Ana Sayfa Blog Sayfa 3827

Mavi Marmara için takipsizlik kararı

Mavi Marmara mağdurlarının başvurusunu değerlendiren Uluslararası Ceza Mahkemesi, savaş suçu suçlamasını makul bulmakla birlikte, suçun mahkemenin görev alanına girecek ağırlıkta olmadığına hükmetti. İHH karara itiraz edecek.

Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) savcıları İsrail’in Gazze’ye yardım götüren Mavi Marmara gemisine yönelik saldırısını kovuşturmaya gerek olmadığına karar verdi. Saldırıda yakınlarını kaybedenlerin başvurusunda, İsrail’in savaş suçu işlediği savunulmuş ve İsrail Başbakanı, Milli Savunma Bakanı, Deniz Kuvvetleri Komutanı ve Genelkurmay Başkanı başta olmak üzere sorumluların yargılanması talep edilmişti.

5

Başvuruyu inceleyen savcılar, İsrail askerlerinin savaş suçu işlediği suçlamasının makul gerekçelere dayandığına, ancak söz konusu suçun mahkemenin görev alanına girecek ağırlıkta olmadığına hükmetti.

İnsan Hak ve Hürriyetleri (İHH) İnsani Yardım Vakfı Genel Başkanı Bülent Yıldırım, “Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) Savcılığı, İsrail’in Mavi Marmara ve diğer gemilerdeki eylemleri ile ‘kasten öldürme ve yaralama’, ‘insan onuruna aykırı davranış’ suçlarıyla savaş suçunu işlediğini, İsrail’in Gazze’de işgalci statüsünde bulunduğunu ve gemidekilerin sivil olmasına rağmen saldırının yapıldığını tespit etmiştir” dedi.

UCM Savcılığının, soruşturma yetkisinin kendisinde bulunmadığına ilişkin karara itiraz edeceklerini belirten Yıldırım, ”Ölen saadece 10 kişi olduğu için ulusal mahkemelerde yargılanması gerekiyormuş. Yani bizim orda yüz kişi ölmemiz gerekiyormuş. Bu mahkemelerin içindeki İsrail lobisini ortaya çıkaracağız” diye tepki gösterdi.

(Al Jazeera)

Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali tanıtımı için bisikletle şehir turu attılar

8. Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali’nin (SYFF) bu haftasonu (7-8 ve 9 Kasım, Cuma-Cumartesi ve Pazar) konuk olacağı illerden birisi olan Adana’da SYFF tanıtımı için Pazar günü festivalin ruhuna uygun bir tanıtım yoluna başvuruldu. Adanalı 70 bisikletçi atladılar iki tekerlerine ve “Duyduk duymadık demeyin, Bu hafta memlekete Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali geliyor” ilanını pedal basarak duyurdular Çukurovalı hemşehrilerine.

1 syff adana...

Adana’daki SYFF organizasyonunu üstlenen Çukurova Ekolojik Yaşam İnsiyatifi (ÇEYİ) bu tanıtım için Adana’da faaliyet gösteren 3 bisikletli oluşumu;  Adana Bisiklet Topluluğu (ABİT), Perşembe Akşamı Bisikletçileri (PAB) ve Yeşil Pedal Bisiklet Topluluğu ile irtibata geçti. Bu etkinlik için önceden Trafik Şube ile de görüşen ÇEYİ üyeleri bisiklet parkuru ( Atatürk Parkı, Ziyapaşa ve Gazipaşa bulvarları, Baraj Yolu, Turgut Özal, Alpaslan Türkeş ve yeniden Atatürk Parkı arası 30 km)  boyunca hem bisikletlilerin güvenliğini temin etme hem de trafiğin düzenini sağlama imkanını da sağlamış oldular.

Pazar günü pedal basmanın SYFF duyurusu yanında bir diğer amacı da Adana’ya bisiklet yolları açılması hakkında kamuoyu duyarlılığını arttırmaktı. Hem bisiklet yolları yapılmasına yönelik çağrılar yapılmasını  hem de Adana’lıları Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali’ne davet etmek amacıyla kortejin ön ve arkasında arkalarında festival afişlerinin olduğu reklam panolarını bisikletliler çekerken onlara eşlik eden araçtanda sesli mesajlar yolu ile tanıtım yapıldı.

ÇEYİ üyeleri Pazar günü yapılan çağrı dışında hafta içi hergün 2 bisikletlinin festival tanıtımı için Adana’da pedal basmaya devam edeceğini aktardılar.

Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali bu haftasonu Adana ile bilikte 11 ilde eş zamanlı olarak ekolojistleri tüm dünyadan umut aşılayan belgeseller ile buluşturacak.

