Ana Sayfa Blog Sayfa 3738

Renkli, Bekar ve Uyarılmış Salatalar

Kültür ve sanat tek başına döndürmüyor diye düşünüp, yemek tarifi yaparak ek iş yapmak istedim, efendim. Bendeniz, yalnız yaşıyorum. Sağlıklı beslenmeye çalışıyorum. Tuz ve karbonhidratı (bira hariç!) cozutmadıkça neredeyse hiç kullanmıyorum. Hızlıca çıkarılabilecek öğünleri hazırlamayı seviyorum.

YASAL UYARI: TAKİP EDEN PARAGRAF KİMİ VEJATARYEN VE VEGANLAR İÇİN UYGUN OLMAYABİLİR

Hem etçil hem otçul besleniyorsanız, söz konusu sağlıklı protein olduğunda ilk önerilen genelde balık olur. Ama balığı almak bir dert, saklamak ayrı dert, kılçığı başka dert, ızgara ettiğinizde kokusu ise bambaşka bir derttir. Yalnız ve bekar insanlar hele ki çok açsalar dertli işlerden genellikle kaçınırlar…

YASAL UYARI: TAKİP EDEN PARAGRAF KİMİ PROSES EDİLMEMİŞ YİYECEK TÜKETENLER İÇİN UYGUN OLMAYABİLİR

Bunun için ne yazık ki konserve balık tek adres olarak kalıyor geriye. Konserve aldın yiyorsun da tarif bunun neresinde diyenleriniz olabilir. İzah edeyim, konserve balığımıza onu renklendirecek bir salata ile eşlik ettim. Şimdi size bu tarifimi aktarayım.

YASAL UYARI: HALA TAKİP EDEN KALDIYSA İŞBU PARAGRAF VE SONRASINDA TARİF BİLGİLERİ SUNULACAKTIR

1 adet köy biberinin tepesini kesip içini boşaltıp halka şeklinde doğruyoruz. İnce bir pırasadan bir parmak uzunluğunda kesip çok ince doğruyoruz. Avcumuza doldurup ufalama hareketi yaptığımızda küçük halkalar halinde dökülüyor. Taze soğana göre çok daha güzel bir baharı var pırasanın. Yeşil rengi, bir tutam maydanoz, beş altı yaprak taze nane ve birkaç yaprak göbeği doğrayıp karışıma dahil ederek zenginleştiriyoruz.

Kırmızı renkler için, orta boy bir kırmızı lahanayı rendeden geçirerek ekliyoruz. Kırmızı lahana kansere karşı önerilen bir besin. Orta bir boy domatesi ince doğradıktan sonra sumak ile kırmızı renkleri bitiriyoruz.

Baharatlar için çok az kimyonun yanı sıra, çok çok az rezene ve ince yaprak dağ kekiğini değirmenden geçirerek kulladım. Aromalı güzel bir Antakya zeytinyağı ile lezzet kattım. Bir çorba kaşığı zeytinyağı 100 kcal’den fazla enerji içeriyor. O nedenle eli ayarda tutmakta fayda var. Ama öte yandan salatada eksik etmemek lazım çünkü vitaminler suda değil yağda çözünüyor. Son olarak yarım limon ile sosu tamamladık. Ben bu sefer koymayı unuttum ama Worcestershire sosu balık-salata ikilisi için harika oluyor.

Hızlı bir öğün için Yurt’un uskumru konservesini öneririm. Aşağıdaki şekilde de sundum. Yanında Beypazarı maden sodası tercih ettim. Son yapılan araştırmalarda bir çok ünlü soda markasında nitrit tespit edildi. Bu ara bileşik sağlık için tehlikeli. Beypazarı emniyetli tercihlerden biri.

6

Salatayla ve barışla kalın…

YASAL UYARI: DAĞILABİLİRSİNİZ! DAĞILMADIĞINIZ TAKDİRDE TOPLANTI VE YÜRÜYÜŞ KANUNUNUN İLGİLİ HÜ…

 (Yeşil Gazete)

Silahlı mücadelenin sonu? – Cuma Çiçek

21-22 Şubat tarihlerinde Barış Meclisi ve İstanbul Ticaret Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nün işbirliğiyle “Çözüme Doğru Konferansı” (konferans programı için link) gerçekleşecek. Çözüm süresinin farklı boyutlarının ele alınacağı bu konferansta “çözüm sürecindeki kırılmalar” üzerine ben de bir konuşma yapacağım. İzninizle, bu yazıyı konuşma içerisinde değinmek istediğim temel bir soruya ayırmak istiyorum: 1984 yılından bu yana devam Kürt çatışması sona mı eriyor, PKK-KCK otuz yılı aşan bir dönemden sonra “silahlı mücadeleye” son mu veriyor?

Görüldüğü kadarıyla diyalog devam ediyor, ancak ortada ne sağlıklı bir “müzakere süreci ve mekanizması” ne de tartışma başlıkları belirlenmiş –en azından kamuoyuyla paylaşılmış– bir “müzakere gündemi” var. Öte yanda, AK Parti hükümeti çözüm sürecinin “milli”, “yerli” ve “özgün” niteliklerinin altını çiziyor ve süreç içerisinde PKK’nin –İŞİD’in Erbil ve Kobani saldırılardan sonra bir bütün olarak silahsızlanmasa bile– Türkiye’de silahlı mücadeleye son vermesini bekliyor. Hatta basında PKK-KCK’nin 2015 Şubat ayında toplayacağı kongresinde bu kararı alacağı ve Öcalan’ın 21 Mart 2015 Newrozunda alınan kararı kamuoyuyla paylaşacağı yönünde iddialar var.  Bu beklenti gerçekleşebilir mi? Bu soruya cevap vermeden önce hükümetin neden “milli”, “yerli” ve “özgün” bir çözüme yöneldiğini analiz etmek yerinde olacaktır.

“Milli”, “yerli”, “özgün” çözüm süreci ne demek?

AK Parti hükümetinin “milli”, “yerli” ve “özgün” bir çözüm süreciyle iki temel hedefinin olduğu ileri sürülebilir. İlk olarak, böylesi bir çözüm süreciyle, hükümet “müzakere süreci ve mekanizmalarını” “uluslararası aktörlerden” arındırmaya çalışıyor. İŞİD’in Suriye ve Irak topraklarında sınır-ötesi bir idari, siyasi ve askeri hakimiyet kurmasından ve özellikle Kobani ve Erbil’e saldırısından sonra Kürt meselesinin ulus-ötesi ve uluslararası niteliği geçmişle kıyaslanmayacak ölçüde görünür olmuş, sorunun ölçeği ulus-devletlerin sınırlarını aşmıştır. Ayrıca, Kobani direnişiyle birlikte Rojava Kürtlerinin ve PKK-KCK’nin Suriye’deki kardeş örgütü PYD ve silahlı kanadı YPG-YPJ’nin uluslararası alanda karşılaştığı ilgi ve ABD ve Fransa hükümetleriyle kurulan doğrudan ilişki, bu dönemde örgüt tarafından yüksek sesle dile getirilen ABD’nin arabuluculuğu talepleri ve önerileri, AK Parti hükümetini “milli” ve “yerli” bir çözüm arayışına itmiştir.

