Ana Sayfa Blog Sayfa 3914

Ebola yüzünden üç ülkeye hac ambargosu

Suudi Arabistan Sağlık Bakanlığı, Sierra Leone, Gine ve Liberya’dan başvuru yapılması durumunda vize verilmeyeceğini açıkladı.

153236

Suudi Arabistan Sağlık Bakanlığı , Sierra Leone, Gine ve Liberya’ya ebola virüsü nedeniyle Umre ve hac yasağı konulduğunu açıkladı. Bu ülkelerden başvuru yapılması durumunda vize verilmeyeceğini açıklayan bakanlık, havaalanlarında da yüksek güvenlik önlemleri aldı.

Radikal’in Saudi Gazette’eye dayandırdığı habere göre, Sağlık Bakanlığı sözcüsü Khalid Marghalani, “Yetkililere, ülkeye giriş çıkışlar konusunda gerekli bilgiyi verdik. Personele Ebola virüsünün nasıl tespit edileceğine dair eğitim verdik” dedi. Sözcü , hac sezonu haricinde bu ülkelerden Suudi Arabistan’a doğrudan uçuş olmadığını da sözlerine ekledi.

Dünyanın gelmiş geçmiş en kötü ebola salgınında üç ülkede toplam 600′den fazla kişi hayatını kaybetti; binden fazla kişiye virüs bulaştı.

(T24)

Nijerya’da ordu da savaş suçu işliyor

Nijerya’da Boko Haram ve diğer silahlı örgütlerin terörü devam ederken, ordunun da tıpkı silahlı örgütler gibi insanlık suçu işlediğine dair yeni kanıtlar yayımlandı. Uluslararası Af Örgütü’nün hazırladığı rapora göre, ordu üyeleri, Boko Haram örgütüne dahil olduğu iddiasıyla pek çok sivile işkence etti ve yargısız infazda bulundu.

_76742581_018069444-1

Uluslararası Af Örgütü’nün internet sayfasında yer alan açıklamada, Borno eyaletine düzenlenen son seyahatte çeşitli kaynaklardan elde edilen video görüntülerinin, Nijerya’da işlenen birçok savaş suçuna açık kanıt oluşturduğu belirtildi.

Serbest kalan tutuklulara yargısız infaz

Boko Haram, tutukevine düzenlediği saldırıda tüm üyelerini serbest bırakmıştı. Örgütün kentten ayrılmasından sonra çoğu eski tutuklu 600’den fazla kişinin Maiduguri’nin çeşitli bölgelerinde yargısız infaz edildikleri belirtiliyor.
Söz konusu infazlara kanıt teşkil eden videolardan biri Nijerya’nın Borno eyaletinde Maiduguri yakınında 14 Mart 2014 tarihinde çekildi. Videoda, Nijerya ordusunun ve milis kuvvet “Sivil Ortak Görev Gücü” üyeleri olduğu sanılan kişilerin, tutukluların boğazlarını keserek öldürdüğü ve cesetleri toplu mezara gömdüğünün görüldüğü belirtildi.
Uluslararası Af Örgütü’nün görüştüğü askeri kaynaklar, videodaki kişilerin askeri personel olduğunu doğruladı. Görgü tanıkları da videonun Boko Haram’ın Maiduguri’de bir kışlada bulunan tutukevine saldırı düzenlediği gün çekildiğini söyledi.

‘Boko Haram’dan oldukları şüphesiyle işkence

Örgütün ele geçirdiği bir diğer videoda da Maiduguri’nin 70 kilometre güneydoğusunda Bama kasabasında işlenen ağır suçlara tanıklık edenlerin ifadeleri yer alıyor. Görgü tanıkları, 23 Temmuz 2013 tarihinde Nijerya ordusu ve “Sivil Ortak Görev Gücü” üyelerinin Bama’ya düzenlediği operasyonda, Boko Haram üyesi olduğu iddia edilen erkeklerin soyulup yan yana yere yatırıldığını, sopalar ve büyük bıçaklarla dövüldüğünü anlatıyor. Erkeklerden 35’inin askeri araçla Bama’daki kışlaya götürüldüğü, altı gün sonra kasabaya geri getirilerek burada askerler tarafından vurularak öldürüldüğü belirtiliyor.
Yine görgü tanıkları, Boko Haram militanlarının 19 Şubat 2014 tarihinde Bama’ya en kanlı saldırıyı düzenlediğini, bu saldırıda 100’den fazla kişinin öldüğünü, 200’ü aşkın kişinin de yaralandığını söyledi.
Uluslararası Af Örgütü Genel Sekreteri Salil Shetty, “şok edici yeni kanıtların Nijerya’da tüm taraflarca işlenen dehşet verici suçları ispatladığı” ifade etti. Shetty, Nijeryalı yetkililere, ordu mensuplarının insan haklarını ihlal etmelerine son vermesini sağlaması çağrısı yaptı.

(Yeşil Gazete)

Katliamdan sonra Soma: Vaat edilenler ve gerçekler (2)

2. bölüm: Ölüm madencinin kaderi mi?Screen shot 2014-08-04 at 10.02.42

1. bölümü okumak için tıklayınız.

“Kamunun tonunu 120 dolara çıkardığı kömürün maliyetini özel sektör 24 dolara düşürmüş. Ama nasıl? Zaten bu sorunun cevabı facianın neden yaşandığını gösteriyor…”

Dünyanın en tehlikeli işlerinden birini yaptığınızı hayal edin bir an için. Çalışma mekânınızın yerin yüzlerce metre altında, karanlık, nemli olduğunu ve işinizin fiziksel güce dayandığını. Çoğumuzun hayatında bir kere bile girmediği, girmek istemeyeceği bir yer: Kömür madeni. Can güvenliğinizi, işçinin değil patronun yanında olan sarı sendikaya emanet eder miydiniz? Peki ya başka alternatifiniz yoksa? Soma’daki maden işçilerinin durumu tam da bu. 301 işçisinin öldüğü kazadan önce Soma madenlerinde örgütlü tek sendika Türk-İş’e bağlı Maden-İş’ti.

madenci2

Kınık’ta bir köy pazarında çıraklık yaparken buluştuğumuz madenci Arif Dudu sendikaya neden üye olduğunu “yemek parası adı altında bir para vardı, ayda 15 lira, 12 ayda 180 lira yapar. Bunun için sendikaya üye olduk” diye anlatıyor. Hayatına getirisi ne mi olmuş? “Bir sefer ayakkabı dağıttılar, bir kez de gömlek verdiler” diyor. Dudu, 13 Mayıs’taki kazaya vardiyası biterken yani 8 saat çalıştığı madenden çıkarken yakalanmış. Sonrasında da kurtarılmayı bekleyip ölüm sırasının kendisine ne zaman geleceğini düşünerek 8,5 saat daha geçirmiş yerin yüzlerce metre altında. Arkadaşlarının cesetlerinin üzerine basarak madenden çıktığını uzaklara bakarak anlatırken o anları tekrar yaşıyor gibi. Soma’da sohbet ettiğimiz maden işçilerinin çoğu sendika yönetimini seçerken önlerine konan tek adaya oy vermek zorunda bırakıldıklarını anlattı. Bir maden işçisinin üyesi olduğu sendika hakkındaki “8 yıllık maden işçisiyim, bir kere sendika temsilcisi görmedim” sözleri çarpıcıydı.

Arid Dudu
Arif Dudu

27 yaşındaki Arif 5,5 yıllık madenci. Madende taşerona bağlı çalışıyordu. Taşeronun yapmakta zorlanacağı işler verdiğini, bitiremezse vardiyasını uzatmakla tehdit ettiğini söylüyor. Madende dakikaların hesabı yapılır, bir dakikada kaç kürek attığının hesabı sorulurmuş. Çalıştığı yerin son günlerde iyice ısındığını da söylemiş ama dinletememiş. Bunları daha önce anlatamamasının nedeni de baskı üzerine kurulu sistem. “Sen çalışmak istemezsen kapıda başkası bekliyor” denmiş madencilere. Şimdi artık korkmadan anlatıyor yaşanan ‘katliamı’ ve nedenlerini.  Çünkü geçirdiği kâbus gibi 8 saatten sonra bir daha asla madene girmemeye kararlı. Günde 10-15 lira kazandığı pazarcılıkla geçinemiyor, ne yapacağı meçhul.

“Kazadan kurtulanlar malulen emekli olsun”

Yanında can çekişerek, debelenerek ölen arkadaşları gözünün önünden hiç gitmiyor. İlk zamanlar pazara gelmek,  insan içine çıkmak da zor gelmiş ama şimdilerde alışmış. Devletin madenden sağ kurtulan madencilerle ilgilenmediğinden yakınıyor, “kapımızı çalan olmadı” diyor. Biz sohbet ederken söze Arif’e pazarda iş veren akrabası karışıyor. “Yazın çizin, haber yapın da bu çocuklara bir faydanız dokunsun, malulen emekli olmaları gerekir”  diyor.

Soma ve çevresinde sadece Arif’in değil, bugüne kadar içinde yaşadıkları sistemi basına anlat(a)mayan pek çok madencinin “dili çözülmüş”. Yıllardır beraber çalıştıkları arkadaşlarını toprağa verirken ölümle burun buruna yaşadıkları gerçeği bir kez daha çarpılmış yüzlerine. Bir de tabii ilk kez Türkiye medyası neler yaşadıklarını merak etmeye başlamış. Kendi deyimleriyle “kaza olmasa kimse bilmeyecekti neler çektiklerini.”