(Yeşil Gazete)

9 Kasım’da Manisa’da ekolojik işbirliği toplantısı

Manisa Çevre Gönüllüleri, Eylül ayında Alaşehir’de yaptıkları ikinci toplantının ardından, üçüncü toplantılarını 9 Kasım’da Manisa ilinde gerçekleştirecek. Kasım ayı toplantısının ardından oluşumun Manisa Çevre Platformu’na dönüşmesi bekleniyor.

21...

Alaşehir, Akhisar, Gördes, Salihli, Soma, Turgutlu ilçeleri ile Manisa ilinde çevreci çalışmalar içindeki örgüt ve sivil toplum kuruluşları, ortak basın açıklamalarında “Günümüzde doğayı da meta gözüyle gören sermaye gruplarının çıkarı için ekolojik yaşam rant artık kapısı haline getirildi. Bunun sonucundaki doğa tahribatları ise, tarım bölgeleri ve ortak yaşam alanları yanı sıra insan yaşamını da tehdit eder boyutlarda. Yaşam alanlarımız ve tarım bölgelerini de hedef alan çevresel tehditlere karşı yörelerinde çevreci mücadele veren kuruluşlar olarak Manisa genelinde zamanla diğer ilçeleri de kapsayacak ortak bir platformla güçlerimizi birleştirme kararı verdik. Sorunlarımız ortak, mücadelemiz de ortaklaşacak. Bu adım, dünyanın en bereketli topraklarının ekolojik yıkıma karşı korunması ve ekolojik mücadeleyi bu amaçla toplumsallaştırmaya dönük bir sivil inisiyatif olarak gerçekleşmektedir” denildi.

Açıklamada ayrıca yeni bir termik santral için zeytin ağaçlarının kesilmesine karşı bir süredir direnişin sürdüğü Yırca köyü hakkında, “Yırca köyü yalnız değildir” vurgulaması da yer aldı. Manisa Çevre Gönüllüleri,, Yırca Köylüleri ile birlikteli olduklarını yineleyerek basın açıklamasında “Hem zeytin ağaçlarına, hem yaşam alanlarına, hem de sermayenin vahşi saldırganlığına karşı insan haklarına sahip çıkarak direnen Yırca köyü asla yalnız kalmayacak”  ifadelerine yer verdi.

22 manisa tarzanı

Bu arada 13 Kasım Perşembe günü de Manisa’da bir panel yapılacağı öğrenildi. Manisa Eğitim-Sen temsilciliği tarafından Manisa Öğretmenevi’nde düzenlenecek panelde, Turgutlu ve Gördes ilçelerindeki nikel işletmeleri ve vahşi madencilik anlayışının yaratacağı olası çevresel tehditler ile Alaşehir’deki jeotermal enerji, suyun ticarileştirilmesi ve Soma Yırca köyünde termik santral için zeytin ağaçlarının kesilmesi ve buna karşı köylülerin direnişi konu edilecek.

(Yeşil Gazete)

Aşureden ders almak – Levon Bağış

“Hicret senesinin başı olan Muharrem ayının onuncu gününden başlamak üzere Muharrem sonuna kadar İstanbul’un bütün evlerinde iki kase de olsa aşure pişirmek uğur ve bereket sayılırdı. Her sınıftan kimseler buna özen gösterir ve özellikle onuncu gün pişirmeye özen gösterir ve özellikle onuncu gün pişirmeye dikkat ederlerdi. Aşure pişirilmesi Nuh Peygamber’in sünneti olarak da herkesçe kabul olunmuş ve İslam’ın ortaya çıkmasından sonra da buna uyulmuştur”

Abdülaziz Bey, ‘Osmanlı Âdet, Merasim ve Tabirleri’ (Tarih Vakfı Yurt Yay., 1995)

Aşureyi diğer tatlılardan hatta tüm yemeklerden ayırmak gerekir. Herhalde, üzerine bu kadar anlam yüklenen başka bir yiyecek yoktur.

Kendi adına bir günü var örneğin: Eski takvimle Muharrem ayının 10. günü yani ‘Aşure Günü’. İslam inancına göre, Adem Peygamber’in Cennet’te yasak elmayı yedikten sonra ettiği tövbenin kabul edilmesi, Nuh Peygamber’in gemisinin tufandan kurtulması, Yunus Peygamber’in bir balığın karnından çıkması, İbrahim Peygamber’in ateşte yanması, İdris Peygamber’in diri olarak göğe çıkarılması, Yakup Peygamber’in oğlu Yusuf Peygamber’e kavuşması, Eyüp Peygamber’in hastalıklarının geçip iyileşmesi, Musa Peygamber’in Kızıldeniz’den geçip İsrailoğullarını firavundan kurtarmasının hep bu günde olmuştur.

