Ana Sayfa Blog Sayfa 3920

‘Mega Projelerin’ şehir plancıları meslekten men edildi

İstanbul’da Üçüncü Köprü ve Kuzey Marmara Otoyolu projelerinin imar planını yapan şehir plancıları Ahmet Özdal ve Arzu Özdal, TMMOB Şehir Plancıları Odası tarafından meslekten men edildi.

3.köprü

İstanbul 3. Köprü, 3. Havalimanı ve Kanal İstanbul gibi projelere karşı olduğunu Gezi olayları sırasında yayımladıkları açıklama ile duyuran Taksim Platformu’nun etkin örgütlerinden Türkiye Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) Şehir Plancıları Odası, 3. Köprü ve Kuzey Marmara Otoyolu’nun imar plancılarını meslekten men etti.

Kuzey Marmara Otoyolu ve 3. Köprü projesinin imar planını yapan şehir plancıları Ahmet ve Arzu Özdal’a, üyesi oldukları TMMOB Şehir Plancıları Odası tarafından ‘3 ay süre ile meslekten men’ cezası verildi.

Ortaklar, ‘yargısız infaz’ yapıldığını belirterek kararın iptali için mahkemeye başvurdu. Ankara İdare Mahkemesi’nde dava konusu olan olay şöyle gelişti: 2 Haziran 2011’de ihalesi yapılan Kuzey Marmara Otoyolu imar planı işini Ahmet Özdal ve ortağı Arzu Özdal’a ait Bige İnşaat firması aldı. TMMOB Şehir Plancıları Odası, planlama çalışmalarına başlayan ortaklara 9 Şubat 2012’de, işi yapabilecek yeterliliğe sahip olduklarını gösteren ‘mesleki denetim bilgi formu ve büro tescil belgesi’ verdi.

Oda, yapılacak işin de yazılı olduğu bu belge karşılığında firmadan yaklaşık 10 bin lira harç aldı. Ancak 4 ay sonra Şehir Plancıları Odası bu kez, Kuzey Marmara Otoyolu Projesi’nin ‘planlama ve şehircilik ilkelerine aykırı olduğu’, projede yer alarak ‘meslek etik ve ahlakı ile bağdaşmayan faaliyet’ yaptıkları gerekçesiyle iki ortak ile 4 firma çalışanı hakkında soruşturma açtı.

(Sabah/ Yeşil Gazete)

Kaş-Kekova artık koruma altında

Kaş-Kekova Özel Çevre Koruma Bölgesi (ÖÇKB), Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü’nün resmi onayıyla, Türkiye’nin denizel yönetim planıyla korunan ilk alanı oldu.

kekovaa

Son yıllardaki orfoz, lahoz, fangri gibi balık türlerde düşüş, deniz canlılarının oksijen kaynağı olan deniz çayırlarında azalma ve yasa dışı avcılıkta artışla gündeme gelen Kaş-Kekova koruma planı Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından hazırlandı. Kaş-Kekova Özel Çevre Koruma Bölgesi (ÖÇKB) Denizel Yönetim Planı’nda, orman vasfını kaybetmiş arazilerden gelir elde etmek için yürürlüğe giren 2B uygulamasının Kaş için risk yarattığı ifade ediliyor. “Türkiye’de Kaş Bölgesi’nde fazla sayıda 2B arazilerinin yer alması, hak sahiplerinin belirlenmesi ve satış sürecinde Kaş’ta İlçeye yapılacak her türlü yatırımın Kaş-Kekova Deniz Koruma Alanı’nı etkileyeceği göz önünde bulundurulmalıdır ve plan kararları bu vizyon ile belirlenmelidir” denildi.

Planda ayrıca dalgıçlık faaliyetlerinin bölgede sıkıntı yarattığı belirtiliyor: “Aşırı sayıda dalıcı; balık topluluklarını olumsuz etkileyebilir, tecrübesiz dalıcıların deniz tabanıyla olan kontrolsüz temasları sonucunda algler, deniz bitkileri ve yaşamı deniz dibine bağlı diğer canlılar hasar görebilir. Bu nedenle dalış aktiviteleri sınırlandırılmalı ve dalış noktaları için günlük dalıcı taşıma kapasitesi belirlenmelidir.”

WWF: Plan tek başına yeterli değil

2002’den beri tehdit altında olan bölgede Patara’dan Antalya’ya kadar yaklaşık 210 kilometrelik deniz alanında Denizel Biyolojik Zenginlik Araştırması yapıldı. 2006 yılında Kaş ÖÇKB’sine Kekova da eklenerek, Kaş-Kekova ÖÇKB bakanlık gündemine de alındı. 2009-2013 yılları arasında yürütülen ‘Kaş-Kekova ÖÇKB Denizel Yönetim Planı Hazırlanması ve Uygulanması Projesi’ kapsamında denizel biyolojik çeşitlilik araştırması ve bunu tamamlayıcı oşinografik araştırmalar, tarım, balıkçılık, turizm gibi ekonomik faaliyetleri ve insan kaynaklı etkilerin boyutunu değerlendiren sosyoekonomik çalışmalar yapıldı.
Denizel yönetim planı bu araştırmalar ışığında; geçimi denizel kaynakların varlığına bağlı olan dalış kulüpleri, tur tekne sahipleri ve balıkçılarla yapılan toplantılar sonucunda katılımcı bir süreçle hazırlandı. Bu plan, deniz alanına yönelik tüm tehditlere karşı Kaş-Kekova’nın denizel değerlerinin korunmasını önceliklendiriyor. WWF-Türkiye’ye göre plan tek başına yeterli değil. Hazırlanan planın etkili bir şekilde uygulanabilmesi için, resmi yöneticilerle işbirliği içerisinde tüm paydaşların (bölgedeki oteller, dalış kulüpleri vs) söz sahibi olabileceği ve olası risklere anında müdahil olabileceği güçlü bir yerel yönetim biriminin de oluşturulması gerekiyor.

