Ağır bir insanlık trajedisi yaşanıyor. IŞİD, adım adım Şengal’den sonra yeni bir katliamı gerçekleştirmek üzere Kobanê kuşatmasını ilerletiyor.
Kobanê’de ise halk güçleri, büyük imkansızlıklarla direniyor, insanlık onurunu ayakta tutmaya çabalıyor, topraklarını ve geleceklerini savunuyor.
Bir tarafta yüreği her an Kobanê’de direnenlerle birlikte atanlar, gözünü kulağını telefonlardan, televizyonlardan, sosyal medyadan ayırmadan dayanışmasını ve desteğini sürdürmek için bilgi almaya çalışanlar, sokaklarda, meydanlarda mücadele edenler var.
Diğer tarafta ise bekleme halinden, kılını kıpırdatmadan olan biteni izlemekten medet umanlar bulunuyor. Bunların başında da siyasi iktidar geliyor. Üstelik siyasi iktidarın sözcüleri sadece izlemekle yetinmiyor, kendilerince ‘veciz’ sözlerle bir utancın tarihini de yazıyor. Bu tutumlarıyla Türkiye’deki ırkçıların, Kürt halkının düşmanlarının ekmeğine de yağ sürüyorlar.
Kobanê’de direnenlerin talepleri çok açık. Önce, Türkiye topraklarından IŞİD’e yönelik her türlü desteğin kesilmesini istiyorlar. AKP Hükümeti, cihatçı çetelere yardımlarının olmadığını, verilen lojistik, maddi ve manevi desteğin bulunmadığını iddia etse de nedense kendisinden ve yandaşlarından başka kimseyi buna inandıramıyor. Hem bölgede yaşayanların kendi gözleriyle gördükleri hem de uluslararası alanda konuşulanlar, bu desteklerin hiç de azımsanmayacak ölçüde olduğunu gösteriyor.
İkinci talep de son derece net ve her vesileyle hükümetin temsilcilerine aktarılıyor. Kobanê’de direnenler, öz savunma dahil her türlü ihtiyaçlarını karşılamak üzere bir koridor açılmasını, adı konmamış olan ambargonun sona erdirilmesini istiyorlar. Ama hükümet halen oyalıyor, adım atmıyor. Böylelikle olası bir katliamın vebalini de taşıyor.
Üçüncü talep ise siyasal ve diplomatik alanı kapsıyor. Direnenler, Rojava’da oluşmuş olan Kanton yönetimlerinin tanınmasını ve ilişkilerin kurulmasını istiyorlar.
Tüm bu talepler Kobanê Dayanışması içinde olan ve direnenlere her türlü desteği verenlerin de talepleridir.
Ama iktidar, bütün bu taleplere gözlerini ve kulaklarını kapatıyor. Kürt halkının ve Kobanê’de, Rojava’da direnenlerin burnunun sürtülmesini istiyor. Mümkün olduğu kadar çok zarar görmelerini bekliyor.
AKP Hükümeti, belli ki aklını yitirmiş bir halde. Bülent Arınç, ‘oh demiycez’ derken aslında ‘oh olsun’ diyor. Vicdanını yitirmiş bir halde, canını ve bedenini ortaya koyarak yerini yurdunu savunanlarla dalga geçiyor.
İktidar, Kobanê ile çözüm sürecinin ilişkisini anlamamakta, şu anda bile ortaya çıkmış olan ağır psikolojik kırılmanın etkilerini kavramamakta direniyor. ‘Vicdanlıyım’ diyen her insanın gözlerinin önünde cereyan eden vahşete ve katliama daha fazla seyirci kalmak istemediğini algılayamıyor.
Çözüm süreci ile Kobanê’nin birbirinden koparılamayacağını, barışın yolunun Kobanê’den geçtiğini, biri çökerse diğerinin de çökeceği gerçeğini duymak istemiyor.
Ama biz biliyoruz ki, Kobanê’ye yönelik bu saldırı ve kuşatma aslında Rojava Devrimi’ni boğma çabasından ayrı düşünülemez. Kürt halkının bölgede kendi iradesini etkin kılmasının berhava edilmesi niyetlerinden bağımsız ele alınamaz.
Irak veya Suriye Kürdistanı’nda yaşanan savaş ortamı kaçınılmaz olarak hepimizi doğrudan etkiliyor. Çözüm ve barış sürecinin sınır ötesi gelişmelerle etkileşimini değerlendirmek büyük önem taşıyor. Halklar arasındaki akrabalık ve komşuluk ilişkileri, Irak ve Suriye Kürdistanı ile kurulacak kültürel, ticari, ekonomik, sosyal ve siyasal ilişkilerde sınır tellerini ve duvarlarını aşan bir yaklaşımın öncelik kazanmasını bundan böyle gerekli kılıyor.
Hükümetin, akrabası, komşusu, yakını katledilirken halkın seyretmesini, susup oturmasını beklemesi aymazlık değil de nedir?
2014 Nobel Fizik Ödülü, mavi LED ışıklarını icat eden üç Japon profesör Isamu Akasaki, Hiroşi Amano ve Şuji Nakamura’ya verildi.
Isamu Akasaki, Hiroşi Amano ve Şuji Nakamura
“Işık yayan diyot” yani (LED) ışıklarını bulan üç profesör bu icatları ile aydınlatmada enerji tasarrufu açısından çığır açtı. İsveç Kraliyet Bilim Akademisi konuyla ilgili yaptığı açıklamada buluşun 20 yaşında olduğunu ancak günümüzde tamamen yeni bir madde olan ve herkesin istifade ettiği beyaz ışığın bulunmasına katkıda bulunduğu belirtildi. Nobel Komitesi ise ödülü kazanan bilim insanları için “herkesin başarısız olduğu bir şeyi başardılar” ifadelerine yer verdi.
Söz konusu bilim adamlarının buluşu günümüzde birçok elektronik cihazda kullanılıyor ve enerji tasarrufu sağlayan aydınlatma sistemlerine imkân sağlıyor. Ödülü kazanan bilim insanlarına yaklaşık 2 milyon 450 bin Türk Lirası tutarında ödül verilecek. Haberi Japonya’da uyanır uyanmaz aldığını söyleyen Profesör Şuji Nakamura, basın toplantısında “Bu inanılmaz bir his” şeklinde konuştu.
Nobel Kimya ödülü bugün, merakla beklenen barış ödülü ise Cuma günü açıklanacak. Pazartesi günü ise ekonomi ödülünün sahibi belli olacak. Nobel Ödülleri, Alfred Nobel’in ölüm tarihi olan 10 Aralık’ta törenle sahiplerine sunulacak. Nobel Tıp Ödülü’nün sahibi ise beynin yer belirleme sistemini keşfeden araştırmacılar Profesör John O’Keefe ile May-Britt Moser ve Edvard Moser’a verildi.
