Üsküdar Belediyesi’nin Validebağ Korusu’nun yanındaki yeşil alandaki inşaata yürütmeyi durdurma kararının yine aynı mahkeme tarafından iptal edilmesine tepki gösteren mahalle sakinleri ile Validebağ Korusu Nöbetçileri, Pazar günü yaptıkları yürüyüşle “Direnmeye devam edeceğiz” mesajını verdi.
Fotoğraf: Fatih Pınar
Akşam saat 17.00 sıralarında Acıbadem Caddesi’nin iki tarafından yürüyüşe geçen ve sloganlarla hükümeti, Üsküdar Belediyesi’ni protesto eden vatandaşlar günlerdir nöbet bekledikleri noktaya gelip, burada da slogan atmaya devam etti.
İnşaat çalışmasının kanunsuz olduğu savunan Validebağ Korusu Nöbetçileri, “Mahalle sakinleri ve tüm İstanbullular olarak direnmeye devam edilecez” dedi. Ayrıca, konunun ‘cami inşaatı’ olmadığı vurgulanarak, inşaat alanından haksız kazanç ve rant elde edilmek istendiği öne sürüldü.
Fotoğraf: Fatih Pınar
Nöbetçiler yürüyüşün ardından Validebağ Korusu’nda forum düzenledi.
Kürt sorunu mit’i
İki halk arasında yüzyıldır süregelen sorunlar “Kürt Sorunu” denilerek uzun bir dönem alt edilmek istendi, olmadı. “Sorun yaşayan taraflar eşit ölçüde sorumludur” şiarından yola çıkılırsa ki çıkılmalı, o zaman bunun adı Kürt Sorunu olamazdı, Kürt-Türk Sorunuydu. Fakat bundan kime ne! Nerede bir sorun varsa bunun adı Kürt sorunu oldu!
Bir yol bulunamadı, hükümetler değişti! Partiler geldi geçti, tankların panzerlerin amortismanı hesaplanamaz oldu! Biber gazı neredeyse ihraç mevzusu olacak bir ekonomik hararet kazandı! Fakat ne talihsizlik ki, bu sorun bir türlü ortadan kalkmadı. Ne vardı sanki Kürtler de şu Kürtlüklerinden vazgeçselerdi!
Çok iyi hatırlıyorum; haber spikerlerinin her cümlesi ezberleniyor, açık oturumlarda kin ve ayrımcılık bolca empoze ediliyor, yapılan katliamlar örtbas edilerek hep bir ağızdan herkes, böldürmeyiz diye bağırıyordu: Türk devletinin suyunu içiyorsunuz, ekmeğini yiyorsunuz, okullarında eğitim alıyorsunuz, kurumlarında çalışıyorsunuz, sırtınız pek! Rahatlık mı batıyor size, kalkmışsınız bir özgürlük lafı tutturmuşsunuz, Amerikaya mı güveniyorsunuz?
Bütün Kürtler senin gibi iyi mi mit’i
Zaman azıcık daha geçti. Böylesi, bilgiden, öngörüden ve vicdandan yoksun sözler, sataşmalar ve tepkilerle daha az karşılaşmaya başladık büyükşehirlerde yaşayan Kürtler olarak. Yavaş yavaş; “Bütün Kürtler senin gibi mi, hepsi böyle iyi mi” kıvamına gelindi. Küfür müdür yoksa cahillik midir, korkutmayalım kaçırmayalım, hiç değilse Kürtlerle ilgili önyargıları hafiflesin dedik. Bizler de aynı kıvamda “hepimiz böyle iyi, sevimli, güzeliz” tadında cevaplarla sorulan ayrımcı soruları geçiştirdik. Bunu yaparken ruhsal, fiziksel bütünlüğümüz çoğu kez onulmaz yaralarla bir daha onarılamayacak şekilde bölünmez bütünlük kazanarak bizi bugüne getirdi.
Bugüne gelene dek Kürt Halkına, Kürt olmaya dair “mit”ler arttı, kimse de dur diyemedi.
Yatırım mit’i
“Zaten Doğu’ya yatırım yapılsa, okul yapılsa, insanlara iş verseniz sorun kalkar. Millet işsizlikten okulsuzluktan böyle ayaklandı” mit’i gün geçtikçe virüs gibi yayıldı.
Gerçi bu mit kimi zaman aşırı ayrımcı, şoven, ırkçı insanları azıcık da olsa yatıştırıyor hiç değilse onların fikirlerini olumladığınızda size pusu kurmaktan vazgeçiyorlardı. Çünkü mantık şuydu: Rahatı yerinde insan isyan etmez, özgürlük istemezdi.
Yüzyıldır bu ideolojiyi neredeyse on kişiden sekizinin iliklerine kadar işlediler. Geri dönelim doğuya yatırım yapılma meselesine, o iş öyle değil. Hadi diyelim yapıldı, acayip yatırımlar yapıldı, daha doğrusu acayip yatırımlarla yoksulluk katmerlendirilip sömürü düzeni körkütük sarhoş edildi, evet, diyelimki yapıldı. O zaman bu sorunlar bitecek mi? Yetecek mi bir kaç fabrika, okul? Bu işler böyle mi oluyor, yani fabrikayla okulla bütün sular durulacak mı?
O halde neden gidip halkına hizmet etmiyorsun mit’i
“Madem biz Kürtler böyle yapıyoruz, tamam o zaman, niye büyükşehirlere gelip üniversite okuyoruz, niye büyükşehirlerde gelip çalışıyoruz, ne diye büyükşehirlere gelip yerleşiyoruz. O zaman gitsek ya memleketlerimize madem o kadar meraklıyız Kürt olmaya”. Eyvah ki eyvah, son on beş yılın ideolojisi değil bu, son elli yılın bile değil son yüz yılın ideolojisi! Ya sev ya terket ve biz Kürtler ya susacak ya da gideceğiz öyle mi? Eyvallah! Gidelim, tamam. Ama önce barışalım, el sıkışalım, artık bu mesele çözülsün öyle gidelim. Ne dersiniz mitoloji uzmanları?
Mağduriyet mit’i
Önceleri gizli saklı kuytu köşelerde –mecburen- anlatıldı mağduriyet öyküleri. Ortada kocaman devasa bir kuyu gibi ama üstü örtülen ama suskun kalınan bir mağduriyet vardı. Sonra sonra konuşanlar anlatanlar çoğaldı. Anlatıcıların sayısı artınca ortada yeni bir mit dolanmaya başladı: Mağdur edebiyatı.
Kim ağzını açsa, hadi oradan yapma mağdur edebiyatı denilmeye başlandı. Anlatılar böyle bir etiketlendirme yüzünden yavan gelmeye, dinleyenler duyarsızlaşmaya başladı.
Bir Kürt “başıma şu geldi” diye bir hikayeye girişse hep bir ağızdan “bana mağdur edebiyatı yapma” sesleri yükseldi. Kürtlerin acı hikayeleri “mağdur edebiyatı yapma” denilerek sabote edildi bir çok kez. Peki nasıl bir edebiyat yapılsın? Ortada bir mağduriyet yok mu? “Biz de mağduruz, sizin kadar mağdur edebiyatı yapmıyoruz” diyenler epey arttı. Hadi hep birlikte yapalım mağdur edebiyatı!
Madem hepimiz mağduruz, haydi o zaman, mağduriyetimiz bitene dek mağdur edebiyatı, mağdur felsefesi yapalım, mağdur sanatı icra edelim, mağdur fiziğini keşfedelim. Mağdurları mağduriyetleriyle suçlayacağımıza mağduriyetlerimizi bir bir dökelim ortaya! Sonra belki yeni bir aşamaya geçeriz. Bu mağduriyet mit’i de çıkar hayatımızdan.
Biji mit’i
Her gelen yeni hükümet, gizli gizli, insanların hayatlarında oyuklar açarken Kürt Halkı ne yapsın “biji” ile başlayan bütün cümleleri keşfetti. Biji kelimesi de yeni bir heyecanla mitolojiye meraklıları sardı sarmaladı.
Geçenlerde okuduğum yazısında Ahmet Hakan: “Kürtler şimdi “Bıji Obama” demesin de ne desin? Kürtlere “Biji Türkiye” dedirtemez miydik?” diyor. Bu da Ahmet Hakan’ın icadı. Belki kendisi bu sloganı atmak ister ama ben daha kimseden böyle bir slogan duymadım. Duyacağımı da sanmıyorum. Hem nalına hem mıhına olmuş sanki! Bir yandan hükümet eleştirisi, bir yandan Kürtler’e “Biji” mit’iyle yaptığı vurgun!
