Ana Sayfa Blog Sayfa 3747

Güney Kore Konsolosluğu önünde, “Biber Gazı Yasaklansın” eylemi

Biber Gazı Yasaklansın İnisiyatifi üyeleri Güney Kore Konsolosluğu önünde “Türkiye’ye biber gazı ihracatını durdurmalıdır” talebiyle eylem yaptı.

7.biber gazı yasaklansın

Şişli’deki Güney Kore Başkonsolosluğu önünde toplanan inisiyatif üyeleri ‘Biber Gazı Yasaklansın’ yazılı pankart açtı. Konsolosluk önünde basın açıklaması yapan inisiyatif sözcüsü Selin Tok, Londra ve Seul’deki demokrasi ve insan hakları kuruluşları ile eş zamanlı olarak yaptıkları açıklamayla Güney Kore’ye işkencenin bir parçası olmaması için çağrıda bulunduklarını belirtti.

Ülkemizi yönetenlerin görevi bu can kayıpları ve yaralanmalara bize başvuru olmadı ya da biber gazının boğduğu ispatlanmadı biçiminde demagojik yanıtlar vermek olmamalı. Yönetenler, bu zor kullanım araçları konusunda kapsamlı soruşturmalar yapmak ve ölüm ve yaralanmalara yol açanlar hakkında gerekli cezai soruşturmaları adil bir biçimde sonlandırmalıdır diyen Tok, “Yeni Türkiye’de biber gazının yasaklanmasını ve hiçbir hükümetin Türkiye’ye bu silahları sağlamasını istemiyoruz. Türkiye’ye biber gazı sevkıyatı sağlayan Güney Kore’nin bu sevkıyatı durdurması gerek” şeklinde konuştu

Biber Gazı Yasaklansın İnisiyatifi’nin 2014 yılına dair “Biber gazı Yasaklansın Raporu”na göre, 2014 yılında en az 453 kişi yaralandı, 8 kişi yaşamını yitirdi, 224 gün biber gazı kullanıldı.

(Demokrat Haber)

 

Sökülen gemiler, dökülen hayatlar – Bülent Şık

Bu ülkenin milliyetçisi ve muhafazakârı hakikaten bir enteresan. “Vatanın tek bir karış toprağını kimseye vermeyiz” sözünü dillerinden düşürmezken aynı vatan toprağının toksik kimyasallarla zehirlenmesini ya da erozyonla kaybedilmesini hiç önemsemezler. Bu konularda çıtları çıkmaz nedense.

“Gelecek mi gelmeyecek mi?” diye sorulan soruların ya da ülkemiz karasularına girmesin diye yapılan uyarıların üzerinden daha birkaç gün bile geçmemişken hem radyoaktif ve hem de toksik kimyasal maddeler içeren Kuito isimli devasa gemi Aliağa’daki gemi söküm tesislerinde karaya oturtulup sökülmeye başlanmış bile. Ne hız. Pes doğrusu.

Aliağa’daki gemi söküm merkezi çok ciddi bir kirlilik kaynağı İzmir Körfezi için. Bölgedeki gemi söküm faaliyetlerinin yol açtığı çevre kirlenmesini araştıran Dokuz Eylül Üniversitesi öğretim üyeleri G. Neşer, A. Kontaş ve çalışma arkadaşları, denizden alınan örneklerde ağır metaller ve polisiklik aromatik hidrokarbonların seviyesinin normalden çok daha yüksek olduğunu ve bunun gemi söküm faaliyetlerinin yol açtığı ciddi bir kirlilik olarak değerlendirilebileceğini belirtmişlerdir.

Gemi sökülürken kimyasallar çıkıyor 

Gemi söküm işi denildiğinde aklımıza çok karmaşık işler gelmemeli. Yapılan iş sahile çekilerek karaya oturtulan gemilerin, çoğunluğu deneyimsiz işçiler eliyle ve genelde kaynak makineleri kullanılarak parçalanması. Bu iş esnasında daha önce gemiler inşa edilirken kullanılan tehlikeli ve toksik etkili pek çok kimyasal madde ortaya çıkarak hem işçiler ve hem de çevre sağlığı açısından büyük bir sorun oluşturuyor. Sökülen gemilerden elde edilen metaller tekrar işlenerek ekonomiye kazandırıldığı için önemli bir ekonomik faaliyet olarak görülen ve savunulan bir iş bu. Ama aslında tehlikeli ve toksik etkili pek çok kimyasal çöpün başka ülkelere ihracı söz konusu olan. Dahası, üste para vererek, ton başına 150-200 dolar gibi paralar ödenerek alınıyor bu hurda gemiler.

AB ve ABD’de gemi sökümü yasak

2010 yılı rakamlarına göre dünyadaki gemi söküm işinin yüzde 70’i Hindistan, Bangladeş ve Çin’de yapılıyor. Bu ülkelerden sonra sıralamada Pakistan (%20-22)  ve Türkiye (%4-5) geliyor. Geriye kalan iş ise diğer ülkelerde yapılıyor. Ülkemizde her yıl yaklaşık olarak 200 civarında gemi sökülüyor.

Avrupa Birliği ülkeleri, ABD, Kanada, Japonya gibi ülkeler çevre kirliliğine yol açan bu işi 1980’li yıllarda yasakladı. Akdeniz bölgesinde Türkiye’den başka hiç bir ülkede böyle büyük çaplı gemi sökümü işi yapılmıyor artık.