Nobel Komitesi, O’Keefe ve Moser çiftinin, beyinde konumlama sistemini oluşturan hücreleri keşifleriyle Tıp Ödülü’ne layık görüldüklerini, keşiflerinin, beynin “bizi çevreleyen alanın haritasını nasıl çizdiğinin ve karmaşık bir ortamda nasıl yol alabildiğimizin” izah edilmesine yardımcı olduğunu açıkladı.
John O’Keefe’nin, bu konumlandırma sisteminin ilk bileşeni olan sinir hücresini 1971 yılında keşfettiği, Moser çiftinin de hassas yön bulma için koordinat sistemini meydana getiren bir tür sinir hücresini tanımladığı belirtildi. Komite, beynin konusundaki bilginin, Alzheimer hastası kişileri etkileyen, “yıkıcı uzamsal hafıza kaybına zemin teşkil eden mekanizmanın anlaşılmasına” yardım edebileceğini bildirdi.
Türkiye kamuoyu Biden`in Harvard konuşmasını Erdoğan`dan özür dilediği konuşma olarak ele aldıysa da konuşmanın içerik ve bize öğrettikleri ülke için kritik.
ABD Başkan Yardımcısı Joseph (Joe) Biden`in 2 Ekim tarihinde Harvard Üniversitesinde Türkiye`yi Suriye`deki terörist yapılara destek vermekle itham ettiği konuşmadan hemen sonra özür dilemesi önemli bir gelişmeydi. Keza bu ifadeler sadece Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP Hükümetini değil, Türkiye Cumhuriyeti devletini de zan altında bırakıyordu. Bu ifadeler nedeniyle özür dilemesi iki müttefik arasında hem diplomatik bir nezaket, hem de ABD`nin Türkiye`nin işbirliğine en çok ihtiyacı olan mevcut konjonktürde pragmatik bir gereklilikti.
Peki Biden neden özür diledi? Düşüncelerinin gerçeği/mevcut algıyıyansıtmadığından mı, yoksa samimi düşüncelerini çekinmeden ifade ettiği için mi? İlk olasılığının gerçek olması durumunda yalan söyleyen bir ABD Başkan Yardımcısının Amerikan kamuoyundan gelecek muhtemel baskıya rağmen görevine devam etmesi mümkün değildi. Biden düşüncelerini “açıkça” ifade ettiği, “söylememesi gerekenleri” söylediği için özür diledi. Bu durumda bu konuşmanın içeriğini daha yakından irdelememiz gerekiyor. Türkiye kamuoyu ve dünya bu konuşmadan neyi öğrendi, neyi teyid etti?
1- Türkiye Washington`da bölgedeki istikrarsızlığın ana nedenlerinden biri olarak algılanıyor. Dış politikayı çeşitli kaynaklardan izleyen ve jeopolitik gelişmeleri yorumlayanlar zaten bu algının varlığının epeydir farkındaydı. Hükümetin ve Cumhurbaşkanı Erdoğan`ın gazabına uğrayan New York Times, Washington Post, Wall Street Journal ve diğer yabancı basının bu minvaldeki yorum ve detaylı haberlerini uzun zamandır okuyorduk. Fakat Amerikan devletinin en tepesinden bu doğrultuda bir açıklamanın yapılması bu algının ne denli güçlü olduğunun bir göstergesi ve teyidi oldu. Özür dilenmesi “Türkiye`nin Esad`ı devirmek hedefiyle teröre destek vererek IŞİD belasını yaratan bir ülke olarak” değerlendirildiği algısını değiştirmiyor. Konuşmanın kayıtlarını izleyince Biden`in bu ifadeleri samimi bir şekilde kullandığını görüyoruz. Bu algının Biden`la sınırlı olduğunu düşünmek yanlış olur. Çünkü Biden sıradan bir kişi değil. Dünyanın en etkili çalışan, en büyük ve en örgütlü istihbarat sistemine sahip süper gücünün başkan yardımcısı. Bu istihbarat mekanizmasının liderleri ve dış politika uzmanları her gün Biden`a resmi briefing`ler sunar, ulusal ve küresel güvenliği ilgilendiren meselelerde bilgilendirmeler yapar. Anayasa uyarınca ABD Başkan Yardımcıları Başkanın sahip olduğu tüm istihbarata sahiptir. Başkan için günlük olarak hazırlanan “President`s Daily Brief” “Başkanın Günlük Bilgilendirmesini” de okur. Görevdeki Başkan görevini yapamaz duruma gelir yahut hayatını kaybederse Başkanlık görevini üstlenirler. Yani Biden`in bu konudaki ifadeleri en aşağıdan en yukarıya Amerikan ortak devlet aklının bir tezahürü olarak görülmeli ve bu şekilde değerlendirilmelidir.
2- Türkiye`nin bölgedeki önceliği IŞİD değil, Esad Rejimi: Ne Washington ne de başka bir Başkent Türkiye`nin bölgede terör ve istikrarsızlıktan fayda sağladığını/sağlayacağını iddia edemez. AKP Hükümetinin salt istikrarsızlığı artırmak amacıyla terörle ilişkili örgütlere destek vermesi de kesinlikle haksız bir suçlama olur. Burada problem Hükümetin yanlış hesap ve öngörüsüzlükle bölgedeki ne idüğü belirsiz grupları ve fraksiyonları destekleyerek bir canavarın ortaya çıkmasına dolaylı olarak neden olmasıdır. Eleştirilecek ana unsur ise bu öngörüsüzlük, yanlış hesap ve hataların Esad rejiminin devrilmesinin bölgede ana öncelik olarak belirlenmiş olmasından ötürü yapılması. Esad kendi yurttaşlarını gözünü kırpmadan öldürmekten çekinmeyen eli kanlı bir diktatör. Esad`ın alternatifi olmaması ve ülkenin demografik yapısı nedeniyle Batı Esad`ın devrilmesi konusunda isteksiz/yavaşdavranırken, Erdoğan ve Davutoğlu daha önce yaptıkları açıklamaların iç siyasette kendilerine maliyet çıkarabilmesinden ötürü Esad`ın devrilmesini neredeyse kişisel bir mesele haline getirdiler. Durum bugün de aynen devam ediyor. Başbakan Davutoğlu`nun 5 Ekim tarihinde CNN International`da yayımlanan Christiane Amanpour ile yaptığı televizyon mülakatında Türkiye`nin IŞİD ile mücadeleye Esad rejiminin de hedeflenmesi şartıyla katılacağını söylemesi bu iddiayı doğruluyor. Türkiye`nin hemen yanı başında, Kobani(Ayn-Al-Arab)bölgesinde bir insanlık katliamı yaşanma ihtimali ufukta belirmişken, Davutoğlu ve Erdoğan`ın hala Esad faktörünü devreye sokup fırsatçı bir üslup takınmaları ülke için üzüntü verici bir durum.