Biji kelimesi fetiş değil elbet fakat bu kelimenin de meydanların sancağı olduğunu unutmamak gerek. Öyle her şahıs isminden önce, her ülke isminden önce ön ek olarak kullanıldığı/ kullanılabileceğine dair öngörü de bana biraz kara mizah gibi geldi. Kobene’de yaşanan gerçeği, o kara gerçeği, o hüzünlü gerçeği, o acı gerçeği biji kelimesiyle başlayan ve Obama’yla devam eden hiç bir slogan değiştiremez. Uluslararası politikaların insan aklının almayacağı oyun becerilerini böyle bir düzlemden gene Kürtlerin başına indirerek güya hükümet eleştirisi yapmak da ayrıca manüpülasyon değil de nedir?
Bu ülkede yaşayan herkes için barış gereklilik ve hatta zorunluluk. Barışın inşası, barışın inşası için adım atıldıktan sonra gerçekleşmeye başlar. Uzun yıllar sürer. Çok acı çeken halkların bunları unutması uzun zaman dilimlerinde olur. Ancak tüm halklar için yaşamanın mutlak mükemmeli barıştır.
Biji kelimesinin içinde barış isteği var. Bu kelimenin anlamı böyle biline. Bir teşekkür, bir sırt sıvazlama, bir minnet yok! Yalnızca Barış! O yüzden bırakalım artık bu “mit” leri. Ahmet Hakan, siz de önce buradan başlayın: Önce sesimizi yükseltelim, bağıralım hep birlikte “biji biratiya gelan!” diye.
Hafta geçmiyor ki, Almanya’daki büyük elektrik üreticilerinin işlerinin kötü gittiğine dair bir haber almayalım. Bunun nedenlerinden biri, elektrik üreticilerinin yıllarca devasa kâr marjı elde etmesini güvence altına alan nükleer gelir kaynaklarının, nükleer enerjiden kademeli çıkışla azalıyor olması. Aynı zamanda, yenilenebilir enerji yatırımlarının da artmasıyla, fosil yakıtlara dayalı elektrik santrali işletmeleri giderek daha da kazançsız hale geliyor.
Yaz boyunca artan güneş enerjisi yatırımları, doğalgaza olan talebin giderek azalmasına neden oluyor. Daha çok yeşil elektriğin şebekeye girmesiyle kömürlü termik santraller de daha az çalışıyor ve bu alandaki kâr marjı giderek azalıyor.
Termik santral ile elektrik üreten kuruluşların rahatsızlığını artıran başka bir durum daha var: Leipzig’de bulunan Elektrik Borsası’ndaki fiyatlar, elektrik piyasasındaki arz fazlası nedeniyle istikrarlı olarak düşüyor. Kârlılığın düşmesi nedeniyle, yeni elektrik santralleri yapılması gündemden kalkmış durumda. Bu durum, yenilenebilir enerji üretiminin finansmanını da etkiliyor: Bu enerjilerin finansmanı Yenilenebilir Enerji Yasası ile güvence altına alınmış olmasaydı, yenilenebilir enerji üretimi piyasasında kârlılıktan bahsetmek mümkün olmazdı.
Yakında Nükleer Güç Santralleri de ekonomik olmaktan çıkacak
Almanya, elektrik piyasasındaki dengelerin bu kadar değiştiği tek yer değil. Borsa fiyatlarındaki düşüş, elektrik talebindeki durgunluk ve rüzgâr gücünde giderek artan kurulu kapasite, İskandinavya’daki güç santrali işletmelerinin de endişelerini artırıyor. Bu işletmeler, elektrik alım ve satımını Oslo’a bulunan Nord Pool Spot Piyasası üzerinden yapıyor.
Reuters’ın haberine göre, Nord Pool Spot piyasasında ortalama elektrik toptan fiyat endeksi, kilovat saat başına 3 sente kadar gerileyerek 2010 seviyesinin yarısına indi. Kendini amorti eden kömürlü termik santrallerin, bu duruma ayak uydurması kolay değil. Şu anda kömürlü termik santrallerin üretim maliyeti, kilovat saat başına 2,8 sent. Doğalgaz kombine çevrim santrallerinin üretim maliyeti ise bunun iki katı kadar.
Oslo’daki borsa fiyatlarının düşüyor olmasının nedeni, yenilenebilir enerji arzının -rüzgâr gücü başta olmak üzere – gittikçe artıyor olması. Ayrıca, yenilenebilir enerji yatırımları devlet tarafından da çeşitli şekillerde destekleniyor (Danimarka devlet teşvikini incelemek için burayı tıklayın). Böylece borsada zaten düşük seviyede olan fiyatlar daha da azalıyor.
Uzmanlar, önümüzdeki yıllarda elektrik toptan fiyat endeksinin daha da düşeceğini ve bu durumda, Danimarka ve Finlandiya’daki amorti edilmiş kömürlü termik santrallerde enerji üretiminin artık ekonomik olmayacağını öngörüyor. Önümüzdeki yıllarda Danimarka ve Finlandiya’daki kömürlü termik santrallerin ortalama %20’sinin şebekeden çıkması bekleniyor. Kilovat saat başında 2 sent gibi bir fiyat ise, İsveç ve Finlandiya’daki nükleer güç santrallerini ekonomik olmaktan çıkaracak.
Danimarka ve Finlandiya’da toplam 11.000 Megavat kömürlü termik santral kurulu gücü bulunuyor. Almanya’nın ise yaklaşık 46.000 Megavat kömürlü termik santral kurulu gücü var. Norveç bu ülkelerle karşılaştırıldığında elektrik üretiminde çok az kömür kullanıyor, İsveç elektrik şebekesinde ise kömürlü termik santral bulunmuyor.
İddialı Hedefler
Almanya’da olduğu gibi İskandinavya’da da yenilenebilir enerjinin gelişimi politik hedefler arasında yer alıyor. Danimarka, 2020 yılında elektrik ve ısı üretimi güç kaynaklarının ve araç yakıtlarının üçte birinin yenilenebilir enerji kaynaklı olmasını hedefliyor. Bunun için elektriğin %70’inin yenilenebilir enerjiden üretilmesi gerekiyor. Bunun büyük bir bölümünün kara ve denizlerdeki rüzgâr türbinlerinden geleceği öngörülüyor. Şu anda da bazı günlerde elektrik üretiminin yarıdan fazlasının rüzgâr gücü kullanılarak üretildiği gözlemleniyor.
Finlandiya ise 2020 yılındaki enerji üretiminin (elektrik, ısı, araç yakıtları) %40’ının yenilenebilir enerji kaynaklarından üretilmesini hedefliyor. Elektrik piyasasında rüzgâr gücü sektörünün gelişmesini, Almanya’nın da uyguladığı tarife garantisi ile destekliyor. Almanya’da bu tarifeden 20 sene boyunca yararlanılabilirken, Finlandiya’daki üreticiler yalnızca on iki yıl boyunca bu ödenekten faydalanabiliyorlar. Amaç, rüzgâr enerjisi kurulu gücünü 2020 senesine kadar 10 katına çıkarmak. Bu durumda enerji tüketiminin %5’i rüzgâr parklarından karşılanacak.
Norveç’te enerji ve ısı üretiminde yenilenebilir enerjinin payının 2020 yılına kadar %67 artması hedefleniyor. Norveç’te elektrik üretiminde hidroelektrik enerji öne çıkıyor. Ancak önümüzdeki yıllarda yeni rüzgâr gücü tesislerinin de kurulması planlanıyor. Isı üretimi için gereken elektrik enerjisi incelendiğinde, hidroelektrik gücün kullanımının Norveç’teki tüm elektrik tüketimini kapsadığını görüyoruz. Kilovat saat başına ortalama 10 sent olan elektrik fiyatının tüketiciler için çok düşük olduğuna şaşırmamak gerek.
İsveç, 2020 yılındaki enerji üretiminin (elektrik, ısı, araç yakıtları) %50’sinin yenilenebilir enerji kaynaklarından üretilmesini hedefliyor. Şu anda elektrik piyasasındaki üretimin çoğu hidroenerji ve atom enerjisinden kaynaklanıyor. 2020 senesinde kadar rüzgâr santrallerinden üretilen elektriği 5 katına çıkarmak ve hidroenerjinin iklime bağlı dalgalanmalarına olan bağımlılığı azaltmak hedefleniyor. Bu durumda İsveç’teki toplam elektrik üretiminin %20’si rüzgâr parklarında gerçekleşecek.