Yasaklama kararlarının en önemli nedenlerinden biri yapılan işin çevre açısından çok ciddi bir kirlilik kaynağı olması. Diğer önemli neden ise işçilik maliyetlerinin çok yüksek olması. İşin aslı bu iş çevre koruma önlemlerinin yetersiz, işçi sağlığını koruyucu ve iş güvenliğini sağlayıcı önlem ve uygulamaların es geçildiği veya yok sayıldığı ülkelerde yapılıyor artık. Dünyada, sökümü yapılan her bir gemi için en az bir işçinin iş kazası sonucu hayatını kaybettiği belirtiliyor.

Çevre kirleniyor, işçiler ölüyor 

Gemi söküm işinde çalışan işçilerin çeşitli kimyasal maddelere maruz kalmaları nedeniyle sağlıklarının etkilenip etkilenmediğini belirlemeye yönelik çalışmalar benzeri iş kollarında olduğu gibi bu iş kolunda da yapılmıyor. Çalışanların büyük bir kısmının geçici ya da taşeron işçi olması düzenli bir sağlık izleme-değerlendirme faaliyetini olanaksız kılıyor.

Yapılan çalışmalar söküm işi esnasında işçi sağlığı ve güvenliğini sağlamaya yönelik önlemler alındığı zaman bu işin karlı olmaktan çıktığını gösteriyor. Yani işçilerin sağlığı ve hayatı pahasına yürütülebilecek bir iş bu.

Her şey bir yana, ne kadar önlem alınırsa alınsın önceden tahmin edilemeyen durumlar da var. Örneğin iki yıl önce, 22 Mart 2013’de yaşanan fırtına, Aliağa tersanelerindeki parçalanmakta olan gemileri birbirine katmış, gemilerde bulunan yağ ve petrol çamurunu etrafa ve epeyce uzakta olan Çandarlı sahillerine kadar bulaştırmıştı. Kimyasal kirlilik asla yerel bir olay değildir. Mekân hareketlidir. İçinde olan her şey de öyle.

Kimyasallar hareketlidir

Bir mekânı oluşturan veya bir mekânın içinde bulunan her şey gibi kimyasallar da hareket eder. Hava ve su gibi akışkan unsurlar toprağa gömülü ya da toprağın bünyesinde bulunan çeşitli kimyasal maddeleri oradan oraya taşır durur. Canlılar da bu sürecin aktif bir parçasıdır. Mikroorganizmalar toprakta bulunan çeşitli kimyasallarla birlikte zehirli kimyasalları da bünyelerine alır, bu kimyasallar bitkilere, sucul canlılara, kuşlara, çeşitli hayvanlara ve nihayet insana ulaşacaktır.

Besin zinciri herkesi birbirine bağlar. Aslında toprağı, havayı ya da suyu değil kendimizi zehirleriz.

Kuito’da zararlı her şey var

Aliağa’da sökülen Kuito isimli dev gemi yüksek düzeyde radyoaktivite, asbest, poliklorlubifeniller (PCB’ler), kurşun ve kadmiyum gibi ağır metaller içeriyor. Bu kimyasalların tamamı çok zehirlidir. Ama daha önemlisi bu kimyasallar kalıcıdır.  Yani bir kez herhangi bir ortama bulaştıklarında bir daha kaybolmuyor; zehirli etkilerini yıllarca sürdürüyorlar. PCB’ler gibi zehirli kimyasallar kalıcı organik kirleticiler olarak da adlandırılıyor. Bir ortamda kalıcı olmaları hem doğal hayatta yaşayan çeşitli canlılar ve hem de aynı doğal hayatın bir üyesi olan insan için çok ciddi bir tehdit. Tehdit, çünkü bu kimyasallar ortamdan ortama canlıdan canlıya zehirli özelliklerinden hiçbir şey kaybetmeden transfer oluyorlar. Gözden ve gönülden ırakta gerçekleşen bir gemi söküm işinden açığa çıkan kimyasal maddeler ne kadar uzakta olursanız olun er veya geç sofralarınıza gelecektir.

En çok çocuklar zarar görüyor

Çocukların hayatı ve sağlığı ile ilgili can yakıcı sorunlar sadece yoksulluk ve kötü beslenme ile ilgili değil. Çevre sağlığının bozulması ile insanlarda ortaya çıkan hastalıklar arasındaki etkileşimler son yıllarda tıbbi çalışmaların odak noktasında yer alıyor.

Çocuklar çevresel etkilere yetişkinlerden daha duyarlı. Gerek anne karnında ve gerekse doğum sonrasını izleyen büyüme dönemlerinde beslenme yolu başta olmak üzere vücutlarına giren çeşitli kimyasallara karşı daha savunmasızlar. Kimyasalların vücutta metabolize edilmesi, atılması, hormonal sistem veya organ gelişimi üzerindeki etkileri çocuklarda yetişkinlerden daha farklı olmakta. Bu kimyasalların sağlığı bozucu etkileri yetişkinlere kıyasla çocuklarda daha fazla görülmekte. Çocukluk çağında ortaya çıkan bazı hastalıklar ile çevreyi kirletici kimyasallar arasında bağlantı olduğu çeşitli bilimsel çalışmalarda da dile getirilmekte.

Ama yine de önlem almakta veya kötü sonuçlara yol açan bu süreci durdurmakta yetersiz kalıyoruz.

