Ana Sayfa Blog Sayfa 3613

Sürdürülebilir kalkınma sınıfta kalırken kapitalizme alternatifler bulunuyor

Ashish Kothari, Alberto Acosta ve Federico Demaria tarafından The Guardian‘da yayınlanan yazıyı Yeşil Gazete gönüllü çevirmeni Nilüfer Sezgin Ağaç‘ın çevirisiyle sunuyoruz.

***

Çevresel adalet anlayışı, tüm dünyada büyümeyi merkeze alan kalkınma politikaları ve neoliberal kapitalizm ile mücadele ediyor.

Kapitalizm işlemiyor. 2009 yılındaki G20 zirvesi önünde Put People First March’dan bir pankart. Zirvede sınırlı dünyada sınırsız gelişmenin mümkün olduğu kabul edilmedi. Fotoğraf: Dan Kitwood/Getty İmages
Kapitalizm işlemiyor. 2009 yılındaki G20 zirvesi önünde Put People First March’dan bir pankart. Zirvede sınırlı dünyada sınırsız gelişmenin mümkün olduğu kabul edilmedi. Fotoğraf: Dan Kitwood/Getty İmages

Son 20 yılda, derinleşen ekolojik ve ekonomik krizler ile devam eden sosyal mahrumiyet karşısında sürdürülebilirlik, eşitlik ve adalet arayanların etrafında ana olarak iki geniş eğilim ortaya çıktı.

Bunlardan birisi Kasım sonunda yapılacak Paris toplantısı ve 2015-sonrası Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’nin de ana gündemini oluşturan sürdürülebilir kalkınma yaklaşımları ve yeşil ekonomidir. Bu yaklaşımlar şu ana kadar ekonomik büyüme, sosyal refah ve çevre korumayi ahenkli kılma hedefine ulaşmaktan uzak kalmıştır.

Diğer taraftan politik ekoloji yaklaşımı, büyüme tabanlı ve fosil yakıtlara dayalı kalkınma, neoliberal kapitalizm ve bu sistemin uzantısı olan sözde temsili demokrasinin hakimiyetine meydan okuyan daha köklü değişikliklerin gerekli olduğunu söylemektedir.

Yeşil Ekonomin Yanlış Cevapları

Son 40 yılın uluslararası çevre politikalarına baktığımızda, 1970’lerin başında var olan radikalliğin ortadan kaybolduğunu görürüz.

2012 yılında gerçekleşen Rio+20 toplantısının sonuç bildirgesi The Future We Want (İstediğimiz Gelecek) raporu yoksulluğun, açlığın, eşitsizliğin tarihsel ve yapısal nedenlerini saptamakta başarısız oldu. Bu nedenlerin arasında devlet gücünün merkezileşmesi, kapitalist tekeller, sömürgecilik, ırkçılık ve ataerkillik bulunuyor. Kimin ve neyin sorumlu olduğunu teşhis etmeden, önerilen hiçbir çözümün yeterince dönüştürücü olması beklenemez.

Rapor ayrıca sınırlı dünyada sınırsız büyümenin imkansız olduğunu kabul etmez. Doğal sermayeyi ‘’kritik ekonomik varlık” olarak kavramsallaştırarak metalaşmanın (sözde yeşil kapitalizmin) yolunu açar ve tüketimi önüne geçilemez bir şekilde özendirme anlayışını sorgulamaz. Piyasa mekanizmaları, teknoloji ve iyi yönetime vurgu yapar ve dünyanın ihtiyaç duyduğu politik, ekonomik ve toplumsal kökten değişikliklerin üzerinde durmaz.

Bu raporun aksine, dünyanın çeşitli bölgelerinde çevresel adalet hareketlerinin çeşitliliği ve daha temel dönüşümleri başarmanın peşinde olan yeni dünya görüşleri ortaya çıkmaktadır. Sürdürülebilir kalkınmanın yanlış bir şekilde evrensel uygulanabilirliğine inanılmasının aksine, ortaya çıkan alternatifler tek bir modele indirgenememektedir .

Papa Francis bile geçtiğimiz Mayıs ayında diğer katolik liderlere gönderdiği ve kapitalizmin dünyaya verdiği zararları irdeleyen, iklim değişikliği ile doğal dengeyi koruma konularında mesajlar veren Laudato Si’ genelgesinde, Dalai Lama gibi diğer dini liderler ile birlikte, ekonomik gelişmeyi yeniden tanımlama ihtiyacını açıkça belirtmiştir*. “Küresel kalkınma modellerinde değişim yapmaya ihtiyaç vardır; […] Ekonomik büyüme paradigmasının ortasında […] insanların yaşam kalitesi aslında giderek azalmaktadır. […] Bu bağlamda sürdürülebilir büyüme hakkında konuşma amaca ulaşamamakta, süreç mazaretler yaratma ve dikkati dağıtmanın ötesine gidememektedir. Sürdürülebilir büyüme, ekolojinin dil ve değerlerini finans ve teknokrasi** kategorilerinde sindirmektedir. İşletmeler toplumsal ve çevresel sorumlulukları genellikle bir dizi pazarlama ve imaj arttırıcı önlemlere indirgemektedir.”