Rivayet odur ki, Tufan sırasında Nuh ve ailesi karaya çıktığında ellerinde kalan son malzemelerle bir yemek yaparlar; işte o yemek aşuredir.

Aynı zamanda Hz. Ali’nin oğlu İmam Hüseyin’in öldürüldüğü tarih 680 yılının 10 Muharrem’i yani ‘Aşure Günü’dür. Aleviler ve Bektaşiler hâlâ bu acı olayın yasını tutar ve bu nedenle, Muharrem ayının birinci gününden 12. gününe dek oruç tutarlar. Bu oruç boyunca su içilmez, sulu yemekler yenir, hayvan kesilmez, gülünmez, yeni kıyafetler giyilmez. Muharrem ayının 10. gününde ağlanır, 12. gününün akşamında oruç biter ve yastan çıkmanın ritüeli olarak aşure dağıtılır.

Yılbaşında yapılıp dağıtılan Ermeni tatlısı anuşabur da aşurenin bir cinsidir. Yeni yılın bereketli geçmesi için yapılır ve dağıtılır. 19. yüzyılda Aznavuryan ailesinin aşçısının el yazısı Ermenice harfli Türkçe tariflerinde bu tatlıya rastlarız. Tarifte kuru fasulye, nohut ve kuru incir yer almasa da, “dövülmüş buğday, keşkeklik tabir edilen” buğday mutlaka kullanılır.

Kuru ve bakliyatsız olsa da, Rumların yaptığı ve genelde cenazelerde dağıtılan ‘koliva’yı da bir çeşit aşure sayabiliriz.

Evliya Çelebi biraz daha abartıp, Adem ile Havva’nın Cennet’te bu yiyeceği yediğinden bahseder.

‘Aşure’ sözcüğünün, Arapçada ‘on’ anlamına gelen ‘öş’ten geldiğine inanılır. Yahudilerin ‘aşur’ sözcüğünden, bir başka Semit halk olan Araplara geçtiğini de düşünebiliriz.

Herkesin sahiplendiği, kutsallaştırdığı bu yiyeceğin en önemli noktası buğday. Çeşitli tarifler ve âdetler olsa da, hepsinin içinde buğday mutlaka var. Belki de herkesi birleştiren unsur, bu buğday. Jared Diamond’un ‘Tüfek, Mikrop ve Çelik: İnsan Topluluklarının Yazgıları’ adlı kitabında (çev. Ülker İnce, TÜBİTAK Yay., 2013) medeniyeti kurmamızı sağlayan madde olarak geçen buğday, binlerce yıldır bu topraklarda yetişiyor.

İnancı, milleti, aidiyeti ne olursa olsun bu topraklarda yaşayan herkesin ortak noktada buluşturabilen bir yiyecek, aşure. Hiç tanımadığımız, belki yolda görsek selamlaşmayacağımız komşumuzdan gelen aşure, başka türlü bir dünyanın mümkün olduğunu hatırlatabilir bizlere. Uzlaşmaz, bir araya gelmez gibi görünen malzemeler bir tencerenin içinde eriyip, lezzetlerini birbirlerine karıştırıp, şahane bir yiyeceğe dönüşüyorken, aşureden ders almak çok mu zor?

Levon Bağış – Agos.com.tr

Hakan Şükür’den Dersimli Deniz Naki’ye destek

İstanbul Bağımsız Milletvekili Hakan Şükür, IŞİD’i lanetlediği için Ankara’da saldırıya uğrayan Dersimli futbolcu Deniz Naki’ye yapılan saldırıyı kınadı.

20 hakan şükür...

Gençlerbirliği’nin Dersimli futbolcusu Deniz Naki, kendisine ait Facebook sayfasında IŞİD’i lanetleyince saldırıya uğramıştı. Saldırının ardından kendisinin kürt ve alevi olması nedeniyle sürekli ırkçılığa maruz kaldığını ifade eden futbolcu kulübü ile sözleşmesini karşılıklı olarak feshetmişti.