Sorunun ve çözümün bir parçası olmak 

1930’lu yıllarda dünyada kimyasal madde üretimi 1 milyon ton iken bugün 400 milyon tonu aştı. Bu kimyasalların “sadece yüzde yedisi” için güvenilirlik çalışmaları yapılmıştır. Üstelik yapılan o çalışmaların bile yeterliliği sorgulanmakta. Geriye kalan yüzde 93’ünün insana, doğal hayata ve çevre sağlığına ne tür etkileri olduğu hakkında ise hiçbir şey bilmiyoruz.

Meşru şiddetin sınırlarını çizen ve kişinin beden bütünlüğüne saldırıyı tamamen yasaklayan ceza hukuku ölüm saçan endüstriyel faaliyetleri sorgulama ve soruşturma konusunda son derece etkisiz. Dünyanın her yerinde böyle bu. Ve bu durum kolektif bir akılsızlığa değil son derece rasyonel alınan ama sadece dar bir azınlığın çıkarlarını koruyan kararlara dayanıyor. İşin içinde sadece endüstriyel faaliyetleri yürüten şirketler yok. Akademik kurumlar ile kamu politikalarını oluşturma ve uygulama sorumluluğunu taşıyan ulusal ve uluslararası resmi kurumların “gayretli” ve “hevesli” işbirliğini de unutmamak gerekli.

Toksik kimyasalları doğaya salan birbirine eklemlenmiş bu yapı sonuçta herkesin zarar göreceği apaçık olmasına rağmen bu tehlikeli görevi meşrulaştırıyor. Hiç kimseye bir şey sorulduğu ya da rızasının alındığı yok oysa. Doğadaki biyolojik türlerin sayısında dramatik azalmalar olması, toksik kimyasallarla ilişkili olduğundan kuşku duyulan belirli bazı hastalıkların toplumda görülme sıklığının artması, çocukların sağlığının bozulması gibi durumun vahametini gösteren bu liste uzatılabilir.

Asbestin yasaklanması yıllar aldı

Peki, çözüm nerede aranmalı? Bu soruya kestirme bir yanıt vermek zor olsa da ve üstelik bireysel değil kolektif eyleme geçmenin gerekli olduğu bir zamanda bir araya gelme becerimizin sürekli aşınması her şeyi zorlaştırsa da çözümün akademik veya kamu adına iş gören kurumlardan gelmeyeceğini fark etmek önemli.

Bu konularda geçmişte olan bitene bakılırsa mevcut durumda bir değişiklik sağlamanın çok kolay olmadığı görülüyor. Örneğin gemi söküm işlerinde en çok açığa çıkan kimyasal maddelerden biri olan asbestin kansere neden olan bir kimyasal olduğunu gösteren kesin kanıtlar ortaya konulmasına rağmen yasaklanması için yine de onyıllarca mücadele etmek gerekmişti.

Milyonlarca insan asbeste maruz kaldığı için öldü. Ama yasaklanması karşı çıkılamaz tıbbi kanıtlar nedeniyle değil yapılan ısrarlı ve kararlı politik mücadeleler sonucu oldu. Bunu unutmamamız gerekiyor. Bir arada yaşama ve bir araya gelme yetimizin de yok olmadığını ve hâlâ içimizde bir yerlerde durduğunu hatırlamamız da. Daha iyi bir hayatı talep etmeliyiz. Herkes için.

Bülent Şık – Bianet.org

4 adalet olmadan olmaz…- Saruhan Oluç

İktidarda 13 yıldır bir parti var, adında ‘adalet’ kavramı geçiyor. 60’lı ve 70’li yıllarda çeşitli hükümetlerde de adında ‘adalet’ kavramı olan bir parti bulunmuştu. Hem o yıllarda hem de bugün, Türkiye’de ‘adalet’ en çok konuşulan, ama eksikliği en fazla hissedilen bir konudur. İster güncel konular isterse tarihsel meseleler olsun, karşılaştığımız sorunların çoğu adaletsizlik ve bunun yarattığı eşitsizlikten kaynaklanıyor.

Çünkü bir ülkede,

* Herhangi bir etnik, dinsel ve cinsel farklı kimlik dışlanıyorsa, aşağılanıyorsa, yok sayılıyorsa, ayrımcılığa uğruyorsa, orada tanınma adaleti yoktur.

* Kapitalist sömürünün yarattığı yoksulluk, gelir eşitsizliği, işsizlik ve bölgesel eşitsizlik varsa, orada iktisadi adalet yoktur.

* Siyasal alanın çoğulculuğunun önünde yasal, anayasal, fiili ve kültürel engeller varsa, demokratik işleyiş gerçekleşmiyorsa, siyasal katılım eşitsizliği yaşanıyorsa, yerelin yetkilerinin artırılması merkezin yetkilerinin ise azaltılması, yerinden yönetimin geliştirilmesi söz konusu değilse, orada katılım adaleti yoktur.

* Sermaye egemen kalkınma ve büyüme anlayışı ile doğa ve canlı yaşamının sürdürülebilirliği tehdit altındaysa, ekosistemde ağır bir tahribat yaşanıyorsa, orada çevre ve iklim adaleti yoktur.

Bu 4 adalet yoksa, toplumsal adalet de yoktur. Toplumsal adalet yoksa, demokrasi de yoktur. Çünkü toplumsal adalet özgürlükçü, eşitlikçi, ekolojist ve demokratik bir siyasetin yön verici ve düzenleyici ilkesidir. Türkiye’de toplumsal adaletin sağlanması için, 4 alandaki adaletsizliğin ve eşitsizliğin giderilmesi gerekiyor. Mücadelenin bu konulara yoğunlaşması, yasal ve anayasal düzenlemelerin, gündelik siyasal, ekonomik, sosyal, kültürel ve ekolojik taleplerin bu çerçevede şekillenmesi, ele alınması gerekiyor.

