Ana Sayfa Blog Sayfa 3703

Cehennem – Dan Brown

Uzun metinler dikkatini dağıttığı için kısaları okumayı tercih ettiğini söyleyen eski İngilizce öğretmeni Dan Brown’un Melekler ve Şeytanlar, Da Vinci’nin Şifresi ve Kayıp Sembol’deki kahramanı Robert Langdon, Cehennem’de de bir kez daha sahne alıyor. Şık tüvit takım elbiseli sembol bilim profesörü Langdon’ın yeni macerası Floransa’da başlıyor.

Başında bir kurşun yarasıyla hastanede gözlerini açan kahramanımız, daha kendine gelemeden peşindekilerden kaçmaya başlar. Üzerinde “biyometrik olarak mühürlenmiş metal bir kutu” taşıdığını öğrenir ve yeni sırları çözmek için Floransa ve Venedik’in ardından İstanbul’a da uğrar.

Cehennem - Dan Brown

Dünya nüfusunun hızlı artışı nedeni ile insan neslinin 100 yıl içinde tükeneceğini düşünen, bunu engellemek için ölümcül bir virüs üreten çılgın bir deha, insanlığın 1/3’inin yok olacağı bir salgını başlatmak üzeredir. Bu kişi intihar etmiştir ve virüsün aktif hale gelmesine çok az süre kalmıştır. Virüsün yerinin bulunması, insanlık soyu –en azından 2,5 milyar insan– için tek umut kahramanımız Robert Langdon’dır.

Geçtiği mekânlar itibariyle Türkiyeli okurlar için özel olan bu kitapta, Aya Sofya, Mısır Çarşısı, Sultanahmet, Yerebatan Sarnıç’ı, Galata Köprüsü gibi tarihi mekânlar karşımıza çıkıyor.

Roman, Dante’nin İlahi Komedyası üzerine kurulu, sık sık İlahi Komedya’ya atıf yapılırken adını da aynı kitabın Cehennem bölümünden almıştır.

Not: Bu yazının videosunu aşağıdaki linkten Uzman Tv’den izleyebilirsiniz.

http://www.uzmantv.com/dan-brownun-cehennem-kitabinin-konusu-nedir

 

Mehmet Fırat Pürselim

3mehmet fırat pürselim

Süryani Derneği ‘eş başkanlık’ gerekçesiyle kapatıldı

Mardin’in Midyat ilçesinde, Anadolu Arap Birliği Hareketi Derneği’nin kapatılmasının ardından Mardin Süryani Birliği Derneği de, isminde geçen “birlik” ile tüzüğünde yer alan “Eş başkanlık” kavramları kanuna aykırı olduğu gerekçeleri ile feshedildi. Dernek başkanı Yuhanna Aktaş, kararın siyasi olduğunu belirterek, karara itiraz edeceklerini ve sonuç almadıkları taktirde AİHM’e gideceklerini söyledi.

13Midyat Kaymakamlığı tarafından dernek tüzüğünde yer alan “eş başkanlık” ibaresi ile dernek isminde kullanılan “birlik” kavramının kanuna aykırı olduğu gerekçesiyle hakkında suç duyurusunda bulunulan Mardin Süryani Birliği Derneği, Mardin 2. Asliye Hukuk Mahkemesi’nde görülen ilk duruşmasında kapatıldı. Derneğin, 31 Mart’ta kapatılan Anadolu Arap Birliği Hareketi Derneği’yle aynı gün ve farklı bir duruşma ile fes edilmesi dikkat çekerken, dernek başkanı Yuhanna Aktaş, konuya ilişkin yazılı açıklama yaptı. Türkiye’de ilk defa bir Süryani derneğinin devlet tarafından kapatıldığını söyleyen Aktaş, 2002 yılında oluşturdukları platformunun ardından geçtiğimiz yıl dernekleşmeye gittiklerini hatırlattı. Dernekte kültürel faaliyetlerin yanında, Asuri- Süryani, Keldani, Kürt, Arap ve Mıhallemi halklarının birliktelik sağlandığını belirten Aktaş, “Bu karar, yurt içinde ve yurt dışında yasayan Süryanileri tedirgin edip, kaygılandırmıştır. Bu şekilde halkların örgütlenmesinin önü kesiliyor. Ayrıca bir kaç yıldır çözüm süreciyle başlayan olumlu havaya denk düşmeyen siyasi bir karardır” dedi. Kararın, kendi toprağına geri dönmek isteyen Süryani yurttaşların umudunu kıran bir sonuç olduğuna vurgu yapan Aktaş, Süryanilere dönük gerçekleştirilen soykırımın 100’üncü yılı olduğuna dikkat çekerek, “Biz soykırımın yüzüncü yılında devletten kendi karanlık geçmişiyle yüzleşmesini ve Süryaniler için özür dilemesini beklerken devlet, Süryani derneğimizi kapattı. Bize yüz yıl öncesinin acı hatıralarını tazeletti” ifadelerini kullandı.

14

Derneğin kapatılması kararını kamuoyunun vicdanına havale ettiklerini kaydeden Aktaş, karara itiraz edeceklerini ve sonuç almadıkları taktirde AİHM’e gideceklerini aktardı.

(Özgür Gündem)

Leylekler geldi, hoş bulmadı – Abdullah Aysu

Baharla birlikte leylekler geldi. Hoş geldiler. Kuzey Ormanları’na gelen leylekler kesilen ağaçlar, kuruyan göletler ve çöp yığınlarıyla karşılaştı. Hoş bulmadılar.

Yeni havaalanı inşaatı ve 3. Köprü sahası, leyleklerle birlikte birçok kuşun yaşam alanı, üreme bölgesi ve göç güzergâhıydı. Şimdi işgal altında…

Kuzey Ormanları

Çevre Etki Değerlendirme Raporu’na (ÇED) göre, yılda 500 bin leylek ilk ve sonbaharda, 30 bin şahin 20 bin arı şahini ve 20 bin küçük orman kartalı ile toplam 80 bin civarında yırtıcı kuş göç için bu havalanın kurulacağı bölgeyi koridor olarak kullanıyor.