Köklü Alternatifler

Fakat eleştiri yapmak yeterli değil: Bizim kendi anlatılarımıza ihtiyacımız var. Kalkınmanın yapıtaşlarına ayrılması, yeni ve eski kavramlar ile farklı dünya görüşlerinin ortaya çıkmasını sağlayacaktır. Bu Güney Amerika’nın çeşitli bölgelerinde yerli halkın bir hayat kültürü olarak karşımıza çıkan, daha iyi yaşamak anlamına gelen buen vivir (sumak kawsay/suma qamana), Güney Afrika’daki insanlığın karşılıklı etkileşimine (benim çünkü biziz) vurgu yapan ubuntu, Hindistan’daki kendine yeterlik ve öz yönetim anlayışı ile radikal ekolojik demokrasi ya da ekolojik swaraj (Gandhi tarafından kullanılan Hindistan bağımsızlık kavramı) ve batı ülkelerinde müşterekleşme ve daha azı ile daha iyi yaşanabileceği hipotezini savunan degrowth (büyümeme – planlı ekonomik küçülme) kavramlarını da kapsar.

Tüm bu dünya görüşleri bugünün ekonomik kalkınma kavramından keskin bir şekilde ayrılarak, ekonomik büyümeye olan dogmatik inancı sorgular ve bunun yerine çeşitli refah kavramları önerir. Bu kavramlar içsel olarak çeşitlidir ancak dayanışma, uyum, çeşitlilik ve doğa ile birliği içeren ortak temel değerleri ifade ederler.

Bu sosyo-ekolojik dönüşümleri pratiğe döken binlerce girişim şimdiden hayata geçti. Bunlara örnek olarak yerli toplulukların topraklarını geri alması ve Amerika kıtasındaki hayat tarzları, Zapatista ve Kürt hareketlerinin öz yönetim modelleri, dayanışmaya dayalı ekonomi modeller, üretici kooperatifleri, geçiş kentleri, Avrupa’daki topluluk para birimleri, Latin Amerika ve Güney Asya’daki toprak, orman, doğrudan demokrasi hareketleri, tüm dünya genelinde organik çiftçiliğin ve merkezi olmayan yenilenebilir enerjinin hızla yayılması verilebilir.

Bunların birçoğu -Yunanistan’da Syriza ve İspanya’da Podemos tarafından da potansiyel olarak desteklenen- dönüşümcü politikaların temelini oluşturmaktadır. Buna Plan C adı verilmiştir. Plan C, müşterekler ve dayanışmanın yeniden canlandırılmış tabandan hareketidir. Bu, başarısızlıkla sonuçlanan Plan A (tasarruf) ve denenmemiş fakat kusurlu bulunan Plan B (daha fazla borçlanmaya dayalı Keynesyen büyüme)’ye alternatif olabilir.

Birleşmiş Milletler süreçlerinin, var olan ekonomik ve politik sistemin temelinde yatan kusurları kabul etmek ile sürdürülebilir ve eşitlikçi bir gelecek için gerçekten dönüşüm yaratabilecek bir gündem oluşturmadaki yetersizlik veya isteksizliği hayal kırıklığı yaratmaktadır. Sivil toplum, 2015-sonrası Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri içerisinde olabildiğince çok alana sahip olmaya çalışsa da temelde alternatif vizyon ve yol haritalarını hayal ve teşvik etmeye devam etmelidir.

Var olan senaryoda radikal refah kavramlarının yaygın hale gelmesi olasılıklı görünmemektedir. Fakat bu imkansız bir rüya da değildir. Yeşil ekonominin de sınıfta kalmasıyla insanlar, içiçe geçmiş krizler artarken, her yerde direnecek ve anlamlı alternatifler arayacaktır.

Ashish Kothari, Kalpavriksh üyesi (Pune, Hindistan) ve Churning The Earth‘ün yazarı (Penguin 2012). Alberto Acosta, Flacso’da profesör (Quito, Ekvador) ve El Buen Vivir‘in yazarı (Icaria, 2013). Federico Demaria, Research&Degrowth üyesi , ICTA UAB‘de (Barselona, İspanya) araştırmacı ve Degrowth:A Vocabulary for a New Era (Routledge, 2014 ) editörlerinden.