İşçi hariç herkesi mutlu eden düzen

Ama bu, Soma’da korku duvarının yıkıldığı anlamına gelmiyor. Hâlâ pek çok çekinceleri var olanı biteni anlatmak konusunda. Aileler gelmesini bekledikleri yardımın kesilmesinden korkuyor, madenciler konuşurlarsa işlerini kaybetmekten çekiniyor. Taşeronlarsa afişe olmaktan… Kamu kurumlarından baskı göreceğini söyleyerek adının verilmesini istemeyen bir yerel gazeteci Soma’da kurulan sistemin Türkiye’nin aynası olduğunu söylüyor. Siyasi iktidarın Soma Holding’e destek verdiği görüşünde. “Türkiye’yi anlamak için Soma’da kurulan çarpık ilişkileri anlamalısınız” lafını daha sonra Soma Taşeron İşçiler Derneği Basın Sözcüsü Gökhan Özgür Zırhlı’dan da duyuyoruz.

"Para ile satılmaz"
“Para ile satılmaz”

Soma’da Soma Holding’in işlettiği 3 madenin de sahibi Türkiye Kömür İşletmeleri yani devlet. Maden yatakları Soma Holding’e işletmesi için kiralanıyor. Devlet kiraladığı maden sahalarından çıkarılan kömürün tamamını ‘alım garantisi’ vererek satın alıyor. Yani Soma Holding ve diğer şirketler ne kadar çok ve hızlı kömür çıkarırsa o kadar kâr ediyor. 2005’te Soma Holding’e geçen madenlerde yıllık 1,5 milyon tonluk kömür üretim kapasitesi 3,5 milyon tona çıktı. Kamunun tonunu 120 dolara çıkardığı kömürün maliyetini özel sektör 24 dolara düşürmüş. Ama nasıl? Zaten bu sorunun cevabı facianın neden yaşandığını gösteriyor. İşçi ücretlerine yapılan baskı ve güvenlikten verilen tavizler işçileri ölüme götürmüş. Buradan çıkan kömür enerji üretiminde kullanılıyor ve yoksullara dağıtılıyor. Soma’nın tren garında bir Pazar günü yaptığımız çekimlerde “para ile satılmaz” ibareli torbalardaki tonlarca kömürün trenlere yüklendiğini görüntüledik. Görüştüğümüz kamyon şoförleri “fakir kömürü” dedikleri Sosyal Yardımlaşma Fonu’na ait kömürleri Türkiye’nin dört bir yanına nasıl taşıdıklarını anlattı. Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü Öğretim Görevlisi Yard. Doç. Dr. Behlül Özkan’a göre iktidara siyasi rant, özel sektöre sınırsız kâr getiren bu sistemin tek kaybedeni işçiler. Taşeron sistemi işçilerin taleplerini bastırma ve güvensiz şartlarda isyan edemeden çalışmalarını sağlamak için kullanılıyor. Sendikaların ise sadece adı var.

Maaşlar yattı ama…

Kazadan sonra DİSK Soma madenlerinde örgütlenme çabasına girdi. DİSK’e bağlı Dev Maden-Sen Ege Bölge Temsilcisi Hacay Yılmaz’la işçilerle görüşmek için gittiği Kınık’ta bir kahvede buluşuyoruz. Bir sendikacı olarak, hele de yeni örgütlenmeye başlayan bir sendikanın temsilcisi olarak “madencilerin daha güvenli şartlarda çalışacağına inancınız var mı?” sorusuna “mücadele ediyoruz, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diye umutlu bir yanıt veriyor. Kazadan sonra Soma Holdinge ait 3 maden geçici süreyle kapatıldı. 5500 işçi şu anda çalışmıyor. İşçilere çalışmadıkları sürede maaşlarının kesintisiz yatacağı sözü verilmişti. Yılmaz, bu sözün ancak işçiler tepkilerini göstermek için Ankara’ya yürüdükten sonra yerine getirildiğini anlatıyor. Verilen en basit sözlerin yerine getirilmesi bile işçilerin haklarını inatla aramasından geçiyor.

Soma’dan sonra madencilere yapılan en büyük vaat daha güvenli çalışma koşulları. Enerji Bakanı Taner Yıldız Türkiye’nin her yıl kullandığı 102 milyon ton kömürün 80 milyon tonunun yurt içindeki madenlerde üretildiğini açıklamış, “hiçbir işçimizin can güvenliğine halel getirmeden bunu yapabiliyor olmamız lazım” sözleriyle daha güvenli maden sözü vermişti. Denetimlerin artırılacağı da yine verilen sözler arasındaydı. Bu, yalnızca Soma’da çalışan 13 bin madenci için değil, Zonguldak’tan Şırnak’a madenlerde çalışan yaklaşık 50 bin işçi için hayati önemde.

Sosyal Yardımlaşma Fonu'nun yoksullara dağıttığı kömürler
Sosyal Yardımlaşma Fonu’nun yoksullara dağıttığı kömürler

Torba Yasa ne getiriyor?

Vaatlerin yerine gelip gelmeyeceğinin anahtarı Meclis’ten geçecek torba yasa. Ama maalesef, sendikacılara göre torba yasa ile getirilen düzenlemeler “daha güvenli madenler” anlamına gelmiyor. Çünkü düzenlemelerin çoğu çalışanların özlük hakları ile ilgili, madenin içindeki koşullarla değil. Faciadan beri en çok tartışılan konu olan yaşam odası, yani kaza anında madenin içinde işçilerin temel ihtiyaçlarını karşılayacakları sığınak, mecliste AK Partili milletvekillerinin oylarıyla reddedildi.  Genel Maden İşçileri Sendikası Genel Başkanı Eyüp Alabaş yaşam odalarının kömür madenciliği için uygun olmadığını ama kaza anında oksijen takviyesi alarak işçilerin maden dışına çıkmalarını sağlayacak tahliye istasyonlarının zorunluluk olması gerektiğini söylüyor. Alabaş’a göre yasayla ilgili temel sorun, tarafları bir araya getirerek ortak akılla hareket etmek yerine kazanın getirdiği duygusallıkla kısa vadeli çözümler bulmaya çalışması.

Torba yasa madencilerin yaka silktiği taşeron sistemine son vermiyor. Aksine sendikacılara göre yeni yasa taşeronlaşmayı güçlendiriyor. Çünkü yasaya göre kadrolu işçilerle aynı koşullar sağlanmak kaydıyla taşeron işçi istihdam edilebilecek. Soma’da görüştüğümüz pek çok işçi ve yakını “dayıbaşı” dedikleri taşeronların kazadan sonra başsağlığı dilemeye dahi gelmediğini anlattı. Dayıbaşlarının aylık gelirlerinin 30 bin liradan fazla olduğu iddia ediliyor.

kömür1

Aynı maskelerle yine madene

Kazadan sonra işçilerin kullandığı maskeler de çok tartışılmıştı. Ortaçağdan kalma görünümlü maskeler metal, ağır, oksijen vermiyor, sadece havayı filtre ediyor. Bugün Soma’da İmbat ve diğer maden ocaklarında çalışanlar hâlâ o maskelere güvenip madene giriyor. Soma Holding’e ait madenler açılırsa daha iyi kalite araç-gereç sağlanacağına ilişkin hiçbir emare yok.

İşçilerin en büyük dertlerinden biri çalışma süreleri. İzmir’in Kınık ilçesine bağlı Köseler köyünde çalışan Ramazan Doğru vardiyası başlamadan iki saat önce servis aracının köydeki madencileri toplamaya geldiğini, 8 saat işyerinde geçirdiğini, dönüş yolunun bir saat sürdüğünü yani çalışma sürelerinin 11 saati geçtiğini anlattı. Geriye kalan zaman dinlenmeye bile yetmiyor, sosyal hayatları yok. Yüzde 80’i köylerde yaşayan madenciler aynı durumdan şikayetçi. Torba yasanın en çok vurgulanan yönü çalışma saatini 6 saate indirmesi. Sendikacı Yılmaz’a göre üç yerine dört vardiya sistemine geçilmediği sürece bunun uygulanması zor.

“Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın bizzat söz verdiği 6 maaş ikramiye de yerine gelmeyen vaatler arasında…”

“Madenleri bağımsız heyet denetlesin”

ölümtehlikesi

Görüştüğümüz pek çok madenci denetimlerden bir hafta önce müfettişlerin geçeceği güzergâhları temizlediklerini anlattı. İşçilerin talebi madenleri aralarından seçecekleri temsilcilerin ya da bağımsız bir heyetin denetlemesi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın bizzat söz verdiği 6 maaş ikramiye de yerine gelmeyen vaatler arasında.

Tüm bunların ötesinde en temel talep, madenleri eskiden olduğu gibi kamunun işletmesi. O zamanlarda koşulların çok daha insani olduğunu, üzerlerinde üretim baskısı olmadığını anlatıyor işçiler. Peki, bu gerçekçi mi? Sendikacı Yılmaz’a göre “güçlü bir sendika olursa neden olmasın?” Türkiye ve dünyada egemen hızlı özelleştirme trendini düşündüğümüzde oldukça zor.

Aslında özel sektör işletirken de madenlerin ölüm saçmaması mümkün. Türkiye’nin madenleri dünyanın en büyük kömür üreticileri ABD ve hatta Çin’den bile daha güvensiz.