ÇED raporuna göre, arazinin 6 bin 172 hektarı ağaçla kaplıydı. 1 milyon 855 bin ağaç taşınabilecek durumdaydı. Kesilmesi zaruri ağaç sayısı yaklaşık 658 bindi. Sonra bu bilgiler nihai ÇED raporunda kaldırıldı…

Bakan, Bakana

Çevre ve Şehircilik Bakanı İdris Güllüce 2014 yılında yaptığı bir açıklamada, 3. havaalanı projesi nedeniyle kesilen ve kesilecek ağaç sayılarının henüz bilinmediğini, kesin rakamın proje tamamlandıktan sonra belirleneceğini söylemişti.

Bir devasa proje başlıyor, milyonlarca ağacın kesileceği telaffuz ediliyor ve kesiliyor, ama Çevre ve Şehircilik Bakanı Güllüce, ne kadar ağacın kesileceğini tam olarak bilmiyor.

Bakan, çevreye bakıyor…
Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu ise 2013 yılında yeni havaalanı için kesilecek ağaç sayısını 2 milyon 330 bin 12 olarak açıklamıştı.

Ormanları korumakla görevli bakanımız kesilecek ağaçların sayılarını veriyor…

Dünyada bize bakıyor…

Çünkü İstanbul ormanlarının önemi dünya çapında biliniyor. Avrupa’da acil korunması gereken 100 ormandan biri kabul ediliyor…

Genç yaşlı demeden kesilen ağaç kesimleri bölgeyi yavaş yavaş çorak hale getiriyor.

Dediğim Dedik

O zaman neden bu bölgede inşaat kararı alındı ve uygulandı, diyebilirsiniz. Çünkü “dediğim dedik, çaldığım düdük”, “ben yaparım, olur!” diyenlerin ülkesi burası.

Bakın, ÇED raporunda bölgede 17 kuş türü olduğu yer almıştı ya, uzmanlara göre bu sayı gerçek değilmiş.

Belgrat Ormanları’nda 160 kuş türünün barındığı biliniyormuş ve uzmanlar Kuzey Ormanları’nın içerisinde en az 200 kuş türü olduğunu iddia ediyor. Ne fark eder ki, hükümet, kargadan başka kuş tanımıyor ki (!)

Dediğim dedik, ben yaparım olur, kargadan başka kuş tanımam mentalli hükümetin Büyükşehir Belediyesi de inşaatlar nedeniyle açılan sazlık ve ormanlık alanları, şimdi yeni katı atık depolama alanı yapıyor. Ne gam?

Yıldız Teknik Üniversitesi Ulaştırma Anabilim Dalı emekli Öğretim Üyesi Prof. Dr. Zerrin Bayraktar; “Uluslararası standartlara göre havalimanı yapılacak yerin 13,5 km yakınında çöp tesisi bulunmamalı. Çünkü bu tesisler milyonlarca kuşu cezbedebilir. Oysa proje alanın 6 km. ötesinde Göktürk’te senede 3 milyon ton çöp atılan İSTAÇ’ın bertaraf tesisi bulunuyor” diyor.

Bütün bu olup bitenlere karşılık olarak gelin Cahit Sıtkı Tarancı’nın şiirini arzuhal eyleyip, Ankara’ya gönderelim.

“… Memleket isterim

Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;

Kuşların çiçeklerin diyarı olsun…”

Başımızın tacı leylekler, siz hoş geldiniz!

Bu yazı ozgur-gundem.com/ dan alınmıştır

12.Abdullah Aysu

 

Abdullah Aysu

Kapkaradeniz – Önder Cırık

Bilim adamlarının sanayi devriminden bugüne kadar olan jeolojik devire antropojen devir diyelim mi demeyelim mi diye tartıştığı şu günlerde artık biliyoruz ki dünya ekosistemi bir ağ ve ekosistemin dengesini bozan en ufak bir müdahale tüm bu ağı etkiliyor. Denizler ve okyanuslar uçsuz bucaksız su kütleleri oldukları için biz insanlara asla kirlenmeyecekler, tükenmeyecekler, barındırdığı canlı yaşamı asla bitmeyecek gibi gelir. Oysa tarım ilacı DDT’nin dünyada kullanılması 1950ler ve kutuplardaki penguenlerin dokularında bile DDT bulunması ise sadece 1960lar. 15 sene önce ben lisedeyken Mersin’de babamla balığa giderdim. Oltamıza tek bir tane bile balon balığı (Uranoscopus scaber) takılmazken bugün Akdeniz’de oltanıza takılan her 10 balıktan 6 tanesi Kızıldeniz’den giren işgalci bu balık türü. Dünyanın yaşının 4,5 milyar olduğu göz önünde bulundurulduğunda bahsini ettiğim 10-15 yıl gibi sürelerin birazdan bahsedeceğim denizlerde damla bile olmadığı çok açık.

Karadeniz çok özel ve hassas bir deniz

Karadeniz sahili (Foto: Nizamettin Yavuz)

Ülkemizin toplam kıyı şeridi uzunluğu 8300 km uzunluğunda. Her ne kadar Karadeniz sahil şeridi en uzun gibi görünse de aslında girintili çıkıntılı yapısı nedeniyle Ege kıyıları en uzun kıyı şeridimize sahiptir. Ama Karadeniz’e kıyısı olan ülkeler arasında Ukrayna’dan sonra en uzun kıyı şeridi Türkiye’ye aittir. Karadeniz kıyısı, kıyı şeridinin denize paralel dağlık yapısı nedeniyle Gürcistan sınırından Bulgaristan sınırına kadar kıyı şeridi boyunca sadece Yeşilırmak, Kızılırmak ve Sakarya deltalarında büyük düzlükler yapar. İnsan yerleşiminin bu kadar dar bir sahil şeridinde yoğunlaşması Karadeniz’in hassasiyetini arttırmıştır. Bu insan baskısı plansız enerji politikaları gereği kurulan HES, baraj, nükleer santral, vb. nedeniyle Karadeniz derelerine ve dağlarına da sirayet etmiştir.

Karadeniz çok özel ve hassas bir deniz. İstanbul boğazı oluşmadan önce bir göl olan Karadeniz dünyanın tek su altı nehirlerinden birine sahip. Boğaz bağlantısının oluşumuyla tuzluluğu ve sıcaklığı artmış, Atlas Okyanusu ve Akdeniz’den gelen türler Karadeniz’e ulaşmıştır. Bugün Karadeniz canlılarının %80’i bu türlerden oluşmaktadır. Öte yandan kalkan balığı gibi sadece Karadeniz’de bulunan türler ise halen hayatlarını sürdürebilmektedir. Bir çeşit yosun olan Phllophora ise yine sadece Karadeniz’de bulunur ve Karadeniz’deki yaşama kaynaklık eder.