Ekmek, kimlik, su ve söz mücadeleleri aslında 4 adalet mücadelesini de tanımlar. Ekmek mücadelesi, iktisadi alandaki eşitsizlik ve haksızlıkları, emek alanındaki bütün sorunları kapsar. Kimlik mücadelesi, farklı halkların, inançların, anadillerin, kültürlerin tanınma adaleti taleplerini içerir. Su, yaşamsal önemdedir, iklim ve çevre adaletinin en temel konularından birisidir. Söz ise hem ifade ve düşünce özgürlüğünü hem de halkın kararlara katılım mekanizmalarını, yerel demokrasinin ve yerinden yönetimin temel yaklaşımlarını içerir.

Bugün Türkiye ve Kürdistan coğrafyasında 4 adalet mücadelesini, kimlik, emek ve ekoloji eksenlerinde sürdürme kararlılığına sahip olan, bu anlayış ve perspektifle hareket eden siyasal özne HDP’den başkası değildir. Bu nedenle seçimlerde ne yapalım diye düşünenler, toplumsal adalet mücadelesinde HDP’nin vazgeçilmezliğini görmelidir. Tarihsel bir dönemeçteyiz. Şu ya da bu nedenle AKP veya CHP’ye oy verenler, bugünün en önemli ihtiyacının toplumsal adalet mücadelesini sürdüren HDP’nin mutlaka güçlü bir biçimde merkezi yönetim mekanizmalarında, Meclis’te yer alması gerekliliğini görmelidir. Kimlik kavramı, tanımı ve tanınması; çoğulcu, demokratik, eşit ve yasal güvenceli çözüm ve barış; demokratik siyasetin tanımlanması; demokratik çözümün gerçekleşmesi; anayasal ve yasal düzenlemelerin yapılması; vatandaşlık tanımının özgür ve farklılıkları eşitleyen bir anlayışla şekillenmesi; kültürel çoğulculuk ve özgürlüğün yeşermesi ancak böyle gerçekleşebilir. Aksi yaklaşım, düzenin iki payandasından birisinin peşine takılmaktan başka bir sonuç yaratmaz. Kimlik, ekmek, su ve söz hakkı birbirinden koparılamaz bir bütünlük içindedir. Bunlar ayrıştırılırsa, toplumsal adalet gelişmez. Toplumsal adalet olmazsa, demokrasi ve eşitlik olmaz…

Saruhan Oluç – özgür gündem

Yeşiller Sol’un seçim manifestosu, “Barışa ve Umuda şans ver!”

Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi genel seçimler ile ilgili manifestosu,”Barışa ve Umuda şans ver!”i yayınladı.

44

Yeşiller-Sol’un HDP ile birlikte seçimlere gireceğinin belirtildiği “Başka bir dünyanın mümkün olduğuna inanan, alternatif bir düzene dair umudu olan herkesi HDP’ye oy vermeye çağırıyoruz” mesajının aktarıldığı seçim manifestosunun tam metni şu şekilde;

BARIŞA VE UMUDA ŞANS VER!

Yolsuzlukların, otoriterleşmenin, savaşların gölgesi altında bir seçim dönemi başlıyor.

Hemen yanı başımızda gerçekleşen acımasız savaş, Ortadoğu halklarının yüz binlercesinin canına mal oldu, milyonlarcasını yerinden etti, belirsiz bir geleceğin kucağına bıraktı. Bu süreçte, bölgeye olan coğrafik, politik ve sosyolojik yakınlığımız, Türkiye’nin bölgede yaşanan acılara kulağını tıkayamayacağını bir kez daha gösterdi. Eski düzenin rejimleri bu acımasız ve sonu olmayan savaşta başat rol oynarken kendi çıkarları için silahlarla bu ateşe odun taşıyan bazı güçlerin marifeti ile de IŞİD vahşeti ile karşılaştık.

Türkiye, Ortadoğu’da barışın inşasında rol oynamak yerine AKP’nin sorumsuz dış politikasının sonucunda kontrol edemeyeceği bir felaketin parçası haline geldi. Ortadoğu’yu kendi meşrebince tasarlama hülyasına kapılan Hükümet, bölgenin dengelerine ve halkların beklentilerine hiç aldırış etmeksizin silahlı şeriatçı güçleri destekleyerek hem bölgede hem Türkiye’de gerilimleri derinleştirdi.

IŞİD vahşetine son olarak tanık olduğumuz Kobane’de, hükümetin izlediği politika, bir yandan IŞİD terörüne karşı Türkiye toplumunu da savunmasız bırakırken diğer yandan Türkiye’nin başat sorunlarından biri olan barış sürecini de tehlikeli sulara itti.  Sınırla belirlenemeyecek kader ortaklığı olan bir toplumun vicdanını ve kendi tutumunun sonuçlarını göremeyen AKP hükümeti hem içerde hem dışarıda izlediği politikalar ile içeride yurttaşların güvenini, dışarıda Türkiye’nin itibarını zedeleyerek başarısız oldu.