ABD’de yüz milyon ton üretim başına düşen ölüm oranı son dönemde 1 ile 6 kişi arasında değişiyor, Çin’de bu oran 150 ile 411 kişi. Türkiye’de her yıl yüz milyon ton kömür üretmek için 700’den fazla madenci ölüyor. Türkiye Uluslararası Çalışma Örgütü’nün madenlerle ilgili sözleşmesini ancak Soma faciasından sonra gelen baskılar üzerine imzaladı. Sözleşme işverene kaza olmaması için önlem alma ve işçilere düzenli aralıklarla eğitim verme, hükümetlere denetleme ve kazaların nedenlerini etkin soruşturma, işçi temsilcilerine ise riskli durumları bildirme sorumluluğu yüklüyor. Yani Türkiye’de olanın tam tersi. Oysa Soma’da görüştüğümüz bazı işçiler daha iyi koşulları sağlamanın çok da zor olmadığını anlatıyor. 2011 yılında Eynez’de bir maden için ihale alan, şu anda hazırlık çalışmalarını yürüten ve 2015 başında kömür üretmeye başlayacak olan Demir Export herkesin dilinde. Çünkü yaptıkları teknolojik yatırımı ile içinde çalışanlar kendilerini güvende hissediyor. Kullandıkları maskeler filtre değil, kaza anında oksijen de verebiliyor. İçerideki havayı kirletmesin diye mazotlu değil elektrikli iş makineleri kullanıyorlar ve en önemlisi yaşam odası var.

Soma ve çevresinde yaşam da ölüm de madene bağlı. Bölgede 13 bin madenci çalışıyor. Eğer Soma’nın tüm maden potansiyeli kullanılırsa işçi sayısının 30 bine çıkma olasılığı var. Üretim baskısıyla işçinin hak ve güvenliğinin yok sayıldığı mevcut sistemin devamı, Soma ve diğer madenlerde çalışan binlerce işçi için yeni bir facia anlamına geliyor.

Haber : Işıl Sarıyüce     /    Fotoğraf: Enis Durak                                                                                                                                                                           

Yarın: Soruşturma hangi aşamada?

*Bu yazı dizisi Objective Araştırmacı Gazetecilik Programı kapsamında hazırlanmıştır  Screen shot 2014-08-04 at 10.02.42

Munzur Vadisi’nde HES’e karşı halay

Yaklaşık 5 bin kişi başta Munzur Vadisi olmak üzere bölgeye yapılacak HES’leri protesto etmek ve barajlara karşı duyarlılık oluşturmak için yürüyüş düzenledi. Topluluk, Munzur Vadisi kıyısında 5 kilometre uzunluğunda halay çekti.

34562

Munzur Kültür ve Doğa Festivali’nin dünkü son gününde Munzur Vadisi ile bölgede yapılacak HES’lere karşı yürüyüş düzenlendi. Aralarında Tunceli Belediye Başkanı Mehmet Ali Bul, sanatçılar Ferhat Tunç, Ahmet Aslan, Erdoğan Çelik, Doğan Çelik’in de bulunduğu yaklaşık 5 bin kişi kent merkezindeki Seyit Rıza Meydanı’nda toplanıp pankart ve dövizlerle Munzur Vadisi Milli Parkı’na yürüyüşe geçti. Munzur Vadisi içindeki Dikilitaş mevkiinde protestocular dururken, Tunceli Belediye Başkanı Mehmet Ali Bul, Bakanlar Kurulu’nun çıkardığı üstün kamu yararı ve vadide yapılması planlanan HES ile maden işletme alanlarının ÇED kapsamında tutulmaması kararını Munzur Çayı’na attı.

Bul, “Bu kararın Dersimliler için bir hükmü yoktur. Dersim halkı kutsal Dersim topraklarına ve Munzur Vadisi’ne HES yapılmasına asla izin vermeyecektir. Hükümsüz olan kararı Munzur’a atıyorum, bizler HES’lere asla izin vermeyiz. Atalarımızdan bize miras kalan bu kutsal topraklarda çocuklarımıza daha iyi bir gelecek hazırlamak için HES’lere karşı sonuna kadar mücadele edeceğiz” dedi.
Protestocular daha sonra Tunceli-Ovacık karayoluna çıkarak, yolu trafiğe kapattı. Ardından karayolu üzerinde 5 kilometre el ele tutuşarak halay korteji oluşturdu. Yaklaşık 5 dakika süren halayın ardından protestocular dağıldı.

(DHA/ Yeşil Gazete)

Fatih Ormanı’nda talan gezisi

Kuzey Ormanları Savunması (KOS) geçtiğimiz pazar günü  Fatih Ormanı’na gitti; Saklı Koru”, Bilgili ve Doğuş Holding’in ortak olduğu Ege Turizm’in gerçekleştirmeye hazırlandığı “Parkorman Kent Parkı” ve Ağaoğlu Holding’in sürmekte olan “Maslak 1453” projelerinden geçen 7 km.lik parkurda keşif gezisi yaptı.

DSC_0014-e1407163993551

Kuzey Ormanları Savunması’nın çağrısıyla 09:30’da Bahçeköy Kemeri’nde buluşan yaşam savunucularına Belgrat Ormanı’nı Koruma Gönüllüleri Derneği, Adım Adım Derneği ve Zekeriyaköy Forumu’ndan kuzey ormanları savunucuları da katıldı.

kuzeyormanlari.org sitesinden izlenimlerini paylaşan oluşum, hem ormanın içinde ranta açılmış alanların hem de yıllar için de orman içine atılmış be moloz ve çöp yığınının oluşturduğu tahribatı fotoğrafladı.

'Saklı Koru' villaları
‘Saklı Koru’ villaları

KOS’un keşif güzergahı içinde yer alan, birçok ünlü ismin villa sahibi olduğu “Saklı Koru” 90lı yıllarda, çok büyük bir ormanlık arazinin tıraşlanmasıyla inşa edilmişti. KOS, Doğuş ve Bilgili Holding’in 300-350 m2lik 108 villa, 15 bin kişilik çok amaçlı salon ve lüks restoranlardan oluşan “Parkorman Kent Parkı” projesi ve  Ağaoğlu Holding projesinin de çalışmalarının da devam ettiğini aktarıyor.

DSC_0176-e1407162188857
“Yürüyüşümüzün son noktası sürmekte olan katliam projesi “Maslak 1453”. İnşaat işçisi Hakan Tek’in canını bir iş cinayetiyle alan Ağaoğlu’nun bir diğer yaşam kırım merkezi. “Parkorman Tabiat Parkı” projesine (!) ruhsat verildiği takdirde Fatih Ormanı’na önce uzun bir süre buna benzer manzaralar hakim olacak. Sonrası için ise zaman içinde kuzey ormanlarında yaşadığımız kıyım gerçekleşecek. Daha evvel de belirttiğimiz gibi; Fatih Ormanı’na müdahale Kuzey Ormanları Savunması’nın kırmızı çizgisidir. İş makinalarını orada karşılayacağız.”

(kuzeyormanlari.org/Yeşil Gazete)

Gazzelilerin, Silah Tacirlerinin Mezbahalarında Boğazlanması- Ömer Madra

Temmuz ayının 8. günü, dünyanın en güçlü dördüncü ordusu, dünyanın belki de en yoksun, yoksullaşmış ve yoğun nüfuslu bölgesine, Gazze’ye saldırdı. Son 5 yılda 3. saldırıydı bu.  Tam teşekküllü, “dört başı mâmur” bir saldırı.  İsrail hava, deniz ve kara kuvvetleri; hava , deniz ve kara kuvvetleri bulunmayan Gazze Şeridi’ni şu satırların yazıldığı saate kadar 24 gün boyunca uçaklarla, gemilerle ve tanklarla neredeyse 24 saat aralıksız bombalayarak, kelimenin tam anlamıyla hâk ile yeksan etti.

gazze2014

Beşikten Mezara bir Grotesk Ölüm Dansı

Burada beşikten mezara bir grotesk “ölüm dansı” icra edilmekteydi: Evler, işyerleri, okullar, hastaneler, camiler, ibadet yerleri, plajlar, parklar, çocuk parkları, su depoları, barınaklar, depolar, kentin tek elektrik santrali ve akla gelebilecek her mekân, her obje ve “hareket halindeki her şey” vuruldu…

Şarapnelle öldürülen genç kadının karnından doğumhanede kurtarılan bebek de sonunda öldü … plajda futbol oynayan, parkta salıncakta sallanan çocuklar da öldürüldü … birkaç saatlik “insanî” ateşkes esnasında kayıp yakınlarını arayan delikanlı  dünyanın  gözü önünde keskin nişancı ateşiyle üç taksitte öldürüldü… Bu cehennemde mezarlıklar bile âsude bırakılamadı: Kederli anneler bombaların yağdığı mezarlarda, yeni öldürülmüş  çocuklarının parçalanmış cesetlerini yeniden gömmek zorunda kaldı…

İşbu yazının kaleme alındığı tarihte, yani Ağustos ayının 1. günü, sabah ilan edilen 72 saatlik “insanî” ateşkesin, üstünden daha  üç saat geçmeden çöktüğü İsrail medyası tarafından açıklandı: İsrail ordusu kaynaklarına göre en az 40 Filistinli öldürülmüş, 1 İsrail askeri de Filistinli “teröristlerce” kaçırılmıştı!

İşbu satırların kaleme alındığı öğle saatlerinde en az 1,459 Filistinli ölmüştü. Bunların büyük çoğunluğu (yaklaşık  % 85’i) sivildi ve ölen çocukların sayısı 330 dolayındaydı!  Ölen İsrail askerlerinin sayısı yaklaşık 60 idi. Bunlara ilaveten, Gazze’den atılan roketlerle hayatını kaybeten iki sivil İsrailli ve bir de Taylandlı göçmen işçi vardı.