İkinci olarak, AK Parti hükümeti böylesi bir çözüm süreciyle “müzakere gündemini” “uluslararası normlardan” arındırmaya ve böylece “milli” ve “yerli” bir müzakere gündemi ve böylece “özgün” bir çözüm modeli geliştirmeyi hedefliyor. Farklı zaman ve mekanlarda gerçekleşmiş barış ve uzlaşı süreçlerinin ortaya çıkardığı ve uluslararası alanda dolaşıma girmiş normları ve kabulleri dışarıda bırakmaya planlayan AK Parti hükümeti minimalist bir yaklaşımla müzakere gündemini daraltmaya çalışıyor. Hükümetin bu yaklaşımla kolektif kültürel/dilsel haklar ile özerklik, statü gibi iktidarın/gücün idari ve siyasi anlamda paylaşımına dayalı çözüm modellerini müzakere gündeminin dışında tutmayı amaçladığı ileri sürülebilir.

Çözüm sürecini “millileştirme” ve “yerlileştirme” üzerinden “özgünleştirme” arayışlarının Kürt meselesine kapsamlı bir çözüm sunmadığı ortada. Kürt meselesinin jeopolitik denkleminde meydana gelen değişimler ve sorunun yeni parametreleri dikkate alındığında bu arayışların “gerçekçi” ve “akılcı” olmadığı da iddia edilebilir. Zira, bunun sorunu ötelemekten ve öteledikçe daha da ağırlaştırmaktan başka bir sonuç doğurmadığını 1990’lı yıllarında başından bu yana devam eden çözüm ve uzlaşı arayışlarının ortaya çıkardığı sonuçlar tüm açıklığıyla gösteriyor.

Silahlı mücadelenin sonu mu?

Bununla birlikte, hükümetin yaklaşımlarından bağımsız olarak, PKK-KCK’nin silahsızlanma değil ama Türkiye’de silahlı mücadeleye son verme ihtimalinin olduğu söylenebilir. En azından böylesi bir kararı destekleyebilecek ya da “gerçekçi” ve “akılcı” kılacak bazı faktörlerden bahsedilebilir.

Her şeyden önce, Kürt meselesinin silahlı mücadele yöntemiyle çözülmeyeceği konusunda genel bir mutabakat var. Silahlı mücadele yöntemiyle PKK-KCK’nin bugünkü toplumsal destekten öteye yeni destekler bulma şansı neredeyse yok denecek kadar az.

İkincisi, silahlı mücadelenin kitleleri motive etme ve mobilize etme misyonu bugün büyük oranda Rojava ve IKB’deki silahlı mücadele tarafından ikame olmuştur. Türkiye’de silahlı mücadeleye son vermiş ve gücünü Rojava ve IKB’ye (ve belki İran Kürdistan Bölgesine) kaydırmış bir PKK-KCK toplumsal tabanı üzerindeki etkisini sürdürme olanaklarına sahiptir. Farklı isimlerle ve formlarla da olsa İŞİD’in Suriye ve Irak’taki Sunni Arapların yaşadığı bölgede kalıcı bir güç olacağı dikkate alındığında, bu “olanakların” önümüzdeki yıllarda devam edeceği öngörülebilir.

Üçüncüsü, silahlı mücadele yönteminden ziyade siyasi yöntemlerle Kürt meselesini çözme arayışları toplum içinde karşılık bulmuş ve ana-akım Kürt Hareketinin toplumsal tabanını genişletmiştir. 2007 yılından bu yana hem yerel seçimlerde hem genel seçimlerde hem de Cumhurbaşkanı seçiminde ana-akım Kürt Hareketinin istikrarlı olarak oylarını artırmasında silahların susmasının ve demokratik siyasetin öne çıkmasının büyük bir payı var.

Bununla bağlantılı olarak, dördüncüsü, ana-akım Kürt Hareketi bugün geldiğimiz nokta itibariyle bir alt sınıf hareketi olmaktan çıkmış alt ve orta sınıfların bir koalisyon hareketine dönüşmüştür. Bu durum, Kürt coğrafyasının genelinde orta sınıflaşmanın ve bu sınıfın toplumsal alandaki etkisinin her geçen gün arttığı gerçeğiyle birlikte dikkate alındığında, yeni bir silahlı mücadele kararının PKK-KCK’ye olan toplumsal desteği azaltacağı öngörülebilir. Zira Kürt coğrafyasında yükselen orta sınıf, “normalleşmeye başlamış” gündelik hayatlarının yeni bir olağanüstü hal rejimiyle ortadan kalkmasına neden olacak yeni bir silahlı mücadeleyi desteklemeyecektir. Toplumsal muhalefetin sokağa taştığı kriz dönemlerinde yoksul Kürt mahalleri bir bütün olarak mobilize olurken, orta-üst sınıfın yaşadığı bölgelerde ya sessizliğin ya da çok sınırlı bir hareketlilik olması, yeni bir silahlı mücadele döneminin Kürt orta, üst sınıflarını ana-akım Kürt Hareketinden uzaklaştıracağını tüm açıklığıyla gösteriyor.

Beşincisi, Türkiye’de siyasi demokratik mücadele için ana-akım Kürt Hareketinin dikkate değer bir kurumsal altyapıya sahip olduğu söylenebilir. Ana-akım Kürt Hareketi parlamentodaki grubu dışında üçü büyükşehir olmak üzere 11 ilde yerel iktidar gücüdür. Bunun yanı sıra kadın, gençlik, medya, sendikal mücadele, kültür-sanat gibi alanlarda muazzam bir sosyo-politik ağa ve kurumsal yapıya sahiptir. Özellikle medya alanındaki kurumsallaşması geçmişle kıyaslanmayacak düzeye erişmiştir. Üstelik, muazzam derecede sosyopolitik mobilizasyon sağlayan bu çoklu ağlar ulus-devlet sınırlarını aşmış, sınır-ötesi ve uluslararası bir ölçeğe kavuşmuştur. Örneğin, son yıllara kadar Avrupa’dan yayın yapan Roj TV’yi açık tutmak için çok büyük bir direnç gösteren Hareket, bugün Avrupa’dan ve Türkiye’den yayın yapan, Alevi, Ezîdî Kürtler gibi azınlık gruplarına özgü, yine Türkiye, Rojava, İran gibi farklı coğrafyalara odaklanmış birden fazla TV kanalına sahiptir.