Bu tabloya neden olan, kendi kontrolü ve isteği dışında bir iradeyi tanımayan bu akıl, şimdi de demokratik güvencelerden bağımsız bir şekilde daha fazla otoriterleşmenin yolunu açacak başkanlık sistemini topluma dayatıyor. Hala darbe anayasasının %10’luk barajı ile bir demokrasi ayıbının yaşandığı, her türlü örgütlenme, temel hakların ve özgürlüklerin kısıtlandığı, güçler ayrılığı ilkesinin fiili olarak hiçe sayıldığı, katılımcılık ve şeffaflık ilkelerinin lafının edilmediği böyle bir ortamda başkanlık sisteminin ne manaya geleceğini iyi biliyoruz.  Sürdürülemez bir ekonomi sistemi ile doğa yıkımının yaşam alanlarını tehdit ettiği, toplumda kimliklerinden ve inançların dolayı yurttaşların ayrımcılığa uğradığı ve bu ayrımcılığın devletin politikaları ile sistematikleştirildiği, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin çalışma ve sosyal haklarda ayrımcılığı derinleştirdiği, güvencesiz ve adaletsiz çalışma koşullarının örgütlenme hakları da kısıtlanarak emekçilere dayatıldığı, her gün bir yenisinin eklendiği cinayetler ile kadınların, işçilerin ve LGBTİ bireylerin yaşam hakkının ellerinden alındığı bu düzende, bu anlayışta başkanlık saltanatlıktır.

Bütün dinlerde, dillerde, kültürlerde, evrensel değerlerde kutsal olan yaşama inancımızla diyoruz ki

1.      Ortadoğu başta olmak üzere demokrasinin ve eşitliğin temele alınacağı barıştan yana bir dış politika için,

2.      Yolsuzluklarla, yozlaşmalarla kirlenmiş devlet aygıtlarının yerine şeffaf ve demokratik bir düzen için,

3.      Tek dil, tek din, tek kimlik anlayışına karşı tüm kimliklerin eşitliği temelinde cinsiyet, cinsel yönelim, din, dil, ırk ayrımı yapmayan çoğulcu ve özgür bir toplum için,

4.      Merkezi bir yönetim anlayışına karşı yerinden, yerelden, katılımcı, müzakereci ve çoğulcu bir demokrasi için,

5.      Dogmalarla, baskılarla ve dini ideolojilerle şekillendirilen eğitim yerine anadilinde, laik,  bilimsel ve çoğulcu eğitim için,

6.      Doğa yıkımına karşı tüm canlı yaşamının savunulması için,

7.      Tüketime ve canlı sağlığını tehdit eden fosil yakıtlara dayalı bu ekonomi yerine iklimle barışık bir politika için,

8.      Bu toprakların kadim halklarının eşit yurttaşlık temelinde haklarının teslim edilmesi, yurttaşların farklılıkları bir arada yaşadığı adil bir düzenin inşası için,

9.      Kadının eşit ve özgür olduğu bir toplum ve siyaset düzeni için,

10.  LGBTİ bireylerin ayrımcılığa uğramadığı onurlu, özgür ve eşit bir yaşama kavuşabilmeleri için,

11.  Engellilerin eşit yurttaşlık temelinde haklarının teslim edilmesi ve gerekli yapısal reformların yapılması için,

12.  Gençlerin eğitim ve çalışma koşulları nedeniyle gelecek kaygısı duymadığı, söz ve temsil haklarının toplumda ve siyasette yer bulması için,

13.  Emekçilerin ekmek peşinde ölmediği, adil bir ücret ve çalışma koşulları için,

Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi olarak HDP ile birlikte seçimlere giriyoruz.

Başka bir dünyanın mümkün olduğuna inanan, alternatif bir düzene dair umudu olan herkesi HDP’ye oy vermeye çağırıyoruz.

Gelin ortak geleceğimiz için önümüze konulan bu barajı beraber yıkalım.Yeni yaşam çağrısında ifadesini bulan doğadan, emekten ve insandan yana demokratik, adil, özgür ve eşitlikçi bir düzeni beraber kuralım.

Beraberce barışa ve umuda şans verelim

Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi
Merkez Yürütme Kurulu

(Yeşil Gazete)

Adana’da “Zehirsiz Ev” atölyesi

Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi Adana Temsilciliği tarafından organize edilen “Zehirsiz Ev” atölyesi haftasonu (7-8 Şubat) Adana ‘da düzenlendi.

30

Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği gönüllülerinden ve www.zehirsizev.com adresinin sahibi Mercan Uluengin zehirsiz ev fikrini ilk sekiz yıl önce anne olduğunda düşünmeye başlamış.

Asıl mesleği reklamcılık olan ve mesleğini icra etmeyen Mercan bu işi de tamamen gönüllü yapıyor. Marketlerden satın aldığımız onlarca temizlik ve bakım ürününün bizleri ve evlerimizi zehirlediğini söyleyen ve bu etkileri olabildiğince azaltmak için çalışmalara,  araştırmalara ve denemelere başlayan Mercan, 3 yıl önce de zehirsizev.com u kurmuş.

Aslında tamamen zehirsiz bir evin mümkün olamayacağını, bu yaptığının her gün kullandığımız ürünlerden zehirli maddeleri eksiltme girişimi olarak tanımlıyor yaptığı işi.

Biz katılımcılar da ilk gün boyunca evimizde nasıl daha dikkatli oluruz ve neler yapabilirizi sorgulayıp Mercan’dan yeni tarifler öğrendik. 2. Gün ise daha kapsamlı bir çalışma içerisine giren gönüllüler uygulamalı olarak kendileri için zehirsiz temizlik  malzemeleri yaparak öğrendiklerini daha fazla kişiye  aktarma sözü verdiler.