Gelelim dünyanın  bu yeni “yurtsuz”larına. Saldırının şu âna kadarki sonuçlarına göre 440 bin küsur kişi yerinden yurdundan olmuş durumda. Söylemeye gerek bile yok – tümü Filistinli. Gazze nüfusunun dörtte biri artık “evsiz” statüsünde – tabii henüz.

Aynı şey Türkiye’nin başına gelmiş olsaydı, 19 milyon yersiz-yurtsuz TC yurttaşından bahsediyor olacaktık! Yani: İstanbul’un 15’te biri kadar bir alan içine sıkışmış, dünyaya açılan tek kapısı bile bulunmayan bu 1,8 milyon insanın, yeryüzünün en büyük açık hava hapishanesi içinde kaçacak tek yeri yok. Bütün kapıları kapalı. Sahilde balık avlamaları dahi müthiş kısıtlanmış. Temiz suları yüzde 10’un altına inmiş. Su krizi had safhada. Hatta, BM hesaplarına göre, Gazze 4 yıl içinde yaşanabilir bir yer olmaktan tamamen çıkabilecek!

Devasa Yalan ve Propaganda Makinası: Hasbara

Zihni zorlayan bu muazzam faciaya ek olarak bir de, yaratılan devasa yalan ve propaganda makinesi ve İsrail’de yükselen faşist kültür ile baş etme zorluğu var:

BM korumasında resmî barınak ilan edilen okulların, Gazze’nin 24 saat dolup taşan tüm hastanelerinin önce uyarı ateşi açılıp sonra 57 saniye içinde bombalanmasına  “Hamas’ın isabetsiz roket ateşi sebep oldu,” dendi. Ya da dünyayı kendine acındırmak için Hamas’ın onları kendisi kasıtlı vurduğu söylendi. Başbakan, katliam sırasında “En adil ordu İsrail ordusu, en adil savaş İsrail’in savaşı” dedi.

Meclis’te Başkan vekilleri, sağcı milletvekilleri Filistinli anaların terörist yetiştirmesinler diye öldürülmelerini, kızların ve kızkardeşlerin ırzına geçilmesini ve teröristlerin bu korku ile terörden vazgeçirilmesini istedi.

Bombardımanlar Sderot’ta “teraslarda” ve Tel Aviv’de  başka yüksek yerlerde  koltuk, masa, sandalye çekilip havai fişek gösterisi gibi seyredildi, her patlamada hurra çekildi, çocuk ölümü haberleri geldiğinde şarkılar söylenip halaylar çekildi.

Karşı çıkan Yahudi barış aktivistlere bindirilmiş kıtalardan otobüslerle taşınan haydutlar saldırdı: “Araplara ölüm! Solculara ölüm!” diye bağırıldı, polis nezaretinde taşlar ve ağza alınmayacak nice küfürler sallandı. “Gazze yalnız Yahudilerin olacak, sonsuza kadar onların kalacak!” diye haykırıldı.

İsrail’in Gazze’yi işgalinin, son 7 yıldaki kuşatma ve ablukasının ve bu son saldırısının uluslararası hukuk normlarına, BM güvenlik Konseyi’nin müteaddit kararlarına, İsrail Yüksek Mahkemesi’nin ve La Haye Uluslararası Adalet Divanı kararlarına, Cenevre Sözleşmelerine ve Nürnberg’de Nazi suçlularına karşı verilen kararların dayandığı ilkelere birçok noktada aykırı düştüğünü belirten çok sayıda mütalaa ve görüş yağıyor.

Burada savaş suçları ve muhtemelen insanlık suçları işlendiğine dair BM sözcülerinden de görüşler gelmeye başladı. BM Yardım kuruluşu başkanının, televizyonda mülakat verirken çözülüp hüngür hüngür ağladığına insanlık adına esef bildirdiğine herkes tanık oldu.

Buna karşılık, ABD ve AB başta olmak üzere birçok güçlü ve zengin ülke, İsrail’in kendini savunma hakkından dem vurmakta, bu muazzam kıyıma kayıtsız kalmaktaydılar.

“Dile Getirilemez Olan”

Dünyanın önde gelen uluslararası hukuk bilginlerinden Richard Falk, Gazze’de yapılan şeyin “katliam” olduğunu söylüyor:

“Bildiğimiz sıradan insanlığa karşı İsrail’in son saldırılarına ilişkin günlük kıyım haberleri, büyük Katolik düşünür ve şairi Thomas Merton’ın ‘dile getirilemez olan’ dediği alana giriyor. Bu dehşet, olayları dil aracılığıyla aktarma kapasitemizi aşar.” (Aljazeera.com,  22 Temmuz 2014)

Sözün bittiği yer konusunda, İsrail’in cesur ve ödüllü gazetecisi Amira Hass da, “Ne Ektiysek Onu Biçiyoruz” başlıklı makalesinde aynı şeyi yazıyor:

“Ben artık teslim bayrağını açtım. Bir oğlanın başının yarısı kopup gitmişken babasının ‘Uyan oğlum uyan, bak sana oyuncak getirdim!’ diye haykırışını tarif edecek kelimeyi sözlükte aramaktan çoktan vazgeçtim…”

Kaçarken ölmek yerine, kendi evinde ölmenin çok daha haysiyetli bir seçim olacağını belirten kararlı Filistinlilerin varlığına önemle işaret ettikten sonra Hass, şöyle diyor:

“Gazze’yi 1,8 milyon insan için bir tecrit ve ceza kampı haline getirenler, onların yeryüzünün dibine tünel açmasına şaşmamalı. Boğma, kuşatma ve tecrit tohumlarını ekenler, roket ateşi biçerler… Tırmanmanın bitmesini mi istiyorsunuz? İşte tam zamanı: Gazze Şeridi’ni açın, bırakın insanlar dünyaya dönsün, Batı Şeria’ya, ailelerine, İsrail’deki ailelerine kavuşsun. Bırakın nefes alsın bu insanlar, o zaman hayatın ölümden güzel olduğunu görecekler.” (Ha’aretz, 21 Temmuz 2014)

İsrail’in önde gelen düşünür ve tarihçilerinden İlan Pappe ise, Falk ve Hass’ın bıraktıkları noktadan bir adım daha ileri gidiyor ve İsrail’in Gazze “getto”sunda katlanarak yavaş yavaş artan bir Soykırım olduğunu ilan ediyor dünyaya. Bu vahşeti gerçekleştirmenin en önemli araçlarından birinin, kurbanları insansızlaştırmak olduğunu belirtiyor ve şöyle diyor:

“Şunu teslim etmeliyim ki, tüm Ortadoğu’da, insansızlaştırma aracılığıyla akla hayale gelmez barbarlıklar ve vahşet yapılıyor. Tıpkı bugün Gazze’de olduğu gibi. Ama o vahşet olaylarıyla İsrail’in zalimliği arasında can alıcı bir fark var: Öteki vahşet vakaları dünyanın her her yerinde barbarca ve insanlık dışı diye nitelendirilirken, İsrail’in hunharlıkları ABD Başkanı, AB liderleri ve İsrail’in dünyadaki diğer dostları tarafından kamuoyu önünde onaylanıyor ve buna ruhsat veriliyor.”

Etik’in Altın Kuralı

Pappe’nin, nedense bir türlü kimsenin aklına gelmeyen çözüm önerisi tek ve çok basit aslında:  Etik dünyasının altın kuralını öneriyor hepimize:

“Arap Dünyasında  ezilen azınlıklara ve biçare topluluklara karşı mezalim yapanlar da, Filistin halkına karşı bu suçları işleyenler de, aynı etik ve ahlak standartları ile yargılanmalı. Hepsi savaş suçlusudur. Filistin durumunda bu hunharlıkları işleyenler herkesten daha uzun bir zamandır bunları işliyor olsalar dahi…

“Zulüm yapanların hangi dine mensup oldukları ya da hangi din adına konuşuyor olduklarını iddia ettikleri önemli değil. Kendilerine ister cihadi desinler, ister Musevi, isterse Siyonist, hiç fark etmez: Hepsi aynı muameleye tabi kılınmalı….

“Gazze’de katlanarak artan soykırımın durdurulması, nerede olurlarsa olsunlar Filistinlilerin temel insan haklarının ve kamusal (yurttaşlık) haklarının, topraklarına geri dönme hakları da dahil iade edilmesi, Orta Doğu’da bir ”bütün olarak verimli bir müdahale için yeni bir ufuk açmanın yegâne yoludur.“ (The Electronic Intifada, 13 Temmuz, 2014)

Etik felsefenin altın kuralını önümüze getiren bir diğer düşünür de Amerika’daki ve dünyadaki en önemli Yahudi kuruluşlarından ikisinin liderliğini yürüten Haham Henry Siegman. ‘Savaşı İsrail Kışkırttı’ başlıklı bir makale kaleme alan Siegman, Democracy Now Radyo ve Televizyonuna verdiği özel mülakatta kendini ötekinin yerine koymadan imkânı yok barışa varamazsın diyor:

“Hamas ile İsrail arasındaki temel fark şu ki, İsrail gerçekte bir yıkım politikası uyguluyor ve mevcut olmayan bir Filistin devletinin kurulmasını engelliyor. Milyonlarca Filistinliye uşak muamelesi yapılıyor. Hiçbir hakları, güvenlikleri, umutları ve gelecekleri olmadan yaşamlarını sürdürmeleri isteniyor onlardan…”

İsrail’in topraklarını gasp edip, binlercesini öldürüp 700 binini sürgüne zorladıkları Filistinlileri 1948’den beri öldürmesine gerekçe olarak kendini savunma hakkını göstermesine karşı da şöyle diyor Siegman:

“Onları öldürdüğünüz için üzülüyorsanız, onları öldürmek istemiyorsanız, öldürmeyin o zaman. Onlara haklarını verin, işgali de sona erdirin. Şimdi işgalin ve Gazze’de masum insanların öldürülmesinin suçunu Filistinlilere atmak neden peki? Kendilerine bir devlet kurmak istedikleri için mi? Ama onlar Yahudilerin istediklerini ve aldıklarını istiyorlar sadece. Bundan dolayı suçu onlara atmak büyük bir ahlâki hakarettir.” (Democracy Now, 31 Temmuz 2014)

Politik Açıdan Da Büyük Kriz

En önemli noktalardan biri de, krizin yalnız insani ve etik boyutlardan ibaret olmaması. Durum, aynı zamanda siyasi açıdan da tam bir felaket ve fiyaskonun habercisi.  Din bilgini bilge Siegman İsrail’in giriştiği katliam ve yıkımın siyasi açıdan – hele kısa vadede – hiçbir olumlu sonuç vermeyeceğinin kesin olduğunu belirtiyor ve İsrail devletinin kuruluşuna ve başarısına kendini adamış insanların düşünce tarzında derin değişikliklere yol açacağını söylüyor:

“Bu felaket ne İsraillilerin, ne de Filistinlilerin hayatında bir düzelmeye yol açamaz. Ayrıca, insaniyet açısından tam bir felaket olduğu da kuşku götürmez tabii…

“Bunun İsrail’in ayakta kalması için elzem olduğunu, yani Siyonizm hülyasının masumları bugünlerde televizyonlarda gördüğümüz boyutlarda tekrar tekrar katletmeye dayalı olduğunu düşününce bunun müthiş derin bir kriz olduğu ortaya çıkıyor… Tüm tarihî olgunun yeniden düşünülmesini gerektirecek derinlikte bir kriz!” (Ibid)

Aralarında İsrail’in de olduğu 23 ülkeye mensup – kimi Yahudi – 64 önde gelen düşünür, müzisyen, sanatçı, yazar ve aktivistin imzaladığı açık mektup metni, bu muazzam insanî sorunu, sorumlularını ve çözüm yolunu belki de daha fazla tartışmaya meydan bırakmayacak kadar açık ve net rakamlarla ortaya koyuyor:

Silah Ticareti ve İsrail’in Gazze Saldırısı

“İsrail, ordusunun tüm gücünü özellikle kuşatılmış Gazze Şeridi’nde insanlık dışı ve illegal bir askerî saldırı eylemi ile tutsak Filistin halkı üzerine bir kez daha saldı. İsrail’in böylesine yıkıcı ve mahvedici saldırıları pervasızca ve cezalandırılmadan gerçekleştirebilme yeteneği büyük ölçüde, bu ülkenin dünyanın dört bir yanında suç ortağı hükümetlerle kurduğu devasa uluslararası askerî işbirliği ve ticaret ağından kaynaklanmaktadır. 2008 – 2019 yılları arasındaki dönemde ABD İsrail’e 30 milyar dolar tutarında askerî yardım yapmaya karar vermiş olduğu gibi, İsrail’in dünyaya yıllık askerî ihracatı milyarlarca dolara ulaşmıştır.

“Son yıllarda Avrupa ülkeleri İsrail’e milyarlarca avro tutarında silah satmış, AB de İsrail askerî şirketlerine yüz milyonlarca dolar tutarında araştırma fonu hibe etmiştir. Hindistan, Brezilya ve Şili gibi gelişme yolundaki ülkeler, Filistinlilerin haklarına destek sözü vermelerine rağmen, İsrail ile askerî ticaret ve işbirliğini hızla arttırmaktalar. İsrail ile silah ihracat ve ithalatı ilişkilerine girmek  ve İsrail askerî teknolojisinin geliştirilmesini kolaylaştırmak suretiyle bu ülkeler fiilî olarak İsrail’in askerî saldırısına, savaş suçları ve muhtemelen insanlık suçları işlemesine açık bir onay mesajı vermektedirler.

“İsrail’in askerî teknolojisi ‘savaş alanında denenmiştir’ etiketiyle pazarlanmakta ve dünyanın dört bir yanına ihraç edilmektedir. İsrail ile askerî ticaret ve askeriyeye ilişkin ortak araştırma bağlantıları İsrail’i vahim uluslararası hukuk ihlalleri yapmaya cesaretlendirmekte, İsrail’i işgal, sömürgeleştirme (kolonizasyon) ve Filistinlilerin haklarının sistematik inkârı yolunda cesaretlendirmektedir. BM’ye ve dünyanın dört bir yanındaki ülkelerin hükümetlerine, İsrail’e, tıpkı apartheid döneminde Güney Afrika’ya dayatılan ambargo gibi kapsamlı ve hukuken bağlayıcı bir askerî ambargo uygulanması için derhal harekete geçmesi çağrısında bulunuyoruz.”  (“The Arms Trade…”, Guardian, 18 Temmuz 2014)

Şekilde görüldüğü gibi işte: Her şey ortada. Silah ticareti ile devasa kârlarına kâr katan bir avuç zengin şirket ve onların emrindeki bir yığın köleleştirilmiş siyasetçi. Ve bir de, bu kirli ortaklık sonucunda her gün, her gece 24 saat katledilen, parça parça edilen insanlık…

Bunlara karşı elinden geldiğince mücadele vermek, aklı eren ve vicdanı elveren haysiyetli dünya yurttaşlarının kaçınılmaz sorumluluğuna girer.

Not: İsrail’in Gazze saldırısının ardından TC Hükümetinin tavrına ilişkin bazı sorular  yöneltildi: İsrail’le olan ticaret hacminin son yıllarda gösterdiği büyük artış ve sebepleri; bu ticaretin ne kadarının askerî malzeme ve teknolojiye ilişkin olduğu; Başbakan’ın gemicilikle iştigal eden oğlunun bu ticarette ne kadar payı olduğu… İşbu satırların yazıldığı sırada bu sorulara tatmin edici bir cevap getirilmiş değildi.

 

Bu yazı ilk olarak acikradyo.com.tr‘ de yayınlanmıştır.

 

Ömer Madra ömer madra

Hüseyin Ürkmez sandalını denize indirdi

Hüseyin Ürkmez’in nükleersiz bir Türkiye için kürekle bin 500 kilometre uzunluğundaki Karadeniz’i geçeceği eylem için dün (3 Ağustos Pazar) sandalını denize indirdi. Ürkmez, 10 Ağustos pazar günü gerçekleşecek cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ardından Hopa’ya geri dönecek ve  13 Ağustos itibariyle  yola çıkacak.

Nükleersiz.org ve Yeşil Düşünce’nin girişimiyle gerçekleşen kampanyada için Ürkmez Hopa’da bir basın açıklaması gerçekleştirdi.

fotoğraf 1

Basın açıklamasında “Ben Hüseyin Ürkmez , ülkemizde nükleer santral kurulmasına insan gücüyle karşı çıkabileceğimiz düşüncesinin temsilcisi olarak 1500 km’lik kürek yolculuğuma Hopa’dan başlıyorum, sizler de karabasan gibi Karadeniz’in, Akdeniz’in üzerine çökmeye hazır radyasyon yüklü bulutları dağıtmak zorundasınız !” ifadeleri kullanıldı.

Proje, Eylül ayının sonunda İstanbul-Ortaköy’de yine basın açıklamasıyla nihayetlenecek.

Basın açıklamasının tamamı şöyle:

“Ülkemizde 1996 yılından beri nükleer santral kurma girişimlerinde bulunulmaktadır. En son 13 Ocak 2010 tarihinde Ruslar’la Mersin’de , 3 Mayıs 2013 tarihinde de Japonlar’la Sinop’ta “Hükümetlerarası İşbirliği Anlaşması” nı imzalayan hükümetimiz 2023 yılına kadar 12 nükleer santralin kurulmasını planlamaktadır. Hatırlanmalıdır ki, 28 yıl önce meydana gelen Çernobil nükleer santral faciasından sonra Karadeniz’in bu güzel ilçesi Hopa da gözle görülemeyen düşman ; radyasyonun zulmüne uğramıştır , radyasyon bir hayalet gibi aramızda dolaşmıştır. Halkın elinde radyasyon ölçüm cihazının bulunmaması ve radyasyonun etkilerinin hemen değil 5-10 yıl sonra ortaya çıkması halkın kandırılmasını kolaylaştırmıştır.

Kazım, Kazım’lar…

Kaza sonrası Çernobil ve Çernobil çevresindeki Avupa şehirlerinde insanlara iyot tabletleri dağıtılmışken ülkemizde, bırakın kazadan birinci derecede etkilenen Karadeniz halkına iyot tabletlerinin dağıtılmasını bu coğrafyada yetişen çay ve fındıkların vatandaşa nasıl tükettirilebileceğinin yolları araştırılmış, bu konuda söyleyecek sözü olan bağımsız bilim insanları susturulmuştur . Bölge, kaza sonrasını izleyen yıllarda lösemiyle, anormal doğumlarla, troid kanseriyle ve diğer kanser vakalarıyla, kalp hastalıklarıyla tanışmıştır. Bugün benzer bir durumu Tokyo ve Fukushima’da Japon halkı yaşıyor. Ne acıdır ki , 2011 yılının Mart ayında teknoloji ve bilim çağında dünyanın en gelişmiş ülkeleri arasında sayılabilecek Japonya’da 28 yıl önceki Çernobil kazasına eşdeğerde bir kaza sebebi ne olursa olsun tekrar tecrübe edilebilmiştir . Bilim insanları artık nükleer kazanın etkilediği bazı bölgelerde yaşamanın mümkün olmayacağını söylerken Japon hükümeti yetkilileri o bölgede yetişen sebze ve meyveleri pazarlarda promosyonlu olarak yarı fiyatına satmıştır , radyasyonlu gıdaların yarı fiyatına satıldığı dükkanların açılışlarını yapmıştır, yapmaktadır.