Sonuncusu ve belki de en önemlisi, Kobani direnişi üzerinden PKK-KCK tarihinde hiç olmadığı düzeyde uluslararası popülerliğe ve desteğe kavuşmuştur. Türkiye’de silahlı mücadeleyi sonlandırma kararı örgüte yönelik “terörizm” suçlamasını ortadan kaldırarak bir yandan Rojava’nın ve öncü gücü PYD’nin tanınmasını sağlarken, öte yandan Türkiye’deki demokratik siyasi mücadeleye yeni bir sayfa açabilir. HDP’nin parti olarak seçim barajını aşması bu yeni dönemin ilk adımını oluşturabilir.

 

Cuma Çiçek – Birikimdergisi.com

 

Avrupa Yeşilleri’nden Yunanistan önerisi

Avrupa Parlamentosu Yeşiller/AHİ grubu, Avro bölgesi hükümetleri, Avrupa kurumları, ve Yunanistan hükümetine Yunanistan’da yaşanan sosyal (AP Yeşiller Grubu amblemi)ve insani krize çare bulunması, ülkenin ekonomisinin sağlığına kavuşması, ve bu bağlamda Yunanistan’ın borcunu sürdürülebilir bir hâle getirilmesi için birlikte çalışmaları çağrısında bulundu. Yeşil ekonomi anlayışına dayanan çağrı, Yunanistan’da ilerlemenin aşağıdaki makroekonomik tedbirleri içeren siyasi tercihlerle mümkün olabileceğini teklif ediyor:

 

-Daha sürdürülebilir bir borç yükü. Mevcut hâliyle Yunanistan’ın borç yükü sürdürülebilirlikten uzak. Uygulanan iki uyum programı da büyümeye dair fazlasıyla iyimser tahminlere dayalı, ve bunun neticesinde Yunanistan, gittikçe artan bir şekilde krediye karşı tasarruf tedbirleri fasit dairesine hapsolmuş vaziyette. Bu kadar derin bir kriz içinde bir ülkenin borç ödemesini acil sosyal ihtiyaçlar ve zaruri kamu hizmetlerinin temininden öncelikli bir sıraya yerleştirmesi beklenemez. Yunanistan’ın faiz dışı fazla hedefi olan GSYİH’nin %4.5 acilen düşürülmeli, bu 2015 için %1.5 olmalı ve kademeli olarak %3.5’e yükseltilmeli. Mevcut kredilerin hem vadelerini uzatmak hem de faizlerini düşürmeye ihtiyaç var. Ayni zamanda, olumsuz şoklara karşı kamu alacaklılarının elindeki borçların GSYİH endeksli tahvillerle takas edilmesini mümkün kılan önlemler alınmalı.

-Yükün toplumsal olarak adil paylaşımı: Yunanistan’da yükün sosyal adalet dahilinde paylaşımı için kayda değer bir servet vergisi yürürlüğe girmeli; bu vergi son yıllarda toplumun en zengin kesimi tarafından gerçekleştirilen sermaye çıkışını da gözetmeli.

-Üçüncü Yardım Paketi: Vadesi dolmakta olan kredilerin (2020’ye kadar €55 milyar) borç çevirimi için üçüncü bir yardım paketi gerekecektir. Program, ikinci yardım paketinde 2015 ve 2016 için şimdiden öngörülen yardımca, ve bunun yanında Avrupa İstikrar Mekanizması (ESM) tarafından alınacak ek GSYİH endeksli tahvillerle, ve ESM’in Pazar fonlaması altında ek bir tedbiri kredi hattı ile finanse edilebilir. Avrupa Merkez Bankası’nın (ECB) parasal genişleme politikası da burada etkin olabilir. Bu program, yardımın yanı sıra, vergi kaçakçılığı ve vergi yolsuzluğuyla başa çıkmak dahil kamu idaresinde iyileştirme, yargı reformu, parti finansmanı, basın özgürlüğü, ve de oligarklar, Kilise, gemi sahipleri gibi kesimlerin ayrıcalıklarıyla başa çıkacak tedbirlere odaklanmalı.

-Banka Sermayelendirilmelerinin Yükünün Azaltılması: Yeni program dahilinde Yunanistan bankalarının, Avrupa hükümetlerince ESM dahilinde öngörüldüğü üzere, geriye dönük olarak doğrudan sermayelendirilmeleri ülkeye ciddi borç yükü hafifletmesi sağlayacaktır.

-İktisadi Yönetişim ve Troyka’nın Konumu: Yeni program,  borç denetimi mükellefiyeti de içeren AB’nin iktisadi yönetişim kuralları (“ikili paket”) dahilinde, böylece topluluk yöntemleri arasında ve  dolayısıyla Avrupa Adalet Divanı’nın denetimini güvenceye alır şekilde, Troyka çerçevesi haricinde tanımlanmalı ve müzakere edilmelidir.

-Yunanistan için Yeşil İyileştirme Planı: Doğru düşünülmüş ve tasarlanmış bir AB yatırım planı, önümüzdeki üç yıl içinde Yunanistan’a, kamu borcuna ve kamu sektörüne ek yük getirmeden, €30 milyar yatırım teşviki sağlayabilir. Borç  kolaylaştırmasının yanı sıra böyle bir teşvik, Yunanistan ekonomisinin sağlığına kavuşmasının yeşil ve sürdürülebilir bir şekilde başlaması için gereklidir.

-Kamu Borcu ve Avro Bölgesi üzerine Avrupa Konferansı: Devlet borcu yekūnunu genişletilmiş bir kamu borcu sürdürülebilirliği anlayışı çerçevesinde değerlendirecek Avrupa-çapında bir konferans toplanmalı. Dahası, bu konferans Avro bölgesi için demokratik bir şekilde Avrupa Parlamentosu denetiminde olacak ortak bir mali ve iktisadi politika hakkında karar almayı hedeflemeli.

 

Önerilerin İngilizce aslını ve tam metni Avrupa Yeşilleri’nin sitesinde bulabilirsiniz.

Yunanistan’a Euro’dan geçici nefes

Yunanistan ve Euro bölgesi ülkelerinin, kurtarma planı görüşmeleri sonrasında myunanistan ekonomiali yardımı uzatmak için bir anlaşmaya vardığı bildiriliyor.

Her iki taraftan yetkililere göre, Euro Bölgesi maliye bakanları, Yunanistan’ın mali kurtarma planını dört ay daha uzatmak üzere anlaşmaya vardı.

Anlaşma Yunanistan’ın önümüzdeki ay parasının bitmesi riskini ortadan kaldırıyor.

