AKP totalitarizmi – Güven Gürkan Öztan

Totalitarizm tartışmaları II. Dünya Savaşını izleyen yıllarda siyaset bilimi literatüründe popülerlik kazandı zira dünya faşizm felaketini yaşamıştı. Soğuk Savaş ikliminde Batılı yazın Stalinizm’i de totaliter rejimlerin içinde mütalaa ediyordu. Faşizm ile Stalinizm gibi birbirine “düşman” iki ideolojiyi aynı başlık altında analiz etmek o dönemde epey eleştirildi. Ne de olsa iki ideolojinin üzerinde yükseldiği önkabuller birbirinden çok farklıydı.

Totalitarizm çalışanlar, bu farklara rağmen her iki ideolojinin de lider kültü çerçevesinde “mutlak bir hakikat” fikrinden yola çıktığını, bu amaçla toplumu bir örnek kılmak istediğini ve kamusal alan-özel alan ayrımını ortadan kaldırdığını vurguladı. Ortada devletin her şeye müdahale ettiği coğrafyalar ve tebaalaştırılan insanlar vardı.

Kamusal alan – özel alan ayrımı her ne kadar liberal teorinin kavramsal argümanı olsa da totaliter rejimlere karşı özel alanın savunulmasını öne çıkaranlar arasında liberaller kadar sol muhalif yazarlar da yer aldı. O günden bu yana totaliter eğilimleri eleştirmek ve toplum mühendisliği projelerine karşı çoğulculuğu ve demokrasiyi savunmak sadece bir erdem değil yaşamı savunmakla özdeş.

İttihatçılardan askeri darbelere

Türkiye’de devletin yaşamın tüm alanlarına müdahale etme konusundaki arzusunun yaklaşık yüzyıllık bir tarihi var. Modernleşmeyi ağırlıklı olarak devletin düzenleme ve denetleme kapasitesinin artmasıyla özdeş gören siyasal seçkinler kendi politik projeksiyonlarına uygun olarak toplum mühendisliği projelerine iltifat etti.

Toplum mühendisliği sadece kamusal alanın düzenlenmesi, endoktrinasyon faaliyetlerinin çeşitlenmesi ile gerçekleştirilebilecek bir hedef değildi zira özel alan toplum mühendisliği projelerine karşı direnç merkezleri olabilirdi; nitekim birçok örnekte de böyle oldu. İttihatçılar örneğin 1913’te ipleri tamamen ele geçirdikten sonra Türk milliyetçiliğini lokomotif kılan bir “mühendislik” işine girişti.

Yelpaze öylesine genişti ki uygulamalar okullardaki spor faaliyetlerinden ders kitaplarına, lokallerin kanuni statüsünden kıyımlar ve sürgünlere başvurarak Anadolu’nun Türkleştirilmesine kadar uzanıyordu. Cumhuriyet ilan edildikten sonra önemli bir kısmı İttihatçı gelenekten gelen siyasi-bürokratik elit toplum üzerinde “mühendislik” faaliyetlerine girişme işini sürdürdü. Yeni rejimin temel prensiplerinin öğretilmesi için tüm memleket kocaman bir okula çevrilmek istendi. Amaç ne de olsa “ulvi”ydi; memleketi muasırlaştırmak! Bu doğrultuda bir yandan ciddi bir kodifikasyon faaliyeti yürütüldü diğer yandan da kamusal alan-özel alan arasındaki ayrım silikleştirilmek istendi.

Kadınlar ve çocuklar bu sürecin nesneleştirilen varlıklarıydı. Ev içinde ne yeneceğinden hangi sporun yapılacağına, evin havalandırılmasından temizliğin nasıl yapılacağına kadar her şey detaylandırılıyordu. Ancak 1930’ların, 40’ların Türkiye’si “totaliter” olma araçlarına sahip değildi. Bir başka deyişle ortada “irade” vardı ama bunu gerçekleştirebilecek araçlar yoktu. Dolayısıyla rejim otoriter olmakla yetinmek zorunda kaldı!