2 Kasım Pazar Saat 13:00, güzel bir hava, başımızda güneş, yüreğimizde ışık Ortaköy’de Hüseyin Ürkmez’i bekliyoruz. Her zamanki gibi denizden gelecek … Hüseyin ’ i alkışlarla karşılıyoruz, az yol gelmedi hani, dile kolay neredeyse 1.500 km kürek çekerek 3 ayın sonunda varıyor Ortaköy’e. Hedef 2 aydı,demek evdeki hesap Karadeniz’de tutmuyor. Aslında son yazımda belirttiğim gibi Hüseyin 3 gün öncesinde tamamladı turunu; 3,5 m’lik sandalıyla akıntıya karşı hava ve deniz koşulları elverdikçe yol alabilen Hüseyin, temkini ve proje bitene kadar denizde olma olasılığının verdiği sorumluluğu hiç bırakmadı.
Kıyı kıyı kürek çekerek ilerledi, amacımız Çernobil ’i yaşamış hafızaları biraz canlandırmak, kamuoyunda farkındalık yaratmaktı . Karadeniz’in doğusu Hopa’dan başlayarak batıya doğru bir hareketlenmenin başladığına Yeşil Gazete köşelerinden sizler de şahit oldunuz.
Yazılarımdan birinde bahsettiğim gibi Hüseyin Karadenizli’nin gündelik konuşmasına girdi, kahvaltı sofralarında, kahvehanelerde, akşam muhabbetlerinde konu oldu, gazeteyi açtıklarında Hüseyin yine karşılarındaydı, Belediye Başkanları bile onu ya makamlarında ağırladı ya da bizzat denizden gelişinde karşıladı; mesela bu sayede Giresun Belediye Başkan Vekilinin de nükleer santral istemediğini, yenilenebilir enerjilerden yana olduğunu öğrendik, siz de okudunuz. Şu bir gerçek ki yerel basın ulusal basından çok farklı olarak ilgi gösterdi Hüseyin’e ama, biz bu durumu oradaki sivil toplum örgütlerinin, çevre derneklerinin baskı gruplarının varlığına dahası ağırlığını koymasına borçlu olduğumuzu da biliyoruz .
Son yazı vesilesiyle Hopa -Artvin-Trabzon-Rize-Giresun-Ordu-Fatsa -Samsun-Gerze –Sinop-Kastamonu-Amasra- Zonguldak’a bu bayrak yarışındaki emekleri için ilgili her yazımda arz ettiğim gibi yineliyorum; Teşekkürler!
Hüseyin Ortaköy İskelesi’ne sandalını bağlayıp yanımıza geldikten sonra karşılama etkinliği Karadeniz’in hemen her il /ilçesinde hitabette sadece isim değişikliği yapılan ancak içerikte aynı olan tek basın açıklamasının okunmasıyla başladı (Basın açıklamasına buradan ulaşabilirsiniz).
Basın açıklamasından sonra Hüseyin’e gelen birkaç sorudan biri neden kas gücüyle,fiziksel güce vurgu yaparak bu mesajı vermek istediğimizdi, aslında bu sorunun cevabı basın açıklamasının içinde yer alsa da ben Nukleersiz.org & Yeşil Düşünce Derneği adına iki noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum. Her ne kadar ana sebep bir insanın kendi fiziksel gücüyle “zor”u başarması üzerinden akıntıya kürek çekmek kadar zor olan iktidar hesaplarına sembolik tepki göstermekse de bir diğer sebep sıradışı bir eylemle dikkatlerin çekilebileceğini, şekil itibariyle de etkili olunabileceğini düşünmemizdi..
Teneke Trampet ile ortam şenlendi
Basın açıklamasından sonra Yeşil Düşünce Derneği tarafından nükleer santrallerin Akdeniz’de yaratacağı olumsuz etkilere dikkat çekilerek 6 Kasım tarihinde gerçekleştirilecek panelin duyurusu yapıldı. Panelin detaylarına buradan ulaşabilir, izleyici olarak katılabilirsiniz.
Tüm açıklamalardan sonra söz yerini müziğe bıraktı ve Teneke Trampet bize şarkılarını teknolojiden arınmış kanlı canlı olarak seslendirdi . Eylemin “Nükleer santral istemiyoruz güneş ,rüzgar bize yeter” nidalalarından geleceğe dair umut bağlayan bir çift evlenmeye karar verdi; bize de düşen, çifte “nükleersiz bir gelecek” dilemek oldu. Nükleerli bir gelecek olur mu ki zaten? Fukuşima’ ya, Çernobil’e bakmak yetmez mi? Hele ki ülkemizde sadece bu yıl içerisinde denetimlerin doğru ve tarafsız yapılmaması neticesinde Soma’da 301 işçimiz, Ermenek’te de 6 ay sonra 18 işçimiz (resmi rakamlarla) can vermişken… hiç denenmemiş son derece riskli, geleceğimizi bile ipotek altına alan teknolojilerin ülkemizde hem de başka bir ülkelere zimmetleyerek kurmak reva mı? Kaldı ki süreçlerini disiplin içinde yöneten Japonların bile “maymun da ağaçtan düşer”atasözüyle açıklanabilecek daha 3,5 yıl öncesinin Fukuşima müsibeti bin nasihattan öteyken …
Etkinlik, Hüseyin’i annesiyle karşılamaya gelmiş olan küçük bir kız çocuğunun, Nazım Hikmet ’in Hiroşima’ya atılan atom bombasından ölen çocuk için yazdığı pek çok dilde tercümesi bulunan Kız Çocuğu adlı şiirinden bir dörtlük okumasının ardından Nükleersiz.org ve Yeşil Düşünce Derneği olarak Hüseyin’e çiçekli teşekkürlerimizle son buldu .
Biz bir taş attık, attığımız taş ürküttüğümüz kurbağaya değdi mi bilemiyorum, aslında kurbağa ürktü mü onu da bilemiyorum, tek bildiğim taşın yere çarpınca ses çıkardığı… sanki daha çok taş atmalı!
BM’nin iklim değişikliği girişim ve müzakerelerinin bilgi temelini oluşturan yetkili, bağımsız yapı Uluslararası İklim Değişikliği Paneli (IPCC), bu sene boyunca yayınladığı 5. Değerlendirme Raporu’nun (AR5) son kısmı Sentez Rapor’u Pazar günü, bir hafta süren bir nihai toplantıların ardından yayınladı.
IPCC AR5 çekirdek yazar takımı
116 sayfalık sentez rapor, iklim değişikliğinin kati ve kesinlikle insan kaynaklı olduğunun altını çiziyor, etkilerinin her hâlükârda görüleceğini yazıyor, ve acil eylem alınmadığı takdirde felaketlere yol açacağının altını çiziyor.
AR5, insanların başta kömür ve petrol gibi fosil yakıtları yakmak gibi faaliyetleri sonucu salınan karbondioksit ve başka sera gazları sonucu deniz seviyesinin şimdiden yükselmeye başladığını, kutuplarda buzulların eridiğini, ve okyanuslarda hayatı tehdit edercesine asitleşme görüldüğünü yazdı; devam eden iklim değişikliğiyle canlı türlerinin büyük bir kesimini artan bir soy tükenme riskiyle karşı karşıya kalacağını, bunun yüzyıllar süreceğini belirtti; ülkelerin gelişme seviyesinden bağımsız olarak her yerde daha mağdur durumdaki insanlar ve toplulukların iklim değişikliği karşısında daha yüksek risk altında olduğunu yazdı.
İklim bilimcileri, ısınma eğiliminde tespit edilen 15 senelik bir yavaşlamanın ısınmayı durdurmadığını ve uzun vadeli eğilimi etkilemediğini söylediler. Raopor, atmosfere saldığımız karbondioksitin etkilerinin tek başına ısınmanın on yıllarca devamı için yeterli olacağını tekrarlıyor.
IPCCC başkanı Rajendra Pachauri, “İklim değişikliğini kısıtlı tutma imkanımız var” dedi; konuşmasında “Çok sayıda çözümümüz var, ve bunlar ekonomik ve insani gelişmeye imkan sağlayan çözümler. İhtiyacımız olan tek şey değişim iradesi. Bu iradeyi toplama motivasyonunun iklim değişikliği biliminin sağladığı bilgi ve kavrayışça sağlanacağına güveniyoruz” noktasını vurguladı.
Rapor, sera gazlarını kısıtlamaya yönelik artan politikalara rağmen, son on yılın daha öncesinden daha fazla salımla sonuçlandığı uyarısında bulundu. IPCC raporunun sera gazlarını azaltma seçenekleri kısmının oturum başkanı Youba Sokona “Eyleme geçmeyi ne kadar geciktirirsek, uyum sağlamamız o kadar zor olacak” dedi, ve acil önlem alma çağrısına “geri dönüşü olmayan bir iklim değişikliğinin devasa riskine karşı, salımları azaltmanın getireceği riskler idare edilebilir şeyler” dedi.
Raporun, Paris’te önümüzdeki sene gerçekleşecek ve Kyoto sonrası süreç için bir iklim anlaşması çıkarmamız elzem olan BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC) 21 Taraflar Konferansı’na (COP-21) doğru siyasetçiler ve bürokratlar için önemli bir kaynak olacağına inanılıyor.
Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali 8. senesinde sırf İstanbul değil sırf Ankara değil, bu sene eş zamanlı olarak 11 ilde tamda o günlerde sinema ve belgeseverlere kapılarını açıyorda ondan
Önce sözü Sürdürülebilir Yaşam Kollektifi’ne verelim, bakın onlar bu seneki film festivali için ne demişler;
SYFF’de izleyicilerin merakla beklediği yapımlardan biri de “Local Food Roots” (Yerel Gıdanın Kökleri)
“Bazı hikâyeler hayata bakış açınızı kökten değiştirebilir! Bazı filmler vardır izleyince önünüzde yeni bir pencere açılır… Türkiye’ye yayılan SYFF (Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali), belgesellerin gücünden faydalanarak sürdürülebilir bir yaşam için kültürel değişime katkı vermek amacıyla izleyicilerle buluşacak.
Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali bu yıl Sürdürülebilir Yaşam Kollektifi’nin “Siz de Yapabilirsiniz” çağrısına kulak veren yerel ekiplerle işbirliği yaparak sürdürülebilir bir yaşamın mümkün olduğunu anlatan belgeselleri daha çok insana ulaştıracak. Festival 7-8-9 Kasım’da İstanbul, Adana, Ankara, Antalya, Balıkesir, Bodrum, Çanakkale, Diyarbakır, Hopa, İzmir ve Trabzon’da eş zamanlı olarak gerçekleşecek.”
SYFF bu sene 7-8-9 Kasım’da İstanbul, Adana, Ankara, Antalya, Balıkesir, Bodrum, Çanakkale, Diyarbakır, Hopa, İzmir ve Trabzon’da
Hem siz SYFF’deki tüm filmlerin tüm etkinliklerin bil-a bedel yani ücretsiz olduğundanda haberdarsınızdır eminim
Hem siz bu sene Sürdürülebilir Yaşam Film Kollektifinin şu an deneme yayınlarına hafiften başlayan Sürdürülebilir Yaşam TV‘yi bu festival sırasında hayata geçireceğinden de haberdarsınızdır. Haberdar olmayanlarınız için kollektiften Pınar Öncel‘in Yeşil Gazete’ye özel kaleme aldığı “Sürdürülebilir Yaşam.tv hangi ihtiyaçtan doğdu?” yazısını bu vesile bir kez daha anımsatmış olalım.
Her sene 250’ye yakın/aşan film arasından seçiyoruz diyor festivalde yer alacak filmleri SYFF ekibinden Tuna Özçuhadar ve Pınar Öncel. Bu 250 filmden bu sene bizim önümüze gelecek 25’ini ise her sene yaptıkları gibi 3 kıstası gözeterek seçtiklerini aktarıyorlar ardına;
1) Festivaldeki filmler sorunu anlatırken çözüm de üretebilmeli
2) Sadece kendi sorununu yansıtmakla kalmayıp diğer konulara da değinebilmeli. Bütüncül bir bakış açısına sahip olabilmeli
ve
3) SYFF’de yer alan filmler mutlaka ama mutlaka kalbe hitap edebilmeli
Bu yıl da bu üç merhaleyi aşabilen filmler ile 7-8-9 Kasım tarihlerinde hemhal olma şansımız var. Ben kendi adıma Adana’da Seyhan Belediyesi Salonu’ndaki gösterimlerde olacağım. Adana ayağını ÇEYİ (Çukurova Ekolojik Yaşam İnsiyatifi) organize ediyor. SYFF’nin bir özelliği de bu aslında. Her ilde bir sivil toplum kuruluşu ve/veya insiyatifi kendi üstüne alıyor festival organizasyonunu.
SYFF’de sırf film gösterimlerini olmadığını filmlere koşut paneller, söyleşiler, müzik dinletileri olduğunu, Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali’nin velhasıl-ı kelam bir ekoloji temaşası olduğunu da yeri gelmişken vurgulayalım
SYFF Adana Programı
O halde burdan çağrımız olsun SYFF şanslısı iller (ve ilçeler) İstanbul, Adana, Ankara, Antalya, Balıkesir, Bodrum, Çanakkale, Diyarbakır, Hopa, İzmir ve Trabzon’da SYFF düzenleyicileri ve izleyicilerine. Yediğiniz içtiğiniz sizin olsun bize SYFF’de gördüklerinizi, aktarmak istediklerinizi anlatın; biz de Yeşil Gazete üzerinden tüm okurlarımız ile paylaşalım. Bize [email protected] üzerinden ulaşabilirsiniz.
Proje bitti. 2 Kasım Pazar,Yarın ; saat : 13:00’da , Hüseyin Ürkmez’i İstanbul, Beşiktaş Ortaköy İskelesi’nde karşılıyoruz.
#NukleersizTurkiye,#KurekleKaradeniz ülkemizde kurulması planlanan nükleer santrallere halkın dikkatini çekmek için 3 aydır Karadeniz’deydi. Motorsuz ve yelkensiz; sadece kürek çekerek Karadeniz’i Hopa’dan İstanbul’a ulaşan Hüseyin Ürkmez projenin sonuna geldi .
Nükleersiz.org ve Yeşil Düşünce Derneği’nin girişimleriyle Nükleersiz Türkiye için Kürekle Karadeniz sivil toplum Projesi adına Karadeniz’de kürek çekerek ilerleyen Hüseyin Ürkmez 1 Ağustos’ta İstanbul’dan yola çıkarak sandalını aracına taktığı römorkla kara yolundan Hopa’ya getirmişti . 3 Ağustos günü Hopa’da “Nükleer karşıtlığının gerekçelerini anlatan” basın açıklaması okunduktan sonra sandalını barınakta denize indirdi.(Karadeniz boyunca okunan İstanbul adına uyarlanan aynı basın açıklamasının içeriğine buradan ulaşabilirsiniz).
Aynı gün Cumhurbaşkanlığı seçiminde oy kullanmak için İstanbul’a dönen ve seçimlerden sonra Hopa’ya ulaşan Ürkmez, 13 Ağustos’ta kürek çekmeye başladı . 13 Ağustos tarihinden itibaren sırasıyla Hopa -Artvin-Trabzon-Rize-Giresun-Ordu-Fatsa -Samsun-Gerze –Sinop-Kastamonu-Amasra- Zonguldak’a ulaştı; buralarda nükleer karşıtları tarafından çoşkuyla karşılandı, her il/ilçede buradaki dostalrımızın destekleriyle basın açıklaması okundu . Hüseyin Ürkmez hava ve deniz şartları el verdikçe denize çıkabildi ve en iyi koşullarda saatte 5 km gidebildi. Hatta Adapazarı, Karasu’ya ulaştığı 3 gün öncesinde kış şartları belirginleştiği ve daha fazla denizden ilerleyemeyeceği için #KürekleKaradeniz’ i Karasu’da tamamlamış oldu. Bu şekilde 3 ayda 1400 km yaptı .Kendisini cesaretinden ötürü kutluyor, 3 Ay boyunca Nükleer üzerine konuşmamızı sağladığı için teşekkür ediyoruz.
Ürkmez geçtiği her yerde basının ve kamuoyunun ilgisini gördü
Ürkmez geçtiği her yerde basının ve kamuoyunun ilgisini gördü,yerel gazetelerde yazıldı , Belediye Başkanları kendisini makamında ağırladı. Kısacası Nükleer santrallere karşı farkındalık yaratmayı hedefleyen proje amacına ulaştı, başta Sinop’a nükleer santral kurulmasının karara bağlandığı günlerde Karadeniz halkı için olmak üzere Hüseyin’ in gösterdiği cesaret vasıtasıyla nükleer santraller her yerde mevzu oldu. Hüseyin Ürkmez’in tüm yolculuğunu 3-5 günlük kesitler halinde Yeşil Gazete’de yazıldı, hala da yazılıyor http://yesilgazete.org/?s=pinar+demircan .
Power To the People! Güç ve Yetki İnsanlara!
Hüseyin Ürkmez ,Fukuşima Tanığı Toshiya Morita’nın söylediği gibi “Power To The people! Güç ve yetki insanlara dedirtti . Ürkmez yarın sembolik olarak sandalıyla Sarıyer‘den İstanbul Ortaköy’e geliyor , burada da yine Karadeniz’deki gibi Nükleer karşıtları tarafından karşılanacak . Çernobil‘i ,Fukushima‘yı unutmuyoruz daha doğrusu hatırlıyoruz .Soma ve Ermenek acılarını yaşatanların ülkemize nükleer teknolojinin getirmesini hiç mi hiç istemiyoruz!