Sırada Foça ve Gökova var

Türkiye’de 16 Özel Çevre Koruma (ÖÇK) Bölgesi bulunuyor. Bu bölgeler içerisinde 11 tanesinin deniz ve kıyı alanına sahip olması sebebiyle denizel yönetim planı hazırlıkları yapıldı. Özellikle Foça ve Gökova’nın da Kaş-Kekova’dan sonra denizel yönetimle korunan alanlar olabilmeleri için hazırlıklar sürüyor. Türkiye’de yeni bir olgu olan denizel yönetim planı, korunan bir bölgenin denizel alanında faaliyetlerin belirli bir plana dayandırılarak yapılmasını amaçlıyor. Bu kapsamda, denizel kaynaklardan faydalanan herkesin (dalış kulüpleri, balıkçılar ve tur tekneleri gibi) aktiviteleri nasıl ve hangi şartlarda yapacağını tanımlayan yasal bir belge. Plan, beş yıllık bir eylem paketini içeriyor. Denizel biyolojik çeşitliliğin korunması için balıkçılık ve dalış/tekne faaliyetlerinin düzenlenmesi (özellikle tekneler için demirleme yerine şamandıra sisteminin teşviki gibi), deniz kirliliğini önleyici sistemlerin kurulması ve alt yapı çalışmaları, yasa dışı avcılığın denetlenmesi gibi denizel kaynaklara bağlı toplulukları tehdit eden konuların paket çerçevesinde çözüme kavuşturulması amaçlanıyor.

(Agos/ Yeşil Gazete)

Çöl tozu okyanusa can veriyor

Tim Radford’un Climate News’te yayınlanan yazısını Yeşil Gazete okuyucuları için çevirdik:

Denizbilimciler, hem Atlantik Okyanusu’nda çözülen demir miktarını ölçüp hem de bu demirin nereden geldiğini araştırdılar.

 Tahmini olarak 50 milyon ton Sahra tozu her sene Atlantik boyunca Amazon’a uçuyor.
Tahmini olarak 50 milyon ton Sahra tozu her sene Atlantik boyunca Amazon’a uçuyor.

Araştırma ayrıca hem “derin denizin maviyken neden kıyısal bölgeler genellikle yeşildir?” sorusunun yanıtını daha detaylı açıklama imkanı verirken hem de karbon dioksit meselesi ile okyanusların rolüne dair karmaşık soruların yanıtını da verdi. Ayrıca araştırmalar Kuzey Afrika’nın dünyanın geri kalanına kıyasla önemi gibi başka konuları da açıklama fırsatı buldular. Kuzey Afrika, okyanusları ve Amazon’u değerli tozuyla can veriyor.

South Carolina Üniversitesi’nden Tim Conway ve Seth John, Nature için yaptıkları açıklamada buldukları yöntemle büyük hacimlerdeki deniz suyu örneklerindeki suda çözünmüş demir içeriğini tespit ettiklerini ve sonrasında bu demiri izotoplarına ayırdıklarını söyledi.

İzotop, bir elementin doğal varyantlarından biri ve genellikle menşei farkını gösteriyor. Demir, eser miktarda bulunan yaşamsal bir element; onsuz memeliler kan akışında oksijen aktarımını sağlayan hemoglobini üretemez ya da bitkiler, hava ve güneş ile fotosentez yapan klorofil üretemez.

Derin okyanuslarda bitki gelişimi için gereken her şey var – gün ışığı, karbon, nitrojen ve su – ama demir yok. Bu yüzden derin denizler mavi olurken, besin zengini kıyısal sular yeşil olur.

Nehir ağızları ve deltalar, demir ve diğer besinler (nütrient) açısından zengin ve alg büyümesi için elverişli yerler. Okyanus fito-planktonlarının (denizel besin zincirini sürdüren mikroskobik bitkiler) alabildikleri demir miktarına bağlı olarak atmosferden çekebildikleri karbon dioksit miktarının da bir sınırı var. Dolayısıyla demir, büyük karbon döngüsü içinde önemli bir element. Ve çok büyük miktarlarda bulunmasına da gerek yok.

“Bir ton deniz suyu ile yaptığım araştırmada bulduğum demir miktarı bir kirpik tanesi miktarında” diyen Dr. John ekliyor: “herkesin demiri önemsemesinin nedeni demirin alg gibi okyanusların beşte birini oluşturan fito-planktonların büyümesini sınırlaması.”

Araştırmacılar, bir araştırma gemisiyle Kuzey Atlantik çapında 600 deniz suyu örneği topladılar ve toplanan her bir litre su içinde bulunan bir gramın milyarda biri miktardaki demirin nereden geldiğini belirlemek için işe koyuldular.

Kaynak Sahra

Ekip, okyanusun orta sırtları boyunca yerkabuğundaki hidrotermal volkan ağızlarından ölçülebilir oranlarda okyanus demiri sızdığını buldu. Çok küçük bir miktar, Afrika kıyılarındaki çökeltilerden, yüzde 10’undan fazlası Amerika kıyılarındaki oksijenli çamurdan geliyor. %71 ile %87 arasındaki bir oran da Sahra Çölü’ndeki tozla geliyor. Yani okyanustaki hayat, dünyanın en boş ve en kavrulmuş bölgelerinden birinin her yıl sağladığı gübreye bağlı.