Foto: Nizamettin Yavuz

Karadeniz dünyanın en büyük anoksik-sülfik su kütlesidir ve bu yüzden sadece yüzeydeki 150-200 metre derinlikte canlı yaşamı mevcuttur. Daha derinlerde ise yaşam yoktur. Yani uçsuz bucaksız gibi gözüken Karadeniz aslında çok kısıtlı bir alanda canlı yaşamına imkân sağlar. Peki, bundan bize ne? Türkiye’de tüketilen balıkların %90’ı yüzey balıkları olup, bu balıkların hemen hemen hepsi sadece Karadeniz’den, özellikle de Doğu Karadeniz’den soframıza gelir. Yani Türkiye’de protein ve fosfor ihtiyacımızın büyük bir kısmı için her gün biraz daha tükenen, kirlenen, fakirleşen Karadeniz’e bağımlıyız.

En son balık bolluğunun 2002 kışında olduğunu hatırlıyorum. Onun sebebi de 80lerdeki balık stoklarındaki krizden dolayı 90larda balık avcılığının Karadeniz’de kısıtlanması sonucu balık stoklarının kendini yenilemesiydi. O sene İstanbul çinakopa doymuştu. Ama ondan beri ucuza ve bol balık yediğimiz bir dönemi hatırlamıyorum. Bundan sonra da eğer bir an önce harekete geçmez isek uzun bir süre pek ucuza ve bol balık yiyebileceğimizi sanmıyorum. Çünkü hassas bir ekosistem olan Karadeniz’in hâlihazırdaki kirlilik, ötrofikasyon (insan nedenli atıklar sonucu sucul bitki varlığının artması ve sudaki çözülmüş oksijenin suda tükenmesine bağlı canlı yaşamının sona ermesi), işgalci türler, aşırı balıkçılık gibi sorunlarına son 10 yıldaki “müthiş” performansımızla çok daha yeni sorunlar ekledik.

Hamsi 50 yıl önce bol olduğu için çay tarlalarına gübre diye atılırmış

Foto: Nizamettin Yavuz

Rizeli arkadaşım Süleyman babası küçükken okul dönüşü kıyıya vurmuş hamsi sürülerini görünce pantolonunu çıkardığını, paçalarını bağlayıp bir torba yaptığını ve pantolonuna bu hamsileri doldurup eve getirdiğini anlatırdı. Bundan 40-50 yıl önce hamsi inanılmaz bol olduğu için resmen kıyıdan toplanır, çay tarlalarına gübre diye atılırmış Doğu Karadeniz’de. Bu süre içinde Batı Karadeniz, tıpkı Marmara Denizi gibi endüstriyel kirlenmenin ve ötrofikasyonun kurbanı olurken Doğu Karadeniz direnmeye devam etti. Direnmeye devam edebilmesinin en önemli sebeplerinden biri Doğu Karadeniz’de nehirlerin ve derelerin özgürce ve tertemiz denize ulaşabilmesiydi. Yani Orman ve Su İşleri Bakanımız Veysel Eroğlu’nun deyimiyle suyun akması ve Türk’ün bakmasıydı. Akan suyu sadece boşa akan su olarak gören anlayış 10 sene gibi bir sürede o derelerin hemen hemen hepsinin önünü HES ve baraj projeleriyle kesti. Dereler denize ulaşamaz oldu. Bunun karadaki etkilerini çok çabuk görebildik. Karadeniz vadileri artık yemyeşil ormanların kapladığı, içinden derelerin aktığı yerler değil, bitki örtüsü tahrip edildiği için erozyon ve heyelanların yaşandığı kızıl toprak ve kayaç yapıyla kaplı içinden kuru derelerin akmaya çalıştığı vadiler haline geldi.

Çoğalabilmemiz için neler gerekli? İlk önce üreyebilmemiz ve sonra da beslenebilmemiz. Peki, balığımızın %90’ının geldiği Doğu Karadeniz’de birçok balık türü üremek için nehirlere ve derelere girip yukarı kesimlere göç ediyor. Balıklar baraj setlerini ve HES borularını aşamadığı için artık üreme alanlarına ulaşamıyor. Bir zamanlar boyları 4 metreyi, ağırlıkları 1300 kilogramı bulan, bugün ise yok olma noktasına gelmiş Mersin balıkları bu türlerden sadece bir tanesi. Velev ki ürediler, bu balıklar neyle besleniyor? Karadeniz’e besin nereden geliyor? Türk’ün bakıp suyun aktığı dereler sadece su taşımaz denizlere. Su dağlardan denizlere yolculuğunu yaparken birçok besin ve minerali de beraberinde taşır. Bunu yapabilmesi için taşları, toprağı aşındırması, bunun için hızlı bir şekilde akması gerekir. Baraj setleriyle siz akışı durdurursanız ve olan besin ve minerali de buralarda toplar denize ulaşmasına müsaade etmezseniz denizlerde balıklar yiyecek bir şey bulamaz. Karadeniz’de balık varlığı için iki ana faktörü böylelikle kendi ellerimizle ortadan kaldırdık. 1970lerde 30 ticari tür varken bu sayı Karadeniz’in mevcut sorunları nedeniyle 2000 başlarında 10-15 türe kadar düştü. Bakalım daha ne kadar azalmaya devam edecek?