Karadeniz’de balık, ekmektir

Geçimini balık, çay, fındık gibi doğal kaynaklardan sağlayan Karadeniz insanı toprağının ve denizinin göze görünmeyen radyasyon tarafından kirletilmesiyle ekmeğinden olacağı kadar sağlığından da olacaktır. Japonya’daki nükleer kaza sonrası yayılan radyasyonun, sezyum maddesinin okyanus ötesine, Amerika’ya Kanada’ya ulaştığını düşünürsek dünyanın hiçbir yerinde artık nükleer santral kurulmamalıdır. Kaldı ki Akdeniz’de Akkuyu’da , Karadeniz’de Sinop’ta kurulacak nükleer santral üç tarafı denizlerle çevrili ülkemizde deniz canlılarını etkileyecek ,bioçeşitliliği öldürecektir. Buradan bizi yönetenlere ileteceğim mesaj şudur ki: başımızın üstünde yağan rahmetten , üzerine bastığımız topraktan ,soluduğumuz havadan korkmak ,kaçınmak istemiyoruz! Ben Hüseyin Ürkmez , ülkemizde nükleer santral kurulmasına insan gücüyle karşı çıkabileceğimiz düşüncesinin temsilcisi olarak 1500 km lik kürek yolculuğuma Hopa’dan başlıyorum, sizler de karabasan gibi Karadeniz’in, Akdeniz’in üzerine çökmeye hazır radyasyon yüklü bulutları dağıtmak zorundasınız!”

Nükleersiz.org ve Yeşil Düşünce Derneği’nin girişimiyle gerçekleşen kampanyaya Türkiye Nükleer karşıtı Platform(NKP), Nükleer Karşıtı Platform (NKP) İstanbul
bileşenleri, Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi (YSGP ), Sinop Nükleer Karşıtı Plaform (Sinop NKP) ve KESK Sinop Şubeler Platformu destek veriyor.

(Yeşil Gazete)

Mogan’ı bitirdik; sıra Eymir’e mi geldi?

Ankara’da bulunan göller içinde iki tanesi var ki; biri Ankara’nın son dönemde “gözde” olan bir ilçesine adını kazandırıyor; diğeri ise bir üniversitenin, ODTÜ’nün, kampüsüne ve Ankara’ya güzellik kazandırıyor.

Aslına bakılırsa iki gölün de kaderi benzer tarihlerde çizilmeye başlanmış. Kabaca 1960’ların başı olarak  söyleyebiliriz bu tarihi. 1955’te E-5 Devlet Karayolu’nun Mogan’ın yanından geçmesiyle Mogan çevresinde yapılaşma başlarken, 1960’larda ODTÜ arazisinin ağaçlandırılmasına başlanıyor ve 40 km2’lik ODTÜ arazisinin %85’ini orman haline getiren süreç başlamış oluyor. Yani bir göl ve çevresinin kaderi yol ve yapılaşmayla, diğer göl ve çevresinin kaderi ise bir üniversite ve ağaçlandırmayla çiziliyor.

moganElli yıl içerisinde bu çizgilerin nereden nereye geldiğine bakarsak bu tercihlerin sonuçlarını da en yalın şekilde görebiliriz. Mogan Gölü kirlilikle boğuşuyor ve can çekişiyor. Neredeyse her hafta Ankara’nın bir yerel basın organında ya da bir ulusal ajansta Mogan’ın ne hale geldiğine yönelik olarak bir haber, bir araştırma ya da bir “foto galeri” görmek mümkün. Türkiye çapında göllerin kuruduğunu, pislikten yanına yaklaşılamaz hale geldiğini düşünürsek, Mogan bu “olağanlıkta” haber olmak için sıranın kendisine gelmesini bekliyor. Sıra kendisine geldiğinde de şu şekilde haberlerle gündeme geliyor: “Ankara’nın önemli dinlenme mekânlarından Mogan Gölü’ndeki kirlilik her geçen gün artıyor. Gölü görmeye gelenler ile çevresinde yaşayan halk, yetkililerin ilgisizliğine isyan ediyor. Özellikle hafta sonu ve diğer tatil günlerinde vatandaşların daha fazla rağbet gösterdiği Mogan Gölü’nün yüzeyini son zamanlarda aşırı yosun kapladı. Dökülen kirli su ve diğer atıklar, ardı ardına çıkan sazlık yangınları ve su seviyesinin son dönemlerde aşırı derecede azalması gölün alarm vermesine sebep oldu. Göl yüzeyindeki şişe ve benzeri atıklar ile aşırı yosunlaşmaya rağmen yetkililerin temizleme çalışması yapmaması vatandaşların tepkisini çekiyor.” (Ajanslar 29 Temmuz 2014) Bu ve bunun gibi haberlerden anlaşılan şu ki; önce yanından yol geçirdiğimiz, sonra çevresini bina ile doldurduğumuz sağına soluna “turistik” tesisler yaptığımız ama kirli su ve atıkları da dökmeyi ihmal etmediğimiz bir gölün elli sene içerisinde geldiği nokta bu.

sumerozvatan_eymir1Diğer çizgiye bakarsak da karşımıza Eymir çıkıyor. 50 sene insan eliyle/emeğiyle oluşturulmuş bir ormanın içerisinde kalan ve bir üniversitenin korumasıyla bugüne gelen bir göl Eymir. Göl ve yakın çevresi 1. Derece Doğal Sit, 2. Derece Doğal Sit ve 1. Derece Arkeolojik Sit olarak da tescilli. Ankaralıların gidebildiği, arabayla gölün çevresine ulaşımın sınırlı olduğu ve bu yüzden de bisikletlilere ve yürüyüş yapanlara güvenli ve temiz bir “olanak” sunan bir yer Eymir. Fakat çevresi bina ile dolu değil, sağında solunda da turistik tesisler yok. Yani parayla ölçülebilecek bir getirisi yok kimilerine göre. Başka bir açıdan bakınca da, paraya çevrilebilir bir potansiyeli var.

Bu yüzden de iki gölün çizgisi birbirlerinden ayrıldıklarından elli yıl sonra birleştirilmek isteniyor. Nasıl olduğunu anlamak için yine bir habere dönmek gerekli. Hemen hemen Mogan’ın kirliliği üzerine çıkan haberlerle aynı tarihten: “ODTÜ’den geçmesi planlanan yolun ardından üniversite arazisine yönelik yeni bir plan daha ortaya çıktı. Askıya çıkarılan plana göre Eymir Gölü çevresi turizm belgeli işletmeciliğe açılıyor. Birgün gazetesinden Demet Taşkafa’nın haberine göre, ODTÜ  kampüsün içinden geçen tartışmalı yolun ardından yeni bir tehditle karşı karşıya. Ankara Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü’nün hazırladığı yeni plan, tünel yol yapımı ve Eymir Gölü’nün ‘turizm belgeli işletmeciliğe’ böylelikle de yapılaşmaya açılmasını içeriyor. (…) Mimarlar Odası Ankara Şube Başkanı Tezcan Karakuş yeni planla Eymir Gölü’nün bir bölümünün sit derecesinin düşürüldüğüne dikkati çekerek, “Eymir Gölü ikinci dereceden sit alanı ilan edilmiş durumda. İkinci dereceden sit alanı olan alanlarda turizm, turizm işletme, turistlik tesisler dışında herhangi bir yapılaşmaya gidilemez. Yani bu alanların tamamı turistlik tesislere açılacak, Eymir Gölü yapılaşma riski altında’ dedi. (…) Kıyıları yoğun bağlık, etrafı tarımsal arazi, güneyi sulak çayırlarla kaplı bu Eymir, yaklaşık 160 kuş türüne ev sahipliği yapar. Günümüze kadar 226 kuş türü kaydedildi. Göl, özellikle dikkuyrukların ve pasbaş patkaların dünya üzerindeki en önemli üreme alanlarından birisi. En çok görülen kuş türleri sakarmeke, yeşilbaş ördek, elmabaş patka ve bahridir. Eymir Gölü’nün doğu kapısında su pompalama istasyonu vardır; yeraltı kuyularından temin edilen su pompalanarak bir yeraltı isale hattı ile tüm ODTÜ kampüsüne su sağlar. İmar ve yapılaşmaya bağlı çevre kirliliğinin önlenmesi bu bakımdan da büyük önem taşıyor.” (T24, 18 Temmuz 2014)

Görülüyor ki, birileri Eymir’i “Moganlaştırmak” üzere karar vermiş ve yola çıkmış bile. Adım adım yaklaşılıyor hedefe. “Eymir’i halka açmak” diye güzel bir kılıf uydurulsa da, Eymir’in ve çevresinin neye açıldığını görmek için Mogan’a bakmak; Eymir’in zaten halka açık olduğunu görmek için de doğrudan Eymir’e bakmak yeterli. Bunun yanında Ankara’nın yeni bir Mogan’a mı yoksa daha fazla Eymir’e mi ihtiyacı olduğu da önemli bir soru olarak ortada duruyor ve 2013 yılında Türkiye’nin Havası En Kirli Noktalar listesine iki nokta sokmayı başaran tek il olan Ankara’da bu sorunun yanıtını bulmak çok da zor olmasa gerek.