Deniz Naki’ye yapılan saldırı ve takınılan tutuma karşı kendi twitter hesabından bir açıklama yayınlayan İstanbul Bağımsız Milletvekili ve eski milli futbolcu Hakan Şükür; Naki’ye geçmiş olsun dileğinde bulundu. Şükür, mesajında şu ifadeleri kullandı: ‘Saldırıya uğrayan futbolcu kardeşim Deniz Naki’ye geçmiş olsun. Fikirlere hazımsızlık her yere sıçrıyor, hoşgörüsünü kaybetmemeli toplum”

 

İş cinayetleri üstüne – Sennur Baybuğa

Her gün ölümle kalkıp ölümle yatıyoruz. Ülkede, yatağında hastalanarak, yakınları ile helalleşip, arzularını vasiyetini yaparak ölen insan sayısı, haber değeri bile olmayan ölü sayısından çok az artık. Madenlerde, asansörde, bir inşaatın tepesinde, olmadı servis araçlarında hergün hergün çalışmaktan başka bir şey yapmayan işçiler ölüyor.

13 Mayıs 2014 tarihinde tarihimizin en büyük maden kazalarından biri oldu bu ülkede, sözüm ona tüm ülke ayağı kalktı. Keşifler, savcılık raporları, bölgeye giden yüzlerce insan, siyasi parti temsilcisi. Gösteriler, protestolar. Biz de Yeşiller Ve Sol Gelecek Partisi olarak Soma maden kazası ile ilgili bir suç duyurusunda bulunduk. Hala suç duyurumuzun akibeti hakkında bilgimiz yok, dosyaların birleştirildiğini biliyorum en son, suç duyurusunu yapan avukat bendim üstelik de.
Tüm ülkeyi ayağa kaldıran bu kazanın üzerinden altı ay gibi bir süre geçti, biz orayı unuttuk, Soma köylerinde zeytin ağaçlarının kesilmeye başlanması, ağaçlarını vermeyen yöre halkına acımasızca saldıran kadim devletimizin güvenlik güçleri olmasa, bölgeyi tümden unutmuş olacaktık. Artık bu ülkede ölümle değil vicdanla hesap görüyoruz biz. Soma kazasında ayıbını hala tamir etmeyen devlet, adeta insanlarla alay eder gibi gidip köylerindeki ağaçlara saldırmışken, evvelki gün bir başka ilde bir başka maden kazası meydana geldi.

Ermenek’te sakil bir maden ocağında, 18 işçi, su basan maden ocağında kaldı. Burhan Kuzu’nun twetlerine bakarsanız sel altında kaldılar.
Tema’nın geçen yıl 12 bilim insanı ile hazırlamış olduğu rapora göre, Konya’nın kapalı havza olduğu belirtilmiş linyit madeni açılırsa su basacağı uyarısı yapılmış ve enerji bakanı buna karşılık teşekkür etmiş. Elbette buna rağmen, o maden açık kalmış, sahibi hükümet taraftarı biri imiş, miş miş miş. Kazazedeler ve çalışanlar için çıkarılan yemeği de oraya giden cillop kılıklı devlet erkanı bir güzel yemişler. Vicdan sorunumuz var, sınırı yok insanlıktan çıkmışlığımızın dediğim gibi.
Ölümlü iş kazalarında Avrupa’da birinci, dünyada üçüncü sıradaymışız.

Çin’de milyon ton başına düşen ölüm sayısı 1.27 iken, aynı oran Türkiye’de 7,2’imiş. 54 binden fazla işçinin çalıştığı maden sektöründe, son 18 yılda meydana gelen iş cinayetlerin de toplam 3 bin 98 işçi yaşamını yitirmiş. İşçi güvenliği sağlanmadığı için ortaya çıkan facialarda madenlerin payı %13,4’müş.
Yapılan araştırmalara göre; İş kazalarının %50’si gereken önlemler alındığında kolaylıkla, % 48’i ise sistemli bir çalışmayla önlenebiliyor. Yani gerekli önlemler alındığında kazasız, ölümsüz bir çalışma hayatı mucize değil. Daha geçtiğimiz Eylül ayında, Torunlar İnşaat’a ait asansör kazasında on işçi öldü, asansörün bakımı tamiri yapılsa yaşayacak on tane genç insan. Bu kadar da basit.

AKP’nin seçtiği ve artık sınırlarına dayandığı büyüme modelini ne pahasına olursa olsun sürdürme inadı, dünyanın en büyük 10. Ekonomisi olma gibi salt ekonomik hedefler içeren Vizyon 2023 insan hayatını ucuzlatmadan ve doğanın haklarını gasp etmeden ulaşılabilir bir hedef değil, her gün yüzümüze çarpan hakikat bu artık.