Doğa ve Yaban Hayatı Koruma Derneği’nden Temiz Nehirler – Temiz Deniz Projesi

4.Karadeniz-Nizamettin Yavuz4

Karadeniz sadece bizim değil. Bu denizi bizim gibi benzer sorunları olan birçok Karadeniz ülkesi ile paylaşıyoruz. Yapılan hatalar siyasi sınırları aşıyor ve herkesi etkiliyor. Yani hatalarımızdan sadece kendimize karşı sorumlu değiliz, komşularımıza karşı da sorumluyuz. Çoruh’un üzerine 9 baraj ve kollarına sayısız HES yaparak uzun vadede Çoruh’un verimli deltası kenarına kurulmuş Batum şehrini bitirdik aslında. Bizdeki ve komşularımızdaki siyasi gündem hepimizin hayatına birebir etki eden bu gibi sorunların gündeme gelmesine bir türlü izin vermiyor. Ama sorunumuz ortak. Tüm bu olumsuzluklara rağmen hem Türkiye’de, hem de komşularımızda sivil toplum ve gönüllü kuruluşlar bir araya gelerek ufak da olsa Karadeniz’de bir dalga yaratmaya çalışıyorlar. Samsun’da Doğa ve Yaban Hayatı Koruma Derneği’nin  yürüttüğü, Avrupa Birliği tarafından desteklenen Temiz Nehirler – Temiz Deniz Projesi bunlardan sadece bir tanesi. Türkiye, Bulgaristan, Romanya, Moldova ve Gürcistan’dan sivil toplum kuruluşlarının bir araya geldiği bu proje ortak bir dil geliştirip Karadeniz’in varlığının nehirlerimizin temizliğine ve doğallığına ne kadar bağlı olduğunu kamuoyuna anlatmaya çalışıyor. Hedef, karar vericilerin dikkatini çekip ulusal ve uluslararası düzeyde harekete geçmelerini sağlamak.

Siz de kendi çapınızda ufak bir dalga yaratabilirsiniz aslında. En basitinden balığı neden bu kadar pahalıya yediğimizi, piyasada neden bu kadar az balık bulunduğunu ve Eminönü’nde neden Norveç uskumrusu yediğimizi kendinize sorarak ve bulduğunuz cevapları etrafınızla paylaşarak dalga yapmaya başlayabilirsiniz. Kim bilir? Belki yaptığınız ufacık dalga koskoca bir Karadeniz dalgasına dönüşür. Birkaç ağaç bile nelere dönüşmedi ki bu ülkede?

Fotoğraflar: Nizamettin Yavuz

7.ONDER_CIRIK1

 

Önder Cırık

Yaban Hayat Uzmanı

 

 

 

 

 

21 Mart’tan 7 Haziran’a bakmak

Nobelist yazar Orhan Pamuk’un “Masumiyet Müzesi” adlı kitabındaki bir sayfa, neredeyse tüm romanın özeti gibidir. Pamuk, bir sayfa içinde tüm romanın olay akışını okuyucuya sunar ve bunu da ustaca yaptığından romanın genel gidişatı da bozulmadan devam eder. Siz bu ustalığı ancak kitabın sonuna geldiğinizde fark edersiniz. 21 Mart günü yaşananlara 7 Haziran gecesinden baktığımızda da muhtemeldir ki, biz de böyle bir anı yaşadığımızı fark edeceğiz. 21 Mart günü ardı ardına gerçekleşen olaylar, 7 Haziran’a kadar geçecek olan 70 kadar günün nasıl geçeceğini bize bir günde sundu. Seçim sürecinin hızlı ve sıkıştırılmış bir suretini gösterdi.

Neler oldu 21 Mart’ta?

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Kürt Sorunu yoktur” demesi de 21 Mart’ta vardı; “Kürt Sorunu vardır” demesi de 21 Mart’ta vardı. İzleme Heyeti ve benzeri konulara “olumlu bakmadığını” ifade etmesi de; hükümetin “Ama bizim de bir yetkimiz var!” demesi de 21 Mart’ta vardı. İktidar bloğunda bunlar yaşanırken bir taraftan Diyarbakır’da Newroz, diğer taraftan Ankara’da Nevruz kutlandı. Devlet Bahçeli konuşmasını bitirir bitirmez, Diyarbakır’a Öcalan’ın mektubu için bağlandı televizyonlar. O konuşma biterken, ekranın bir yanında Bahçeli demir döverken, alt yazılar Bülent Arınç’ın çıkışını duyuruyordu.

Her ne kadar bir romanın kurgusal dünyasında yaşamasak da fotoğraf belirginleşmeye başlıyor. Anketlere göre MHP’nin oyu artıyor. %18’lerin şaşırtmayacağı ifade ediliyor. MHP’nin %18 oy aldığı bir seçim sonucunda Erdoğan’ın başkanlık hayallerinin önemli bir yara alacağı çok açık. Diğer taraftan HDP’nin yükselişi bu yaraları kapanmaz hale getiriyor. Barajı geçen HDP, %20’ye yakın oy alan MHP ile yapılan hesaplamalarda bırakın 400 vekili, 276’ya ulaşılması bile zor görünüyor. Bu sebeple gündemin bir tarafından MHP, bir tarafından HDP çekerken (21 Mart’ın sembolizmi, Bahçeli’nin konuşması bittiği an, Öcalan’ın mektubu okunmaya başlandı!) Erdoğan’a bir “Kürt Sorunu vardır”, bir “Yoktur” demek kalıyor. Yeri geldiğinde en temel adımları bile olumlu bulmadığını söyleyerek açıktan hükümete tavır alıyor. Hükümet ise tüm siyasi yatırımını yaptığı bir sürecin içerisinde ve bu süreçte durmak da geri dönmek de düşmek anlamına geliyor. Zaman hızlı akıyor. Ergenekon ve Balyoz’da “yanılan ve yanıltılan” hükümetin bir de Kürt Sorunu’nda yanılmış olması, seçimler yaklaşırken 12 yılın boşa geçtiğini itiraf etmek dışında bir anlama gelmiyor. Belki de bu yüzden ilk defa çok sert bir şekilde karşı koyuyorlar “reis”lerine ve bu karşı koyuş hükümet sözcüsü ile Başkent’in Belediye Başkanı’nın birbirlerine hakaret etmelerine kadar ilerliyor.

70 gün boyunca konuşacağımız fotoğraf işte tam olarak bu ve hepsi birlikte 21 Mart’ta kendisini gösterdi. Bir de bu fotoğrafa, eksik tek özne olan CHP, elinde ekonomi sepetiyle girecek. Ekonominin hali düşünüldüğünde bu AKP’yi daha da sıkıştıracaktır. Tüm bunlar ışığında şunu öngörmek mümkün. Artık bu fotoğrafta AKP’ye ayrılan alan daralıyor ve daraldıkça yalpalamalar, suçlamalar ve iç kavgalar AKP’yi kaplıyor.