Anlaşma aynı zamanda, yeni Yunan hükümetine AB’li alacaklıları ile uzun vadeli borç ödeme müzakereleri denemek için nefes alma imkanı sağlıyor.

Açıklama ardından euro, ABD doları karşısında değer kazandı.

Almanya Maliye Bakanı Wolfgang Schauble, dün yaptığı açıklamalarda Yunanistan’ın önerdiği 6 aylık süre uzatımı teklifini reddetmişti.

Ancak Yunanistan Başbakanı Aleksis Tsipras ile Almanya Başbakanı Angela Merkel arasında yapılan uzun telefon görüşmesinin havayı yumuşattığı ifade ediliyor.

Merkel, Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande ile yaptığı görüşme ardından Almanya’nın başından beri Yunanistan’ın Euro bölgesinde kalması gerektiğini düşündüğünü ve “bu yolda elinden gelen herşeyi yapacağını” söyledi.

Hollande da “Yunanistan Euro bölgesindedir ve bu bölgede kalması gerekir” dedi.

Yunanistan’a verilen yardım paketinin süresi dolmadan bir çözüm bulunamazsa, Atina’nın kısa süre içinde Euro bölgesinden çıkmak zorunda kalmasından kaygı duyuluyordu.

Yunanistan’ın mevcut yardım programı 28 Şubat’ta son buluyor.

BBC türkçe

 

 

 

‘Yeni Türkiye’de şiddet – Nil Mutluer

Son kadın cinayeti Özgecan ile ilgili söylenecek söz çok.

Zira, onunla ve cinayetle hayatlarını yitirmiş tüm kadınlara ilgili söylenen, yazılan her şey, hep eksik. Tamamlanamayacak da…

Peki bundan sonrasını nasıl kuracağız?

Sokakta, medyada veya siyasette fark etmiyor şu anda toplumca zihinsel bir yarılmanın içerisindeyiz. Bu yarılma kadın cinayetlerine yönelik havada uçuşan “idam etme,” “hadımlaştırma” önerileri ile “demokrasi ve hukuk kurallarının uygulanması” arasına sıkışmış halde. Her iki yaklaşımda da gözden kaçan nokta ataerkillik ve yeni Türkiye değerleri. Bu zihniyet ile mücadeleye istikrarlı bir şekilde karar vermedikçe özgür yaşamdan yana tavır alınamayacak.

Failin de muhalifinin de ortak haz anı: Şiddet
Yarılmanın bir ucunda daha çok ölüm, daha çok bedensel disiplin, kısaca idam veya hadımlaştırma talep ederek intikam diyenler var. Başka bir yaşamı kurmanın yollarını arayanları bir anlamda naif buluyorlar. Onlara göre, mesele ile ilgili ciddi adım atabilmek ancak şiddet içeren çözüm önerileriyle mümkün. Öfke ile başa çıkabilmenin bu coğrafyada öğrenilmiş en kestirme yolu bu. Bu ataerkilliğin de en bildik ezberlerinden.

Bu ezber katillerle ve tecavüzcülerle aynı öfke ve hazdan besleniyor. Failin kadınları katlettiği veya tecavüz ettiği anda duyduğu öfke ve haz ile, idamı veya hadımlaştırmayı seyredenlerin seyir anında duydukları haz aynı. Ancak, şiddet ediminin verdiği bu öfke ve intikam duygusundan alınan haz meselenin özüne dair bir çözüm sunmuyor. Zira ister vajinaya penis sokulsun, isterse karna bıçak fark etmez. Esas fail hep aynı: Kadına karşı duyulan sistematik nefret ve öfke. Kadına haddini bildirme telaşı. Ve Türkiye’nin Ataerkil kültüründe, kadınların bu nefreti, bu öfkeyi, bu had bildirme telaşını, “fıtratları gereği” hakettikleri düşüncesinin içselleşmiş olması.

İdam veya hadım etmek gibi öneriler kadınların öldürülmesinin asıl nedenini, yani nefreti, öfkeyi ve onların dışavurumu olan şiddeti ortadan kaldırmıyor; tam tersine onlardan besleniyor. Nitekim bu gibi cezaların çözüm olmadığını Prof. Şahika Yüksel T24’deki bir söyleşisinde, net bir şekilde özetliyor:

Çözüm demokrasi ve hukuk ama, yeni Türkiye değerleriyle mi?
Bugün cinayetler sonrasında zihinsel yarılmanın taraflarından birini oluşturan duruş demokrasi ve hukukun etkin uygulanmasının şiddetle mücadele için gerekliliğimi vurguluyor. Demokrasi de, hukuk da önemli araçlar ancak, her ikisi de toplumsal adaleti sağlamak konusunda insanların onlara atfettiği değerlerle sınırlılar. Ve Türkiye’de bu değerler ataerkilliğin yanı sıra kadının cinselliğini sürekli vurgulayan siyasi mesajlarla adeta şekilde yeniden üretiliyorlar.

İktidara geldiğinden bu yana hükümet kadına yönelik şiddet ve cinayetler konusunda çelişkili bir sınav verdi. Bir yandan, Fatma Şahin döneminde kadına yönelik şiddetle ilgili belirgin adımlar atıldı. Ancak, ne şiddete uğrayan kadınları koruma süreçleri istikrarlı bir şekilde ele alındı, ne de fail erkeklerin davalarının üzerine istikrarlı bir şekilde gidildi. İstikrarlı bir şekilde ele alınan sadece aile ile hayatı sınırlandırılmış, hizmet eden kadın imajının yerleştirilmesiydi. Kadın eş, anne ve bakıcı oldu. Lakin özgür ve eşit yurttaş olamadı.

Mesele bu işi ele alırken sözü kadın bakış açısıyla kurmayı becermekte. Bugün hükümet bunu uygulamaktan çok uzak. Kadına yönelik şiddetle ilgili 1980’lerden bu yana çalışmalar yürüten ve etkin deneyim ve bilgi birikimine sahip kadın hareketindeki sivil toplum kuruluşları hükümetçe kadına yönelik şiddet ve cinayetle ilgili süreçlerden uzak tutuluyorlar. (Son örneği Kadın Koalisyonu’nun sitesinde mevcut)

Üstelik kadının cinselliği hiç olmadığı kadar vurgulanıyor siyasette ve medyada. ‘Ahlak’ kisvesi altında tecavüze uğramak normalleştirildi. Tecavüze uğrayan kadınlar bebeklerini doğurmak zorunda bırakıldı. Kadının bireysel kararı olması gereken kürtaj  bugün, yasada serbest olmasına rağmen birçok devlet hastanesinde fiilen uygulanmaz hale geldi. Beşiktaş iskelesindeki kadınların mini eteği dönemin başbakanının, spikerin dekoltesi ise partili arkadaşının içini gıcıkladı. Sigara ve içki konusunda televizyonu çiçeklerle sansürleyen zihniyet kadına yönelik şiddet, silah, hukuk dışı adalet arama yöntemlerini istikrarlı bir şekilde servis etti. Bugün bir bakan adaleti hukuk yerine silahına sarılarak arayabileceğini rahatça söyleyebiliyor. Veya bir esnaf da kartopu oynayan yani sözünü şiddet yerine ‘neşeden’ kuran birini –arkadaşımız Nuh Köklü’yü- bıçaklayabiliyor. Ve bugün bazı erkek milletvekilleri fikrini beğenmedikleri kadın milletvekillerine şiddet uygulayabiliyor!