Kömür madenleri bir plan dahilinde kapatılmalı, madencilik ve fosil enerji yatırımlarına verilen teşvik kaldırılmalıdır. Kömür madenlerinin kapatılmasını öneren yazarların daha çok nükleer enerjiyi önermeleri, neye kime hizmet ettiklerinin görülmesi açısından kayda değer. Her ölümcül maden kazasında ortaya çıkıp çalışan nükleerci köşecileri hayranlık ve üzüntü ile izliyorum. Yüzyıllık maden ocaklarında güvenlik tedbiri alamayan bu yapının, nükleer santral gibi kazası kitlesel daha büyük ölümlere yol açacak bir sistemi önermelerini açıklayabilecek doğrularım yok benim.
Denetim ve güvenliğin en yüksek düzeyde olduğu ülkelerde bile nükleer kazalar önlenemezken, başta bu ülkeler olmak üzere birçok ülke birer birer santrallerini kapatırken, Türkiye’ye dayatılan 3 nükleer santrali Soma’yı faciaya götüren bu zihniyet ve kurumsal yapı altında inşa etmek daha büyük felaketlere davetiye çıkarmaktır.

Türkiye’nin daha çok elektrik üretmeye değil, ürettiği elektriği daha akıllı kullanmaya ihtiyacı var. Belirli bir süreç içinde %100 yenilenebilir enerjiye geçiş hedeflenmelidir ama buna politik bir tercih denecek şüphesiz ki.
Cinayetler durdurulamaz değil, hepimiz tevekkülü elden bırakmalıyız.

Sennur Baybuğa (BasHaber Gazetesi)

Paşa paşa darbe yapanlardan şaşa şaşa darbe yapanlara – Oya Baydar

Balyoz davası yeniden görülüyor, Ergenekon davasının da sil baştan yargıya taşınmasının eli kulağındadır. İyi: Hukuk işlesin, adalet yerini bulsun, ahlâksız sahtekârlıklar, hak ihlâlleri açığa çıksın, mağduriyetler giderilsin, sap samandan, suçlu suçsuzdan ayrılsın. Ama kimse gelip de “bu memleket bizden sorulur, bizim çizgimize uymayan iktidarları alaşağı etmek hakkımız ve görevimizdir” zihniyetindeki generallerin, askerlerin, tepeden inmecilerin, derin çetelerin misyon sahibi maşalarının demokrasi sütünden çıkmış ak kaşıklar olduğunu anlatmasın bana. Şu yaşıma kadar üç tam (yani başarılı !), iki bastırılmış, bir postmodern darbe; bir e-muhtıra, 2003 öncesinde ve sonrasında bir elin parmaklarından fazla hayata geçirilememiş darbe/müdahale teşebbüsü, hazırlığı, planı duymuş, izlemiş, gözlemiş, kulak misafiri olmuş; (işkencelerde can verenlerin anısı önünde eğilerek, yıllarca, on yıllarca zindanlarda kalmış olanlardan özür dileyerek söylüyorum bunu) hapishanesiyle, işkencesiyle, 12 yıl sürgün yaşamıyla darbelerin tadını kendi çapında tatmış biri olarak bu davaların sanıklarının tümünün iftiraya uğradığına, Cemaat yargısının kurbanı masumlar olduğuna kimse beni inandıramaz, siz de inanmayın.

Zihniyet yargılamasının yanlışlığı, davalar boyunca yaşanan hukuk katliamı, sahte deliller, kesilen cezaların adaletsizliği, vicdansızlığı, hepsi doğru. Öte yandan, bir o kadar maddi delili, kanıtı, bizzat sanıkların beyan, ses kaydı ve yazılarıyla doğrulanan darbe niyetlerini, planlarını yok saymak da bir başka algı operasyonunun ağına düşmek demek.

Suçları sabit katillerin bile salıverildiği Zirve katliamı davasından tutun, gerçek derin çetelerin uzantılarının, faili meçhullerin faillerinin, Hrant Dink’i ölüm götüren sürecin aktörlerinin; 2000’ler başında bayrak, vatan, millet gibi değerleri sömürerek provokasyonlar tezgâhlayanların, toplumun bir kesimini diğerlerine karşı galayana getirerek, istikrarsızlık yaratarak darbelere zemin hazırlama misyonunu yüklenmiş görevlilerin yargılandığı Ergenekon davasına; seminer adı altında yapılan darbe/müdahale jimnastiğine, meşru hükümet düşürüldükten sonra kurulacak darbe hükümetinin belirlendiği Balyoz türü davalara kadar… İnsan hafızası hem unutkan hem de seçmecidir. İstemediğimizi, hoşumuza gitmeyeni, işimize gelmeyeni çabuk unuturuz.