Toz ve yaşam arasındaki oyun, bilim insanlarını on yıldan fazla süredir etkisine almış durumda. 2006’da, İsrailli araştırmacılar, Brezilya’daki yağmur ormanlarını gübreleyen tozun yarıdan fazlasının kurumuş Chad vadilerinden geldiğini buldu. İki sene sonra, Liverpool’dan (İngiltere) başka bir ekip, Sahra tozunun Atlantik Okyanusu için mineral kaynağı olduğunu teyit ederken 2007’de de İsviçreli ve Alman mikrobiyologlar, Charles Darwin’in topladığı kum örneklerini analiz etti. Bulguları rüzgârın getirdiği tozun Batı Afrika’dan Karayiplere tüm yolu kat edip mikrop taşıyabileceğini gösteriyordu. Tahmini olarak 50 milyon ton Sahra tozu her sene Atlantik boyunca Amazon’a uçuyor.

Dolayısıyla Güney Carolina araştırması, eylem bilim (science in action) için iyi bir örnek; çığır açıcı bir buluş yerine insanlığın bilgisine itinalı bir artı. Çalışma, hali hazırda şekillenmeye başlamış bir resme ölçülebilir verilerle katkıda bulunuyor. Bize, kıtalararası göçün yaşamın kendisi kadar eski olduğunu hatırlatıyor. Ve küresel iklim makinesini daha iyi anlamamıza da yardımcı oluyor.

Araştırmacıların, havayla taşınan tozun bulut oluşumunda – dolayısıyla yağış ve kuraklıkta – rol oynadığına ve hatta toz fırtınalarının, kasırgaların şiddetini azaltabileceğine dair teorileri var.

Eğer okyanuslarda ve ormanlarda daha fazla toz daha fazla karbon tutumu demekse o zaman büyük toz fırtınalarının yarattığı döngüler küresel termostatı da düzenleyebilir. Dr.John, “bu, buzul-buzularası döngüler gibi geçmiş iklim değişikliğini de anlamamıza yardımcı olabilir” diyor ve ekliyor: “Buzul çağlarında okyanuslardaki toz akışlarında büyük değişimler yaşanmış olabilir dolayısıyla günümüzde tozlarla ne kadar demir taşındığını anlamak, bunun buzul-buzularası döngülerdeki değişimi tetikleyen faktörlerden biri olup olmadığını anlamamıza da yardımcı olur.”

(Climate News Network, Yeşil Gazete)

Gün kurusuna kara haber

Malatya’da mart ayındaki zirai don nedeniyle üretimin düşmesine bağlı olarak perakende satış fiyatı geçen yıla göre yüzde 200 artan “gün kurusu” kayısı, kilogramı 45 liraya varan fiyatlarla satılıyor. Kuru kayısının fiyatı geçen yıl ise sadece 15 liraydı.

gün kurusu

 

Malatya Ticaret ve Sanayi Odası (TSO) Başkanı Hasan Hüseyin Erkoç, 31 Mart’taki zirai dondan sonra Malatya’da kayısının yüzde 95 zarar gördüğünü söyledi. Böylesine büyük bir felaketi Malatya’nın 100 yılda bir yaşadığını dile getiren Erkoç, “Ürün olmayınca haliyle arz-talep noktasında fiyatlar da tavan yaptı. Bu sene 5 liralık kayısı, 20 liraya çıktı. Gün kurusu kayısı, perakende olarak 40-45 liraya satılıyor. Toptan aldığımızda bunun fiyatı, 25- 30 lira aralığında değişiyor” diye konuştu. Erkoç, kayısı üretimi açısından zor bir yıl geçirdiklerini belirterek, zirai don nedeniyle üreticilerin yanı sıra tüketicilerin de sıkıntı yaşadığını dile getirdi.

Gün kurusu kayısının fiyatının çok yüksek olduğuna dikkati çeken Erkoç, fiyatın yüksek olmasına rağmen vatandaşların az da olsa bu ürünü tüketebileceğini ifade ederek, “Günde 3-4 tane tükettikleri zaman bütçelerini etkilemez diye düşünüyorum. Sağlığa ciddi anlamda katkısı olan, sağlığı ciddi anlamda destekleyen bir ürün. Bu tüketimi hızlandırmamız lazım. İç tüketimi hızlandırmamız lazım” dedi.

(Hürriyet/ Yeşil Gazete)

Hindistan kömürden alıp güneşe verecek

Hindistan Ekonomi Bakanlığı, ulusal ölçekte planladığı yenilenebilir enerji programına fon oluşturmak için kömüre vergi konacağını açıkladı.

Coal_lump

Hindistan, 2022 yılına kadar güneş enerjisi kapasitesini 22 bin MW’a çıkarmayı planlıyor. Yanı sıra 4 bin MW’la dünyanın en büyük güneş panelleri,  ülkenin ırmaklarını güneş panelleriyle kaplamak ve rüzgar enerjisi için ulusal ölçekte bir kalkınma programı kurmak planlar arasında.

Hükümet, uzun soluklu bir yenilenebilir enerjiye geçiş programı için gerekecek yüklü parayı kömür madeni sektöründen sağlamaya kararı verdi. Ülkede çıkarılan ya da ithal edilen her metreküp kömür için şirketlerden ve ithalatçılardan alınan 50 rupi vergi iki katına çıkarılarak 100 rupi oldu.