3- Erdoğan yapılan dış politika yanlışlarının farkında (mı?): Biden konuşmasında net bir şekilde Erdoğan`ın hatalarının farkında olarak kendisine “siz haklıydınız, çok fazla insanın (Suriye’ye) geçişine izin verdik, şimdi sınırı mühürlemeye çalışıyoruz”dediğini iddia etti. Biden bu ifadesinden ötürü de özür dilemedi. Özür dilemesinin nedeni ilk maddede ele aldığımız “Türkiye teröre destek veriyor” açıklamasının uluorta yapılması ve “Türkiye bunu bilinçli olarak yaptı” şeklinde algılanmasıydı. Erdoğan`ın dış politikada yaptığı hataları kabul edip etmediği konusunda iki liderin birbiriyle çelişen açıklamaları var. Yani bu durumda ya Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan ya da ABD Başkan Yardımcısı Biden doğruyu söylemiyor. İki ihtimal de ABD-Türkiye ilişkilerinin geleceği için endişe verici.
4- Erdoğan Kıbrıs`ta bir pozisyon değişikliğine hazırlanıyor: Kıbrıs konusu bu konuşmada en az ele alınan ama belki de en kritik konu. Biden konuşmasında şu ifadeleri kullanmış: “Ben kariyerim boyunca Kıbrıs konusuna Kongre’de geriye kalan herkesten daha çok derinden dahil olmuş biriyim. Arkadaşlarım Joe Bidenopolis derler. Şaka değil. Yasadışı işgalden beri bu konuyu tutkuyla takip ediyorum. Ama mesele şu arkadaşlar. Dediğim gibi dünya değişiyor. Üç şey oldu. Birincisi, Türkiye Kıbrıs’ta askerinin olmasının kendisine bir menfaat sağlamadığını tam olarak anlamış durumda. İkincisi, Erdoğan işgali önemseyen tek kesimle bir kırılma yaşadı. Bu da (TSK) orduydu. Üçüncüsü, daha yeni (Erdoğan ile) bir tür görüştük ve iki şeyi yapıp yapamayacağımızı anlamak için Ankara’da beni yeniden görme taahhüdünde bulundu.” Sonuç olarak bu ifadede açıkça Yunan tarafına yakın olduğunu ve Türkiye`nin 1974`de Adaya garantör devlet olarak yaptığı yasal müdahalenin “yasadışı işgal” olduğunu iddia eden Biden ile Erdoğan`ın en azından adada Türk askeri varlığı gibi ana meselelerde yakınlaşan görüşlere sahip olduğunu görüyoruz. Biden ordunun siyasal etkisini kaybetmesiyle Erdoğan`ın daha rahat hareket edeceğini düşünüyor. Erdoğan`ın Kıbrıs meselesindeki düşüncelerini kamuoyundan önce Biden`la paylaşması mı yoksa Kıbrıs meselesinde “Bana Joe Bidenopolis derlerdi” diyerek açık bir şekilde taraf olduğunu belirten Biden`la yakınlaşması mı daha vahim ona siz karar verin.Ama her koşulda Kıbrıs meselesinde Türk askerinin varlığı gibi kritik bir konuda karar verildiyse bunun kamuoyuyla paylaşılması gerekirdi.
5- Tezkere konusunda Meclisten önce ABD bilgilendirilmiş: Biden, konuşmasında “Erdoğan, geçen Perşembe (25 Eylül) bunu yapacağını bana söylemişti ama oylanıncaya kadar hiçbir şey söylemememi istemişti. IŞİD’le kapışmak için Türk kara gücüne izin vermek, Türk havasahasının NATO ve diğer müttefikler tarafından kullanılabilmesi, Türk havasahasının bizim insansız hava araçlarına açılabilmesi için Türk Parlamentosu’nda oylama yaptılar” demişti. Tezkere konusunun gene kamuoyunda yeterince tartışılmadan bir oldubittiyle meclise getirildiğine tanık olduk. Biden`in açıklamasından anladığımız tezkerede yazanlar, yazmayanlar ve bu konudaki planlar ABD ile paylaşılmış. Ama anlaşılan tezkerenin içeriğinde gene Esad faktörününon plana alınarak neredeyse Suriye rejimine yönelik olarak da hazırlandığı, bir taşla üç kuş vurulmaya çalışılması (ISID, PYD, Esad) ABD ile her ne hikmetse paylaşılmamış. Türkiye’nin sınır ötesi operasyonda ‘Suriye’nin hedef alınması’ koşuluna ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Psaki`nin 6 Ekim akşamı ABD’nin şu an ki asıl hedefinin Esad değil IŞİD olduğunu söylemesi bunun bir göstergesi olabilir.
6- Türkiye`nin istihbarat ve dış politika kurumları Cumhurbaşkanını zamanında bilgilendirmiyor: Belki de en vahimi bu.Biden Harvard`daki konuşmasını ABD saatiyle 2 Ekim günü öğleden sonra yaptı. Türkiye saati ile 3 Ekim öğleden sonra (ABD sabah saatleri) Erdoğan Biden ile görüşürken, bir önceki gün Biden`in yaptığı bu çarpıcı konuşmadan haberi yoktu. Telefon görüşmesinde Harvard konuşması gündeme gelmiyor, kim bilir, belki de Erdoğan kendisine bu denli ciddi suçlamalar yapan Biden`la oldukça samimi bir görüşme gerçekleştiriyor. Yani bu önemli iddialar kamuoyuna açık bir platformda yapıldıktan yaklaşık 15saat geçmesine rağmen kimse Erdoğan`ı ABD Başkan Yardımcısı Biden Türkiye Cumhuriyeti ve sizin hakkınızda bu açıklamaları yaptı diye bilgilendirmemiş. Hem de bu konuşmanın videosu internete çoktan yüklenmişken. Hürriyet`in Washington temsilcisi Tolga Tanış`ın haberinden sonra Erdoğan “Biden bunu söylediyse benim için tarih olur” diyor ve akabinde Biden`den özür geliyor. Hürriyet Gazetesi ve medya için önemli bir başarı, Milli İstihbarat Teşkilatı, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği ve Dışişleri Bakanlığı için büyük bir fiyasko.
IŞİD’in haftalardır süren Kobani kuşatmasını protesto eden grupların gösterilerinde kan aktı. Diyarbakır, Batman gibi kentlerde göstericiler IŞİD ve Hizbullah yanlısı gruplarla karşı karşıya geldi. 14 kişi hayatını kaybederken Diyarbakır, Batman, Siirt, Van, Muş ve Mardin’de sokağa çıkma yasağı ilan edildi.
Suriye’nin kuzeyinde, Türkiye sınırında bulunan Kürt kenti Kobani’ye yönelik IŞİD saldırılarını protesto etmek için yapılan gösterilerde kan aktı. Başta doğu kentleri olmak üzere Türkiye’nin pek çok noktasında gerçekleştirilen eylemlerde IŞİD örgütünü protesto eden gruplar polisle ve bazı yerlerde de IŞİD yanlısı gruplarla karşı karşıya geldi.