Başta kadınların sarmalandığı, yaşamını şiddetten yana kurmak istemeyen erkeklerin de uzak duramadığı demokrasi ve hukuk ülkesi Türkiye’de hal bu. Bununla mücadele yöntemleri de büyük formüllere dayanmıyor. Kadınlar bunu yıllardır dillendiriyor, eyliyor. Demokrasi ve hukuk olduğu iddia edilen ülkede değerlerin ve yasaların özgür kadın bakış açısıyla yenilenmesi. Daha da önemlisi değişen bu yasaların mahkemelerde, değerlerinde medyadan eğitime toplumun farklı alanlarında uygulanması. Çözümün detayları feminist ve queer (obiçim) aktivizminde ve literatür sayfalarında var. Ve bu sayfalar kadınlar kadar erkeklere de açık.

Nil Mutluer – t24.com.tr

Torunlar İnşaat faciasında tutuklu kalmadı

Mecidiyeköy’de 10 işçinin hayatını kaybettiği asansör faciasında tutuklanan 3 kişi serbest bırakıldı.

İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen faciayla ilgili davanın bugünkü duruşmasına tutuklu sanıklar Murat Aytimur, Önder Türksoy ve Turgay Dalkılıç katıldı. Diğer tutuksuz 21 sanık ve mağdur-müşteki avukatları duruşmada hazır bulundu.

35

Mahkeme Başkanı, müdahil avukatlarından avukat Yıldız İmrek’in reddi hakim talebinin İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nce reddedildiğini açıkladı.

Bunun üzerine söz alan avukat İmrek, taleplerinin reddine de itiraz edeceklerini belirterek, süre verilmesini talep etti.

Taleplere ve tutukluluk durumlarına ilişkin ara kararını açıklayan mahkeme heyeti, tutuklu sanıklar Murat Aytimur, Önder Türksoy ve Turgay Dalkılıç’ın “suçun vasfı, karartılacak delil bulunmadığı, mevcut delil durumu ve tutuklu kaldıkları süreyi” göz önüne alarak tahliyelerine karar verdi.

Heyet, reddi hakim talebinin incelenmesi hususunda dosyanın İstanbul 15. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderilmesine karar vererek, duruşmayı erteledi.

Bangladeş, dünyanın ilk %100 güneş enerjili ülkesi olma yolunda

160 milyonu aşan nüfusu ile dünyanın en kalabalık sekizinci ülkesi durumunda bulunan Bangladeş, dünyanın enerjisinin tamamını güneşten alan ilk ülkesi olma yolunda emin adımlarla ilerliyor. Ülkede hedef, her eve bir güneş paneli kurmak.

29bangladeş güneş enerjisi

2011’de Bangladeş’te bir milyon hane enerjisini güneşten sağlıyordu. Bugün bu sayı on beş milyondan fazla ve artmaya devam ediyor. Bangladeş hükümeti “Güneş Enerjisi Sistemli Evler” programı kapsamında her ay 50,000 ila 60,000 eve güneş panelleri kuruyor. Tasarı 2021’e kadar tüm ülkenin enerjisinin güneşten saðlanmasını amaçlıyor.

Bu büyük bir başarı ve insanların işbirliği içerisinde hareket ettiğinde neler başarabileceğinin güzel bir örneği.

Fenerleri ampüllerle değiştirmek gibi basit bir hareket toplumda etkili bir değişim yaratabiliyor. Yerel sakinlerden birine göre “Herkes gelişiyor”, artık çocuklar akşamları da ders çalışabiliyor ve yerel işletmeler güneş battıktan sonra da açık kalabiliyor.

Haber: Ian Crossland – Minds

Çeviri: İnci Bilgiç – Yeşil Gazete Gönüllü Çeviri Havuzu

(Yeşil Gazete, Minds)

Özgecan Aslan’ın memleketi Mersin’de kadınlar her Perşembe sokaklarda

“8 Marta kadar Her Perşembe Alanlardayız” eyleminin 6. Haftasını Özgecan Aslan tecavüzü ve cinayetine karşı “isyan” şiarıyla gerçekleştiren Mersin Kadın Platformu eylemini Mersin KESK Kadın Şubeler Platformu ile ortaklaştırdı.

27

Hava muhalefetine rağmen her Perşembe olduğu gibi Mersin Forum AVM köprüsü altında toplanan kadınlar havuz başına kadar yürüdü. Basın Açıklamasını okuyan Mersin KESK Kadın Şubeler Platformu’ndan  Aynur Şahin:

“Türkiye de ilk kez kadınlara yönelik, taciz, tecavüz ve kadın cinayetleri bu kadar geniş yankı buldu. Sanki ilk defa kadın cinayeti  ile karşı karşıya kalmışlar gibi… Katledilen bütün kadınlar Özgecan gibi “faili erkeklik” olan kadın cinayetleridir.Bugün bütün ana akım medya, meclis, sosyal medya bu katliamı lanetliyor ama artık bir kişi daha eksiğiz bu dünyada” dedi.

KADINLARI SOKAĞA, İSYANA, ÖRGÜTLENMEYE ÇAĞIRIYORUZ!

İktidarın bu olaylardan önceki kadına bakışına ve politikasına değinen Aynur Şahin:

28

“Bugün bu zihniyetin temsilcileri utanmadan kendi çıkarları doğrultusunda  açıklamalar yapıyorlar. Özgecan’ın acısı daha tazeyken, başlatılan hadım ve idam tartışmaları siyasi iktidar ve destekçilerinin  insanların acılarını kendi siyasi çıkarları adına kullanma çabalarının acı bir göstergesi. Türkiye’de idam cezası olduğu süre içerisinde tek bir erkek tecavüz nedeniyle idam edilmedi. Bunun aksine 10’u aşkın kadın uğradığı şiddete karşı kendi savunmak adına erkek öldürdüğü için idam edildi.” diye konuştu.