Çok partili yaşama geçildikten sonra toplum mühendisliğine dair çabalar siyasal iktidarlardan çok askeri bürokrasiden geldi. 12 Eylül askeri darbesi bu çerçevede bahsi geçen çabaların doruk noktasıydı. Türkiye siyasetinin içindeki farklı aktörlerin elbette toplum mühendisliği hevesleri vardı. Örneğin Necip Fazıl’ın Türk sağını derinden etkileyen “kindar, dindar nesil” projesi bunlardan biriydi, ancak hiçbir iktidar tam anlamıyla böyle bir “proje”yi uygulayabilecek güce sahip olamadı. Ta ki bugüne kadar!  Bugünün dünyası devletlere sağladığı gözetleme-denetleme odaklı teknolojik olanaklarla (dijital fişleme, kayda alma, kitlesel dezenformasyon vb) postmodern çağın totalitarizmini mümkün kılıyor.

Muhafazakâr hassasiyet

Bugün AKP iktidarı salt otoriterleşen bir iktidar olmanın çoktan ötesine geçmiş durumda. Devletin tüm ikna ve zor araçlarını kullanarak kendi toplum mühendisliği projesini eksiksiz uygulamak isteyen bir hükümetle karşı karşıyayız. Erdoğan artık salt “karizmatik” bir lider değil; o büyük ölçüde totaliter rejimlerin insanüstü güçlerle donandığına inanılan/kendini de öyle gören “önderlerini” andırıyor. Hiçbir eleştiriye tahammül edemeyen, tek adam olarak hareket eden, siyasi kadroların elinden inisiyatifi tamamen alan bir postmodern çağ hükümdarı. Mülki amirler ise başbakan’ın emirlerini harfi harfine yerine getirmekle mükellef memurlara dönüştürülmüş durumda.

Başbakanın her şeyi bizzat kendi yönetmek istemesiyle onların bu denli yetkisizleştirilmesi arasındaki sıkı ilişki sadece basit bir görev paylaşımı sorunu değil totaliter bir yönetim zihniyeti. Partinin “ağır topları” ise Erdoğan’ın duruşuna göre kendini onun rüzgârına bırakmış birer figüran olmuş durumda. Emniyet kuvvetleri, örneklerine ancak baskı rejimlerde görebileceğimiz şekilde ordulaştı; hakkını arayanlara ayrım gözetmeden doğrudan “düşman” muamelesi yapıyor.

“Muhafazakâr hassasiyetimiz” diyerek yasak koyan iktidarın polisi çıplak arama yapıyor, kadın eylemcileri taciz ediyor. Başbakan’ı ve AKP’yi totaliter rejim heveslisi kılan yalnızca bunlar da değil. AKP gerçeklik ile bağları koparıp bir yandan kifayetsiz bir “demokrasi paketi” açıklarken diğer yandan memleketin Suriye sınırına utanç duvarı inşa ediyor; türban meselesini “çözerken” okul yemekhanelerini ayırıyor, yasakçı bir mantıkla öğrenci yurtlarına el atıyor. Yönetsel her aksaklığın arkasında ise uluslararası bir komplo arıyor. Hal böyleyken iktidarın eteklerinde güce tapan bir kitlede AKP’nin yarattığı sanal “gerçeklik” içinde “görev bilinci” ile düşünme ve sorgulama yetisinden yoksun, reaksiyoner tutumlar gözlemleniyor.

Başbakan kendi “hakikati”ni dayatıyor; bu amaçla yaşamın tüm alanlarını tamamen devlet müdahalesine tabi kılma stratejisini izliyor. Özgürlükleri sadece kendi inancını paylaşanların özgürlüklerine indirgeyen iktidar, “kimsenin yaşamına müdahale etmiyoruz” derken adım adım özel alanı da kuşatıyor. Özgürlükleri tırpanlayan müdahaleler önce kamusal alanda başladı malum.

Alkol yasağı gibi “kamu düzeni”ni sağlamak için yapıldığı iddia edilen düzenlemeler ilk aşamayı oluşturdu ve ardından özel alana doğrudan müdahale etmeye yönelik açıklamalar geldi. Kadınlar ve gençler, tarihte şahit olduğumuz üzere bu totaliter heveslerin gözünü diktiği grubu oluşturdu, oluşturuyor. Kadınları ve gençleri “koruma” adı altında bireysel özgürlük alanları ve kendini gerçekleştirme olanakları tahrip ediliyor. Tepkiler nedeniyle daha önce geri çekilen zina yasası, kürtaj yasağı, stüdyo daireleri ortadan kaldırmak için düzenleme yapılması hep aynı zihniyetin parçası. Artık öyle bir aşamadayız ki Başbakan doğrudan hanenin içine karışıyor. Tıpkı bir zamanlar Nazi Almanya’sında olduğu gibi özel alanı da yasa ve yönetmeliklerle vesayet altına almak ve bunu da mülki amirler ve kolluk kuvvetleriyle gerçekleştirmek niyetinde.