Yeşil Gazete yazıları ve diğer yazılar için: http://www.urbarli.net

https://twitter.com/Urbarli

İstanbul Üniversitesi’nden Cumhurbaşkanı Erdoğan’a “rektör ataması” tepkisi

İstanbul Üniversitesi Demokratik Üniversite Girişimi, en çok oyu alan Prof. Dr. Raşit Tükel yerine, ikinci sıradaki adayın atanmasına, “Cumhurbaşkanı, seçimlerden ikinci sırada çıkan adayı rektör olarak atamış ve bizzat kendisi tarafından her fırsatta dile getirilen sandığa saygı ilkesini hiçe saymıştır” sözleriyle tepki gösterdi.

36

İstanbul Üniversitesi Demokratik Üniversite Girişimi, İstanbul Üniversitesi (İÜ) Rektörlüğü görevine, en çok oyu alan Prof. Dr. Raşit Tükel yerine, ikinci sırada yer alan Prof. Dr. Mahmut Ak’ın atanmasının ardından yazılı bir açıklama yaptı.

Üniversite Girişimi’nden yapılan açıklama şu şekilde;

“Türkiye ‘nin üniversitelerinin özerk, bilimsel ve demokratik bir kimliğe sahip olması için uzun süredir mücadele veren tüm unsurlar İstanbul Üniversitesi rektörlüğü seçimlerini ilk günden itibaren büyük bir ilgiyle takip etmiş ve iradelerini üniversitenin öğretim üyelerinin tercihleri doğrultusunda Prof. Dr. Raşit Tükel’i destekleyerek göstermiştir.

Rektörlük seçimlerinde seçime katılan öğretim üyelerinin yarısına yakınından oy alan Prof. Dr. Raşit Tükel’in seçim başarısı, savunduğu ilkeler ve yönetim modeli çerçevesinde demokratik kamuoyunun bütünü için bir umut ve heyecan kaynağı olmuştur. Üniversite öğretim üyelerinin ve bileşenlerinin açık desteğine rağmen YÖK, en çok oyu alan Raşit Tükel’i sıralamada ikinci sıraya indirmiştir.

Üniversite bileşenleri ve demokratik kitle örgütleri beraberce YÖK’ün bu kararının arkasında yatan niyeti önceden sezinlemiş ve gereken cevabı demokratik haklarını kullanarak yüksek sesle dile getirmiştir. Raşit Tükel’in rektör olarak atanması dışında herhangi bir işlemin meşru görülmeyeceği cesaretle ve büyük bir dayanışmayla açıklanmıştır. Demokratik kamuoyunun iradesini böylesine açık bir biçimde ifade etmesine rağmen Cumhurbaşkanı, seçimlerden ikinci sırada çıkan adayı rektör olarak atamış ve bizzat kendisi tarafından her fırsatta dile getirilen sandığa saygı ilkesini hiçe saymıştır.

Bu atama sadece İstanbul Üniversitesi’nde oy veren akademisyenlere ve süreçte Raşit Tükel’i destekleyen idari personele, taşeron işçilere ve öğrencilere değil tüm demokratik kamuoyuna karşı bir saldırı niteliğindedir.”

(T24)

Gazeteci avı başlatan kurnaz yandaşlara sorular – Hakan Aksay

Atak başladı.

Kim bilir kaçıncı atak.

Hiçbir gazeteci iktidara karşı çıkamayacak.

Kural bu!

Uymayan pişman edilecek.

AKP “31 Mart karanlığı” üzerinden yeni bir şahlanma denemesi yapıyor.

Eline silah alıp bir savcıyı rehin alarak “devrimci eylem” gerçekleştirdiğini düşünenler, iktidarın eline büyük bir fırsat verdi.

İktidar da o fırsatı sonuna kadar kullanıyor.

Baskıcı yasaların ve uygulamaların yolu zaten açılmıştı; şimdi asfaltlanıyor ve son uyarılar seslendiriliyor.

Başbakan “artık sokağa çıkana müsamaha göstermeyeceğiz”diyerek sanki uzun süredir hazırlanan “iç güvenlik” mekanizmasının düğmesine uzanıyor.

Diğer taraftan işi, cenaze kaldırılırken bile “akreditasyon yasağı”koymaya kadar vardırdığı gazetecilere “ahlaksız ve terbiyesiz”diyerek alenen hakaret ediyor.

Beğenmediği bir fotoğrafı kullanan gazetelerin temsilcilerine“cenazeye gelmeye hakları yok” buyuruyor.

Cenazelere giriş de artık iktidarın vizesiyle mümkün olabilecek.

“Yeni Türkiye”ye hoş geldiniz!

35

31 Mart bir sınır mıydı?

Gazeteye basılacak fotoğraf, Başbakan’ın yetki alanında bulunan bir konu değil. Böyle bir yasa da yok.

Medya kendi içinde düşünür, tartışır, hangi fotoğrafı, hangi başlığı, hangi haberi ve hangi yazıyı kullanıp kullanmayacağına karar verir.

Gazetecilik “kukla tiyatrosu” değildir.

En azından yandaş olmayan gazetecilik açısından böyle.

Tıpkı Cumhurbaşkanı’nın dediği gibi: “Herkes işine baksın!”

Ancak belki de “karanlık 31 Mart”, seçimler öncesinde bir şeylerin sınırı oldu.

O gün “adliyede rehine krizi” ve nasıl yapıldığını, neden bu kadar kanlı sonuçlar verdiğini ayrıntılarıyla bilmediğimiz “kurtarma operasyonu” vardı.

Daha o günün akşamı iktidarın dili değişti, sonraki günlerde de “artık daha sert davranacağız” vurgusu giderek netleşiyor.

Ölü evi ve cenaze töreni bile sert siyasi konuşma ve mesajların merkezi yapılabiliyor.

Durmadan haktan, hukuktan ve yasalardan bahsetme gibi kötü bir alışkanlığı olan avukatlara göstermelik bir ceza veriliyor, “bal gibi aranırlar” işaretiyle birlikte, adliyeye girişte hepsi uzun kuyruklarla süründürülüyor.

Ve medya. İktidarın en iştahlı saldırı alanı yıllardır değişmedi. Onca televizyon ve gazeteyi çantasına koydu, hâlâ sakinleşmedi.