Yeşil Gazete yazıları ve diğer yazılar için: http://www.urbarli.net

https://twitter.com/Urbarli

Katliamdan sonra Soma (1): Vaat edilenler ve gerçekler 

1. Bölüm – Soma unutuldu mu?

Screen shot 2014-08-04 at 10.02.42

Yemyeşil ovaların ve zeytin ağaçlarının arasından Soma’ya ulaşan dar yolu son 2,5 ayda ikinci kez geçiyorum. İlki devletin “kaza”, Soma’nın katliam olarak gördüğü faciadan bir gün sonra, 14 Mayıs’taydı. Karşılaşacağım acının büyüklüğü karşısında ürktüğümü hatırlıyorum. Bu kez kulaklarımda Mayıs’ta farklı farklı ağızlardan duyduğum o ses var: Bizi unutmayın. Soma’ya 301 kişinin öldüğü katliamın üzerinden 2 aydan fazla zaman geçmişken yine gelmemize neden olan da o ses belki. Korktukları başlarına gelmiş mi anlamaya çalışmak için buradayız.

somamezarlık3

Tahir Kılınç
Tahir Kılınç

İlk gelişimizde ziyaret ettiğimiz köylerden biri İzmir’in ilçesi Kınık’a bağlı Elmadere köyüydü. Mayıs ayında köyün girişinde karşılaştığımız Tahir Kılınç “acıların babası oldum ben a kızım” diye anlatmıştı durumunu. Bu küçük köyden 11 madenci öldü. Tahir Amca faciada bir oğlunu, iki damadını, iki yeğenini kaybetmiş. Kendi oğlunun cesedini bulmak için 100 cenazeye tek tek bakmak zorunda kaldığını anlatmıştı geçen görüşmemizde. Ateş yüreğine, evine düşse de acısını yaşayamayanlardan. Çünkü geride bakmakla sorumlu olduğu 7 çocuk kalmış. Bizi yolcu ederken “el ayak çekilince anlayacağız acımızın büyüklüğünü” demişti. Bu kez yine evinin önündeki verandaya buyur ediyorlar bizi. Köşedeki odun ateşinde çay hep kaynıyor. “Son iki ayı nasıl geçirdiniz, nasılsınız?” diye sorunca içini döküyor Tahir Amca, “daha toparlanamadık, üzgünlük, yorgunluk beynimizde, taşıyoruz yani, yapacak da bir şey yok” diyor. Bundan sonrası sessizlik. İzmir’in Temmuz’unda öğle sıcağına ocağın sıcağı ve çaresizliğin ağırlığı ekleniyor. Çocuklar ise bu havanın tamamen dışında. Koşturup yaramazlığa devam ediyorlar. En küçük torun kâh kiremit yığınının tepesinde kâh ocağın yanında, düştü düşecek. Elindeki oyuncakla oyalanıyor kendini bekleyen geleceğin belirsizliğinden habersiz. Tahir Kılınç’ın kızı köydeki çocukların çoğunun babalarının ölümünü kabullendiğini ama kendi oğlunun bunu duymak istemediğini anlatıyor. Psikologlar “kabullenmesi gerek, anlatın” demiş ama küçücük bir çocuğa bunu kim nasıl anlatacak?

Soma’ya yapılan vaatler

Bir yönüyle el ayak pek çekilmemiş aslında köyden. Faciadan iki gün sonra şahit olduğumuz ziyaretçi akını iki ay sonra da devam ediyordu. Siyasi partiler, sivil toplum kuruluşları, üniversiteler, tatile gelip giderken yolu düşenler Soma ve çevresini ziyaret ediyor. Halkın madenci aileleriyle gösterdiği dayanışma kayda değer. Çocukların hediye gelen son model bisikletleri, yeni oyuncakları var. Ama Kılınç’ın deyimiyle devlet pek çalmamış kapılarını. “Sadece ölenlerin eşleri sigortaya bağlandı, başka bir şey yok daha. Vaatler var vaatler var da, daha gerçekleşen bir şey olmadı” diyor.

**elmaderecocuklar Vaatler arasında AFAD’ın halktan topladığı ve duyurusunu Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın yaptığı ölen her madencinin ailesine verilecek 154 bin lira ve TOKİ’nin yapacağı ikişer ev var. Bayram öncesi paranın dağıtımına başlandığı haberleri geldi, yerel Karaelmas gazetesi de evler için arazinin tespit edildiğini yazdı. Acıları dindirir mi? Kılınç “Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası’ndaki tüm parayı verseler oğlumu bana geri vermez” diye anlatıyor duygularını.

Hikmet Kahraman
Hikmet Kahraman

Tek umudu kendisi ölünce – ki 61 yaşında olduğunu en fazla 10 yıl sonra yolun sonunun geleceğini söylüyor – çocuklarının birbirine ve geride kalan torunlarına sahip çıkması. Elmadere Alevi köyü. Soma’ya gelmeden önce Alevilerin daha tepkili olduğunu, Sünni köylerinde ise halkın basına konuşmak istemediğini duymuştuk. Elmadere’den çıkıp Kınık’ın bir başka köyüne, ormanlar içindeki Köseler’e varıyoruz. Köyün camiinin önünde namazdan çıkan kalabalığa denk gelip onlarla köy bakkalının önündeki iki üç masalı kahveye geçiyoruz. 100 haneli köyde 14 madenci ölmüş. Yüzünde yılların derin çizgilerini taşıyan Hikmet Kahraman oğlunu kaybetmiş. Oğlunun banka borçlarını ödemek için madencilik yaptığını anlatıyor. “Sizin nesil nasıl geçindi tarımdan da şimdikiler geçinemiyor” diye sorduğumuzda “biz pantolonumuzu yama yapar yıllarca giyerdik, şimdikiler her şeyi görüp istiyor” diye sitem ediyor. Kahvenin hemen yanındaki evde Türk bayrağı asılı. Ölen madencilerin aileleri kendilerine “şehit ailesi” diyor, kapılarda bayraklar var. Kapıyı çalıyoruz, kilimler ve minderlerle kaplı küçük serin avluya buyur ediyorlar bizi. 24 yaşındaki Tayyibe Çakır hem eşini hem babasını kaybetmiş. Boynunda eşi Sadık’ın adının yazdığı bir kolye var. Her Pazar olduğu gibi köye vardığımız Pazar günü de mezarlık ziyaretine gitmişlerdi. 3 yaşındaki kızı Ecrin babasının yanında kumlarla oynadığını anlatıyor. Hafta boyunca olan biteni anlatıyormuş babasına mezarının başında. ‘Kaza’dan hemen sonra geldiğimde de yeni yeni konuşmaya başlayan çocukların ağzından “babam öldü” lafını duymuş, ölümün anlamını bilmediklerini düşünmüştüm. Şimdi yokluğu biraz daha kavramış gibiler. Ama gün içinde olan bitenleri babalarının fotoğraflarına anlatıyorlar. Ölen babaları geride kalan çocuklar için artık fotoğraflarda yaşıyor.

Ecrin babasının ve dedesinin fotoğrafıyla
Ecrin babasının ve dedesinin fotoğrafıyla

Ağıtlar dinmiş, fotoğraflar çerçevede

İki ay önce köylerde tüm cenaze evlerinden kadınların ağıtları yükseliyordu. Erkeklerin duygularını belli etmemesinin yüceltildiği bir toplumun içinden yetişen onlarca genç ve yaşlı erkeğin ağladığına tanıklık etmiştim. Şimdi artık ağıtlar dinmiş. Ama nasılsınız diye sorar sormaz gözyaşları dökülüyor yine. İnsan acılarını deştiği için vicdan azabı duyuyor ama Tayyibe “zaten her gün böyleyiz, ağlamaktan yaş kalmadı gözlerde” diyor. Basında bahsedilen “konuşmama” hali yok bu köyde. Aksine her evde çaylar ikram ediliyor, kapılarının çalınmasından, dertlerinin dinlenmesinden mutluluk duyuyorlar. Yaşlı teyzeler bizi sarılarak karşılıyor, dualarla yolcu ediyor. En temel beklenti hediye falan değil, içlerini dökmek ve acıyı paylaşmak. Ne kadar paylaşılırsa. Evlerde televizyon açılmıyor, müzik ve eğlence yok. Köylerdeki genel kasveti kelimelere dökmek zor ama evlere girer girmez yüzünüze çarpıyor. Biz sohbet ederken Ecrin babasının ve dedesinin çerçevelenmiş fotoğraflarını getiriyor bize göstermek için. Her evde süslü çerçevelerden var artık. Düğün, nişan, askerlik fotoğrafları sandıklardan çıkarılmış, büyütülüp evlerin en görünen yerlerine asılmış. Girdiğimiz pek çok evde de özellikle anneler ölen çocuklarının tüm eski fotoğraflarından oluşan albümleri gösterdi bize. Ölenlerin gencecik olduğunu bilmek başka, o umutla bakan gözlerin artık olmadığını bilmek başka türlü vuruyor insanı. Toprağın altına 301 madenciyle nice hayaller, umutlar gömülmüş. Tayyibe Çakır katliamdan sonra annesinin yanına yerleşmiş. Anne Arife Kaynak 47 yaşında. O yaşta hem katliamda ölen kocasının acısıyla baş etmek, hem de eşini kaybeden kızına destek olmak zorunda. İki kadın omuz omuza verip hayata tutunmaya çalışıyor. Tek destekçileri Arife Hanım’ın 21 yaşındaki oğlu Ramazan. O da madenci. 18 yaşını doldurur doldurmaz faciada ölen babasının teşvikiyle girmiş maden işine. Babasının vardiyası biterken onunki başlarmış; maden girişinde karşılaşıp şakalaşırlar babası “haydi haydi uyuma çabuk çabuk yürü” dermiş. “Bir daha asla girmem madene, yakınından bile geçmemeye çalışıyorum, babamı hatırlatıyor” diyor. Annesi de zaten “asla salmam, bir tek oğlum kaldı” diye lafa giriyor. Ramazan askere gidip gelince başka bir iş bakacak. Tüm ailenin umudu madenci ailelerinden bir kişiye devletin iş sağlayacağı sözü.