Editörün Notu:

* Geçtiğimiz hafta da İstanbul’da Uluslararası İslami İklim Değişikliği Sempozyumu gerçekleştirildi. Sempozyum sonunda yayınlanan İklim Değişikliği için İslam Deklarasyonu’nu buradan okuyabilirsiniz.

** Teknokrasi, tüm karar verme süreçlerinin teknik uzmanların olduğu bir yönetim şeklidir. Yönetim kademelerinde sadece bilim insanları, mühendisler ve teknolojistler yer alır.

Teknokrasinin başlıca özellikleri:

  • Siyasi kurumların yönetimi, teknokratlardan oluşan ‘uzmanlar kurulu’ ile yürütülür.
  • Siyasi ve ekonomik süreçler bilime ve rasyonalizme dayandırılır.

Yazının İngilizce Orijinali

Yazı: Ashish Kothari, Alberto Acosta ve Federico Demaria

Yeşil Gazete için Çeviri: Nilüfer Sezgin Ağaç

‘Bilmiyorduk’ diyerek geçmişin tanıklığından kaçtınız, bugün de kaçabilecek misiniz? – Nurcan Baysal

nurcan-baysal90’larda, birbirimize çooook uzak düştüğümüz o yıllarda, henüz ilk gençlik yıllarımın başında, birçok Kürt gibi ben de avuturdum kendimi. Batıdaki “kardeşlerimiz” neler yaşadığımızı bilmiyorlardı, bilselerdi kesin itiraz eder, bize yapılanlara izin vermezlerdi, sonuçta biz etle tırnaktık, birinin canı yansa elbet diğerinin de yanardı…

Bunun böyle olmadığı anlamam için çok uzun yılların geçmesi gerekmedi. Bilgi akışının hızlandığı 2000’lerde, Batı’daki “kardeşlerimiz” için bilseler de pek bir şey fark etmediğini, “bilmenin” bu ülkede ırkçılık ve milliyetçiliği azaltmadığını üzülerek gördük.

Şimdi yıl 2015. 90’lara çok uzak ve bir o kadar da yakın aslında… Yine köylerimiz boşaltılıyor, 140’tan fazla yerleşim yeri “güvenlik bölgesi” adı altında eski OHAL günlerine dönmüş durumda. Kürt çocuklar kapı önlerinde top oynarken, çalıştıkları ekmek fırınında katlediliyor, Kürtlerin evlatları öldürülüp, cesedine işkence edilerek sokakta gezdiriliyor… Ve tüm bunlar bu sefer Türkiye halklarının gözleri önünde cereyan ediyor.

Sizleri bizi duymaya çağırıyorum!
Dünden beri sadece Yüksekova’da yaşananlara şöyle bir bakalım.

Devlet önce sokağa çıkma yasağını süresiz uzatıyor. Yasağın başlaması ile birlikte gece boyunca halkı tarıyor, evleri havan toplarıyla bombalıyor. Yüksekova’da bir katliam yaşanacağı bilgisini alan ve ilçeye girmek isteyen sivil toplum kuruluşları dahi ilçeye alınmıyor. Gazze’yi aratmayan görüntüler sergileniyor. Top atışlarından biri bir imamın evine isabet ediyor. İmam ve çocukları yaralanıyor. Yaralılar için gelen ambulans özel harekât polislerince engelleniyor. Dicle Haber ajansının çektiği görüntülerde halkın yaralananları battaniyelerde taşıyarak hastaneye ulaştırmaya çalışırken, özel harekât polislerinin halkı taradığını görüyoruz.  “Henüz 3 aylık evli polis memuru” halkı tarıyor, “eşi 6 aylık hamile polis memuru” o sırada evleri bir bir yakmaya çalışıyor, “3 çocuk babası polis” ağlayan çığlık çığlığa haykıran insanların üzerine gaz bombası atıyor.

Devlet belli ki yarım bıraktığı işi tamamlamak istiyor, vatandaş olarak görmediği Kürdü yok etmekte hiçbir sakınca görmüyor. Hayatını kaybedenlerin sayısının 4’e yükseldiği söyleniyor. Ve ana akım medya o sırada ilçede yaşanan katliamı “gerginlik” olarak veriyor. Ülkenin batısından sadece birkaç cılız ses yükseliyor. Ülkenin bir yanı yanar insanlar katledilirken, TV’lerde “uzman”lar “büyük” analizler yapıyor. Hiç kimse “kardeşim bir dakika, şu an Yüksekova’da devlet halkı tarıyor” demiyor. Devlet buyken, halkın her gün karşı karşıya kaldığı zulüm ortadayken, sonra da bu halk niye kendini korumak istiyor, neden öz yönetim istiyor diye suçlanıyor.