Pek çok kentin savaş alanına döndüğü olaylarda, Diyarbakır’da 8, Mardin’de 2, Siirt’te 2, Batman’da 1 kişi, gruplar arasında çıkan çatışmada öldü. Muş’un Varto ilçesinde ise 1 kişi, polisin gösteriye müdahalesi sırasında başından vurularak hayatını kaybetti.
Diyarbakır, Batman, Siirt, Van, Muş ve Mardin’de tüm kentleri ya da ilçelerini kapsayan sokağa çıkma yasakları ilan edildi. Diyarbakır’da dün akşam saatlerinde ilan edilen sokağa çıkma yasağı perşembe sabahı 06.00’ya kadar uzatıldı. Başbakan Ahmet Davutoğlu başkanlığındaki “güvenlik zirvesi” ise bugün saat 14.00’te Ankara’da toplanacak.
DİYARBAKIR
Önceki gün başlayan eylemler, dün yayılarak devam etti. Protestoların arttığı akşam saatlerinde, Hüda-Par yanlısı gruplarla PKK taraftarları arasında silahlı çatışma çıktı. Bu çatışmada toplam 8 kişinin öldüğü bildirildi. Ölen ve yaralananların sayısı ve kimlikleri uzun süre tespit edilemedi. Kentte gece kaos hakim olmaya başlarken, göstericilerin pek çok noktada araçları durdurarak yol kontrolleri yaptıkları görüldü. Gece saatlerinde Valilik sokağa çıkma yasağı ilan ederken, ilk ve orta dereceli okullar bugün tatil edildi. Sur İlçesi Gazi Caddesi üzerinde bulunan Sur İlçe Emniyet Müdürlüğü önünde nöbet tutan polislerin üzerine uzun namlulu silahla ateş açıldı. Bir polis yaralandı. 2 güvenlik görevlisi molotof ve taş atılması sonucu yaralandı.
SİİRT
Kurtalan ilçesinde saat 17.30’da toplanan bir grup sloganlar eşliğinde, AK Partili belediye binasına yürüdü. Gruptan bazıları binaya molotofkokteyli attı. Bu sırada bahçede bulunan Ak Partili Belediye Başkanı Nevzat Karatay’ın yakınları, iddiaya göre göstericileri korkutmak için havaya ateş açtı. Dağılan göstericiler daha sonra Karatay ile yakınlarının iş ve evlerine saldırdı. Bu sırada Karatay’ın yakınları oldukları belirtilen bazı kişiler, tabancalarla göstericilere rastgele ateş açtılar.
MARDİN
Kent genelinde çıkan olaylarda 2 kişi öldü. Derik ilçesinde göstericiler, birçok yolu taş ve çöp konteynerleri ile trafiğe kapattı. AK Parti ve Hüda-Par ilçe başkanlıklarına molotofkokteylleri ve taş atan göstericiler, müdahale eden polis panzerlerine de molotof kokteyli attı. İlçenin Kale Mahallesi’nde toplanan bazı gruplar ise Kaymakam İsmail Sündük’ün lojmanını taşladı.
MUŞ
Göstericiler, tüm cadde ve sokaklarda barikat kurup, Kobani için sloganlar attı. Polis, barikat kurarak ateş yakan gruba biber gazı ve basınçlı suyla müdahale etti. Müdahaleye taş ve molotofkokteyli ile karşılık veren grupla polis arasında gerginlik tırmandı. Olaylar sırasında başından vurulan Hakan Buksur (25) hayatını kaybetti.
BATMAN
Gösteriler sırasında çıkan olaylarda silahla vurulan 23 yaşındaki Emrah Demir, kaldırıldığı Batman Bölge Devlet Hastanesi’nde öldü. Hüda-Par Batman örgütü tarafından kullanıldığı öne sürülen bir twitter hesabından Emrah Demir’in parti binası önünde yatan cansız bedeninin fotoğrafı paylaşıldı.
İSTANBUL
Birçok ilçede olaylar çıktı. Kadıköy Altıyol’da toplanan ve AK Parti İlçe Başkanlığı’na yürümek isteyen gruba polis biber gazı ve tazyikli suyla müdahalede bulundu. Grup, polise taşla karşılık verdi. Bağcılar’da 3 otomobil ve Sultanbeyli’de ise 3 belediye otomobili ateşe verilirken, Sultanbeyli’nde göstericilerin pompalı tüfekle ateş açması sonucu 2 polis yaralandı. Okmeydanı’nda akşam saatlerinde toplanan gruptan bir kişi polise pompalı tüfekle ateş açtı, 1 polis yaralandı. TEM’in Gazi mahallesi mevkisinde göstericiler, akşam saatlerinde yolu çift taraflı trafiğe kapattı. Sultangazi’de, karşıt görüşlü grubun saldırısı üzerine saat 13.00’te partinin ilçe binasına sığınan DBP üyesi 50 kişi, 7 saat sonra binadan çıkabildi.
VAN
Başkale ilçesinde ise yaklaşık 500 kişi DBP ilçe binası önünde toplandı ve sloganlar atarak AK Parti ilçe binasını taşladı. Göstericiler daha sonra çarşı merkezinde bulunan Atatürk heykelini molotofkokteyli atarak yaktı. Muradiye ile Erciş ilçesinde de göstericiler, polisi taşlayıp, birçok kamu binası ve işyerine zarar verdi. Muradiye’de polis aracı atılan molotofla yakılırken, 1’i Müdür yardımcısı 5 polis de atılan taşlarla yaralandı. Kızılay Kan Merkezi önündeki 2 kan toplama aracı ve 1 otomobilin yanı sıra 1 minibüs ve 1 otomobil göstericiler tarafından ateşe verildi.
ADIYAMAN
Yaklaşık 400 kişi Vali Mahmut Demirtaş’ın evinin bulunduğu Atatürk Bulvarı’nda bir araya geldi. Valinin evine molotof kokteyli ve taş atan grupla polis arasında çıkan arbedede 14 polis yaralandı.
ŞIRNAK
İl genelinde 3 dershane, 1 market ve mobese kameraları yakıldı, bankalara molotofkokteylleri atıldı. İdil’de ise yaklaşık 300 kişilik PKK’lı bir grup Atatürk İlköğretim Okulu kapısını ve Atatürk büstünü tahrip etti. Cizre’de gösteri yapan yüzleri maskeli kişiler, yolları trafiğe kapattıktan sonra 3 mobese kamerasını tahrip etti, bir market ve bir dershane ateşe verildi. İlçedeki bir özel öğrenci yurduna da molotof ve ses bombaları atan göstericiler, bankaların ATM’lerini de kullanılamaz hale getirdi.