Ulusal Temiz Enerji Fonu’na aktarılması amacıyla yükseltilen vergiyle, 2015 yılının sonuna doğru 1.000 rupi (167 milyon dolar) kaynak sağlanması bekleniyor.

Toplanacak fon, güneş paneli gibi yenilenebilir enerji yatırımlarının yanı sıra çevre koruma projeleri ile temiz enerji sektöründeki araştırma-geliştirme faaliyetleri için de kullanılacak.

Öet yandan, çevre programı kapsamında, ülke tarihinde ilk defa sadece bir nehri, Ganj Nehri’ni temizlemek için bir bakanlık kuruldu. Yıllardır kirlilik sorunuyla karşı karşıya olan, ülkenin can damarı bu nehri temizlemek için kurulan bakanlığın fonu da kömür vergilerinden sağlanacak.

Uzmanlar, kömür vergisinin 12 aylık sürede $1.2 milyar dolarlık getirisinin olacağını belirtiyorlar.

(CleanTechnica/ Yeşil Gazete)

İsrail’in Gazze saldırısında kayıplar artıyor

7 Temmuz’dan beri devam eden Gazze saldırısında hayatını kaybedenlerin sayısı 577’ye ulaştı. Gazze’nin doğu sınırında bomba atışları devam ederken Hamas Siyasi Büro’dan Musa Ebu Merzuk, BM’nin ateşkes teklifine Netanyahu’nun henüz cevap vermemesini eleştirdi.

aa_picture_20140722_2852624_web
Fotoğraf: AA

İsrail’in 7 Temmuz’da başladığı saldırılar sonucu Gazze’de hayatını kaybeden Filistinlilerin sayısı 577’ye yükseldi, 3 bin 554 kişi yaralandı

İsrail topçu birliklerinin başta Şucaiyye, Ez-Zeytun ve Et-Tuffah olmak üzere Gazze’nin doğusundaki sınır bölgeleri yeniden bombalamaya başladığı ve bölgenin kuzeyindeki Beyt Hanun Hastanesi yakınlarına 5 roketin düştüğü bildirildi.

Gazze’de görevi fiili olarak devam eden Sağlık Bakanlığı Sözcüsü Eşref el-Kudra, AA muhabirine yaptığı açıklamada, İsrail ordusunun Gazze’nin orta kesimindeki En-Nusayrat mülteci kampı, Deyr el-Belah ve Han Yunus kentlerine düzenlediği saldırılarda 4 Filistinlinin yaşamını yitirdiğini ifade etti. Kudra, Gazze kentinin batısındaki Eş-Şatıi mülteci kampına düzenlenen saldırıda 60 Filistinlinin yaralandığını dile getirdi.

Saldırıda kullanılan gazın türü belli değil

Öte yandan, İsrail ordusunun Gazze kentinin kuzeyindeki Eş-Şeyh Rıdvan Mahallesi, batısındaki En-Nafak Caddesi ile orta kesimindeki Zehra kentine henüz ne çeşit olduğu bilinmeyen “kötü kokulu” bir gazla saldırdığı belirtildi.

Görgü tanıkları, İsrail askerlerinin bölgedeki yerleşim yerleri ve tarım arazilerini hedef aldığı saldırıda gaz kullandığını, bölgeyi yoğun bir duman ile kötü bir kokunun sardığını, başta kadın ve çocuklar olmak üzere onlarca kişinin bundan etkilendiğini dile getirdi.

“Koruyucu Hat” adı altında 7 Temmuz’da Gazze’ye havadan saldırı başlatan İsrail ordusu, 17 Temmuz Perşembe akşamı da karadan saldırıya geçmişti.

“Netanyahu ateşkes teklifine cevap vermedi”

Hamas Siyasi Bürosu üyesi Musa Ebu Merzuk, İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun BM’nin İsrail ile Gazze arasında 5 saatlik ateşkes teklifine henüz cevap vermediğini belirtti.

Ebu Musa, sosyal paylaşım sitesi Twitter hesabından yaptığı açıklamada, BM’nin bugün yerel saate göre 10:00 ila 15:00 saatleri arasında taraflar arasında ateşkes yapılması yönündeki teklifte bulunduğu dile getirerek, “İsrail, söz konusu teklife şu ana kadar cevap vermedi. Netanyahu, bütün ateşkes tekliflerini kabul edeceğini söylemiyor muydu?” ifadelerine yer verdi.

BM ile İsrail tarafından konu hakkında henüz açıklama yapılmadı.

ABD Dışişleri Bakanı John Kerry ile BM Genel Sekreteri Ban-Ki mun, yetkililerle Gazze ile İsrail arasındaki “ateşkes” konusunu görüşmek üzere Mısır’ın başkenti Kahire’ye gelmişti.

Lice’de LPG dehşeti:70 yaralı

Diyarbakır’ın Lice İlçesi’nde kontrolden çıkıp devrilen LPG yüklü tankerin infilak etmesiyle alevlerin sıçradığı iki yolcu otobüsü ve hafif ticari araçta bulunan yaklaşık 70 kişi yaralandı.Tamamına yakını vucudunda çeşitli derecede yanıklar oluşan yaralılardan 20’sinin durumunun ağır olduğu belirtildi.

aa_picture_20140722_2852653_web
Fotoğraf: AA

Kazadan sonra alev topu içerisinde kalan araçlardaki yangın, yaklaşık 2 saat süren çalışmayla kontrol altına alındı. Olayda yaralananlar, askeri helikopterler ve ambulanslarla Diyarbakır başta olmak üzere çevre hastanelere kaldırılarak tedavi altına alındı. Yaralıların büyük bölümünün götürüldüğü Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde acil durum ilan edildi. Gelen yaralılara tedavi etmek için yoğum bakım ünitelerinde ek yataklar açılırken, bazı yaralılar ise ilk müdahalelerinin ardından yanık ünitelerinin bulunduğu Malatya, Batman ve Elazığ’daki hastanelere nakledildi.