Gerçek darbe heveslilerini, kadrolarını, ideolojik akıl hocalarını, Özel Harpçileri, JİTEM’i, faili meçhulleri, vb. ortaya çıkaracak yeterli ve güvenilir delil de imkân da varken, Türkiye’nin eline geçen bu en önemli demokratikleşme ve sivilleşme olanağını hukuksuzlukla, adaletsizlikle, sahte delillerle, suçsuz ilgisiz insanları mağdur ederek berbat eden; zihniyet yargılamasına ve muhalefeti ezmeye dönüştüren; toplumdaki yarılmayı bugünkü vahim cepheleşmeye taşıyan bu süreçte geldiğimiz yer: gerçek darbe heveslilerinin, vesayetçi kadroların mağdur kahramanlar mertebesine yükseltildiği, derin devletin kalbine varmaktan özenle kaçınıldığı, darbeciliğin aklandığı yerdir. Bu yere, 17-25 Aralık’ta kapana sıkışan AKP’nin, elini yıkamak ve suçu ortağı Cemaat’e yüklemek için orduya kumpas kurulduğu iddiası ve itiraflarıyla varılmıştır. Kumpas varsa, o kumpasta iktidardaki AKP’nin payı, hukuk dışı ideolojik emeller peşindeki “paralel yargı”dan kat be kat fazladır.

Biz darbeciliğe neden karşıydık sahi!
Ergenekon davası başladığında, bu davayı devlet içinde yuvalanmış karanlık odaklara, orduyla bağlantılı derin çetelere, Özel Harp dairesi benzeri yapılara, kafamızın üstünde Demokles kılıcı gibi sallanan askerî vesayete, darbe tehditlerine karşı; demokrasiye, sivilleşmeye, devletin saydamlaşmasına doğru bir adım olacağı umuduyla desteklemiştim. O günlerde yayımlanan “Darbe Görmüş Arkadaşlara Açık Mektup” başlıklı yazının ana fikri, eğer demokrasiyi ve sivilleşmeyi savunuyorsak meşru hükümete karşı darbenin kime karşı kim tarafından yapılırsa yapılsın yanlış olduğu, demokrasiyi sekteye uğratacağı, ülkeyi gerileteceğiydi. Darbeler bize karşı yapıldığında kötü, idiolojik-siyasi hasımlarımıza karşı yapıldığında iyi olamazdı.

O günlerde iktidarda AKP vardı, darbe hevesleri, teşebbüsleri AKP’ye yönelikti. Bu yüzden yazı o sıralarda özellikle vesayetçi ulusalcı sol çevrelerde, asker-sivil devlet ideolojisinin taşıyıcısı siyasî kanatlarda tepkiyle karşılandı. Darbe nereden gelirse gelsin eninde sonunda bizleri, halkı, ülkeyi zarara uğratacağı gerçeğini es geçen “yesinler birbirlerini” tavrı devrimci püritanizm olarak savunulurken meselenin herkes için hak ve özgürlük, herkes için demokrasi olduğu o zamanlar pek kavranamadı. “Dinci, gerici” iktidarın darbeyle devrilmesinin militan demokratlık olduğunu savunanlar bile çıktı.

Bilmem yine budalaca iyimserlik mi yapıyorum ama o günlerden bu günlere demokrasi kavrayışı açısından yol aldık gibi geliyor bana. Artık darbecilik açık açık savunulmuyor. “Bana yönelen darbe kötü, ötekine karşı darbe gerekli” çifte standartı, marjinal gruplar, odaklar ve bizzat darbeciler dışında pek rağbet bulmuyor, siyaseten bile doğru sayılmıyor artık.

İyi de biz darbeciliğe, darbecilere neden karşıydık? Orduya, askerlere düşman olduğumuz için mi? Sadece siyasî etik anlayışımız yüzünden, siyasî ahlak tutarlılığımızı korumak için mi? Tabii ki bu kadar değil. Toplumsal akışı kesintiye uğrattığı, hak ve özgürlükleri kısıtladığı, kendi hukukunu dayattığı, demokrasi kültürünün gelişmesini engellediği, farklı düşünceyi, muhalefeti ezdiği, kendi ideolojik hattını kabule zorladığı, o hatta uygun bir toplum dizayn etmeye çalıştığı için karşı çıkıyorduk askerî darbelere. İktidara gayrı meşru yollardan el koyanların otoriter müdahaleleri, keyfî hukukları, zorla gaspettikleri iktidarı koruma uğruna her türlü muhalefete uyguladıkları baskılar, zorbalıklar yüzünden karşıydık.