ANKARA
Sakarya Meydanı’nda toplanan kalabalık AK Parti Ankara İl Başkanlığı’na yürümek istedi. İzin vermeyen polis, biber gazı ve plastik mermilerle protestoculara müdahalede bulundu. Cumhuriyet Gazetesi Foto Muhabiri Necati Savaş ile Milliyet Foto Muhabiri Ünal Çam, atılan taşların isabet etmesi sonucu yaralandı. Polis çok sayıda kişiyi gözaltına aldı.
KOCAELİ
İzmit, Gebze ve Dilovası ilçelerinde, IŞİD’ın Kobane’ye yönelik saldırılarını protesto etmek amacıyla protesto yürüyüşleri yapıldı. Gebze İlçesi’ndeki yürüyüşte polise taş ve sopalarla yapılan saldırılar sonucu Çevik Kuvvet ekipleri göstericilere cop ve gazla müdahalede bulundu. Dilovası’nda 300 kişi D-100 Karayolunu bir süre kapatarak oturma eylemi yaptı.
İZMİR
Konak ilçesinde toplanan bir grupla polis arasında gerginlik çıktı. Eylemcilerden biri gözaltına alınmamak için ensesine bıçak dayadı. Polis bu kişiyi etkisiz hale getirmek istedi. Çıkan kargaşada bir kişi, polisin silahını alıp kaçtı. Kovalamacada güvenlik güçleri şüpheliyi yakaladı.
HAKKARİ
Hakkari Üniversitesi Rektörlük binası önünde eylem yapan yaklaşık 100 kişilik grup, binayı ateşe vererek yakmaya çalıştı. Hakkari Üniversitesi’nde pazartesiye kadar eğitim ve öğretime ara verildi. Valilik il genelinde çıkan olaylarda 3 kişinin gözaltına alındığını açıkladı.
Suriye’de Esad hedef alınmalı diyen” Başbakan Ahmet Davutoğlu’na ABD’den yanıt geldi. ABD ‘Bizim pozisyonumuz değişmedi’ dedi.
ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Jen Psaki’ye, günlük basın brifinginde, Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun CNN International’a verdiği mülakatta, “ABD’nin Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ı hedef alması halinde Suriye’ye kara birlikleri gönderebileceklerini” söylediği hatırlatıldı. Psaki, “Bizim pozisyonumuz değişmedi. IŞİD’e odaklanmış durumdayız. Suriyeli muhalifleri desteklemeyi kesinlikle sürdürüyoruz” yanıtını verdi.
Türkiye’nin bir çok noktasında yapılan Kobani protestoları ile ilgili konuşan Selahattin Demirtaş, Atatürk heykeli ve Türk bayrağı yakılmasıyla ilgili provokasyon uyarısında bulundu.
Demirtaş, ‘Bayrak ve Atatürk büstünü yakanları kınıyorum. Bunlar batıdan doğuya destek gelmesin diye yapılan provokasyondur” dedi.
Demirtaş şunları söyledi:
‘TAMPON BÖLGE DEĞİL, KORİDOR AÇILSIN’
“Hamaset yapma günlerini geçtik. Direnişteki insanlar kardeş miyiz, değil miyiz görmek istiyorlar. Bu topraklar kimsenin babasının petrol kuyusu değil, halkların öz yurdudur. Yapılması gereken tampon bölge değil, koridor açılmasıdır. Kobanê’nin kendini savunabilmesi için yardımın geçebilmesi amacıyla. Bu direnişi zafere götüreceğiz, buna yürekten inanıyorum. Kobanê ne hava saldırısı istiyor, ne de kara harekatı. Sadece bu abluka kalksın ki kendimizi savunabilelim diyorlar. Kobanê’nin düşmesini bekleyenler hayretler içinde. Tankları sadece tanksavarlar durdurabilir sanıyorlar. Oysa iradeyle durduruldu.
‘KOBANE DEĞİL AZERBAYCAN OLSAYDI?’
Kobanê değil Azerbaycan olsaydı, Türk halkı da sınıra yığılsaydı, hükümet oradaki Türkleri gazla copla dağıtır mıydı? İnsanlarımız burayı boşaltmazlar, evlatları orada, IŞİD katliamı ile yüz yüze. Hükümet bu duyguyu anlayamıyor. Bu kararlılık kırılmadığı sürece Kobanê düşmeyecek. Halkımız hiçbir yerde geri adım atmadan direnişini sürdürürse ablukanın kırılacağına inanıyoruz.”
Ordu’nun Fatsa ilçesine bağlı Yukarı Bahçeler Köyü’nde Altıntepe Madencilik şirketinin siyanür kullanarak yapacağı altın madenciliği faaliyetlerine tepki olarak daha önce duyurusu yapıldığı gibi 6 Ekim günü çok sayıda sivil toplum örgütünün ve halkın katılımıyla bir miting gerçekleştirildi. Mitinge katılanlar, 900 ton altın rezervi olduğu iddiasıyla faaliyetlerine başlamak isteyen Altıntepe şirketinin bu faaliyet ve taleplerinden vazgeçmesini istedi .
Fatsa Hükümet Konağı önü
Miting organizasyonunun sorumluları Fatsa Derelerin Kardeşliği Platformu, Demirci Köyü Doğa Koruma Platformu, Ordu Doğa ve Yaşam Alanlarını Koruma Platformu, Ünye-Fatsa Doğa Koruma Platformu ve Fatsa Avcılar ve Atıcılar Derneği, Karadeniz (Ordu,Sinop, Samsun, Giresun, Rize ve Trabzon), İstanbul ve Ankara’dan çevre dernekleri ile platformları ağırladı. Karadeniz illerinden, İstanbul ve Ankara’dan katılanlarla birlikte yaklaşık 2000 kişi siyanürle altın arama faaliyetlerinin protestosuna katılmış oldu. Birbiri ardına eklenerek uzun bir kortej oluşturarak ilerleyen sağlıklı yaşam hakkı savunucuları, kendilerini karşılayan halkın alkışları arasında miting alanına doğru sloganlar atarak ilerlediler .Mitingde bazı pankart ve dövizlerde yazan binlerin haykırdığı sloganlar şöyleydi; “Fatsa-Ünye halkı siyanüre direniyor”, “Siyanür katliamdır”, “Altıncı filo defol”, “Tarlamda mısır, bahçemde fındık yiyebilmek için siyanüre hayır”,”Güneş rüzgar bize yeter”, “İnsana hayvana,yeryüzüne özgürlük” “Siyanürcü şirket Fatsa’yı terket!”, “Fatsa, Fikri yaşıyor toprağına sahip çık”, “Fatsa’nın üstü altından değerli”.