Kazanın ardından Diyarbakır Valiliği’nde ‘kriz masası’ oluşturdu. sağlık bakanlığı’ndan yaralıların nakli için ambulans uçak ve helikopter talebinde bulunuldu. Bakanlık Ankara ‘dan iki ambulans uçak gönderdi. Diyarbakır’da yaralıları tedavi etmek için Bingöl, Elazığ ve Elazığ’dan doktorlar takviye olarak Diyarbakır’a sevk edildi. Yetkililer, kazada yaralı sayısının yaklaşık 70 olduğunu ve bunlardan 20’sinin durumunun ağır olduğunu kaydetti. (DHA)

Artvin’de madencilere karşı insan zinciri

artvinArtvin’de Kafkasör Yaylası Genya ve Cerattepe Mevkii’nde gümüş, bakır ve siyanürle altın aranacak maden sahasını kapsayan alandaki bakır madeni için verilen “ÇED olumlu” raporunun iptali istemiyle Rize İdare Mahkemesi’nde açılan “yürütmeyi durdurma ve iptal” davası kapsamında bölgede bilirkişi heyeti keşif incelemesi yaptı. Bölgede toplanan ve 3 kilometre uzunluğunda tek sıra insan zinciri oluşturan yaklaşık bin 500 kişi heyeti maden karşıtı sloganlarla karşıladı.

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı 2012 yılında Artvin’de Kafkasör Yaylası Genya ve Cerattepe Mevkii’nde gümüş ve bakır ile birlikte siyanürle altın aranacak maden sahaları için izin verdi. İhale sürecinin ardından bölgedeki maden sahasını kapsayan alandaki bakır madeni için Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) raporu hazırladı. 2007 yılında maden sahaları için verdikleri hukuk mücadelesini kazanan Artvinliler, geçen yıl yeniden hukuk mücadelesi başlattı, Yeşil Artvin Derneği öncülüğünde bir araya gelen 283 kişi ÇED raporunun yürütmesinin durdurulması ve iptali istemiyle Rize İdare Mahkemesi’ne dava açtı. Dava kapsamında Rize İdare Mahkemesi heyeti bölgede bilirkişi incelemesi yapılmasına karar verdi.

Heyeti  İnsan Zinciri Karşıladı

artvin insan zinciriRize İdare Mahkemesi keşif heyeti öncesi otobüslerle Kafkasör Yaylası Genya ve Cerattepe Mevkii’ne çıkan yaklaşık bin 500 Artvinli ellerinde maden karşıtı pankartlarla tek sıra halinde 1.5 kilometre uzunluğunda insan zinciri oluşturdu. Bölge halkı “Genya dağı ve Cerattepe Artvin’in kalbidir, dokunma yanarsın” yazılı dev pankart açtı “madene hayır“ sloganları attı. Mahkeme heyetini bekleyen vatandaşlar hep bir ağızdan “Madenciler geliyor, kovacağız onları” dizeleri ile türküler söyledi.

Artvinlilerin avukatı Bedrettin Kalın, Genya ve Cerattepe Mevkileri için 4106 hektar alanda maden arama ruhsat izni verildiğini hatırlattı, bakır madeni için hazırlanan ÇED raporundaki proje dosyasında 31.8 hektar olarak gösterilen proje alanının gerçekte 38 hektar olduğunu söyledi. Proje uygulama alanının ÇED raporunda belirtilen alanı aştığını ifade eden Kalın, savunmasında şunları belirtti:

“Bu bölge Kafkasör Turizm Merkezi aynı zamanda Turizm Koruma ve Geliştirme alanı ilan edildi. Hemen yanında Hatila Vadisi Milli Parkı var. Bu bölgede 20 endemik bitki türü var. Flora ve fauna açsından çok zengin. Sadece Türkiye’de bulunan iki yırtıcı kuşun göç yolu. 21 memeli hayvanı barındırıyor. Artvin’in tüm içme suyu kaynakları bu bölgede. Maden ruhsat alanı yerleşim yeri sınırlarına dayanıyor. Atabarı Kayak Tesisleri yine bu bölgede. Çevre Düzeni Planı ÇED raporuna eklenmiş. Maden sahaları bu Çevre Düzeni Planı’nda yok. Ama bu dosyaya konarak sanki Çevre Düzeni Planı’nda bu sahalar varmış gibi gösterilmiş. Bu yalandır ve mahkemeyi aldatmaya yöneliktir.”

 

(Coruhpostasi.net)

 

 

Dünya 352 aydır ortalamadan sıcak

Amerikan Ulusal Okyanus ve Atmosfer İdaresi (NOAA) geride  bıraktığımız Haziran ayının, ölçümlere başlanan 1880’den bu yana kaydedilen en sıcak Haziran ayı olduğunu açıkladı.