‘Kelle avcıları’ piyasada

İşte yeni bir atak gündemde.

Cumhuriyet, Hürriyet, Posta ve Bugün gazetelerine yönelik yasal soruşturma başlatıldı. Hem de az buz bir gerekçeyle değil: Suçlama “terör örgütünün propagandasını yapmak”

Aynı anda bir dizi yandaş gazete ve televizyon kanalında, koro halinde, iktidarın hoşuna gitmeyen gazeteciler hedef gösteriliyor, linç girişimi başlatılıyor.

CNN Türk’ten Mirgün Cabas rehine krizi sırasında attığı bir tweetten dolayı hedefe oturtuluyor. Mirgün, “Bu eylem nasıl biterse bitsin çıkarılacak tek ders var: çocukları vurmayın, anneleri yuhalatmayın” dediği için eleştirilebilir mi? Elbette. Ama sanki teröre ve şiddete destek vermiş gibi abartılı bir tepkiyle saldırıların merkezine yerleştirilmesi düşündürücü. Sabah Gazetesi yine kendini aştı: “Mirgün Cabas teröristlere destek verdi.”

Doğan Grubu adına önceki gün yapılan açıklamada, iktidarın basına yönelik yeni saldırısına tek kelime edilmeden Cabas ve Hürriyet’le Posta eleştiriliyordu. Fotoğraf ve gazeteciliğin başka unsurları elbette tartışılır, eleştiri ve özeleştiri yapılır, yayın ilkeleri uygulanır; buna diyeceğim yok. Ama en başta medyanın bağımsızlığı korunmalı. “Kelle” isteyenler karşısında vereceğiniz her taviz, sizin yakın zamanda yeni “kelleler” ve konumlar kaybetmeniz sonucunu doğuracaktır.

Nitekim, Doğan Medya’nın açıklamasıyla aynı gün içinde bir yandan “Mirgün Cabas bir daha ekrana çıkmamalıdır”kampanyasını organize eden yandaşlar, diğer taraftan da yine CNN Türk’ten Nevşin Mengü’ye karşı saldırı başlattılar. Onun da “günahı”, neyin ne olduğunun henüz belli olmadığı bir ortamda, İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ndeki olayı canlı yayında aktarırken “terör saldırısı” dememiş olması. Bu, yine Sabah’ın diliyle,“rezillik” ve “skandal”.

Yandaşlar sıkıştırıyor

Yandaşların yeni atağında daha bir sürü renk var.

“Hükümet karşıtı haberciler sol ve radikal Alevi ağırlıklı” diyerek grupsal-mezhepsel hedef gösterenler olduğu gibi, gazetecileri ve sanatçıları “tek tek avlama” yöntemine sarılanlar da az değil.

Bugünlerde en yaygın “yandaş medya tezgâhı” şu:

“Siz teröre terör ve teröriste terörist diyebiliyor musunuz, diyemiyor musunuz?”

Doğrusu ben, bu köhne ama hâlâ ateş alan silahın korkutmadığı gazeteciler arasındayım. Bir önceki yazımda ne yandaşların bayıldığı bu iktidarın ve devletin, ne de silahın yanında olduğumu en baştan yazdım.

Terör kimden gelirse gelsin mahkûm edilmelidir: İster sağ, ister sol, isterse de devlet kökenli olsun.

Ne var ki bugünlerde bazı aydınlar ve gazeteciler, 31 Mart’taki rehine eylemini ve eylemcileri  “terör” ve “terörist” olarak nitelemekten kaçınıyorlar. Bu durum, çifte standart kuşkusunu gündeme getiriyor: Aynı hatayı (en azından söylemiyle) bana yakın birileri yaparsa karşı çıkmam, karşı cepheden biri yaparsa kıyasıya eleştiririm. Bu bence kabul edilebilir bir durum değil.

Elbette “kurnaz yandaşlar” hiçbir konunun üzerine bütün açılara bakan geniş ve korkusuz yelkenler açamıyorlar; onların yöntemi iktidara asla dokunmadan ve bu arada onun yaptığı devasa yanlışları örtbas ederek aldıkları paranın hakkını vermek ve sorgusuz-sualsiz hizmetkârlık etmek.

Bu hizmetler her zaman ak pak ortamlarda gerçekleşecek türden değil. Çoğu kez “bel altı vuruşlar”, “yalan ve iftiralar”, ayrıca bugünkü gibi “kelle avcılığı” da onların görevleri arasında.

Yandaşlar, şimdi de siz bana cevap verin

Şimdi reislerinden, patronlarından aldıkları işaretle gazetecilere saldıran, onları işlerinden etmeye çalışan, insanları karalamaya gayret eden yandaşlara benim de bir çift sözüm var:

Madem öyle “Terörist dedin mi, demedin mi?” türünden sorularla birilerini sıkıştırmaya meraklısınız, madem soruları seviyor ve cevap almak için heyecanla mücadele ediyorsunuz, o halde ben de size birkaç soru sorup cevap rica edebilirim herhalde.

Eyy yandaş arkadaşlar,

– Siz tapeleri, ayakkabı kutularını, para sayma makinelerini, odalara sığmayıp sıfırlanamayan paraları, malum kol saatini yolsuzluk olarak görüyor musunuz görmüyor musunuz?

– Uludere’yi (Roboski), Reyhanlı’yı, MİT tırlarını nasıl açıklıyorsunuz?

– Kabataş’ta onlarca yarı çıplak insanın bir kadına ve bebeğine saldırıp üzerlerine işediğini hâlâ iddia edebiliyor musunuz?

– “Alo Fatih’lerle”, “Alo Mustafa’larla” bağımsız ve onurlu bir gazeteciliğin mümkün olduğunu savunabiliyor musunuz?

– Sabaha karşı çıkarılan torba yasalarla, iç güvenlik kanunları ve örtülü ödeneklerle, internetin ve gazeteciliğin (“gazetecilik”, hatırlıyor musunuz, sizin de mesleğiniz!) iki dudak hareketiyle sınırlanıp yasaklanmasıyla kurulacak “tek adam rejimi”yle demokrasinin yaşayabileceğine inanıyor musunuz?