Başbakan’ın evlerde kalan tüm kadın ve erkek üniversite öğrencilerini hedef gösteren korkunç sözleri onun aklını kaybettiğine ya da sadece tabanını sıkılaştırmak için “ahlak bekçiliğine” soyunduğuna değil nasıl bir hükmetme mantığına sahip olduğuna dalalet. Tüm bu yaşanalar totalitarizm hevesindeki kadroların hayatımızın en küçük köşelerine kadar müdahale etme isteğinin bir sonucudur.

Özel alanımızdaki dokunulmazlık ve özgürlük doğası gereği özel alanda savunulamaz; kamusal alanda kolektif bir şekilde eyleyerek ve mücadele ederek müdafaa edilir. Ağacıma dokunma, bedenime dokunma, yaşamına dokunma diyen Gezi ruhu tam da bunun mücadelesidir. Haziran direnişini böylesine çok özneli ve güçlü kılan iktidarın toplum mühendisliği projesine ve dayatmalarına karşı durma iradesidir. İktidarın tependen inme bir üslupla had bildirme, siyasetsizleştirme, kitleyi korkutarak pasifleştirme taktiğinin etkisiz kılınmasıdır. Mizah ve yaratıcı eylem ile totaliter “ciddiyetin” homojenleştirme operasyonunun yok edilmesidir. Başbakan başta olmak üzere muktedirleri bu kadar korkutan da çoğulculuğun bu dönüştürücü ve devrimci gücüdür.

Vatandaşı muhbirleştiren, mülki amiri bekçileştiren, polisi ise iyiden iyiye ordulaştıran bir iktidar temel özgürlüklere verdiği zararla çoktandır demokratik meşruiyetini tamamen kaybetme yoluna girdi. Bugün sesimizi yükseltmezsek postmodern çağın duvarsız toplama kamplarında hapis kalacağız. Kurtuluş yolunda tek dayanağımız Gezi ruhu ve bizlere verdiği ilham.

Güven Gürkan Öztan- www.bianet.org

İLGİLİ HABERLER

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Balık ekmek yemekle olmaz, Marmara’nın suyunu için!-Mehveş Evin

Ne yazık ki müsilaj felaketini balık yemek, denize girmek, denizin yüzeyini temiz görmeye indirgemek, bu büyük ekolojik krizi durdurmanın önündeki en büyük engel.

Marmara Denizi’ndeki kirlilik sorununa bir çözüm: Agroekoloji – Bülent Şık

Agroekolojik yöntemler sulardaki nitrat kirliliğini azaltıcı bir sonuç doğurur ve bu da içme suyu kaynaklarının korunması anlamına gelir.

Örgütlü sessizlik – Arat Dink

Zeki Tekiner, dört ay önce başka bir silahlı saldırıdan şans eseri ölümcül bir yara almadan kurtulmuştu. Vali’yi olayın siyasi boyutu olduğuna ikna edememişlerdi. Dostları Nevşehir’den bir süre uzaklaşmasını istediler. O, “Bana Nevşehirliden zarar gelmez” dedi, kaldı. Su, tanıdık akıyor, değil mi?

Marmara Denizi’ndeki müsilaj kirliliğinde kömürlü termik santrallerin etkisi incelenmeli- Pelin Cengiz

İstediğiniz kadar yüzey temizliği yapın, bir yeri temizlerken diğer taraftan atık devam ediyorsa buna temizlik denir mi?

Marmara’nın ölümü: İstanbul kolera salgınına hazır mı – Bülent Şık

Denizdeki müsilajin kolera salgını getirmesi mümkün. Ama her şeye rağmen devam etmekten ziyade durmayı, onarmayı öne çıkarmalıyız. İnsan, bitki, hayvan ve çevre sağlığını bir bütünün birbiriyle ilişkili parçaları olarak görmeye çalışarak çözümler arayacağız.

EN ÇOK OKUNANLAR