Küresel ölçekte topladığı verilerle gezegenin iklimini takip edilmesini sağlayan NOAA‘dan yapılan açıklamada, rekorun kırılmasındaki en büyük payın olağandışı sıcaklıklarda seyreden Pasifik ve Hint Okyanusları’nda olduğu vurgulandı. Okyanuslarda kaydedilen sıcaklıkların ortalamadan sapması sadece Haziran ayı içinde değil, kaydedilen tüm aylar içinde en yükseği oldu.

NOAA'nın yayınladığı 2014 Haziran ayı anormallikler ve hava olayları haritası
NOAA’nın yayınladığı 2014 Haziran ayı anormallikler ve hava olayları haritası

Haziran ayı bu rekora 16.2 C ortalama küresel sıcaklık ile ulaşırken, bu ölçümle 20. yüzyıl Haziran ayları ortalamasının da 0.7 C üzerine çıkmış oldu. Daha önceki rekor 2010 yılının Haziran ayındaydı. Kaydedilmiş en sıcak on Haziran ayının dokuzu 21. yüzyılda kaydedilirken, son 5 yılın tamamı bu en sıcak dokuz içinde kendisine yer buldu.

Açıklamada dikkati çeken bir diğer veri de geçtiğimiz ayın üstüste “normalin” üzerinde sıcak geçen 352. ay olması. 1880’den bu yana sıcaklık verisi toplayan NOAA’ya göre dünya 352 aydır, yani yaklaşık 30 senedir ortalamanın üzerinde sıcaklıklara sahne oluyor.

(Yeşil Gazete)

Demirtaş’a verilen oyların anlamı üzerine – Naci Sönmez

Bir süredir, bu ülkede daha eşit, özgür, yeşil ve demokratik bir yaşam için mücadele eden bizler için ilk kez umutlanacağımız bir dönemin başında olabilir miyiz? Rejimin uzun yıllardır halı altına süpürülmüş sorunlarının tartışıldığı, hatta kimi değişimlerin kısmen de olsa devreye girdiği ama bir o kadar da bu değişim ya da ertelenemez dönüşümlerin yürütücüsü rolündeki iktidar partisinin otoriter ve baskıcı yönelimleri eşliğinde, kutuplaşan ve gerilen toplumsal sürecimizin endişe verici sonuçlarına müdahale etme şansı yakalamakla karşı karşıya mıyız? Bu ve benzer soruları çoğaltabilir üzerinde uzun uzun konuşabiliriz.

Tüm bu soruları sormamıza ve tartışmamıza neden olan aslında Selahattin Demirtaş’ın adaylığı ve “Yeni Yaşam Belgesi”ni sunmuş olmasıdır. Demirtaş Yeni Yaşam Belgesi ile hem rakiplerinin hem de dostlarının zihin dünyasında önemli kırılmalara, yeniden herkesin bir kez daha düşünmesine vesile oldu. Son dönemde, gerek gittiğim bölgelerdeki izlenimlerim, gerekse özellikle Karadeniz gibi milliyetçiliğin, şoven dalganın sert estiği Anadolu illerinden arkadaşlarımızla yaptığım telefon görüşmerinden anladığım, yeni bir dönem için umutların artmış olduğu ve kucaklayıcı, kapsayıcı bir Türkiye siyaseti için olumlu sayılabilecek tepkilerin alındığıdır.

Bir süredir Kürt siyasal hareketinin kendi politik pozisyonunu da riske ederek girdiği yol oldukça zor ve bir o kadar da radikal değişimi esas aldığı bir yoldur. Uzun yıllar kimlik sorunu etrafında siyaset kurmuş, bunun için önemli bedeller ödemiş hatta bütün bir hayatını bu stratejiye adamış bir hareket, “artık dönem farklı ve mücadelenin oturacağı ana zemin Türkiye’nin demokrasisidir” dediğinde, hemen her çevre bu yönelimi oldukça ihtiyatlı ve mesafeli karşıladı.

Uzun yıllar silahlı mücadele ile kendisini var etmiş ve bütün geleceğini bunun üzerine kurmuş bir hareketin, birden “artık silahlı mücadelenin miadı dolmuştur, artık ulus devlet kurma hayali anlamsızdır, bir arada ve birlikte yaşamayı esas alan demokratik mücadele zeminlerini güçlendirmeliyiz” söylemi, taktik bir yönelim mi yoksa stratejik bir yönelim miydi?

Önemli yenilgileri ve ideolojik politik krizleri yaşamış ve bunu atlatamamış sol- sosyalist hareketler için bu durum anlaşılması zor ve bir o kadar da okunması zaman alacak bir meseleydi. Tam da bu süreçlerde oluşmuş olan HDK / HDP gibi yapılar içinde de bu birleşik zeminlerdeki gruplar açısından zorlu bir dönem başlamış oluyordu.

30 Mart yerel seçimlerinde bu birleşik mücadele zemini hem fikri olarak hem de pratik olarak kendisini test etme şansı yakalamıştı. Yerel seçimler HDK / HDP’nin nasıl yola devam edemeyeceğini göstermişti. Tüm Türkiye’ye seslenmeye çalışan ve AKP ile CHP arasında sıkıştırılmış toplum açısından başka bir seçenek var demeye getiren bir siyasi birlik açısından, bu sürecin klasik bir sol birlik ya da eski sol içi cephe tarzı örgütsel anlayışla sürdürülmesinin mümkün olamayacağı görülmüştü.