Tarifler için www.zehirsizev.com web sayfasını ziyaret etmek mümkün.

 

Haber: Büşra Güder

(Yeşil Gazete)

Vicdani retçi Mehmet Tarhan’a hapis

Sivas Askeri Ceza Mahkemesi, vicdani retçi ve LGBTİ aktivisti Mehmet Tarhan hakkında 15 ay hapis cezası ve 9 bin TL para cezası verdi. Sivas Askeri Ceza Mahkemesi’nin bugün verdiği karar ile birlikte Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Mehmet Tarhan’ın başvurusu sonucu Tarhan’ın haklarının ihlal edildiği kararı dikkate alınmamış oldu.

40

Kararı KaosGL.org’a değerlendiren Tarhan, “Sivas Askeri Ceza Mahkemesi bu kararla birlikte hem Anayasa’yı hem de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararını tanımadığını göstermiş oldu. Karara ilişkin Yargıtay’a gideceğiz” dedi.

Tarhan, 2001 yılında askerlik yapmayı reddetmiş ve vicdani reddini açıklamıştı. 2005 yılında ise zorla askere alınmış, hakkında “emre itaatsizlik”ten iki ayrı dava açılmış, askeri hapishanede tutuklu bulunduğu süreçte kötü muameleye maruz kalmıştı.

Tarhan askerlik yapmayı reddetmesine rağmen, eşcinsel kimliğinden ötürü Anayasa’ya ve AİHM’e aykırı bir şekilde fiziksel muayeneye sokulmak istenmişti.

25 Mayıs 2005 tarihli bir tutanağa göre, Tarhan’ın saç ve sakalının kesilmesine karşı çıkması sonucunda yedi asker tarafından zor kullanılarak saç ve sakalı kesilmiş, Tarhan o gün yedi veya sekiz asker tarafından yere yatırıldığını ve üstüne çıkılarak saç ve sakalının kesildiğini, bundan dolayı vücudunun çeşitli bölgelerinde bereler, sıyrıklar ve ağrılar meydana geldiğini ifade etmişti. Tarhan, aynı tarihte yirmi sekiz gün sürecek bir açlık grevine başlamıştı.

Tutuklu kaldığı süreçte yaşananlar ve vicdani ret hakkına ilişkin Tarhan’ın AİHM’e yaptığı başvuruda ise AİHM düşünce, vicdan ve din özgürlüğünün demokratik bir toplumun temellerinden olduğunu belirterek, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ihlal edildiğine karar vermişti.

AİHM, Türkiye’yi 10 bin Avro tutarında manevi tazminat cezasına çarptırmıştı.

(Kaos GL)

Okinawa’ya kar bu sene Fukuşima’dan!

Okinawa, Japonya’nın en güneyi ve en sıcak bölgesidir. Yıl boyunca hava sıcaklığı hiç 18 derecenin altına düşmez. Karı sadece yılda bir kez paketten çıkan bir şey olarak görseler de, her çocuk gibi Okinawa’daki çocuklar da kar sever. Okinawa eyaletinin merkez ili Naha’ya her yıl Japonya’nın en kuzey bölgesi Hokkaido’dan kar gönderilir. “İyi Niyet Elçileri” eliyle teslim edilen kar, Okinawa’lı çocukların da kardan adam yapmanın, kar topu oynamanın zevkine varmasını sağlar.

Fukuşima’dan hediye

Fukuşima'danhediye karla çocuklar eğleniyorFakat bir değişiklik var, bu senenin “iyi niyet elçileri”  Fukuşima’dan geldi. 6.sınıftan 2 çocuk 6 şubat günü Naha Shikinaen İlkokulunu ziyaret ederek Fukuşima’dan getirdikleri “kar” hediyesini sundu. Yaklaşık 120 çocuk kar paketini açtıkları gibi kar topu oynamaya, kardan adam yapmaya başladı, kuzey eyaletlerdeki çocuklar kadar eğlendi.

Ayaklarını karın içine hapsedip soğuğa dayanıklılığını ölçmeye çalışan 12 yaşındaki Masane, bu şekilde daha güçlü olabileceğini umuyor ve heyecanla “Okinawa’da kar yağmadığı için karla oynamak çok garip” diyor. Rinna adında 11 yaşında bir kız öğrenci ise “Ocak ayında Şekerkamışı elçisi olarak Fukuşima’ya gönderilmiştim, o zaman orda kar topu oynamıştım” diye söylüyor.

Fukuşima’dan gelen İyi Niyet Elçileri, 12 yaşındaki Hanako  ve Daiki ise Fukuşima’nın 1 metre karla kaplı Inawashiro ilçesinden geldiklerini söylerken Okinawa’lı çocukların karla bu kadar oynamalarına şaşırdıklarını “umduğumuzdan daha da aşırı bir mutluluk yaşıyorlar,  inanamıyoruz” şeklinde ifade ediyor.

