan Bölgesel Politika ve Yapısal Araçların Koordinasyonu faslı açıldı.

Konferansa AB Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış, Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz, AB Dönem Başkanı Litvanya’nın Dışişleri Bakanı Linas Linkevicius ve AB Komisyonu’nun genişlemeden sorumlu üyesi Stefan Füle katıldı.

Avrupa Birliği Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış, gecikmiş bir olumlu adım olan söz konusu faslın açılmasının, Türkiye’ye çok önemli yansımaları olacağını ifade ederek, Türkiye-AB ilişkilerinde önemli bir miladın yaşandığını belirtti. Türkiye’nin üyeliğiyle AB’nin kıtasal bir barış projesinden küresel barış projesine dönüşeceğini vurgulayan Bağış, bölgesel politika faslının devamının gelmesi gerektiğini belirterek, özellikle yargı ve temel haklar ile adalet, özgürlük ve güvenlik fasıllarının önündeki siyasi engellerin kaldırılması çağrısında bulundu.

Bağış, tek çiçekle bahar gelmez atasözünü hatırlatarak bölgesel politika faslının devamının gelmesi gerektiğini ve özellikle yargı ve temel haklar ile adalet, özgürlük ve güvenlik fasıllarının önündeki siyasi engellerin kaldırılması çağrısında bulundu.

Bölgesel Politika ve Yapısal Araçların Koordinasyonu faslının açılması Dışişleri Bakanlığı tarafından memnuniyetle karşılandı ve yaklaşık üç yıllık bir aradan sonra 22. faslın açılmasının müzakere sürecinin Türkiye’nin AB üyeliği yolundaki çalışmalarına kararlılıkla devam edeceği bildirildi.

Yeşil Gazete

Bankwatch raporu: Karadeniz’de kömür tehdidi

Uluslararası finans kuruluşlarının verdikleri kredilerin çevresel, sosyal ve ekonomik etkilerini araştıran Bankwatch Karadeniz Bölgesi’ndeki kömürlü termik santrallerin yarattığı tehditlerle ilgili yayımladığı raporda kömürlü santrallere kontrolsüzce yatırım yapıldığına dikkat çekti. Bankwatch’un yayınladığı Üzerimizdeki Kara Bulutlar adlı rapor Greenpeace Akdeniz’in desteğiyle hazırlandı.

Rapora göre Türkiye’de önümüzdeki birkaç yıl içinde 50 ila 86 arası (37 bin megavatlık) yeni kömürlü termik santral kurulması planlanıyor. Bu Türkiye’nin OECD ülkeleri arasında kömüre en çok yatırım yapan ülke olacağı anlamına geliyor. Türkiye bu konuda Çin, Hindistan ve Rusya’dan sonra dünyada dördüncü sırada.

ÇED muafiyeti

Raporda yer alan bilgilere göre, Türkiye’de kurulması planlanan termik santrallerin 13 tanesi Batı Karadeniz Bölgesi’nde sadece 70 km’lik bir alan içinde planlanıyor.

İnşa onayı bekleyen enerji santralleri stratejik bir çevre etki değerlendirmesinden yoksun.

Yeni kömürlü santral planlarının yasal gereklilikler yerine getirilmeden yapılıyor olmasına değinilen raporda, santrallerin eskilerine oranla sağlık ve çevre etkilerinin daha az olup olmayacağı konusunda şüpheler dile getirildi.

Elektrik Piyasası Lisans Yönetmeliği’nde yapılan değişiklikle, 2018’e kadar, devlete ait ya da ortaklığının olduğu santraller Çevresel Etki Değerlendirmesi’nden muaf olacağı hatırlatıldı

Güneş enerjisi

Raporda bugüne dek, Batı Karadeniz’de yapılması planlanan 13 santral için hiçbir kümülatif etki değerlendirmesi yapılmadığı bilgisi de yer aldı.

Türkiye’nin İspanya’dan sonra Avrupa’nın en yüksek güneş potansiyeline sahip ülke olduğu ancak alternatiflerin değerlendirilmediği vurgulandı.

Greenpeace Akdeniz İklim ve Enerji Kampanyası Sorumlusu Pınar Aksoğan konuyla ilgili olarak Türkiye’deki rüzgar ve güneş potansiyelinin yüzde 1’ini bile kullanmadığımızı söyledi.

“Türkiye’de yatırımcılar artık güneşe büyük ilgi gösteriyor. 600 MW ile sınırlanan güneş lisanslarına bu sene 9000 MW’lık başvuru olmuştu.

2018’e kadar 1.7 GW lisanslanmamış, kişisel kullanım için kullanılacak güneş enerjisi öngörülüyor. Türkiye Hükümeti ülkenin dört bir yanını kömüre boğmak yerine, güneşteki bu potansiyeli görmeli ve desteklemeli.”

Halkın fikri alınmalı

Bankwawtch’tan Daniel Popov da kömürlü santrallerin halkın onayı alınmadan yapılmasının yanlışlığını anlattı.

“Gezi protestolarının ardından Avrupa Parlamentosu Türkiye’de yetkilileri, tüm kalkınma planlarında halkın fikrini almaya çağırdı.

“Ayrıca planlanan kömürlü santrallerin iklim değişikliğine büyük katkısı olacak. Çevresel etkileri sadece Türkiye insanını değil komşu ülkeleri de etkileyecek.

“Avrupa Birliği bu projeleri yakından izlemeli ve çevresel standartların karşılandığından ve halkın katılımının sağlandığından emin olmalı.”

www.bianet.org

Raporun orijinaline ve Türkçesine ulaşmak için tıklayınız.