Miting alanında konuşma yaparak siyanürle altın arama faaliyetlerini nasıl takip ettiklerini anlatan Avukat Alptekin Ocak , Altıntepe şirketinin siyanürle altın arama faaliyetlerini yargıya taşıyacaklarını, kendilerinin de aynı İstanbul’da Gezi Parkı sürecinde AVM yapılmasına yargı yoluyla karşı çıktıkları gibi Fatsa’da altın aranması için de idare Mahkemesi’ne başvuracaklarını belirtti . Miting alanında konuşma yapan Bahçeler Köyünden köylü kadınlar da yaşam alanlarını tehdit eden siyanüre karşı direneceklerini,çevre dernekleriyle birlikte verilecek hukuki mücadelenin de içinde olacaklarını söyledi . Saat 11’de baslayan miting konuşmaların ardından Mehmet Gümüş ve Cem Çelebi’nin gündeme uygun mesajlarla dolu konserlerinin ardından dağıldı .
Suriye’deki savaş hakkında çok az bilinen bir gerçek bu savaşın bir milyondan fazla çiftçinin şehirlere göç etmesine neden olan, Suriye tarihi boyunca gerçekleşen en kurak dönemin sonunda başlamış olması. Pulitzer ödülü sahibi Thomas L. Friedman, yaşanan kuraklık ve iç savaş arasındaki ilişkiyle ilgili olarak Suriyeli mülteciler ve çiftçilerle yaptığı görüşmelerin sonunda, hali hazırda zor olan yaşam koşullarının topyekün savaş haline evrilmesinde bu kuraklığın öneminin yadsınamaz olduğu sonucuna varıyor. ‘Years of living dangerously’ adlı belgeselde, WikiLeaks’e sızdırılmış olan diplomatik yazışmalarda bu bağlantının varlığını ve Condoleezza Rice gibi üst düzey yetkililerin de bu durumun farkında olduğunu görüyoruz.
Dabiq: İslam Devleti’nin propaganda amacı taşıyan resmi çevrimiçi dergisi
Ancak bir İslam Devleti kurma çabasının altında Suriye ve Irak’ta neden ve nasıl bir su savaşının var olduğunu açıklayacak başka birçok şey de yatıyor. Bölgenin kontrolünü ele geçirmek, karşı tarafı zor durumda bırakmak ve baskı altına almak amacıyla su şebekelerinin, özellikle bölgedeki hayatın bağlı olduğu su kanalları gibi stratejik noktaların, hem hükümet hem de muhalefet tarafından sürekli hedef seçilmesi bu bölgelerde yaşayan insanların durumunu daha da zorlaştırıyor. Nefeslerimizi tutmuş Kobane’de yaşananları takip ederken, İslam Devleti (İD) politikalarını bir de yürüttüğü su savaşları üzerinden incelemenin faydası olacaktır.
Taşkın kapaklarının açılması…
İslam Devleti’nin hidrolojik kontrolü 2013 yılında Suriye’nin en büyük hidroelektrik barajı olan Tabqa Barajı’nı ele geçirmesiyle başladı. Cumhurbaşkanı Beşar Esad kuvvetleri tarafından, isyancıların kontrolündeki bölgelere olan elektrik arzı, bölgedeki halkı ayaklanmaya karşı çevirmek amacıyla sistematik olarak engelleniyordu. Tabqa Barajı 40 yıldan uzun süre önce Rusya’nın yardımıyla, Suriye’nin enerji üretiminde kendine yeterli olması söylemi ile inşa edilmişti. Bu barajın arkasında, özellikle Halep bölgesindeki milyonlarca Suriyeliye içme suyu ve çiftçilere sulama kaynağı olan Esad Gölü bulunuyor. İslam Devleti barajı ele geçirdikten sonra, kontrolü altında olan bölgelere azami elektrik arzını sağlamak ve yerel halkın desteğini kazanmak amacıyla taşkın kapaklarını açtı. Bunun sonucunda Esad Gölü’ndeki su seviyesi, Mayıs ayı rekorunu kırarak, altı metre azaldı. Bu durum Halep bölgesinde şiddetli su kesintilerinin yaşanmasına neden oldu ve bölgede zaten çetin olan yaşama koşulları daha da zorlaştı.
Dicle ve Fırat Nehirlerinin suyu üzerindeki kavga yeni değil. Dicle ve Fırat, büyük ölçekli sulama için kullanılan ilk nehirler ve o dönemde ‘Bereketli Hilal’ olarak bilinen bölgede yer alıyorlardı. M.Ö. 1720 ve 1684 yılları arasındaki bir tarihte, Hammurabi’nin torunu Abī-Ešuḫ Babil’in bağımsızlığını ilan etme amacıyla Dicle Nehri’ni -çektiği set ile- askeri bir silah olarak kullandı. Fırat Nehri’nin ise M.Ö. 2400’lü yıllardan itibaren askeri amaçlarla kullanıldığını, Sümer şehir devletleri olan Umma ve Girsu arasındaki çatışmalarda Umma Kralı’nın düzenli olarak Fırat Nehri’nin aşağısında yer alan Girsu şehrinin sulama kanallarına su akışını engellediğini biliyoruz.
Harita: The Economist dergisinden alınmış ve düzenlenmiştir
Dicle ve Fırat, Orta Doğu’daki en büyük ve en uzun iki nehir olma özelliğini taşıyor. Fırat nehri ana kaynaklarını Ağrı’daki Murat Nehri ve Erzurum’daki Karasu’dan, Dicle nehri ise Doğu Anadolu dağlarından ve Elazığ yakınlarındaki Hazar Gölü’nden alıyor. Fırat Nehri Rojava, Suriye ve Irak boyunca akarak Basra Körfezi’ne ulaşıyor. Dicle Nehri ise Kürdistan Bölgesel Yönetimi boyunca akıyor, Irak’ın güneyinde yer alan Mezopotamya Bataklıkları’nda Fırat Nehri ile buluşuyor. Fırat-Dicle havzası üzerinde en az 46 baraj bulunuyor, 8 baraj ise planlama veya inşaat aşamasında. Bu barajlar bölgedeki jeopolitik kontrolün ana araçları haline gelmiş durumda.
… ve su akışının durdurulması
(Zein al-Rifai / AFP/Getty Images)
Bir askeri eylem biçimi taşkın kapaklarının açılmasıyken bir başkası da kapakların kapatılması olarak karşımıza çıkıyor. 1974 yılında Irak hükümeti, Fırat Nehri’nin ülkedeki su akışını yavaşlattığı söylemi ile Suriye’yi Tabqa Barajı’nı bombalamakla tehdit etmişti. Ancak Türkiye, 1983 yılında Atatürk Barajı ve Hidroelektrik Santrali’nin inşaatına başlayıp 1992 yılında bu barajı işletmeye açarak bölgedeki su kaynaklarını kontrol eden en büyük güç haline geldi. 1990 yılında Suriye ve Irak, Atatürk Barajı ve Hidroelektrik Santrali’ni Türkiye’nin elinde askeri bir silah olarak görerek inşaatını protesto etti: barajın kapaklarını kapatmak bu ülkeler için susuzluk anlamına geliyordu. 1990’ların ortasında Turgut Özal’ın Kürt hareketine olan desteklerini çekmesi için Suriye hükümetini zorlamak amacıyla ülkeye olan su akışını sınırlama tehdidinde bulunması bu protestoları doğrular nitelikteydi.