Suya düşen hayaller

Ramazan’a gelecek hayallerini soruyoruz, evlilik planı olduğunu, ev ve araba almak istediğini anlatıyor ama ekliyor “şimdi hepsi suya düştü, ben babamla hayal ettim her şeyi.” Şimdi kendini “darmadağın” hissediyormuş. Hem eşini hem babasını kaybeden ablası Tayyibe de daha toparlanamadıklarını söylüyor. Öldükleri an ve o acı aklından çıkmıyor. Unutulmuş hissediyorlar mı sorusuna yanıtı Elmadere’den Tahir Amca ile aynı. “Gelen giden vatandaş çok var Allah razı olsun. Devlet de bir maaş bağladı, bir kere aldık, inşallah kesilmez böyle devam eder ama hiç sanmıyorum.” Asıl kızdığı kocası ve babası ölmeden önceki ihmaller. Her üçü de bize madenin faciadan önce ısındığını ve madencilerin bu durumu üstlerine söyleyemediklerini örneklerle anlatıyor. Madencilerin iş dönüşü çamaşırlarının terden sırılsıklam olduğunu, madene yolladıkları yemeklerin sıcaktan bozulduğunu, güvenlikçiye durumu söylediklerinde “çalışılır burada, devam” dediğini söylüyorlar. Tayyibe “devlet zamanında, onlar ölmeden sahip çıkacaktı, şimdi maaşları artırıp çalışma saatlerini kısaltacaklarmış, bu kadar kişinin ölmesi mi gerekiyordu? Kaç kişi kaldı arkalarında? Kaç anne kaldı?” diye soruyor. Soma ve çevresinde ölen madencilerden geriye 432 çocuk kaldı. **köselermezarlık20 Evden sonra sokakta bisiklet süren çocukların yardımıyla madenciler için açılan mezarlığa gidiyoruz. İlkokul çocukları yeni bisikletleriyle arabamızın önünde mezarlığa kadar bize rehberlik ediyor. Ölümün trajedisi, Soma’da hayatın her anında çarpıyor yüzümüze. Ormanın bir kenarı onlara ayrılmış. Sessizliği rüzgâr ve cırcır böcekleri deliyor. Ağaçların arasında siyah #SOMA yazan bir t-shirtle Türk bayrağı sallanıyor. Facianın yaşadığı günlerde sosyal medyada sıkça kullanılan DirenSoma hashtagini hatırlatırcasına. Somalı direnmeye çalışıyor acısına.  Mezarların üzerinde babalara yazılan mektuplar ve çizilen resimler var. Muhtemelen her hafta değişiyor. Rengârenk futbol takımı formaları göze çarpıyor. Ölümü kabullenememe ve gidenleri yaşatma arzusu mezarlara yansımış. Yörük köyü Köseler’de duyduklarımız ve karşılaştığımız manzara Elmadere ile hemen hemen aynı. Acının mezhebinin olmadığının ispatı. Köseler’den akşamüzeri ayrılıp gün batarken virajlı ve yemyeşil dağ yolundan kuş sesleri arasında aşağı iniyoruz. Bu köyde yaşayan madenciler de her gün bir saat, bu cennet gibi yoldan gidiyor, sonra yerin yüzlerce metre altındaki zifiri karanlığa, cehennem dedikleri madene giriyorlar. “Neden” sorusunun tek cevabı “mecburiyet”. 11 madencinin öldüğü Elmadere köyünün hemen yanına yeni bir maden açmak için Polyak Madencilik şirketine ruhsat verildi. Tahir Kılınç “maden açılıyor, iyi mi kötü mü olduğunu bilen yok, ama köylümüzün hepsi başvurdu, 60 yaşındakiler bile, çünkü çaresiz kalmışlar, acılar bir yere kadar” diyor. 11 madencinin öldüğü bu küçücük köyden onlarca kişi daha madene girmek için iş beklemesi çaresizliğin ispatı. SOMA Çaresizler çünkü bir zamanlar verimli arazilerinde tarım yapılan, tütün yetiştirilen Soma’da tarım artık para kazandırmıyor. Konuştuğumuz madencilerin tamamının bankalara kredi borcu var. Kimi küçük bir köy evi yaptırmak, kimi içine eşya alabilmek, kimi bir yandan madende çalışıp bir yandan tarlasını ekebilmek için kredi çekmiş. Soma Holding’e ait üç maden ‘kaza’dan bu yana kapalı. Soma, sonu belirsiz bir bekleme halinde.

Haber : Işıl Sarıyüce     /    Fotoğraf: Enis Durak                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                 

Yarın: Madenler daha güvenli hale gelecek mi?

 *Bu yazı dizisi Objective Araştırmacı Gazetecilik Programı kapsamında hazırlanmıştır    Screen shot 2014-08-04 at 10.02.42

Yurttaşlar ! – Yunus Muluk

Dostlar, Nova Romalılar, Ankyralılar, Smyrnalılar ve Ülkenin Tüm Polislerinde YaşayanYurttaşlar, Dinleyin…

Tarihinin en büyük güvenlik tehdidiyle karşı karşıyayız. Kentlerimiz kuşatma altındadır. Bebek mamasından GDO’lu ürün çıkacak kadar güvenliğimiz tehlikededir.. Bizlerden ne olduğunu bilmediğimiz ürünlerle beslenmemiz beklenecek kadar gıda güvenliğimiz bulunmamaktadır. Ülkenin en büyük şehrinin bir aydan az suyu kalabilecek kadar susuzluk gerçeğiyle karşı karşıyayız. Küresel iklim değişikliği ve ekolojik kriz en fazla kentleri tehdit etmektedir. Bu tehdit gelecekte de artarak devam edecektir.

Kentlerden çıkın ve bulduğunuz, kolay ulaşabileceğiniz, imkanlarınızın el verdiği, gidebileceğiniz toprak parçasına sahip olun, kiralayın, birlikler kurun, kooparatifler kurun, kırda yaşayanlarla ortaklıklar kurun, kentte kazandığınızı kıra aktarın, ürünlerinizi marketler yerine yerel üreticilerden alın, kendi ürününüzü yetiştirin, yetiştiremediklerinizi köylerden temin edin, yetiştirdiklerinizle yetiştiremediklerinizi takas edin, bilgi ve deneyimlerinizi paylaşın, toprakla yeniden tanışın, çocuklarınızı tanıştırın, dokunun, haftasonlarınızı ve tatillerinizi oralarda geçirin…

Kentte başınızı sokacak bir evinizin olması yerine doğayla sağlıklı bir ilişki kurabileceğiniz, tamamını değilsede ihtiyaçlarınız olan ürünlerin bir kısmını yetiştirebileceğiniz toprağımızın olması başımız için daha sağlıklıdır. 20-30 metrekare kat bahçesine sahip olduğu için yüzbinlerce liralık konutlar almak yerine bu paranın onda birine veya beşte birine kırsalda birkaç dönümlük araziye sahip olacağımız gerçeği ortada dururken, gelecek yatırımı adı altında yaptığımız tüm hesaplar bir aldatmacadır.

Kentleri dönüştüremediğimiz için kırsala dönmek bir romantizmin ötesine geçerek bir zarurete dönüşmeye başlamıştır. Ekolojik krize, gıda güvenliği ve küresel iklim değişikliği gibi tehditler de eklenince gelecekte en güvenli olanlar; kırsalda olanlar ve kırsalla bağını koparmayanlar olacaktır.

Vazgeçemediğimiz ancak mevcut halinden rahatsız olduğumuz; kentler ve romantik duygularla uzaktan seyredip bir gün orada olmak istediğimiz yada koşulları yaratamadığımız için gidemedeğimiz; kırsal. Değişmeye ihtiyacı olan iki yaşam alanımızdır. Bir ayağımızı kırsala uzatmadığımız sürece ne kenti nede kırsalı dönüştürmek mümkün görünmemektedir. Daha arada yaşamlar kurmak zorundayız.

2014 yılının yaz aylarında aynı anda yaşadığımız seller ve kuraklık, gezegenimizin geldiği durumun göstergesi durumundadır. Şu an itibari ile ürettiğimiz ekonomik büyüme, ulaştığımız teknoloji, sahip olduğumuz bilgi, yaşam biçimimizin sürdürülemez olduğuna işaret ederken “kırsala dönüş” bugünün ve geleceğin kavramı olarak hayatımıza girmiştir. Ekolojik pek çok yaklaşım ve kavram gibi “kırsala dönüş” de kalkınma ve büyüme sevdalıları tarafından geriye gitmekle özdeşleştirilmeye çalışılmaktadır. Modern bilim, yaşadığımız sel, kuraklık gibi afetlerle endüstriyalizm arasındaki ilişkiyi ortaya çıkarırken doğal afetlerin o kadar doğal olmadığını öğrendiğimiz bugünlerde hangi fikrin gerici olduğu yeniden düşünülmelidir.

Yunus Muluk

 

 

Yunus Muluk