Erdoğan iktidarının yaptığı nedir peki?
Yukardaki soruya, kaderlerini ve çıkarlarını Erdoğan’a bağlamış kimileri “devrim” cevabı veriyor. Züccaciye dükkanına girmiş fil gibi herşeyi ezip geçerek, kırıp döktüğünün yerine kendi iktidar ve çıkarlarını koruyacak keyfî uygulama ve yasalar getirerek amok koşusuna cıkmayı, devrim diye pazarlamaya çabalıyor. Oysa devrim, devirmekle sınırlı kalırsa ona yıkım denir. Şu dönemde Türkiye’de yaşadığımız böyle bir yıkım süreci. Erdoğan AKP’sinin siyaseti ise, gün be gün darbe dönemlerini andırıyor. Darbecilik konusunda çifte standart kullanmaya karşıysak, ki ben öyleyim, darbe uygulamalarının sorumluları ister asker, ister sivil olsun fark etmez. Yaşamakta olduğumuz, devleti de ele geçirmiş olan Erdoğan’ın postmodern darbesidir. Dünya ve Türkiye, Hitler’den Mussolini’ye iktidara seçimlerle, halk desteğiyle gelmiş  pek çok darbeci diktatör görmüştür.

“Orduya kumpas kuruldu”, diyerek artık kendisini tehdit etmeyen darbeciliği vesayetçiliği aklamaya doğru dümen kıran AKP’nin darbeci paşalarla, vesayetçi darbeci zihniyetle yakınlaşması, onları bir çeşit korumaya alması da kanlarının uyuştuğunun işaretidir. Paralel yapıdan şikâyet edip kendisine karşı darbe yapıldığı çığlıklarıyla kendi darbeciliğini başarılı algı yönetimiyle engellemeye çalışan AKP, tıpkı bir zamanlar kendilerini devletin aslî sahipleri sayanlar gibi Kırmızı Kitap denilen gizli anayasayı sahiplenmiş, darbeci vesayetçi kadroların rengine bürünmeye başlamıştır. Artık Sevr sendromu, bölünme tehlikesi, vb. kavramlar Erdoğan’ın dilindedir. Artık 28 Şubat’ın Batı Çalışma Grubu modeli yapılanmalara ihtiyaç. parti kapatma tehditleri, bu kadar demokrasinin bu halka fazla olduğu yolundaki söylemler Bakanlar Kurulu sonrasında AKP sözcüsünün ağzından dile getirilebilmektedir.

Geçmişin darbecilerinin, vesayetçilerinin, onların emrindeki derin devlet çetelerinin onlarca yılın uğursuz birikimiyle zenginleşmiş darbe deneyimleri, uzmanlıkları vardı. Onlar paşa paşa darbe yaparlardı. Bunlar ise henüz çaylak, acemi darbeciler. Ötekilerin paşa paşa yaptığını bunlar her adımda şaşa şaşa yapmaya kalkışıyorlar.

Darbeler kimden gelirse gelsin, kime yönelirse yönelsin topluma ve insana zararlıdır diyebilenler; dünkü ayrılıkları bir yana bırakıp bugün bu asgarî noktada birleşebilenler; hangi kesimden olursa olsun darbecilerin kahraman olmasını demokratik namuslarına yediremeyenler, ama’sız demokrasi, gerçek sivilleşme ve özgürlük paydasında buluşanlar, sadece kendileri için değil Türkiye’nin bütün halkları, bütün yurttaşları, bütün kimlikleri için eşit hak, özgürlük ve demokrasi talep edenler, vakit geçirmeksizin demokrasi mücadelesinde biraraya gelmek zorundalar.

Başarabilir miyiz? Nasıl? İşte bütün mesele.

Oya Baydar – www.t24.com.tr

Taşeron işçi 8 yıl süren hukuk mücadelesini kazandı

Taşeron işçi olarak çalıştığı Kocaeli’ndeki bir tersane inşaatında beton pompası hortumunun patlaması nedeniyle 7 metre yükseklikten düşerek felç geçiren Şaban Öztürk’ün(34), 8 yıllık hukuk mücadelesi sonuç verdi.

15...

 

825 bin lira tazminat kazanan Öztürk, Yargıtay’ın onama kararının ardından, firmanın kendisine faizleriyle toplam 1 milyon 650 bin lira tazminat ödediğini bildirdi.

Öztürk (34), yaptığı açıklamada, tersane inşaatına beton getiren bir firmaya ait beton pompasının patlaması nedeniyle 7 metre yükseklikteki inşaattan düştüğünü belirtti. Kazada omuriliği kırılan ve belden aşağısı felç olan Öztürk, “Bacaklarımdan sakat kaldım. Her iki bacağımı kullanamıyorum. Kaza geçirdiğim tarihten beri özürlüyüm” diye konıştu.