2014 yılı Nisan ayında İslam Devleti, Atatürk Barajı’nda su tutulmasının Suriye’ye su akışını önlediğini ve Esad Gölü’ndeki su seviyelerinin düşmesinin sorumlusu olduğunu öne sürdü. Al Jazeera kaynakları bu iddiaların gerçeği yansıtmadığını, aksine Türkiye’den Suriye’ye olan su akışının arttığını söylüyor. Ancak İslam Devleti bu söylemi ‘gerektiği takdirde İstanbul’u özgürleştiririz’ tehdidine temel oluşturmak için kullanıyor. Türkiye, İD ve Esad rejimi su savaşlarını sürdürürken, Suriye ve Irak’ta milyonlarca insan su seviyelerinin önemli ölçüde azalmasıyla karşı karşıya kalmış durumda. Bu durum, Kasım 2013’ten beri %50-85 oranında azalan yağış miktarının sebep olduğu kuraklıktan çok bölgedeki güç savaşlarından kaynaklanıyor.
Türkiye’nin Suriye sınırı yakınında, Dicle Nehri üzerinde bulunan Ilısu Barajı ve Hidroelektrik Santrali’nin inşasını tamamlaması durumunda bölgedeki gerilimin daha da artması bekleniyor. Fırat-Dicle havzasında 22 baraj ve 19 hidroelektrik santral yapımını amaçlayan Güneydoğu Anadolu Projesi(GAP)’nin bir parçası olan Ilısu Barajı ve Hidroelektrik Santrali, 1.200 MW kurulu güce sahip olacak. Bu baraj, Hasankeyf de içinde olmak üzere 52 köy ve 15 kasabanın sular altında kalmasına neden olacak ve ortalama 16.000 insan yer değiştirmek zorunda kalacak.
GAP projesinden Dünya Bankası, bir İngiliz inşaat şirketi olan Balfour Beatty, İtalyan şirketi Impreglio ve diğer uluslararası fonların çekilmesinin yanı sıra Avusturya, Almanya ve İsviçre de ticari kredilerini projeden çekti. Buna rağmen, GAP hala Türkiye’deki bankaların finansmanı ile devam ediyor. Ilısu Barajı ve proje kapsamındaki diğer baraj ve HES’lerden en ağır olarak Irak ve Suriye etkilenecek ve bazı tahminlere göre baraj faaliyetleri ve iklim değişikliğinin sonucu olarak 2040 yılı kadar yakın bir tarihte Fırat ve Dicle nehirlerinin denize ulaşmak için yeterli su akışı olmayacak.
Bu koşulların hüküm sürdüğü bir bölgede yaşadığınızda ve tarlanızı suladığınız su kuruduğunda, suyu kendine saklayanlara saldırma sözü veren herhangi bir güce katılmanız zor olmaz. Bu tip yıkım veya felaketlerde insanların doğru olduğuna inandığı gerçeklerin baskın çıkması ender bir durum değil. Yaşam alanlarında yeterince su bulunmamasının düşmanın suçu olduğuna kitleleri inandırmanın, bu kitlelerin desteğini almakta önemli bir rolü var.
ABD sonunda Irak’ta bir Kitle İmha Silahı buldu
Ilısu Barajı tamamlandığında Hasankeyf de içinde olmak üzere 52 köy ve 15 kasabanın sular altında kalmasına neden olacak ve ortalama 16.000 insan yer değiştirmek zorunda kalacak
Tabqa Barajı, İslam Devleti tarafından kontrol altına alınmaya çalışılan tek baraj değil. Eylül ayının başında İD, Irak’ın ikinci en büyük barajı olan Haditha Barajı’nda kontrolü ele geçirmeye çalıştı. Irak güvenlik güçleri, ABD hava kuvvetlerinin yardımı ile İslam Devleti’ni bölgeden uzaklaştırarak barajın kontrolünü ele geçirdi. Haditha Barajı, Bağdat’ın 120 km kuzeybatısında bulunuyor. Bu baraja yapılacak bir saldırı bölgedeki afet riskini yüksek oranda artırıyor. Haditha Barajı’nın ele geçirilmesi Güney Irak bölgesine olan su akışının büyük ölçüde kontrol edilebilmesini de sağlıyor. Ocak ve Nisan ayları arasında ise İD militanları yine Irak’ta bulunan Felluce Barajı’nın kontrolünü elinde tuttu. Taşkın kapaklarını kapatarak barajın üst kısmında kalan bölgelerde taşkın olmasını ve alt kısmında kalan bölgelerde su arzının kesilmesini sağladı. Hükümet birlikleri geri çekilmeye ve kuşatmayı kaldırmaya zorlamak için Felluce şehri yakınlarındaki alanın su altında bırakılması, yaklaşık 40.000 insanın göç etmesine neden oldu. Tüm bunlar olurken ülkenin geri kalan kısmına olan su akışı ve hidroelektrik üretimi kesildi.
7 Ağustos tarihinde İslam Devleti Dicle Nehri’nin üzerinde bulunan ve 1 GW kurulu güce sahip Musul Barajı ve Hidroelektrik Santrali’ni ele geçirdi. Bu durum Bağdat, Kuveyt ve ABD’de paniğe neden oldu. Bu korku, bu barajın bölgedeki su kaynakları üzerindeki öneminden kaynaklanıyor. Irak’taki en büyük baraj olan Musul Barajı ve Hidroelektrik Santrali’ni kontrol eden, tüm ülkenin su ve enerji kaynaklarının da büyük bölümünü kontrol altında tutmuş oluyor.
Musul Barajı, Musul şehrinin üst tarafında bulunuyor. Barajın uzunluğu 3,6 km ve günlük üretim kapasitesi 320 MW. Saddam Barajı olarak da biliniyor. Barajın inşası 1980 yılında Iran – Irak savaşı sırasında rejimi güçlendirmek amacıyla, Hochtief Aktiengesellschaft adlı şirketin öncülüğündeki bir Alman-İtalyan ticaret birliğiyle başladı ve bölgedeki birçok arkeolojik alanın su altında kalmasına neden oldu. Ayrıca, baraj suda kolayca çözünebilen alçıtaşı temelinin üzerine kuruldu. Bu nedenle barajın kararlılığı için temele sürekli dolgu yapılması gerekiyor. Baraj, yapısındaki mühendislik hataları nedeniyle ‘dünyadaki en tehlikeli baraj’ olma özelliğini taşıyor. Tabi bu, ‘dünyadaki en tehlikeli terör örgütü’ tarafından ele geçirilmeden önceydi.