İstanbul Sözleşmesi ve CEDAW Sözleşmesi başta olmak üzere Türkiye’nin kabul ettiği /onayladığı ilgili uluslararası sözleşme ve belgelerin gereklerinin yerine getirilmesi konusunda ısrarcı olduklarını belirten Aynur Şahin:

“Egemen sistemin iliklerimize kadar işlemiş olan tüm kalıntılarını yok edeceğiz.
Kadınların erkek şiddetiyle ölmesine,yargının erkekten yana tavır almasına tahammülümüz yok. KADINLARI SOKAĞA İSYANA ÖRGÜTLENMEYE ÇAĞIRIYORUZ!” şeklinde konuştu.

Basın metni okunduktan sonra kadınlar “Kadın Cinayetleri Politiktir”, “Şiddetinizle Barışmayacağız”, “Erkek adalet değil, gerçek adalet” sloganlarını atarak eylemi sonlandırdı.

 

Haber: Özgecan Aşlamacı Şahin

(Yeşil Gazete)

Gençlik Örgütleri Forumu (GÖF) dernekleşti

Türkiye’de gençlerin hakları, sorunları ve ihtiyaçları doğrultusunda bir gençlik politika alt yapısının oluşumuna katkı sağlamak ve gençlik politikalarının belirlenmesinde etkin bir paydaş olmak hedefiyle yola çıkan 28 gençlik örgütü adına, tüzel kişiliği bulunan 26 gençlik örgütü temsilcisi “Gençlik Örgütleri Forumu Derneği”ni (GÖF) 29 Ocak 2015 tarihi itibari ile resmi olarak kurdu.

26gençlik örgütleri forumu...
Gençlik Örgütleri Forumu Derneği’nin kurucu yönetim kurulu toplu halde

Türkiye’de; evrensel hak ve özgürlükler temelinde, bağımsız, sivil, demokratik, katılımcı, çoğulcu, şeffaf, cinsiyet eşitliğine dayanan ve ekolojik sürdürülebilirliğe önem veren bir gençlik politikasına ihtiyaç olduğunun altını bir kez daha çizen temsilciler atılan adımın önemli olduğunu ifade ettiler.

Geçici yönetim kurulu olarak demokratik yollarla seçilen kurumların temsilcisi olan gençler, 28-29 Ocak 2015 tarihinde Ankara’da bir araya geldiler; hem gerekli belgeleri Dernekler Masası’na teslim ederek derneğin resmi kuruluşunu gerçekleştirdiler, hem de Gençlik ve Spor Bakanlığı, Ulusal Ajans, Mesleki yeterlilik Kurumu, TACSO, STGM ve Sivil Düşün’ü ziyaret ederek bazı görüşmeler gerçekleştirdiler.

İstanbul Genç Adımlar Derneği’nden Genar Ersoy, Geçici Yönetim Kurulu Başkanı oldu.

GÖF (Gençlik Örgütleri Forumu) dernekleşmesinin ardından kurucu başkan Genar Ersoy (sol başta) ve yönetim kurulu üyelerinin bir kısmı ile ziyaretlerde bulundu
GÖF (Gençlik Örgütleri Forumu) dernekleşmesinin ardından kurucu başkan Genar Ersoy (sol başta) ve yönetim kurulu üyelerinin bir kısmı ile ziyaretlerde bulundu

Geçici Yönetim Kurulu’nun yaptığı ilk toplantının ardından açıklama yapan Genar Ersoy,  “Gençlik Örgütleri Forumu olarak, katılımcı ve demokratik bir gençlik politikası oluşumuna katkı sağlamak ve gençlerin katılımı önündeki engelleri ortadan kaldırmak en önemli hedefimiz” dedi.

Gençlik Örgütleri Forumu’na katılımın artmasının önemine de dikkat çeken Ersoy, gençlik alanında çalışan dernekler ve vakıflarla birlikte, öğrenci topluluklarını ve gençlik platformlarını da 17-18 Mart 2015 tarihlerinde düzenlenecek Gençlik Örgütleri Forumu’nun birinci olağan genel kuruluna katılmaya davet etti.

Gençlik Örgütleri Forumu’nun kurucu üyeleri 

AEGEE-Ankara

Adana Genç Engelliler Gençlik ve Spor Kulübü

Büyük Gençlik Hareketi

Çanakkale Koza Gençlik Derneği

Doğal Yaşam Derneği

e-gençlik Derneği

Engelli Hakları ve Engelsiz Gelecek Derneği

Eski Avrupa Gönüllü Hizmeti Gönüllüleri Gençlik Derneği

GençEv

Gençlik Servisleri Merkezi Derneği

GENÇTUR

İstanbul Genç Adımlar Derneği

Kadın ve Genç Girişim Merkezi Derneği

Lykia İzcilikVe Doğa Sporları Kulübü Derneği

Mardin Gençlik ve Kültür Derneği

Martı Derneği

O2 Turizm ve Gençlik Derneği

Roman Gençlik Derneği

Rönesans Enstitüsü Derneği

SEKDER

TAŞEV Eğitim Kültür ve Gençlik Derneği

Toplum Gönüllüleri Vakfı

Toplum Temelli Psikososyal Destek ve Araştırma Derneği

Türkiye Gençlik Birliği Derneği

Uçarlı Gençlik Derneği

Yaygın Eğitim Merkezi Derneği

Yinfo

Youth Agenda Derneği

 

Haber: Büşra Güder

(Yeşil Gazete)

Muhafazakârlık hayata meydan okunacak yer değildir! – Engin Öncüoğlu

Dün kahkahalar yükseliyorken evinizden,

Bendim geçen, ey sevgili, sandalla denizden!

Yahya Kemal[1]

Meşhur Patek Philippe saatlerinin çok güzel bir sloganı vardır. Mealen şöyle der “Bir Patek’in asla sahibi olamaz, ancak sonraki nesiller için emanetçisi olabilirsiniz”. Hani makul bir fiyatı olsa almak isterim. Benim de bir kızım, bir oğlum var. Onları hayata hazırlamak, iyi bir ahlâkla yetiştirmek kadar önemli. Bu gayeyi hem bana, hem de onlara hatırlatacak bir nesne olsa; gerçekten; ona paha biçilebilir mi?

Rahmetli Ulus Baker, “Muhafazakâr Kisve”[1] makalesinde “aile” üzerinden çok mükemmel bir tarif yapar “Modern dünyada muhafazakâr, geçmişin değerlerini üstlenen biri değil, aksine şu anda kendisinin sahip olduğu, içinde yaşadığı değerleri gelecek kuşaklara dayatan biridir. Oğullarının ve kızlarının kendi bildiği değerlere göre yaşamalarını isteyen birinin halidir muhafazakârlık.” der.