4 yıldan beri her gün 400 ton radyoaktif atık su

Çocuklara bu sene karın gönderildiği Fukuşima eyaleti, 11 Mart 2011 yılında Fukuşima’da şiddetli depremin sebep olduğu nükleer santral kazasının yaşandığı bölge. Nükleer kaza sonucunda ölenlerin ayrı bir tasnifi yapılmadığı için radyasyondan ölenler dahil bugüne toplam kaybın 20 bin kişiye yakın olduğu biliniyor. Kazadan sonra çocuklarda tiroit kanseri kazanın öncesinde milyonda bir görülürken artık, 3000 çocukta bir rastlanan hastalık haline gelmiş durumda. Bugün kazanın üstünden 4 yıl geçmiş olmasına rağmen halen daha bir reaktörden 400 ton radyoaktif su okyanusa akıyor. Nükleer santraldeki reaktörün yakıtı olan Nükleer yakıt çubuklarının, sürekli olarak denizden çekilen suyla soğutulması gerekir, dolayısıyla patlamamanın olduğu reaktörün içindeki yakıt çubuklarını soğutan suyun atmosfere karışması, yağmur ve kar olup karasal radyoaktiviteye sebep olması da önlenemez, soğutma suyu çekildiği kaynağa geri akıtılmak suretiyle devir daim ettirilmek zorundadır. Kazadan bugüne kadar yağmur suyu 43 milyon ton radyoaktif toprak karışımı katı atık meydana getirmiştir.

Bu uygulama, Fukuşima’nın radyasyon gerçeğini unutturmaya çalışmalarına çocukları katmaya devam ettiğini gösteriyor. Geçen sene de çocukların Fukuşima’da pirinç tarlalarında fotoğrafları çekilmişti.

(Yeşil Gazete, Nükleersiz.org, Okinawatimes)

BBC’den trans temalı romantik komedi

Çekimlerine başlanan “Boy Meets Girl” (Oğlan Kızla Tanışır) adlı yapım, BBC’nin trans meselelerine odaklanan ilk komedi dizisi olacak.

36 Boy-Meets-Girl

26 yaşındaki Leo ile 40 yaşındaki Judy arasında gelişen aşkı konu alan dizide Judy adlı trans karakteri yine bir trans olan oyuncu ve komedyen Rebecca Root canlandıracak.

Dizinin senaryosu, trans karakterlerin komedide olumlu biçimlerde temsil edilmesi için BBC tarafından düzenlenen Trans Komedi Ödülü’nün 2013 yılındaki sahibi Elliott Kerrigan’a ait.

Dizinin baş yapımcısı Sophie Clarke-Jervoise, dizi için trans toplumuna danıştıklarını anlatıyor:

“Zorlanıyoruz çünkü diziyi doğru bir şekilde yapmak istiyoruz. Trans toplumunun tavsiyelerini aldık ama genel olarak çok ilginç oldu. Sitcom’daki karakterler için bir transla hiçbir şekilde ilişki kurmamış bir ailenin bakış açısını topluyoruz. Yani terminolojiyi bilmiyorlar, umuyoruz ki onlar öğrenirken izleyici için de eğitici bir süreç olacak”

(Kaos GL)

İç Güvenlik Paketi’ne yeniden erteleme

Geçen hafta Meclis gündemine getirilmesinden vazgeçilen ve bu haftaya ertelenen “İç Güvenlik Yasa” tasarısı bir kez daha ertelendi.

36 iç güvenlik paketi

Paketin Meclis genel kuruluna getirilip getirilmemesi için TBMM Danışma Kurulu toplandı. Toplantısı sonrasında yapılan açıklamalarda paketin bu hafta da görüşülmeyeceği, gündeme uluslararası sözleşmelerin alınacağı belirtildi. AKP Grup Başkanvekili Ahmet Aydın da, iç güvenlik paketinin bu hafta görüşülmeyeceğini teyit etti.

Polise doğrudan öldürme yetkisi veren ve Emniyet Genel Müdürlüğünün yapısında büyük değişiklikler yapması beklenen tasarıya ilişkin yapılan ittirazları, AKP Grup başkanvekili Mustafa Elitaş ‘vatan hainliği ve ajanlık” olarak nitelendirmişti.

İstanbul’da avukatlar Mecliste görüşülmesi planlanan tasarıya karşı 15.30’da Çağlayan’da bulunan İstanbul Adalet Sarayı’nda biraraya gelerek bir günlük adalet nöbeti tutacak. Konuyla ilgili yazılı açıklama yapan İstanbul Barosu Başkanı Ümit Kocasakal, tüm avukatları “Adalet Nöbeti” tutmaya davet etti. “Hukuk silah, polis yargı olamaz” sloganıyla yola çıktıklarını belirten Kocasakal, 81 ilin Baro Başkanı’na ve 33 binin üzerindeki İstanbul Barosu avukatlarına çağrıda bulundu