Türkiye’nin batısında, HDP’yi Kürt partisi algısından uzaklaştıracak ve sol örgütler toplamından öteye taşımayacak bir politik söylemin bir geleceği olamayacağı herkesçe kabul gören bir gerçeklikti. HDP solun değişik gruplarının ve Kürt hareketinin siyasi yapılarının ötesinde bir kucaklayıcılığa sahip olabildiği sürece alternatif bir siyasi özne olabilirdi. Onun içindir ki HDP, solun uzun soluklu hedeflerini her fırsatta tekrarlayan değil, Türkiye’nin demokratikleşme yönelimine radikal önerilerle katkı yapan bir politik söylemle geniş kitleler içinde bir karşılık arayabilirdi.

Yerel seçim sonrası hızla BDP’nin kendisine dair aldığı radikal kararlar ve HDP’yi parlamentoda grup yapan atılımı başta bu partinin üzerindeki BDP, HDP’ye dönüştü eleştirilerini çoğaltmıştır. Tüm o süreçte yaşananlar, HDP üzerinde Kürt partisi algısını ilk etapta güçlendirse de, doğru bir söylem ve eylemin ortaya konulmasıyla bu algının geriletilmesi mümkün kılınabilirdi. Açıkçası ben, bir süredir bu algıların şekilsel tedbirler yoluyla değil, ortaya konulacak politikalar ve söylemler yoluyla geriletilebileceğini düşünenlerdendim. O güne kadar Kürtlerin hakları için söylem ve eylem kurmuş Kürt siyasetçilerin bu yeni süreçte kuracakları dilin hep önemine vurgu yaptım.Türkiye’nin batısını yeni sürece -batıdaki biz solculardan daha çok- yine Kürt siyasetçiler seslenerek ikna edebilirler diye düşündüm.

Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinin de hep gittiğim yerlerde, katıldığım parti toplantılarında, HDP açısından bir şans olabileceğini, yeni HDP vizyonunun bütün Türkiye’ye anlatılması için büyük olanaklar sunabileceğini ifade ettim. Hatta HDK / HDP süreci ile ilgili değerlendirmelerde peşin hükümlü olunmaması gerektiğini yerel seçimlerle başlayıp Cumhurbaşkanlığı seçimiyle devam edip 2015 genel seçimleriyle noktalanacak dönemi bir paket olarak görmek gerektiğini anlatmaya çalıştım. Bu süreçlerin toplamı üzerinden meseleyi daha sağlıklı pratik deneyimler üzerinden konuşmanın doğru olacağını düşündüm ve dilimin döndüğü oranda bu fikrimi herkesle paylaşmaya çalıştım.

Bu sürece destek verip aynı zamanda kimi haklı kaygılar taşıyan grup ve bireylerin bir eleştirisi ya da endişesi de, ikili parti hayatlarının olup olamayacağı mevzusuydu. Yani bir yandan, YSGP, EMEP, ESP, SYKP, SDP ve birçok parti grup varken bir yandan da HDP olabilir miydi?

Açıkçası yıllar öncesi gibi düşünsem, yani eski 20. yüzyılın dünyasından parti – örgüt anlayışlarına sıkı sıkıya bağlı olsam, asla böylesi ikili hayatlar olamaz diye feryadı koparırdım. Ama artık biz bu parti – örgüt işlerini de bu sayede yeniden tanımlayabilir ya da tartışabilir miyiz? Artık Türkiye’nin bu devasa sorunları içerisinde herkesin ideolojik ve politik örgütsel bağımsızlığını korumasını ve geliştirmesini olanaklı kılan ama aynı zamanda ana akım siyasete etki edecek derecede bir kitle partisini çatı örgütü olarak formatlayarak yeni ve denendikçe yol alacak bir genişlikte ve esneklikte ele alıp bu meseleyi acaba tartışamaz mıyız?

Bu ikili hayatı birbirinin rakibi gören ya da birbirini paralize eden değil birbirini eş zamanlı besleyen, hem meselelerin çözümünü sadece devrime havale etmeyen, kitle partisinde olgunlaştıran bir mücadeleyi hem de bugünden daha çok geleceğin sistem değişikliklerinde çözüm bulacağına inandığımız meseleleri de ideolojik bağımsız kulvarlarımızda değerlendirmeye çalıştığımız ideolojik fikri parti ya da örgütlerimizde somutlaştıran bir bütünlüğü birlikte ele alamaz mıyız?

Yani 20. Yüzyılın ideolojik ezberlerini aşarak, 21. Yüzyılın gerçekliğine uygun yenilenmeyle yola devam edebilmeliyiz. Cumhurbaşkanlığı seçimleri örneğin bize bugün bu olanağı verebilmektedir. Selahattin Demirtaş’ın şahsında ortaya koyduğu vizyon böyle bir siyasetin vizyonu haline gelebilirse, öyle umut ediyorum ki, Türkiye’nin bugüne kadar batısında ayağımıza dolaşan algılar iyi bir fikri ve eylemsel takiple şansa dönüştürülebilir. Örneğin ben bunu partimiz YSGP açısından bir açmaz olarak görmediğim gibi, bir şans oluşturduğunu düşünüyorum. Aynı zamanda uzun yıllara dayanan Kürt siyasal hareketiyle Türkiye solu arasındaki ayrı ayrı mücadele etme sorununu ve anlayışını da bu dönemde artık tarihsel bir eleştiriden geçirerek başka bir düzleme taşıyabilir miyiz diye düşünüyorum.