Ben de çocuklarımın yerlerine, yurtlarına yabancı olmalarını istemem. Fakat dünyanın merkezinde yaşadıkları sanrısı ile bir ömür tüketmelerinden de korkarım. Oysa -kanımca- bizim muhafazakârlığımızın özeti bu sanrıdır! Bu sebeple, tarikat erbabında engin gönlü, tarihperestimizde cihanşümul bir kültür tasavvuru, esnafımızda ahî adabını, köy tereyağında o halis kokuyu, ulusalcımızda grameri, solcumuzda espriyi, şehrimizde tarihi, hukukçularımızda izanı, polisimizde Nubar Terziyan babacanlığını, patronumuzda “terimiz kurumadan” emeğimizin karşılığını falan hep beyhude ararız. Nedîm’in dediği gibi: Yok be şehr içre senin vasfettiğin dilber Nedîm / Bir perî-sûret görünmüş bir hayâl olmuş sana. Hâl bu olunca içinde yaşadığımız mutsuzluk, köksüzlük, çatışma ve taassup “muhafazakârlık” adıyla hepimize dayatılıyor.

Lafı sonra evirir çeviririz; önce ağzımızdaki şu baklayı bir kenara koyalım.

İşte bu sebepten bizim muhafazakârlarımız, babası ile birlikte kahvaltı yaptığı Kaymakçı Pando’yu, Tarzan filmleri seyrettiği Emek Sineması, dedesi ile bayram sabahı gölgesinde namaz kıldığı Fatih Camii Avlusundaki ağaçları veya dallarına salıncak kurduğu Validebağ Koru’sunu “muhafaza” etmektense; gider bilmem kaç yüz yıl öncesinin hayalini çarpıtıp, cilalayıp, ihyaya gayret eder. Saraylar otele, kışlalar alışveriş merkezlerine, vaktinde “tüm dünyayı titretmiş” cengâverler avantür filmlerin takma bıyıklı figüranlarına tevil olur! Muhafazakârlık ifadesini ziyadesi ile nutuklarda, hamasette, zapturapt denemelerinde, vıdı vıdı etmekte, hakir görmekte, anlayışsızlıkta bulur. 30 sene öncesi ile bağ kuramayan nesillerin, yüzyıllar öncesine hayran olması beklenir.

Çıta zaten hep vasatın altındadır; arşiv binasından çirkin bir otel peyda eder sonra geçer kara tahtanın önüne, ilkokul öğrencilerine (“Biz ümmî bir milletiz, ne yazı ne hesap biliriz” [2] hadisini ikrar edercesine.) Eski Türkçe “Sağlık için süt için.” yazarız! Hem de merhum Hamid Aytaç’a elindeki kalemi kırdırıp, F klavyeye geçirtecek bir hatla. Kürtaj meselesi tartışılırken televizyon ekranlarında, kadınların yüzüne bakamayan malumatfuruş bir müverrih “Osmanlı’da iskat-ı cenin memnu idi, nokta!” diye beşeri ilimlerin cümlesine rahmet okutacak bir fikir serdeder. Bir başkası dudaktan öpmenin yeni bir icat ve gelenek dışı, devlet ise “yol”un medeniyet olduğu iddiasındadır. Merhum Yahya Kemal’den çok daha muhafazakâr olanı kadınlara kahkahayı yakıştıramaz. Kulların nefsini terbiyeye soyunmuş (créme de la créme) bir başkası ise internet kullanan kadınları “hafiflikle” itham eder.

Tüm bu örnek ve uygulamaların “mevcut yapıya hayat veren geleneksel değer ve normları koruma taraftarlığı”[3] ile herhangi bir alakası olduğunu söyleyebilir miyiz? Günümüzde muhafazakârlık gerçeğe pamuk ipliği ile bağlıdır. Çok samimiyetle ifade etmek isterim ki; derin bir yeis içindeyim. Zira “Onlardan ayrılış bana her an üzüntüdür…”[4]. Ben geleneklerin, tarihin, coğrafyanın ilhamına inanan bir insanım; tüm bu unsurlar daha geniş ufuklara bakabilecek bir zemin, daha farklı insanlarla konuşabilecek bir lisan veya merak hassasını her daim canlı tutacak tevazua da sebep olabilir.

İran’da beni ağırlayan dostlar “Siz Türklerin misafirperver olduğunuza dair bir vehmi var.” diye takıldıklarında; yemekten yorgun düşmüş olduğum halde, bildiğim yegâne Farsça dize ile mukabele etmiştim: “Dunyâ vefâ nedâred ey nûr-i her do dîde” [5]. Hafız’ın bu beyti her ahvale uygundur, vasisi Hafız olanın hüsnükabul görmeyeceği meclis olur mu? İster Acem olsun, ister Norveçli.

Metin Solmaz’ın dediği gibi “iyi niyet olduktan sonra, çocukların anlayacağı basitlikte ortaya konup, çözülemeyecek mesele yoktur.” Bizim muhafazakâr değerlerimiz ise olağanüstü varlıklar gibi ulaşılmaz ve komplekstir. Pragmatiktir, hepsinin biricik ve en önemli gayesi milli/ulusal kimliğe katkı sağlamaktır.
Bu sebeple, Nobel Edebiyat ödülü de alsanız; tek başına Türk Dil Kurumu’nun yükünü de sırtlansanız, emeğiniz beyhudedir.

Hani ezberci eğitime karşı çıkıyoruz ya; kanaatimce en büyük ezberlerden biri tarih, dil ve milli kimlik arasındaki ilişkidir.

Mesela Prof. Dr. Yılmaz Kurt şöyle diyor “Tarih bilinci kendi ailemizin, kendi köyümüzün tarihine ilgi duymakla başlar. Kendi ailesinin tarihini merak etmeyen milletinin tarihini hiç merak etmez. Bu merak olmayınca tarih bilimi can sıkıcı bir uğraş olur.”[6]. Elbette haksız değil; ama bu pragmatik denklemde Franz Taeschner, Oskar Rescher, Claude Cahen, Jean-Paul Roux, Nikolay Yorga, Iréne Mélikoff’u nereye koyacağız? Halil İnalcık kalibresinde bir tane de “Güney Amerika” uzmanımız olsa fena mı olurdu? Japon Tarihi denilince, Selçuk Esenbel ismine, İlber Ortaylı’ya olduğumuz kadar aşina olsaydık? Tüm dünyanın hayranlıkla okuduğu Goethe’den derviş meşrep bir kripto-müslüman damıtmaya kalkacağımıza, Yunus Emre’nin sesi olabilseydik. Kafka’nın Çekçe yazmadığı, James Joyce’un da İrlandaca’yı yetersiz bulduğu malûm. Victoria Rowe Holbrook divan edebiyatı çalışan Türklere nazaran daha şanslı olduğundan bahseder, zira o bu edebiyatın çok zor, anlaşılmaz olduğu vb. önyargılarla yetişmemiştir![7]

Eski Türkçe’nin ne esrarlı havalarla öğretildiğinden de bir tarih profesörü samimiyetle yakınmıştı. En nihayetinde Tarık Buğra’nın “Havuçlu Pilav”ı ile eğitime başladığın bir müfredattan bahsediyoruz! Hangi sırrı fâş edebilirsin, mübarek?