Gelecek hiç gelmedi…- Niyazi Kızılyürek

Şubat başlarıydı, tıpkı bugün gibi. Tek fark, 51 yıl önce olmasıydı. Etnik çatışmalar adanın bütününe yayılınca, başkaları gibi biz de göç etmek zorunda kalmıştık. Köyde çatışma olduğundan değil ama komşu köy Aysozomonos’ta yaşanan “talihsiz olaylar” Bodamyalı köylüleri de tedirgin etmişti. Aysozomonos Kıbrıs’ın genelinde baş gösteren etnik şiddetin adeta mikro-kozmosu gibiydi. 21 Aralık 1963 tarihinden önce bir Kıbrıslı Türk çoban sürüsünün başındayken “kayboldu” ve bir daha geri gelmedi. 1963 yılının sonunda etnik çatışmaları başlayınca, kaybolan çobanın intikamını almaya karar veren bir kaç Kıbrıslı Türk genç, su motorunu çalıştırmak üzere köyün yakınlarına gelen Kıbrıslı Rum polislere ateş ettiler. İki kişiyi öldürdüler, üçünü kişi yaralı olarak olay yerinden uzaklaştı. Bunun üzerine, civar köylerden gelen ve “Türklerin devlete karşı isyan ettiğine” inandırılan yüzlerce Kıbrıslı Rum Aysozomonos köyüne baskın düzenlediler. Altı Kıbrıslı Türk’ü öldürdüler. Artık bölgeye korku hâkim olmuştu ve bu korku ortamında Bodamyalı Kıbrıslı Türkler çareyi köylerini terk etmede bulmuşlardı. Bunda elbette Kıbrıslı Türk milliyetçilerin de payı vardı. Adayı bölmek ve Kıbrıslı Türkleri ayrı bölgelerde toplamak için uğraşan Kıbrıs Türk liderliği çatışmaları Taksim için bir fırsat sayıyordu. Kıbrıs Rum yeraltı örgütlerinin “itmesine” TMT’nin “çekmesi” de eklenince, binlerce insan yerinden yurdundan olmuştu. Yıllar sonra, Kıbrıslı Rumlara ateş ederek bölgede çatışmaların başlamasına neden olan Kıbrıslı Türklerden biriyle sohbet etme imkanı bulduğumda derin bir pişmanlık içinde olduğunu görecektim. Fakat insanın ölüm gibi bazen tarih karşısında da çaresiz kaldığını da…

1964 yılının Şubat ayında binlerce Kıbrıslı Türk gibi, dünyaya “Barış ve Cumhuriyet” çocuğu olarak gelen ben de köyümü terk ederek ailemle birlikte gittiğim Luricina’da vurulan cumhuriyetin mülteci çocuğu olarak yaşamaya başlayacaktım. İlginçtir, bu göç esnasında insanlar koşar adım doğup büyüdükleri yerleri terk ederken hayvanlar garip bir direnç gösteriyordu. Meralarını terk etmemek için adeta can havliyle direniyorlardı. Köyün teşkilat komutanı daha sonra bana bu konuyu hikâye ederken hala şaşkınlık içindeydi: “insanları kolayca götürmüştük ama hayvanları götürmek çok zor olmuştu.”

Bodamya’dan Luricina köyüne çoluk-çocuk, kadınlar ve yaşlı erkekler birlikte yürüdük. Eli silah tutan genç adamlar hayvan sürülerini önlerine katarak ayrı bir mecradan köye ulaşacaklardı. Dört-beş kilometrelik bir yürüyüşten sonra Luricina’ya vardık. Bu, benim küçük ayaklarımla yaptığım en büyük yolculuk oldu. Kat edilen mesafe dört-beş kilometre olsa da, gerçekte bu çok daha uzun bir yolculuktu. Yola çıktığımız gün doğduğumuz yerlere bir daha dönmeyeceğimizi düşünen var mıydı bilmiyorum, ama oraya bir daha hiç dönmedik. “Cumhuriyet ve barış çocuğu” olarak dünyaya geldiğim Kıbrıs’ta bundan böyle parçalanmış mekânlar ve zamanların çocuğu olarak yaşayacaktım ve “Kıbrıs Sorunu” ile büyümek, büyümek, büyümek zorunda kalacaktım. “Yolculuk” hala bitmedi. Bu satırlar yazılırken “yolculuğum” yarım asrı geçti. Ve hala devam ediyor… Bu deneyim, dönüp gidecek yerleri olmayan insanların durmadan “yürümek” zorunda olduklarını bana genç yaşımda öğretmiş oldu. Bir de, eğer aramaya değer bir şey varsa, onu geçmişte değil gelecekte aramayı… Belki bu yüzden hiç bir zaman nostaljiye kapılmadım. Hep geleceğe baktım. Fakat gelecek de hiç gelmedi…

Tepelerle çevrili Luricina köyüne ulaştığımızda bizimle aynı kaderi paylaşan başka köylerden insanların da oraya yığıldığını gördüm. Komşu Dali, Aysozomonos, Petrofan ve Goşşi gibi köylerinden Kıbrıslı Türkler, tıpkı Bodamya köylüleri gibi Luricina’nın kapılarına dayanmışlardı. Herkes sığınacak bir yer arıyordu. Luricina halkı evlerinin kapılarını mültecilere açıyor, büyük bir gayret içinde köylerine gelen “davetsiz misafirleri” en iyi şekilde ağırlamak için çırpınıyordu. Gruplar halinde farklı evlere dağıtılmıştık. Köyümüzden ayrılırken yanımıza eşya filan alamadığımızdan her şeyin yokluğunu hissediyorduk. Bir iki hafta sonra annem İngiliz askerlerinin koruması altında Bodamya’ya gidip evimizden bazı eşyalar alarak geri geldi. Morali müthiş bozulmuştu. Meğer biz evimizden ayrılır ayrılmaz yağma başlamış, kim ne bulmuşsa kaldırmıştı. Yine de bir miktar ev eşyasıyla dönmüştü. Yıllar sonra annemin Kıbrıslı Rum komşusu ile konuştuğumda, “annen eşyalarını kamyona yükleyip ayrılmaya hazırlanırken üzüntümden kapıyı açıp dışarıya çıkamadım” demişti. Duyduğum bu samimi sözcükler bana iradesiz sevgi sözcüklerinin marazdan başka bir şey üretmediğini düşündürdü. Tıpkı iradesiz içtenliklerin insanları ileriye taşıyamadığı gibi… Evet, Şubat 1964’tü. Yarım asır önceydi…“Hey, orada biri var mı, müzakereler ne zaman başlayacak…??

Niyazi Kızılyürek – yenidüzen.com