Dicle Nehri’nin akışını engelleyen baraj 12 milyar metre küp su tutuyor, imha edilmesi veya yıkılması durumunda iki şehir su altında kalabilir ve yarım milyon insan ölebilir. Rezervuar tam doluyken baraj yıkılırsa 1,7 milyon nüfuslu Musul şehrine ulaşacak tsunami 20 metre yüksekliğine varabilir.
Ağustos ayında, Musul Barajı savaşın merkez üslerinden biri haline geldi. İslam Devleti barajın kontrolünü ele geçirdikten hemen sonra ülkenin kuzeyinde yer alan ve İD’yi desteklemeyen köylerin birçoğunun elektriğini kesti. Bu askeri silahın kaybedilmesi, ABD için bölgedeki barajın kontrolünü yeniden ele geçirmeye çalışan Kürdistan Peşmerge Güçleri’ni desteklemek için yeterli bir sebep oldu. Sincar dağından Ezidilerin kurtarılması medyada geniş yer buldu, ancak ABD’nin 2011’den beri ilk defa Irak topraklarını bombalamasının asıl sebebi aslında İslam Devleti’nin Musul Barajı’nı ele geçirmesiydi. İD mevzileri günlerce bombalandıktan sonra Peşmerge barajın kontrolünü ele geçirdi.
Barajların fıtratı?
Savaşlarda su altyapısının ve bu yapıların nasıl amaçlar için kullanılabileceğinin önemi, su yönetimi faaliyetlerinin ciddi bir biçimde yeniden değerlendirilmesinin gerekliliğini ortaya koyuyor. Büyük barajlar yüksek oranda Dünya Bankası, ulusal ve uluslararası kalkınma bankaları, emeklilik fonları ve Temiz Gelişim Mekanizması (Clean Development Mechanism) gibi araçlarla finanse ediliyor. Bu barajlar nüfusun büyük ölçekli bir şekilde yerinden edilmesine, ekolojik yıkıma, bölgedeki geçim kaynaklarının yok edilmesine neden oluyor ve elektrik üretimi göz önünde bulundurulduğunda genellikle planlanandan daha düşük bir performansla çalışarak ülkelerin borç yükünü artırıyor. Ayrıca günümüzdeki ekolojik krizler, iklim değişikliğinin etkileriyle de birleştiğinde, uluslararası su hakları üzerinde yaşanan çatışmaların daha da şiddetlenmesine neden oluyor. İslam Devleti’nin politikalarının, dünyadaki en çetin su ihtilaflarından birinin yaşandığı Fırat-Dicle havzasında böyle şekillenmesi şaşırtıcı değil. Bu ihtilaflardan bir başkası olarak, Etiyopya ve Mısır’ın da Afrika’nın en yüksek su altyapısı olması planlanan Büyük Rönesans ve Gibe 3 Barajları’nın inşası yüzünden savaşın eşiğinde olduğunu görüyoruz. Su, bu bölgelerdeki en stratejik kaynak ve dünyamızdaki ‘Büyük Barajlar Hayran Kulübü’nün Suriye ve Irak’ta yaşananları dikkate alması ve yıkım geldiği zaman oluşan nefretin bu kitle imha silahlarını inşa edenlere yöneleceğinin farkına varması gerekiyor.
Aşağıda, BBC’nin 8 Ağustos tarihinden beri ABD’nin Irak ve Suriye’de bombaladığı yerleri gösteren haritası yer alıyor. Musul ve Haditha Barajları etrafında yapılan bombalamaların sayısının fazlalığı Sincar Dağı’nda kısılı kalan Ezidileri korumak için yapılan bombalamalar ve son 23 gündür Kobane’de yaşananlar göz önünde bulundurulduğunda dikkat çekici.
BBC’nin 8 Ağustos tarihinden beri ABD’nin Irak ve Suriye’de bombaladığı yerleri gösteren haritası (Kaynak: BBC News, 5 Ekim 2014 itibariyle)
Son olarak ABD’ye de sıçrayan Ebola virüsüyle ilgili yapılan bir analize göre, virüsün yakında Avrupa’da görülmesi çok büyük bir olasılık.
Virüsün yayılma şekli ve hava yolu trafiği verilerinin analizine göre, hastalık yüzde 75 ihtimalle 24 Ekim’e kadar Fransa’ya ulaşmış olacak. Bu olasılık Britanya için de yüzde 50. Üçüncü sırada da yüzde 40’la Belçika geliyor. Virüsün görüldüğü yerler daha çok Fransızca konuşulan yerler olduğu için Fransa’nın büyük risk altında olduğunu söyleyen bilim insanlarına göre AB ülkeleri arasındaki serbest dolaşım hakkı da virüsün hızla yayılmasına yol açabilir. Öte yandan hastalığı ABD’ye taşıyan Thomas Eric Duncan’ın durumu kritikleşti. Hastanın Liberya’dan evlenmek için geldiği Louise Troh ise semptomun her an kendisinde de görülebileceğinden dolayı yaşadığı korkuyu anlattı. Duncan’la temas kuran 50 kişi gözetim altında tutulurken hastalığı kapmış olabilecek evsiz bir adam kayıplara karıştı. Kontrol ve Önleme Merkezi’nden Tom Frieden, Ebola belirtisi görüldüğüne dair her gün 800 telefon aldıklarını söylerken virüsün salgına dönüşebileceği söylentilerini kesin bir dille yalanladı.
Bergama Yerlitahtacı köylüleri Koza Madencilik şirketinin köylerinde açmayı planladığı altın madenine karşı ayaktaydı.
Altın madeni Bergama’ya birkaç km uzaklıkta olup Bergama’ya su sağlayan havzanın ortasında açılmak isteniyor. Bölgede aynı zamanda gerek Helenistik dönemden, gerek yakın dönemlerden bir çok kültürel varlığın da yok olmasına neden olacak.
Eylül ayında usulsüz olarak yapılmak istenen ÇED toplantısı Yerlitahtacı köylülerinin protestoları nedeniyle yapılamamıştı. Köylülerin madencilere karşı hukuk mücadelesi sürüyor.
Alevi inancına sahip Tahtacı Türkmenlerin kutsal saydığı Bazayıt Dede’nin türbesinin de bulunduğu alanda yapılan buluşmaya Ege’nin değişik yörelerinden çok sayıda yaşam savunucusu katıldı.
Yerlitahtacı köy muhtarının ve Bergama Çevre Platformunun öncülüğünde gerçekleşen buluşmada uzman bilim insanları madenin doğaya ve insanlara vereceği zararı anlatan konuşmalar yaptılar.
Konuşmacılar aynı anda Fatsa’da altın madenciliğine karşı direnen yaşam savunucularına da dayanışma mesajları gönderdiler.
Konuşmalardan sonra verilen lokma ve sunulan yemekle buluşma son bulurken Yerli Tahtacı köylüleri topraklarına, sularına dokundurtmamakta kararlı olduklarını hep bir ağızdan haykırıyorlardı.