#Nukleersiz Türkiye #Kürekle Karadeniz
Gün ve saat : 2 Kasım 2014 Pazar yarın, 13:00
Yer: İstanbul, Beşiktaş Ortaköy İskelesi
Gelin hep birlikte renkli ve çok sesli olarak bu mücadeleyi büyütelim “Nükleer santrallere hayır! Ülkemizde Nükleer santral istemiyoruz!” diye haykıralım.
Bu hafta sizlere sanat dünyası adına çok önemli bir konuğumuzu tanıtacağım. Geçtiğimiz günlerde ülkemizi ziyaret eden Uluslararası Tiyatro Eleştirmenleri Derneği (İng. IATC: The International Association of Theatre Critics) Genel Sekreteri Michel Vaïs ile kapsamlı bir söyleşi yapma fırsatı buldum. Vaïs röportajımızda; IATC, tiyatro eleştirmenlerinin izlemesi gereken etik normların yanı sıra tiyatronun ve eleştirmenliğin günümüzde geçirdiği dönüşümü değerlendirdi. Genel Sekreter, ayrıca 2014-2015 sezon prömiyerini gerçekleştiren Tiyatro Boyalı Kuş’un sahneye koyduğu “Melek” oyunu ve Yeşim Koçak’ın performansına dair izlenimlerini de paylaştı.
Söyleşiye geçmeden önce IATC ve Michel Vaïs’i biraz daha yakından tanıyalım:
Michel Vaïs
İlk uluslararası tiyatro eleştirmenleri kongresi, Julien Luchaire koordinasyonunda 26 ülkeden katılımcılarla 3 Mayıs 1926 tarihinde Paris’te gerçekleştiriliyor. Bu toplantıda eleştirmenliğin farklı ülkelerde nasıl örgütlendiği ve eleştirmen birlikleri arasında kalıcı uluslararası bağlantıların nasıl kurulacağına kafa yoruluyor. Bu toplantıdan sonra birlikler birbirleriyle kısıtlı imkânlarla da olsa teması koparmıyorlar. Ancak tekrar bir araya gelmeleri için II. Dünya Savaşı karmaşasının toz dumanının ortadan kalkmasını beklemek zorunda kalıyorlar. Nihayet 7 Haziran 1956’da 34 ülkeden 120 eleştirmenin katılımıyla kurulan IATC, eleştirmenlik disiplininin gelişimi ve tiyatrolara yapıcı katkı sunabilmesi için; strateji geliştirme, ortak ilkeleri belirleme gibi çalışmaların yanı sıra festival ve eğitim faaliyetleri gibi bilginin paylaşılmasını sağlamak üzere de faaliyetlerine başlıyor.
Michel Vaïs, uzun yıllardır genel sekreterlik görevini sürdürdüğü IATC organizasyona 1992 yılında katılmış. Kanada’nın Fransızca konuşulan Quebec eyaletinde yaşayan ve tüm hayatı boyunca tiyatro eleştirmenliği kariyerine sadık kalan Vaïs; hem ülkesinde hem uluslararası arenadaki akademik çalışmaları, çok uzun süreler sunduğu radyo programları, kitapları ve köşe yazılarıyla alanında dünya çapında tanınan ve saygı duyulan bir isim [1]. Bu anlamda, kendisiyle röportaj yapmanın benim için de önemli bir fırsat olduğunun altını çizerek, sözü kendisine verelim…
…
Sayın Vaïs, öncelikle IATC’den başlayalım. IATC, kimleri Tiyatro Eleştirmeni olarak tanımlar? Üyelik ölçütleri ve yapısı nasıldır? Kimleri temsil eder? Büyüklüğü nedir?
Tiyatro eleştirmeni üyelerimizde aradığımız temel ölçütler; düzenli olarak o ülkedeki tiyatro faaliyetlerini takip etmek, bununla ilgili gazete, dergi, radyo, TV ya da internet üzerinde en az 2 yıl yayınlar yapmak ve bunları belgeleyebilmek. Bu şartları sağlayanlar bireysel üyemiz olabiliyorlar. Belli bir akademik geçmişten gelmesini gerekli görmüyoruz. Öte yandan, “tiyatro eleştirmenliği” tanımını kukla tiyatrosu, müzikaller, (tematik) sirk yapımları da dâhil olmak üzere “performans sanatlarını” kapsayacak şekilde geniş anlamıyla kabul ediyoruz. Ancak bu kriterlerin detayları üyelik biçimine göre de değişebiliyor.
IATC bireysel üyeliğe dayalı bir birlik. Bununla birlikte, “ulusal bölüm” (İng. National Section) adını verdiğimiz ülkeleri temsil eden yapılarımız da bulunuyor. Bir ulusal bölümün kurulabilmesi için o ülkeden en az 10 bireysel üyenin bulunması gerekiyor fakat bu kural o ülkenin nüfusunun 1 milyondan fazla olması halinde geçerli. Ayrıca, küçük nüfuslu ülkelerin temsilcisi bireysel üyelerin grup halinde hareket edebilmelerini kolaylaştıran “bölgesel bölüm” (İng. Regional Section) adını verdiğimiz bir yapı daha var. Bunun hâlihazırda tek örneği, Karayipler Bölümü. Ulusal bölüm ya da grup oluşturmayan farklı ülkelerden birçok bireysel üyemiz olduğunu da unutmamalıyız.
Ulusal bölümler kendilerine bağlı üyeleri belirlemek için farklı kurallar uygulayabiliyorlar: Örneğin Fransa’da ya da ABD’de ulusal bölüm üyesi olmak mutlaka bir gazetede yazıyor olmayı gerektiriyor. Başka ülkeler, örneğin, akademik yayınları da bu kapsamda ele alabiliyor ve üniversite hocalarına da potansiyel üyeleri arasında yer verebiliyor. Kendi ülkelerinin kriterlerine uyumlu olmadıkları için ulusal bölümlerine dahil olamayan ancak başka tiyatro eleştirmenleri organizasyonlarının üyesi olan bireyleri ise “ortak üye” (İng Associate member) olarak tanımlıyoruz.
Bugün Yaklaşık 3000 bireysel üyemiz ve 44 adet ulusal bölümümüz var. Amerika Birleşik Devletleri Bölümü yaklaşık 300 üyesiyle başı çekiyor. İsveç ve Britanya da 100’e yakın üyeleriyle önde gelen bölümler arasında. Türkiye ise, sanırım, 20-25 civarında üyeyle temsil ediliyor.
IATC’nin üyesi olan tiyatro eleştirmenleri için Çalışma Kuralları (İng Code of Practice) adını verdiği bir deklarasyonu var. Bunun hikâyesini anlatır mısınız?
Benim de aralarında olduğum Quebec’li üyelerin kendi eleştirmenleri için yayınladığı bir Etik Kuralları (İng Code of Ethics) bildirgesi vardı. Bu belge 2 yıllık bir tartışma ve çalışmanın ürünüydü. Bazı eleştirmenlerin önerisi üzerine bu bildirinin uluslararası sürümünün hazırlanması için bir komite kuruldu. Tüm dünyadaki eleştirmenlerle temas kurulup, 2 yıllık yeni bir çalışma sonucunda 10 maddelik bir metinde uzlaşmaya varıldı ve eleştirmenlerin “çalışma kuralları” bugünkü kabul edilmiş haline ulaştı. Orijinal Quebec etik kurallarıyla mukayese edildiğinde bazı maddeler korunurken bazıları eksiltildi. Önemli bir değişiklikse ismiydi. Zira bazı üyeler “etik” kelimesini fazla bağlayıcı bularak, açıkçası, biraz ürktüler. “Çalışma kuralları” adı da bu çekincenin giderildiği bir uzlaşmanın ürünüydü.
Bu kuralların herhangi bir bağlayıcılığı ya da denetim mekanizması bulunmuyor. Üyelerin asgari müşterek ilkelere uyumlu davranmasını teşvik etmekle sınırlı bir amacı var. Sadece tavsiye kararı niteliğinde olmasına rağmen, IATC’nin 2010’daki Erivan (Ermenistan) toplantısında kabul edilen bu ilkeleri reddeden bir ülke de vardı: Britanya. Britanya’nın temel argümanı eleştirmenlerin üzerinde hiçbir dayatmanın olmaması gerektiği yönündeydi. Özellikle çok kuvvetli bir geleneğe sahip Londra kökenli eleştirmenlerin, Britanya’nın bu ulusal bölüm kararında etkili olduğunu düşünüyoruz.