Öztürk, hukuk mücadelesinin başlangıcında 2009 yılında avukatı aracılığıyla suç duyurusunda bulunduğunu, kazanın meydana gelmesinde kusuru olan işverenler aleyhine  Kocaeli 4. İş Mahkemesi’nde maddi ve manevi tazminat davası açıldığınıda sözlerine ekledi.

Kuzey Ormanları talanı onu yurdundan etti: Bebek sahiline yüzen yaban domuzu

Bir yaban domuzu yüzerek geldiği İstanbul Bebek’te karaya çıktı. Art arda üç arabanın çarptığı yaralı domuz bir yalının bahçesine saklandı. 3. Boğaz Köprüsü inşaatı sırasında süregiden Kuzey Ormanları’nın talanı yaban hayvanlarına yaşam alanı bırakmıyor. Daha önce de boğazı yüzerek geçmeye çalışan domuz sürüleri ile ilgili bilgiler medyada kendine yer bulmuştu.

18 domuz bebeke yüzdü...

Boğaz’dan yüzerek kıyıya çıktığı tahmin edilen yaban domuzuna, 4 Kasım Salı günü saat 23:00 sıralarında Beşiktaş Cevdetpaşa Caddesi’nde üç kez otomobil çarptı. Yaralanan domuz daha sonra Mısır Başkonsolosluğu’nun yanında bulunan bir yalının bahçesine girdi.

Yoldan geçenler yalının bahçe kapısını kapatarak yetkilileri aradı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi veteriner ekipleri uyuşturucu iğneyle yaban domuzunu vurmaya çalıştı. İki kez uyuşturucu iğneyle vurulan hayvan, Büyükşehir Belediyesi Hasdal Rehabilitasyon ve Veterinerlik Merkezi’ne götürüldü.

Yaban domuzunun denizden geldiğini belirten görgü şahidi Suphi Arıer, “Domuz sahile yakın bir yerden çıktı. Ordan çıktıktan sonra 3 tane araba çarptı. Domuz yaralandı. Yaralanan domuz bahçenin önüne geldi. Vatandaşlar da bahçenin kapısını kapattı. İçeride kalmasını sağladılar. Gazetelerde okuduğumuz kadarıyla 3. köprü inşaatından dolayı ağaçları kesmişler ve kendi doğal yaşam alanı değiştiğinden, doğal ortamı bozulmuş. Oradan yüzerek buraya kadar gelmesi enteresan. Restoranda çalışanlara doğru gelirken çarpmış araba. İnsanlara saldırmaya çalıştı” dedi.

 

 

Tarihi Yedikule Bostanları da rant hırsından nasibini aldı: Kepçe girdi, inşaat tekrar başladı

İstanbul’da Fatih Belediyesi ile Büyükşehir Belediyesi’nin yıkarak yerine park yapmak istediği tarihi Yedikule Bostanları için yeniden tehlike çanları çalıyor. Kocamustafapaşa Dayanışması üyesi Hüseyin Coşkun, belediyenin 15 gündür inşaat çalışmalarına hız verdiğine dikkat çekti.

17 Yedikule Bostanları...

BirGün’den Zeynep Kuray’a konuşan ve park projesine karşı çıkanlardan biri olan Kocamustafapaşa Dayanışması üyesi Hüseyin Coşkun’un ifadeleri 1500 yıldan bu yana kentsel tarım alanı olan Yedikule Bostanları’nda durdurulan park inşaatının son haftalarda kamuoyundan habersiz tam gaz sürdüğünü de ortaya çıkardı.

Hüseyin Coşkun, Fatih Belediyesi’nin tarihi bostanlar yerine park yapacağını ilan ettiğini söyledi. Park projesinin tarihi SİT alanı olan surları da kapsadığını hatırlatan Coşkun, bu keyfi yıkımın açıkça UNESCO sözleşmesine aykırı olduğunu vurguladı.

Bostanların aynı zamanda kentin sebze-meyve ihtiyacını karşılayan kamusal bir alan olduğuna da işaret eden Coşkun,  AKP hükümetinin ‘yenileme yasası’ adı altında tarihi yok etme projelerine karşı herkesi harekete geçmeye çağırdı.

AKP’li Fatih Belediyesi ‘Park projesi’ adı altında 6 Temmuz 2013 tarihinde Yedikule Bostanları’nın 70 metrekarelik alanına dozerlerle giren belediye, bostanları moloz yığınlarıyla kaplayarak ürün veremeyecek hale getirmişti.

(Birgün)