Mark Soileau anlatmıştı. Konya’yı gezdiren rehber “Malum Mevlana Belh şehrinde doğmuş, Konya’ya 25 yaşında yerleşmiş, neredeyse bütün eserlerini Farsça yazmıştır. Bu sebeple onun Farsî olduğunu iddia edenler olsa da; biz Türk olduğunu biliyoruz.” demiş. Konumuz Mevlana’nın menşei olmamakla beraber, muhafazakârlığımızın eyyamcılığı göstermesi hasebiyle, ben bu örneğin kıymetli olduğuna inanıyorum.

Başka türlü bir muhafazakârlık, benim istediğim. Ne böbürlenmeye benzer, ne de yalana. Burası gibi olmadığı da kesin! Barış Manço rahmetli de olmasa, “Bak biz de çocukken bunu çok severdik.” tarzı cümleler kuramayacağız evladımıza.

Kızım Mine boza sevmiyor. Ama ona Ulus İşhanı’ndaki Akman Bozacısı’ndan bahsediyorum. Ne sebeple hatırlamıyorum ama sık sık oraya uğradığımızı, benim de bozayı o zamanlar sevmediğimi ama sosisli sandviçle babama eşlik ettiğimi söylüyorum. O zaman aramızda bir diyalog kurulabiliyor. Mine Bozayı yine sevmiyor, ama bir hatırayı paylaşabiliyorum. Fakat Akman artık yok, o sosisli sandviçini yerken ben dedesi ile hangi masada oturduğumuzu veya emektar garsona kızımı takdim etme şansına sahip değilim. Onun yerine elimde “Yer’in Sesi: Ulus İşhanı’nın Söyledikleri” diye akademik bir araştırma var.[8]

Ama Ödemiş’e gittiğimde Dostol Kebap’a[9] uğramazsam huzursuz oluyorum. Zira dedemin asker arkadaşının lokantasını şimdi çocukları işletiyor. Dedemi hep güler yüzle karşılayan iki kardeşe kendimi hatırlattığımda, benzer bir tebessüm aydınlatıyor yüzlerini. Mutlu oluyorum.

Hijyen düşkünü arkadaşlarımı eğlendirmek istediğim zaman; ben üniversite çağındayken, dedemin kardeşinin beni götürdüğü nargile kahvesini anlatırım. Avurtları kurumuş, kısık gözleri içeri doğru çekilmiş, uzun ve tel tel kaşları, eğri büğrü kemikli parmakları ve enselerinde mendilleri, bir ellerinde marpuç, diğerinde çayları ile duman altı olmuş ihtiyar çiftçilere “Ankara’dan torunum geldi!” diye mütefahir takdimimi tasvire çalışırım. Küçücük mekânın sahibinin yağdan kararmış bir havlu ile sipsinin ucunu parlatmak için ovalayıp durması, kendini yaptığı bu işe çokça kaptırıp, arada tam da ucuna tükürüp ovalamaya devam etmesi, dinleyenleri eğlendirir. İçimden “Allah kerim” diyerek tüttürdüğüm nargile, arkadaşlarım için hikâyenin sonudur!

Sağ olsun, İsmet Dede bir sene sonra aynı mekâna gittiğimizde cebinden “plastik sipsi” çıkarıp göz kırpmıştı. Benim için gerçekten de duygulu bir andır. Çocuklarım büyüdüğünde bir kaçamak yapmak ve şimdi arkadaşlarımı güldürmek için anlattığım hikâyeyi; pahalı bir saati kollarına takar gibi onlara aktarmak isterim. Kahvecinin kaba da olsa, gösterdiği özeni; İsmet Dede’nin bir sene sonra beni müşkülde bırakmamak cebinde bir sipsi hazır etmesinin kıymetini bilsin isterim. İsterim ki, ileride konfor, temizlik veya rahatlarından taviz verdiklerinde ellerinde sadece para değil, ama bolca benzer anıları da olsun.

Hep yenilik peşinde koşmaktan yorulduklarında, aşinası olduğu işler, mekânlar, insanlar olsun. Tüm bu unsurları birbiri ile kaynaştırabilsin. Biriksin. Doğdukları şehirden ayrılırlarsa, annelerinin babalarının evi dışında gidecek, özleyecek onlara kendilerini hatırlatacak yerler, insanlar bulabilsinler.

Oysa muhafazakâr olduğu iddiasındaki Türkiye vatandaşları, kendi hayatlarının hamulesini muhafaza edemiyor. “Muhafazakârlık” diye insanları hoyrat mitlerin peşine takmaya gayret ediyor.

Başa dönelim, Türkiye muhafazakârlığını Patek Philippe saatinin sloganı üzerinden değerlendirelim. Eğer Zafer Çağlayan’ın hayal ettiği gibi Türkiye’de aynı kalibrede bir saat üretebilseydik, muhtemel sloganı şöyle olurdu: “Uzun vadede Dolar veya Avro’dan çok daha kârlı, taşıması kolay bir yatırım aracı sunuyoruz.”

Engin Göncüoğlu’nun bu yazısı www.uzuncorap.com

internet sitesinden alınmıştır.
[1] http://www.korotonomedya.net/kor/index.php?id=21,256,0,0,1,0
[2] İnnâ ümmetün ümmiyyetün lâ nektübü velâ nahsübü (el-Câmi’ü’s-Sahîh II, 33; Sahîhü Müslim, II, 147)
[3] Sosyal Bilimler Sözlüğü, Ömer Demir ve Mustafa Acar, Vadi Yayınları, 1997, Muhafazakârlık Maddesi)
[4] http://www.siir.gen.tr/siir/y/yahya_kemal_beyatli/atikvaldeden_inen_sokakta.htm
[5] ديده و هر نور ای ندارد وفا دنيا (Dünyanın vefası yok; iki gözümün nuru)
[6] http://www.adanamedya.com/soyagacimizi-nasil-cikarabiliriz-4587yy.htm
[7] http://www.iletisim.com.tr/kitap/askin-okunmaz-kiyilari/6793#.VOMpsPmsV8E
[8] http://www.idefix.com/kitap/yerin-sesi-ulus-ishani-nin-soyledikleri-didem-kilickiran/tanim.asp?sid=AG9RKGAB0S1SBSNUJE6P
[9] https://www.facebook.com/dostolkebap