***
Söyleşimize devam etmeden önce IATC’nin tiyatro eleştirmenleri için kabul ettiği (Vaïs’in tabiriyle) “10 Emir” niteliğindeki “çalışma kurallarını” sizlerle paylaşmak istiyorum. “Eleştirmen kimdir ve nasıl çalışmalıdır?” sorusuna sağladığı yanıtlar açısından bu metnin önemi tartışılmaz. Ancak ülkemiz genelindeki iletişim üslubu hassasiyetlerinde yaşanan erozyon, uzmanlık ötesi fikir paylaşımında sorumlu davranış eksikliği, kişisel inanç ile veriye dayalı gözlem ayrımının çoğu zaman hiçe sayılması gibi “etik sorunları” dikkate alındığında, başka birçok disiplin ve meslek grubunun kendi prensiplerini belirlemesine ilham verici olabileceği için de, bu metni önemsiyorum:
Medyada yer alan yazar ve düşünürler ve/veya akademik dünyanın farklı dallarındaki bilim insanları arasında yer alan tiyatro eleştirmenleri, profesyonellik kurallarına dair farkındalık sahibi olmalı, sanatsal ve entelektüel özgürlüklere saygı duymalı ve tiyatro sanatının ideallerini en iyi düzeyde gözeteceklerine inandıkları şekilde yazmalıdırlar.
Tiyatro eleştirmenleri kendi yaratıcı deneyim ve bilgilerinin çoğu zaman kısıtlı kalacağını bilmeli ve yeni fikir, form, stil ve uygulamalara açık olmalıdırlar.
Tiyatro eleştirmenleri doğru ve usulünce konuşmalı, hitap ettikleri sanatçıların kişisel itibarına saygı göstermelidir.
Tiyatro eleştirmenleri açık fikirli olmalı ve varsa sanatsal ve kişisel önyargılarını işleri içinde ifşa etmelidirler.
Tiyatro eleştirmenleri çalışmanın tartışılabilmesini motive edecek bir isteği oluşturmayı da amaçlamalıdır.
Tiyatro eleştirmenleri tiyatro performanslarına en iyi fiziksel ve zihinsel şartlarda gelmeye çaba göstermeli, performans boyunca zinde kalmalıdır.
Tiyatro eleştirmenleri çalışmayı mümkün olduğunca hassasiyetle ve kendi özelinde açıklamalı, analiz etmeli ve değerlendirmeli, tespitlerini somut örneklerle desteklemelidir.
Tiyatro eleştirmenleri kişisel zevkler ve maddi tekliflerle ayartılma çabaları da dâhil olmak üzere, tüm dış baskı ve denetimlerden uzak durmak için tüm gücünü kullanmalıdır.
Tiyatro eleştirmenleri çıkar çatışması doğuran ya da bu algıyı yaratabilecek durumları engellemek için tüm eforu sarf etmeli, kişisel olarak irtibatı bulunan yapımlara yorum yazmayı veya jüri üyeliği yapmayı reddetmelidir.
Tiyatro eleştirmenleri uzmanlık veya mesleklerinin itibarını zedeleyebilecek, kişisel veya tiyatro sanatının onurunu tehlikeye atacak hiçbir şey yapmamalıdır.
Diyelim ve bu esasları akılda tutarak söyleşimize kaldığımız yerden devam edelim…
***
Çalışma Kuralları’nın detaylarına geçelim, isterseniz… Eleştirmenlerin temsilleri zinde ve açık zihinle izlemeleri ya da belli bir tiyatroyla çıkar ilişkisi içinde olmaması gerektiği yönünde maddeler göze çarpıyor. Üye ülkeler neden bu maddelere değinme ihtiyacı duydular? Yaygın uygunsuzluklar mı söz konusu?
Öncelikle şunu söylemeliyim. Değişik ülkeler sunulan pek çok öneriyi, gereksiz ya da aşikâr buldukları için baştan reddetti. Ancak farklı yerlerde o ülkeye özel durumlar yaşanabiliyor. Örneğin Avrupalı bir eleştirmen için çok açık olduğu düşünülen bir esasın, dünyanın başka bir bölgesinde çok hassas bir gereklilik olduğu görülebiliyor.
Eleştirmenin bağımsız olması beklenen bir durumdur. Gel gelelim, Sırbistan gibi bazı ülkeler var ki, ilgili eserin programını ücret karşılığı hazırlayan ya da dramaturgluğunu hatta yönetmenliğini üstlenen kişilerin, aynı oyunla ilgili eleştiri yayınladıkları da bildirildi. Çıkar çatışması maddesinin gündeme gelmesinin nedeni de buydu.
Kuralları belirlerken nelerden faydalandınız?
Kuralları belirlerken gözlemlerden çokça faydalandık. Quebec kurallarından bir örneğe yer vermem gerekirse, eleştirmenin izleyicinin bir parçası olduğu, oyundan ya da izleyiciden üst veya hariç olmadığını tespit ettik. Bunu vurgulamamızın nedeni bazı eleştirmenlerin oyun esnasında bilgisayarını açıp notlar almasıydı. Bu diğer izleyicileri açıkça rahatsız ediyordu. Kendi gözlerimle bile gördüm bu ve buna benzer örnekleri…
Quebec kurallarını kaleme aldığımızda yer verdiğimiz kurallardan biri de, eleştirmenin oyuna saatinde gelmesi ve oyunun tamamını eksiksiz izlemesi gerektiğiyle ilgiliydi. Çünkü bazı eleştirmenlerimiz daima geç geliyordu. Bunu biliyorduk. Dolayısıyla bizim için önemliydi bu. Oyunun tamamını izlemezseniz tamamı için görüş de bildiremezsiniz. Bu durumda mutlaka oyunu sadece kısmi olarak izlemiş olduğunuzu yazınızda belirtmelisiniz.
Eleştirmenin aynı zamanda tiyatro camiasının yapısal bir parçası olduğunun farkında olmasını da bekliyoruz. Tiyatro gelişiyor, değişiyor. Eleştirmenin bu değişime ayak uydurması, gelişen zamanla yargılarını gözden geçirmesi gerektiğinin bilincinde olması çok önemli. Bazıları, eleştirmenlerin her şeyin üzerinde olması gerektiğini düşünüyor. Ben bunun doğru olduğunu şahsen düşünmüyorum.
Biraz da Türkiye’den konuşalım. Ülkemize bu ziyaretinizde seyrettiğiniz ilk performans Tiyatro Boyalı Kuş’un repertuarında yer alan, Jale Karabekir’in yönetip, Yeşim Koçak’ın oynadığı tek kişilik Melek isimli oyunun sezon prömiyeriydi. Rüstem Ertuğ Altınay tarafından yazılan eser, Koçak’a bir de ödül kazandırmıştı. Yerli izleyiciye yönelik bir gösterim olduğu için Türkçe ve üst yazısızdı. Hem oyunun performansı, hem de hâkim olmadığınız bir dilde oyun seyretmekle ilgili izlenimlerinizi paylaşır mısınız?
Öncelikle yabancı dil konusundan başlayayım. Tahran’da Fadjr Uluslararası Tiyatro Festivali’nde jüri üyesiydim. Yarışan 80’den fazla oyunun 25 kadarı Farsça idi ve verilmesi gereken beş ödülden biri de “en iyi metin” ile ilgiliydi. Farsça bilen İranlı eleştirmen meslektaşlarımızın yardımıyla da olsa ortak bir karara varabildik. Metne hâkim olamayacağınız birçok oyunda konu ve durum oldukça açıktır. Sonuçta tamamen sağır ya da kör olmadığımız için karakterleri ve genel akışı izleyebiliriz. Ancak bazen oyun metne çok bağlıdır bu nedenle algınız bulanıklaşmaya başlar. Karar vermekte zorlanırsınız.
Melek oyunu özeline gelecek olursak, sahnelenişi itibarıyla konu hakkında belli bir fikre sahip olduğumu söylemeliyim ama oyunun tamamını değerlendirmem elbette ki çok zor. Bu nedenle, daha çok ilgilendiğim oyunculuk ve oyuncunun performansıydı. Oyuncu (Yeşim Koçak) hızlı geçişlere sahipti ve oldukça zengin bir palette performans sergiledi. Bu açıdan etkileyiciydi. Oyunun akışı metinden ziyade oyunculuk, mizansen gibi daha kolay takip edebileceğim unsurlardan besleniyorsa, izlediğim performansa dair duygusal reaksiyonlar vermem daha mümkün olabiliyor. Bu nedenle, bir eleştirmen olarak (Melek hakkında) yazmayı çok uygun bulmazdım. Elbette, bunda ne oyun yazarının ne de oyuncunun bir kusuru yok, sadece dil engeli benim için çok yüksekti. Gözlemlerim somut bir yargı oluşturabilmem için yeterli gelmezdi.