Bir süredir solda egemen düşünce olan “Kürt sorunu Kürtlerden sorulur, batıdaki emek ve benzer işler de bizden sorulur” anlayışının sonuna gelinmiş durumdadır. Artık Kürt siyasal hareketiyle sol arasındaki tarihten taşınan bu mesafeli ilişkiyi sürdürme sürecinin sonuna gelinmiştir. Eski örgüt ve sol birlik – cephe anlayışlarıyla bugün katedilecek bir yol yoktur artık. Tırnak içinde asgari müşterekler üzerinden birlik yerine, sorun ve çözüm odaklı politik birliktelikler döneminde olduğumuzu düşünüyorum. Her birimizin bagımsız özgün fikri zeminlerimizi kısa vadeli hedefler için feda etmediğimiz, aksine kısa vadeli, orta vadeli bugün kazanacağımız politik programlar için oluşturmuş olduğumuz birliktelikleri, yine her birimizin daha uzun vadeli hedefleri için bir şansa çevirmek mümkündür.

HDP’nin daha organik ya da eklektik olmaktan uzak reel siyaset yapan bir birleşik kitle partisi olmasıyla, YSGP’nin kurumsal, ideolojik kadro partisi olması birbirini tehdit etmeden yaşatılabilir diye düşünmek için çok neden vardır. Bugün Dünya’da birleşik çatı partileri denemeleri vardır ve bu süreçler kendi gerçekliğinde yol almaktadır. Örneğin Avrupa Sol Parti ve Avrupa Yeşiller Federasyonu bu anlamda incelenmesi gereken örneklerdir.

Denilebilir ki “ne alaka. Avrupadaki bu yapılar ulus devletlerin partilerinin üzerine inşa edilmiş bir çatı örgütlenmesidir ve bizim için uygun örnek değildir” … Tersten bakacak olursak, Türkiye’nin bir yakasında uzun yıllardır, birçok politik aktör siyaset yapmamakta ya da yapamamaktadır. Kürt siyasal hareketi bu ülkedeki bir kimliğin ve bir coğrafyanın talepleri üzerinden siyasallaşmış ve bugün güçlü bir politik özne olarak gerçekliğini kabul ettirmiştir. Bizler her birimiz ise daha çok siyasal mücadelemizi zımmen Türkiye’nin batısında var etmek üzere uğraşmaktayız. Bugün gerek HDP’nin kapsama alanı içinde olan sol-sosyalist yapılar gerekse kimlik ve inanç kesimleri, tam da bu sebeplerle bu bölünmüşlük ve taleplerin farklılıklar göstermesi sebebiyle, ideolojik bir partiden daha çok, politik ortaklıklar üzerinden böylesi çatı parti birleşkeleri üzerinden birlikte yürüme olanaklarını çoğaltabilirler.

İşte bugün Demirtaş’a verilecek oy, sadece dönemsel bir birliğe verilecek destek değildir. Demirtaş’a verilecek oy tarihsel bir değişikliğe ve birlikte mücadeleye verilecek oydur.

Demirtaş’a verilecek oy, başka bir seçeneğimiz olabilir, “bu seçimde %10 yakalanabilirse, 2015 parlamentosu bambaşka olabilir”e verilecek oydur.

Demirtaş’a verilecek oy, bu toplumun ötelenmiş, dışlanmış kesimlerinin, kimliğinden, inancından, yaşam biçiminden ötürü yok sayılmışların 2015 parlamentosunda olması demektir.

Belki de bu dönem Demirtaş’a verilecek oylar, Cumhuriyet tarihi boyunca başarılamamış olanı, çoğulcu, çok kimlikli ve çok kültürlü yaşamı temsil eden bir bileşenin meclise taşınabileceğinin umudunu gösterecek.

Artık hepimize düşen görev, kalan bu kısa sürede bütün bir topluma neden Selahattin Demirtaş’a oy verilmesi gerektiğini anlatmak olmalıdır. Artık benim olsun küçük olsun, benim olsun yönetebileceğim kadar olsun dönemi bitmiştir, bitmelidir. Artık, hepimizin olsun büyük olsun, hepimizin olsun halklarımızla birlikte ancak yönetebileceğimiz kadar olsun deme zamanıdır. İşte Demirtaş’a sadece bu sebepten dolayı bile oy verilmelidir.

Özel olarak ve son söz olarak;

Yeşil bir dünya, eşit, özgür bir Türkiye, ekolojik ve demokratik bir toplum başka nasıl kurulabilir? Ana akım siyasete etki edebilecek seçenekler güçlendirilmeden, bunun için emek sarfedilmeden nasıl olacak da, bu AKP geriletilebilecek, bu CHP’nin solun aklına etki etmesi engellenebilecek?

Nasıl olacak da bu ülkenin ezilenenleri, dışlananları, hayatları, kimlikleri çalınanları, doğası kirletilen talan edilenleri, istedikleri yaşamı kurabilecekler ve yaşamları üzerinde söz ve karar sahibi olabilecekler?

Bu ülkenin ezilmiş ve kimliğinin yok edilmesine karşı isyan etmiş bir hareketi, yarattığı gücü ve birikimi kendi dışındakilere sunarken, buna destek olmak ve bu olanağı şansa çevirmek gerekmez mi?

Tabii ki sürecin kaygıyla, endişeyle karşılanabilecek yanları da var. Zaten hayatlarımız bu endişelerin ve kaygıların gölgesinde şekillenmiyor mu? Siyasetin görevi de zaten bu endişe ve kaygılarla başetmek ve nihai hedef için bunlarla mücadele etmek değil midir?

Tabii ki bunlar benim görüşlerim! Başkaca görüşlerle benim görüşlerimin de test edileceği yer, yaşayacağımız pratik süreçtir. Doğrusunu eğrisini yine hayatın içinde göreceğiz.

Naci Sönmez