Haydi çocuklar, açık ve net konuşun. Bu sorular size 7 Haziran’ın ardından da sorulacak, yıllar sonra da. Şimdiden açıklamayı deneyin!

Cevap verin!

Bu yazı t24.com.tr/ den alınmıştır

34 Hakan Aksay

 

Hakan Aksay

@AksayHakan

Savcıyı kimler katletti, susması kimlere yarayabilir? – Murat Yetkin

Berkin Elvan’ın 2013’te öldürülmesi ardından, polislerin ifadesinin alınmasını isteyen, dosyayı yeniden canlandıran kişi, Mehmet Selim Kiraz’dan başkası değildi. Yani katletmemiş, susturmamış olsalar, Berkin’in öldürülmesinde rollerinin bulunması halinde onları tutuklatacak kişi muhtemelen Kiraz olacaktı.

İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Hadi Salihoğlu dün Mehmet Selim Kiraz cinayetiyle ilgili ilk etraflı yazılı açıklamayı yaptı.

Açıklamada terör saldırısının aşamaları, yapılan müzakere çalışmaları anlatılıyor ve Kiraz’ın “başına bitişik atış olacak şekilde silahla ateş edildiği, ateş edilen silahın ise teröristlerin kullandığı 7.65 çaplı silah olduğu tespit edilmiştir” deniyor.

Salihoğlu’nun açıklamasının, savcı Kiraz’ın katledildiği 31 Mart akşamından bu yana Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Başbakan Ahmet Davutoğlu ve diğer yetkililerce yapılan açıklamalarla bire bir örtüşmeyen yerleri var.

***

Henüz ne otopsi raporu ne de balistik raporu konusunda Salihoğlu’nun verdiği dışında ayrıntılı bilgimiz var.

Salihoğlu’nun söz ettiği “bitişik atış”, o meşum fotoğrafta Kiraz’ın şakağına dayanmış silah görüntüsüyle tam olarak örtüşüyor.

Parçaları birleştirdiğimizde, İstanbul Barosu Başkanı Ümit Kocasakal’ın polis yetkilileri gözetiminde, savcının odasının iki yanında kurulan müzakere merkezindeki işini kısa süreliğine Avukat Şükriye Erden’e devretmesinin hemen ardından DKHP-C militanının savunmasız vaziyette 8 saattir ecel teri döken Kiraz’ı o pozisyonda acımasızca vurduğu görüntüsünü zihnimizde canlandırabiliyoruz.

***

Öte yandan, daha Kiraz’ın kurtarılamadığı haberi açıklanmadan, olayı yakından takip eden Başbakan Davutoğlu’ndan da önce, Slovenya’dan açıklama yapan Cumhurbaşkanı Erdoğan, İstanbul Emniyet Müdürü Selami Altınok’tan aldığı bilgiye göre Kiraz’ın başında 3, gövdesinde iki kurşun yarası bulunduğunu, ağır yaralı vaziyette ameliyata alındığını söyledi.

Kiraz hemen Adliye’nin yakınındaki Florence Nightingale hastanesine kaldırıldı. Bu sırada çekilen görüntülerde kendisine kalp masajı yapıldığı görülüyordu. Uzmanlar bu durumun zaten kalbin durmuş olduğuna işaret ettiğini söylüyorlar.

Nitekim Kiraz’ı hayata döndürme çalışmalarına katılan İstanbul Bilim Üniversitesi rektörü Çavlan Çiftçi, Kiraz’ın hastaneye getirildiğinde kalp atışı ve solunumunun durmuş olduğunu açıkladı; hayata döndürme çabaları ne yazık ki sonuç vermiyor.

***

Sağlık kaynaklarından alınan bilgileri Başsavcı’nın açıklamasıyla birleştirdiğimizde zihnimizde canlanması muhtemel manzara şudur: Polis, Kiraz’ın cansız bedeninin vakit geçirmeden nöbetçi savcılık tarafından Adli Tıp’a sevkini istiyor; cenaze töreninin bir an önce, ertesi gün (1 Nisan) öğle namazında yapılması istenmiştir. (Erdoğan o sırada Romanya’da temaslarda olacaktır.)

Adli Tıp Kurumu’na getirildiğinde, yaşatma çabaları çerçevesinde Kiraz’ın cenazesinin göğüs kısmına cerrahi müdahale yapılmış, çıkarılan mermi çekirdekleri polis tarafından ayrı bir torba içinde getirilmiştir.

Bunun anlamı, otopsiye ayrılan sürenin kısalığı da gözönüne alındığında, kurşunların vücuda hangi açıdan, ne mesafeden girdiği, ya da başına isabet eden aynı silahtan çıkıp çıkmadığı gibi önemli ayrıntıları saptamanın hayli zor olduğudur.

Zaten Salihoğlu o nedenle yalnızca Kiraz’ın başına açılan ateşten söz etmektedir.

***

İfadelerde henüz bilgi eksikliğimiz nedeniyle açıklanamayan bu boşluklar ve CHP, MHP, HDP sözcülerinin savcının hayatının kurtarılması için acaba (içeri gaz vererek hepsini bayıltma gibi fikirler dahil) her şeyin yapıldığını sorguluyor olmaları bir yana, bu cinayetin asli sorumlusu ve faili, bu terör eyleminin failleri olan DHKP-C militanlarıdır.

Savcıyı ketleden, susturanlar onlar olmuştur.

Kiraz’ı rehin almalarının nedenini Berkin Elvan’ın ölümüyle sonuçlanan gaz bombası atımı sırasında orada olduğu öne sürülen üç polis memurunun derhal tutuklanması talebi olarak öne sürmüşlerdi.

***

Oysa Berkin Elvan’ın 2013’te öldürülmesi ardından, polislerin ifadesinin alınmasını isteyen, dosyayı yeniden iki ay kadar önce canlandıran kişi, bu göreve yeni atanan savcı Mehmet Selim Kiraz’dan başkası değildi.

Yani katletmemiş, susturmamış olsalar, Berkin’in öldürülmesinde rollerinin bulunması halinde onları tutuklatacak kişi muhtemelen Kiraz olacaktı.

Belki de militanları savcıyı serbest bırakmaları için ikna etmeye çalışanlar arasında Berkin’in babası Sami Elvan’ın yer almasının bir nedeni de buydu.