Tiyatro Boyalı Kuş Melek Sezon Prömiyeri
Biraz da tiyatro ve eleştirmenliğin geleceğinden konuşalım. Yeni teknolojiler, teknikler, iletişim biçimleri tiyatronun çehresini değiştiriyor. Kimi zaman mekân, kimi zaman izleyici, performansın etken parçası haline geliyor. Yeni tarzlar oluşuyor. Tiyatro eleştirmenleri de internet gibi yeni iletişim mecralarını kullanıyor. Tüm bu gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yakın vakitte Pekin’de “İnternet Çağında Tiyatro Eleştirmenliği” konulu bir konferansa katıldım. Bu konferans önemliydi çünkü internet hem tiyatroyu hem de tiyatro eleştirmenliğini değiştiriyor. Yazılı basının medya içindeki payı giderek azalırken, eleştirilerini internet mecrası üzerinden ifade edenler hızla artış gösteriyor. Bu kişilerin bir kısmı meslektaşlarımız olmakla birlikte, diğer bir kısmı eleştirmen gibi görünenler… Tam bir karmaşa ortamı oluşmaya başladı. Gerçek bir eleştirmen bu kalabalığın içinde ne tarafta kalıyor? Tiyatrolar değiştiği gibi tiyatro eleştirmenleri de değişmek zorundalar.
Öte yandan “tiyatro” kelimesi de giderek hacmini kaybediyor. Giderek daha artan sıklıkla etkinliklerin isimlerinde “tiyatro festivalinden” ziyade “performans sanatları festivali” ifadesine rastlıyoruz. Buna örnek olarak; İsveç Tiyatro Bienali’nin geçtiğimiz yıl İsveç Performans Sanatları Bieali’ne dönüşmesini ya da Kanada Montreal’deki “Amerikalar Tiyatro Festivali’nin” (Fr. Festival de Théâtre des Amériques) “Amerikalar Arası Festival” (Fr. Festival Transamériques) markasıyla yoluna devam etmesini gösterebiliriz. Festivaller, sadece tiyatro türüyle değil dans, performans sanatları ya da sokaktaki insanın da içine katıldığı yeni etkileşim biçimleriyle genişletilmek isteniyor. Bazen temsil yapılan binaların dışına çıkıp, açık alanda özel oyunculuk gerektirmeyen işler ortaya çıkabiliyor. Bakıyorsunuz 10 m yüksekliğe insanlar asılmış. Öylece duruyorlar, örgü örüyorlar ya da şiir okuyorlar. Dolayısıyla festivaller giderek performans sanatlarından daha fazla faydalanır hale geliyorlar.
Bu değişim iyiye doğru mu kötüye doğru yöneliyor sizce?
Tiyatronun kelime anlamı ve ideasının toprak kaybettiğini düşünüyorum ve bu gelişmeyi talihsiz buluyorum. Yenilikler, yeni izleyiciler kazandırır mı? Bilemiyorum. Şüphelerim var açıkçası. Tiyatro eleştirmenliği açısından baktığınızda, sadece internet üzerinde yayınlanan eleştiri yazıları için ödeme modeli açısından güçlükler görüyorum. Birçok eleştirmen hem blog yazarlığı yapıyor hem de bazı gazetelerde yazıyorlar. Belki bu bir çözüm olabilir. Pekin’deki kongrede ortaya çıkan fikirlerden biri, sosyal medyayla yazılı basındaki içeriklerin üç aşamalı olarak sunulmasıydı. Örneğin twitter üzerinden 140 karakterlik bir içerik paylaşır bununla bir ilgi oluşturursunuz, sonra internet üzerindeki bir blog ya da Facebook sayfasında bir paragraflık özet sunarsınız, tam detaylı yazınızı ise basılı medyada değerlendirirsiniz. Bu sayede eleştirmenlerin daha geniş kitlelere erişmesi sağlanabilir.
IATC olarak bizlerin arzusu daha iyi tiyatrolarla çalışabilmek. Eleştirmenler olarak, uzun yıllar boyunca tiyatroyu takip ederek elde ettiğimiz birikim ve çoğu zaman tiyatro alanındaki eğitimimizi kullanarak, onlara geri bildirimler paylaşarak yardımcı oluyor, ayna tutuyoruz.
Genç eleştirmenler yetişiyor mu? Onlara bakışınız nasıl?
Genç eleştirmenler, sosyal medya ve benzeri yenilikleri daha iyi takip edebiliyorlar. Biz de genç eleştirmenlere yönelik seminer ve eğitim çalışmalarımızı yoğunlaştırıyoruz. Şu an bu eğitimler senede 3 kez veriliyor. Yaklaşan ilk seminerimiz Interferences Tiyatro Festivali kapsamında Romanya’nın Cluj şehrinde olacak. Talepler o kadar yoğun ki, bazı başvuruları ne yazık ki geri çevirmek zorunda kaldık. Yeni eleştirmenlerin yetişmesi açısından bunun olumlu bir işaret olduğuna inanıyorum.
Günümüz şartlarında eleştirmenlik mesleği tek başına bir kariyer seçimi olabilir mi?
Meslektaşlarımızın çok az bir kısmının sadece eleştirmenlik alanında çalıştığını vurgulamalıyım. Önemli bir kısmı öğretim görevlisi pozisyonlarını da sürdürebiliyor ya da başka alanlarda yazabiliyorlar. Kendi adıma ben tüm hayatımı eleştirmenlik mesleğini icra ederek yaşadım. Ancak Quebec’de bu durumda olan tek tiyatro eleştirmeni de benim. Buna rağmen bir dergiye bağlıydım, radyoda 22 yıl boyunca program sundum, bir gazete için çalıştım, biri doktora tezim olmak üzere tiyatro üzerine kitaplar yazdım. Kitaplarımın en sonuncusu Quebec tiyatro sanatçıları için bir sözlük idi. Bunların hepsini alt alta koyduğunuzda sadece eleştirmenlik mesleği sınırları içerisinde bir kariyer kurmayı başarabildim. Ancak bunun mümkün olabildiğini çokça insan için göremiyoruz. Fazla sayıda ülkede tam zamanlı eleştirmenlere bile rastlayamıyoruz. Londra’da daha çok olmakla birlikte biraz da Paris’te var. Londra ekolünün kuvvetli olması ve Çalışma Kurallarımıza muhalefet etmelerinin bir nedeni de bu olsa gerek.
***
Sevgili Michel ile söyleşimiz de burada bitiyor. Bu zengin içerikli deneyimden kendi cebime bir avuç dolusu koyduğum şu oldu: Hangi mesleği icra edersek edelim iletişim üslubu, dürüstlük ve açık sözlülük konusunda çok ilkeli davranmamız gerektiğini hatırımızda tutmak gerekiyor. Üslup iletişimi, iletişim uzlaşıyı, uzlaşı barışı, barış refahı mümkün kılıyor…
Barışla kalın…
Michel Vaïs’ın “Tiyatro Eleştirisinde Meslek Etiği” başlıklı konuşması, yarın, 2 Kasım 2014 Pazar Saat 10.00-12.00 Zorlu Center PSM, Meydan Fuaye’de gerçekleşecektir.
Efendim, gururla ve nihayet müjdelemek isterim ki tüm hasadı kaldırdık. Gerçi ufak bir mısır tarlamız daha var ama belki de geç kaldık, o mısırları hiç hasat edemeyeceğiz. Havalar pek beklediğimiz gibi gitmedi. Sağlık olsun, işimiz toprakla, havayla, suyla. Onlar ne derse o oluyor -insan etkisinden kaynaklı iklim değişikliğini hesaba katmazsak eğer-. Neyse ki diğer tarlalardaki mısırı, buğdayı, domatesi, biberi, baklayı, soğanı, sarımsağı, patatesi, patlıcanı ve kabağı hasat edebildik, çoğunu da işleyip hakoşa (kiler) doldurduk. Hakoş konservelerle, çuvallarla, tepeden sarkan sarımsak örgüleriyle doldu. Ne zaman girsem bir mutluluk, bir mutluluk, tarif edemem. Velhasıl boşuna beklemiyoruz kışı dört gözle, çok çalıştık bu yaz çok. Şöyle sakin bir kışı hakettik, bir de akşamları blues yapmayı tabii!