Kayıp tabloların esrarı büyüyor



Geçtiğimiz hafta Naziler tarafından Yahudi koleksiyonculardan çalınan ya da “soysuz” bulunarak toplatılan bin 500 ünlü tablo Münih’teki bir evde bulunmuşu.

Sanat tarihçisi Meike Hoffmann salı günü düzenlenen basın toplantısında, Münih’te Cornelius Gurlitt’in evinde bulunan ve Naziler tarafından gasp edilmiş olduğu anlaşılan tablolar arasında Otto Dix ve Marc Chagall’a ait tablolar da bulduklarını açıkladı.

Hoffmann, Chagall’a ait tablonun 1920 yılından olduğunu tahmin ettiklerini ifade etti. Gurlitt’in evinde bulunan yaklaşık bin 285 çerçeveli ve 121 çerçevesiz tablonun, sadece Nazi dönemine ait olmadığını, 16. yüzyıl sanatını da barındırdığı belirtildi. Meike Hoffmann, tabloların sahte olabileceğine dair hiç bir iz bulunmadığını ve gerçek olduklarını düşündüklerini de sözlerine ekledi.

Münih Başsavcısı Reinhard Nemetz, 80 yaşındaki Cornelius Gurlitt’in vergi kaçırmanın yanı sıra bir de zimmet ile suçlandığını ancak soruşturmanın zor olacağını kaydetti. İkameti Avusturya’da olan Gurlitt’in Almanya’da kaydı olmadığı bildiriliyor. Yetkililer, basında yer alanın aksine 2011 yılında değil 28 Şubat 2012’den, 2 Mart 2012’ye kadar Gurlitt’in evinde arama yaptıklarını ve bu nedenle farklı bir yerde daha tablo sakladığına ihtimal vermediklerini belirttiler.

Almanya Yahudiler Merkez Konseyi açıklama bekliyor

Gurlitt’in evinde, Nazi Dönemi’ne ait olduğu anlaşılan tabloların bulunmasının ardından, Almanya Yahudiler Merkez Konseyi, tabloların kimlere ait olduklarının anlaşılabilmesi için titiz bir araştırma yapılmasını talep etti.

Tabloların gerçek sahiplerinin anlaşılabilmesi için tarihi yolculuklarının tam olarak incelenmesi gerektiğine dikkat çekildi. Konsey Başkanı Dieter Graumann, 1998 yılında Washington Konferansı’nda sanat eserleri üzerine alınan karara atıfta bulunarak, gasp edilmiş sanat eserlerinin de, zaman aşımına rağmen hukuki yollardan geri alınabileceğini ifade etti.

Deutsche Welle Türkçe

Erdoğan’dan Bülent Arınç’a Yalanlama

Türkiye’de, kızlı erkekli öğrenciler tartışması 2 gündür gündemi meşgul ediyor.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 04 Kasım 2013 tarihinde üniversitelerdeki yurt yetersizliği sorunlarına dikkat çekerken, “ Kız – erkek öğrenci aynı evde kalamaz. Talimatını verdik, denetimi yapılacak” demesiyle başlayan tartışma önce sosyal medya sonra haber siteleri derken akşamki Bakanlar Kurulu Toplantısı çıkışında düzenlenen basın toplantısında da kendine yer bulmuştu.

Bülent Arınç, Bakanlar Kurulu Toplantısı çıkışında medyaya yansıyan bu sözlere itiraz ederek dünkü şu açıklamayı yapmıştı:

Bir gazetecinin Başbakan Erdoğan’ın kız ve erkek öğrencilerin birlikte kalmalarıyla ilgili basında çıkan haberleri hatırlatması üzerine Arınç, Kızılcahamam’daki kamp da 4.5 saat 29 milletvekilinin söz alarak bakanlara Türkiye ile ilgili her konuda soru sorduğuna dikkat çekerek, “Dışarıya bir şekilde yansıması gerçekçi değil. Ucundan kenarından hiç de gerçekçi olmayan bazı bilgiler edinilmiş olabilir. Bunlar bilgi değil duyum” dedi.

Gazetelere yansıdığı şekilde, özel evlerde kalan öğrencilerin denetleneceği şekilde haberlerin gerçeği yansıtmadığını vurgulayan Arınç, “Başbakanımız böyle bir ifadesi söz konusu değil. Özel evlerde kalanların ne yapıp yapmadığı bizim ilgili alanımız içinde değil” ifadesini kullandı.

Ancak, Başbakan Erdoğan, henüz Bülent Arınç’ın konuşmasının dumanı tütmeye devam ederken; bugünkü (05.11.2013) AKP Grup Toplantı’sında kendi hükümet temsilcisini yalanlayarak sözlerinin arkasında durduğunu belirtti.

“Ne konuşuyorsak arkasında dururuz, hiçbir şeyin karşısında eğilip bükülmeyiz. O yüzden söylediğini inkar eden siyasetçi değilim. Hiçbir kimsenin yaşam tarzına müdahale etmeyeceğini söylememe rağmen halen bu tarz ithamlara maruz bırakılıyoruz” diyen Başbakan; sözlerine şöyle devam etti:

“Muhafazakar demokrat bir parti olarak herkesin çocukları bize emanettir. Valiliklerimizle, emniyet teşkilatımızla bu tür ihbarları değerlendirip, üzerine gidiyoruz. Buralarda nelerin olduğu belli değil. Karma karışık. Her tür şeyler olabiliyor. Ondan sonra anneler babalar feryat ediyor, ‘devlet nerede’ diye”

(Devin Bahçeci – Yeşil Gazete”