***

Ve sadece Berkin Elvan dosyası da değil.

Kiraz’ın verdiği son talimatlardan bir tanesinin de İstanbul Emniyeti’nden yine Gezi protestoları sırasında hedef gözeterek attığı gaz bombası nedeniyle bir göstericinin gözünü kaybetmesine neden olan polis memurunun kimliğini sorması olduğu anlaşılıyor.
Belli ki hak ve adalet duygusu yüksek biri olan merhum savcı Kiraz, Gezi dosyasını aldığından bu yana, polisin gösterilere izin vermemek için orantısız şiddet kullandığı şikayetlerinin üzerine ciddiyetle gitmiş, olaylar üzerindeki örtüyü kaldırmaya çalışmıştı.

***

Ama bir terör saldırısı sonucu, Berkin Elvan’ın haklarına sahip çıkma iddiasında olanlarca katledildi, susturuldu.

Şimdi bu cinayetten sonar Kiraz’ın yerine atanacak savcının, Gezi dosyalarına onunkine benzer bir dikkat, kararlılık ve heyecanla bakıp bakmayacağı belli değil; üstelik tam da 7 Haziran seçimlerine giderken ortaya çıkacak bazı gerçeklerin hem polis hem de AK Parti hükümetini mahçup etme ihtimali ortadayken.

Tabii bir de gündemin bu terör eylemince esir alınmışlığı var ortada. Ne başkanlık tartışması kaldı ortada, ne PKK ile Kürt meselesi diyalogu, ne ekonomik sorunlar, ne de dış politikadaki Suriye, Irak, İran sancıları.

Savcıyı susturmak için tetiği kimin çektiği belli ama, savcının susturulmasının kimlerin işine yaradığı o kadar belli değil galiba.

Bu yazı radikal.com.tr/ den alınmıştır

33.Murat Yetkin

 

 

Murat Yetkin

Obama açıkladı, “İran ile tarihi nükleer uzlaşması”

İsviçre’nin Lozan kentinde gerçekleştirilen İran nükleer müzakerelerinde, İran ve 5+1 ülkeleri (ABD, İngiltere, Fransa, Çin ve Rusya ve Almanya) arasında ana konularda anlaşmaya varıldı.

26.nükleer anlaşma, iran, abd, israil

İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ve İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif attıkları twitter mesajlarında nükleer görüşmelerinde ana çerçeve üzerinde ulaşıldığını belirtti. Ruhani mesajında “Nükleer programda ana çerçeve üzerinde uzlaşıldı. Anlaşma metni yazımı hemen başlayacak” dedi. Zarif ise “Çözüm bulundu. Taslak üzerinde çalışmaya hazırız” diye yazdı.

Almanya Dışişleri Bakanlığı’nın Twitter hesabından atılan mesajda ise “Nihai anlaşma için çerçeve üzerinde anlaşıldı” ifadesine yer verildi. Ardından ABD Dışişleri Bakanı John Kerry de anlaşmaya varıldığına dair bir twitter mesajı attı.

Twitter mesajlarının ardından ilerleyen dakikalarda AB Dışişleri Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini ve Cevad Zarif anlaşmayla ilgili ortak bir açıklama düzenledi.

Anlaşma taslağının hazırlanmasına başlandığı belirtildi. Mogherini, İran’ın tek bir nükleer tesisinin kalacağını ve nükleer programının belirli oranda kısıtalanacağını açıkladı. Anlaşma kapsamında İran uranyum zenginleştirme kapasitesini düşürecek.

Kısa bir süre sonra ABD Başkanı Barack Obama da İran televizyon kanallarının canlı olarak yayınladığı bir açıklama yaparak  İran’la tarihi bir uzlaşmaya varıldığını belirtti.

İsrail ise anlaşmanın gerçeklikten uzak olduğunu açıkladı.

Sinoplular nükleere karşı tek ses: TBMM onaylasa da biz santrali onaylamıyoruz

Sinop’a nükleer santral yapımına ilişkin uluslararası anlaşma TBMM Genel Kurulu’nda kabul edildi. Sinop NKP’den Karataş: Türkiye’de santrala izin vermeyeceğiz.

25.sinopNKP

Sinop Nükleer Karşıtı Platform (SNKP) Koordinatörü Zeki Karataş TBMM’de dün sabaha karşı imzalanan anlaşmayla ilgili olarak “181 kişinin onay verdiği bu yasayı, Sinop halkı onaylamayacak” dedi.

Sinop’ta nükleer santralın yapılması planlanan İnceburun Mevkii hem Hamsilos Tabiat Parkı’na yakın olması hem de büyük bir ormanlık alanı kapsıyor olması nedeniyle önemli. Sinop’taki santral sürecinin 1981 yılında başladığını anlatan Karataş “İnsanların tepkisi azaldıktan sonra 1996’da projeyi tekrar önümüze getirip ihale etmeye çalıştılar, başarısız oldu. 2006 yaptıkları ihale de başarısızdı. Binayı yapsalar bile karşı duracağız” dedi.

Çernobil Faciası’nın yıldönümü olan 25 Nisan’da Sinop Uğur Mumcu Meydanı’nda Türkiye’den pek çok örgütün ve kişinin katılacağı bir miting yapmaya hazırlanan SNKP, “Tavrımızı mitingte tekrar göstereceğiz. Ne Sinop ne Mersin ne de İğneada’da bir santral kurulmasına izin vermeyeceğiz” ifadelerini kullandı.

Nükleer santralin yapılması planlanan alanın önce 60 kilometrekare olarak belirlenip, sonradan 10 buçuk kilometrekareye indirildiğini hatırlatan Karataş “Bu kadar büyük bir alan kurulması planlanan santral için fazla büyük. Japonya’da 6 reaktörlü bir alan 2 buçuk kilometre” kıyaslamasını yaptı. Geçen yıl İnceburun mevkiinde yaşanan ağaç kesimlerini Bölge Orman Müdürlüğü ‘rutin’ olarak açıklamıştı. Fakat durum Karataş’a göre bölgeyi ağaçlardan temizleyerek Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) raporu için şimdiden hazırlık yapmak yani ‘ağaçsızlandırmak’ anlamına geliyor. “Eğer rutin uygulama olsa traşlama yapmazlardı” diyor.

(Birgün)