Ormanevi ahalisi müzik yapıyor. Gitar: Can Kazaz, Keman: Gökçe, Mızıka: Dudu, Vokal: Kim denk gelirse
Kolektifte şöyle bir işleyiş var, her sabah 7.30’da kalkıp kahvaltıya oturuyor ve bir önceki günü değerlendirdikten sonra o günün planlamasını yapıyoruz. Buna da sabah çemberi diyoruz. Yazın uzun paragraflardan oluşan bu sabah çemberi muhabbetleri şu sıra tek cümlelere düşmeye başladı. ‘Bugün ekmek yapacağım’ ‘Bugün bahçeyi düzenleyeceğim’ ‘Bugün Ella’ya gidip köpekleri doyuracağım’ gibi. Hal böyle olunca da bizim kendimize ve bireysel işlerimize ayırdığımız vakit bir hayli arttı. Ben bu vakti illüstrasyon işine ayırıyorum şu sıra. Sabah kalkıyor, kahvaltı ediyor, ilham gelmezse bir yürüyüşe çıkıyor sonra başlıyorum çizmeye. Kırsal hayat ki bir ilham yuvası adeta. İlla ki bir şeyler geliyor başıma, illa ki çizecek bir şeyler buluyorum. Sonra bu çizdiklerimi bez çanta, tişört ya da çerçeveli resim haline getiriyorum. Bilenler bilir, bir de bakla kolyelerim var benim –sonradan barbunya da katıldı aralarına gerçi-. İşte tarımsal üretimin yanında bunları üretiyorum Ormanevi’nde.
Şimdi gelelim neden bütün bunları anlattığıma. Ben kırsalda yaşamıyor olsaydım ve yine bir illüstratör olsaydım, şehirde ihtiyacım olan miktarda parayı kazanabilmek için reklam ajanslarının kapısını çalmam kaçınılmaz olacaktı, en azından tanınana dek. Bu da benim, her gün bilgisayarı açıp istediğimi çizmem, sonra beğenirsem bu çizimlerden bir şeyler üretmem anlamına değil, her gün bilgisayarı açıp müşteri için iş yetiştirmeye çalışmam anlamına gelecekti. Bu arada bunları da yapabilirim bir gün, şu yirmi dokuz yaşımda öğrendiğim bir şey varsa o da büyük konuşmamak gerektiğidir. Lakin ben şu andan bahsediyorum. Tam da şu anda ben, istediğim hayatı yaşıyor, istediğim zaman istediğim şekilde üretiyor ve hayal dünyamın kapılarını özgürce sonuna kadar açabiliyorum. Bu da bana inanılmaz bir motivasyon ve yaratıcılık veriyor. Ha, arada ‘şöyle bir logo işi var’ diyen oluyor, ‘bakayım, deneyeyim, beğenirseniz alın’ diyorum ve çiziyorum, sırf bu rahatlığımdan dolayı logo güzel oluyor ve alıyorlar. Velhasıl, sözüm ‘ne güzel hayatın var, ne şanslısın!’ diyenlere. Bu şansı, zamanında kurumsal hayattan ve şehir yaşamından ‘Bir dakika ya, başka türlü yaşamanın bir yolu olmalı!’ diyerek sıyrılmakla, biraz da kendim yarattım sanırım.
Elbette şanslı tarafları var hayatımın. Bir kere, Ormanevi’ne her gelenin de sorduğu gibi, ‘Yahu siz nasıl buldunuz birbirinizi?’ sorusunu kendime/bize yönelttiğimde, ufak bir faktörün de şans olduğunu kabul ediyorum. Birlikte yaşadığınız, birlikte yola koyulduğunuz insanlar çok önemli. İnsan faktörü, eğer bir topluluk kurmayı hedefliyorsanız, aslında en önemli faktör. Lakin şöyle de bir durum var, mantıkla açıklayamayacağım bunu ama, siz bir kere ‘yola’ koyulduğunuzda o şans sizi buluyor ve doğru insanlarla karşılaşıyorsunuz. Belki rasyonel açıklaması da vardır bu durumun, aynı yolda yürürken vazgeçenler oluyor, elene elene gerçekten ciddi ve kararlı insanlar kalıyor geriye. Sizi birleştiren de bu kararlılık ve inanç oluyor belki. Demem o ki, bir kez yola koyulduğunuzda gerisi geliyor. Başınıza gelenlere inanamıyorsunuz hatta, o derece. Öyle kapılar açılıyor, öyle fırsatlar çıkıyor ki karşınıza, ‘lütfen çok havalara girmeyeyim’ diye dua ederken buluyorsunuz kendinizi.
Tüm mesele o ilk adımı atmakta. Etrafımda sürekli şehir yaşamından şikayet edenler ve bana ‘nasıl cesaret ettin?’ diye soranlar oluyor. Bu yazıyı bütün bunlara cevap olarak yazıyorum biraz da. Şikayet etmek yerine kendi hayatınla ilgili inisiyatif almak, inanmak ve adım atmak o kadar kolay ve kilit ki! O ilk adımı attıktan sonra geriye sadece sebat etmek ve sana gelecek olan, hatta koşacak olan güzellikleri seyretmek kalıyor. Sen ‘Allah Allah, ne oluyor böyle’ dedikçe güzellikler seni bulmaya devam ediyor. O an anlıyorsun ki doğru insanlarla, doğru yoldasın. Bunun verdiği güven, kendini bırakma hali tarif edilemez. Geçen gün kolektiften Durukan’la konuşuyorduk. Aşk yalnızca birine duyulan bir duygu mudur diye. Elbette insan bir ideale, bir eyleme, bir topluluğa aşık olabilir. Daha da güzeli bu aşkın sevgiye, bağlılığa, teslimiyete dönüştüğü yerdir. İşte ben, tam da o yerdeyim. Herkese kendi yolunda cesaret, sebat ve teslimiyet dilerim.
Arkadaşımız Meltem Düzel Ayral‘ın,Validebağ Korusu Nöbeti‘ne yemekleri ile beri destek veren Bombalara Karşı Sofralar oluşumundan Sinan Doğan ile koru nöbeti esnasında gerçekleştirdiği mini söyleşiyi sizlerle paylaşıyoruz
Her Çarşamba günü Tepebaşı/ Teneffüs Kafe’de açtıkları sofrayı ağaçları yok eden iş makinelerine ve onları koruyan bombalara karşı oldukları için Validebağ’a taşımaya karar verdiklerini açıklayan Sinan ile bu “değişik eylem” üzerine söyleştik.
Meltem: Neden yemek ?
Sinan: Bizim başlıca karşı olduğumuz şey israf. Yiyeceklerin yarısından fazlası üretimden soframıza gelene kadar israf oluyor. Örneğin bir markete gidip zaten atılacak bir sebzeyi istediğiniz zaman vermezler çünkü ancak para karşılığında tüketim yapılır algısı hakim. Bir kişinin yarım bıraktığı yemeği yemek de iğrenç olarak algılanır. Biz bu algılara ve israfa karşı oluşumuzu slogan veya bültenle değil, yemek pişirerek birebir göstermeyi tercih ediyoruz.
– Atık olan yiyecekleri kurtarıyor musunuz ? Neden öncelikle onları kullanıyorsunuz?
– Onlar çöpe atılan gıdalar ve biz onları yeniden üretime sokuyoruz. Takas yöntemi veya para kullanılmadan elde ettiğimiz bu ürünleri aslında “çöp” olmaktan kurtarıyoruz. Çöpün aslında soframız olduğunu veya soframızın çöp olabileceğini tekrar hatırlatmış oluyoruz. Hem bireysel olarak hem de bu tür eylemlerle ..
Bombalara karşı sofralar dememizin nedeni ise, aslında en büyük israfın savaşlar olduğunu düşünüyoruz.
– Bu bir politik duruş aynı zamanda öyle değil mi?
– Kesinlikle politik çünkü sadaka anlayışımız yok, hayır işleme anlayışımız yok. Biz hep beraber olup birlikte yemek yiyoruz. Biz sadece israfı göstermek ve israfa karşı olduğumuza dikkat çekmek istiyoruz. Ayrıca sadece yemek yapmak değil, kitap ve giysi takas pazarları da düzenliyoruz. Örneğin her yıl shoppingfest denen bir etkinlik Nişantaşı ve Bağdat Caddesinde yapılıyor. Alışverişin nekadar güzel olduğunu, ortalığa konan hediye paketleri ile falan gösteriyorlar. Bizde bunun üzerine “tüketme artık yeter, elimizdekiler hepimize yeter” mottosu ile bu takas pazarını başlattık. Kitabı da, giysiyi de, takas veya armağan ekonomisi yoluyla para harcamadan alabiliriz, şirketleri, parayı devreden çıkarabileceğimizi bu eylemlerle göstermek istedik.
– Yemeklerin vegan olmasının nedenlerini açıklar mısınız?
– Bizim ilkelerimizden biri de bu, çünkü israfa, insanın emeğinin sömürüsüne karşı olduğumuz gibi hayvan sömürüsüne de karşıyız. Bu yüzden onlardan elde edilen ürünleri kullanmadığımız gibi etlerinin de ( biz ceset diyoruz) yiyecek olmadığını söylüyoruz.
Ayrıca bu ürünler çok çabuk bozuldukları için onları tüketmeyerek en baştan zehirlenme ihtimalini ortadan kaldırmış oluyoruz.
Hiyerarşisi olmayan, herkesin eşit sorumluluk aldığı bir örgütlenme yapımız var.