Sizleri bizi duymaya çağırıyorum! Sizleri Yüksekova’yı, Lice’yi, Ağrı’yı, Diyarbakır’ı, Diyadin’i, Varto’yu, Dersim’i duymaya çağırıyorum! Bu son şans, gelecekte birbirimizin yüzüne bakabilmek için bunlar son ihtimaller artık!

“Bilmiyorduk” diyerek geçmişin tanıklığından kaçabilirsiniz, ama bugünün tanıklığından kaçma şansınız yok artık!

Nurcan Baysal – t24.com.tr

Öfke – Özgür Mumcu

Makul mantıklı zamanlarda yaşıyor olsak kimsenin ilgisini çekmeyecek bir haber. İstanbul, Aksaray’da bir turistle esnaf arasında kavga çıkmış.
Fakat makul ve mantıklı bir zamanda yaşamadığımız için bu ufak kavga hadisesi özellikle sosyal medyada büyük ilgi gördü.
Kuveyt doğumlu İrlandalı bir turist, bir büfenin dışındaki buzdolabını su almak için açıyor. Hem cüssesi sağlam olduğu hem de buzdolabı biraz eğreti yerleştirildiği için, kapağını açtığı dolap sarsılıyor ve dışarı su şişeleri düşüyor.
“Hay Allah” diyerek yere saçılan on, on beş pet şişenin tekrar dolaba yerleştirilmesiyle bitecek ve muhtemelen olayın tanıklarının bile bir saat sonra unutacakları bu olay nasıl ana haber bültenlerine girdi, internet sitelerinde baş haber oldu, sosyal medyayı çalkaladı?
Beş on küçük boy pet şişenin yere düşmesine dükkân sahibi derhal sopayla müdahale etmeye kalkıştı. Turist hem iriyarıydı hem de belli ki boksördü. Bu orantısız ve manasız sopalı müdahale fena ters tepti. Gereksiz yere saldıran dükkân sahibine mahalleden akın akın yardım geldi. Sopalarla, sandalyelerle, tekme ve yumrukla on beş – yirmi kişi bir turistin üzerine çullandı.
Ancak neredeyse istisnasız bir şekilde hepsi turistin yumruklarından nasibini aldı. Kimse ölmediği, ciddi bir şekilde yaralanmadığı için geriye durduk yere ve haksız bir şekilde saldırıya uğrayan bir adamın kendini savunması kaldı.
Her halükârda göz ucuyla bakılıp geçilecek bir haber. Fakat turiste sosyal medyada verilen destek ya da haber metinlerinde kullanılan dildeki “oh olsun” mesajı işin neden burada kalmadığını gösteriyor.
Gezi eylemleri sırasında esnaf tarafından dövülerek öldürülen Ali İsmail Korkmaz ve Kadıköy’de kar topu attığı için bıçaklanarak öldürülen Nuh Köklü unutulmamış. Bunun dışında bu cinayetler her yerde olabilecek, tekil olaylar olarak da değerlendirilmiyor.
Zira Ali İsmail Korkmaz’ın öldürülmesinde esnafın “güvenlik güçleri”ne yardım ettiğini ileri sürmesi ya da Nuh Köklü’yü öldüren dükkân sahibinin ağabeyinin Cumhurbaşkanı’na “biz de sizdeniz” konulu bir mektup gönderdiği de unutulmamış.
Daha önemlisi Erdoğan’ın, Ali İsmail Korkmaz davasında savcının mütalaasını açıkladığı gün: “Bizim medeniyetimizde, milli ve medeniyet ruhumuzda esnaf ve sanatkâr gerektiğinde askerdir, alperendir, gerektiğinde vatanını savunan şehittir, gazidir, kahramandır. Gerektiğinde asayişi tesis eden polistir, gerektiğinde adaleti sağlayan hâkimdir, hakemdir” sözleri de akıllardan çıkmamış.
Sokaktaki basit bir kavganın bile siyasi kutuplaşma ekseninde haber olup tartışıldığı bir atmosferdeyiz.
Bu aynı zamanda beş on pet şişe su sebebiyle gözü dönerek bir kişiyi linç edecek kadar gergin bir atmosfer.
Siyasi gerginliğin yüksek seviyede tutulduğu ve bir türlü sonlanmayan bir seçim maratonunun bunda payı yüksek. Bu gerginliği bir hayatta kalma ve seçim taktiği haline getiren Erdoğan’ın payı ise daha büyük.
Aksaray’daki esnaf kavgasını bile Erdoğan’a bağlayan aklı tutulmuş bir yeminli Erdoğan düşmanı mıyım?
Zannetmiyorum.
En ufak, en ilgisiz konunun bile siyasi kamplaşma çerçevesi dışında algılanamadığı bir dönem bu. Kavganın değil ama bu dönemin sorumlusu Erdoğan ve onun yönetim tarzı.
Bakalım kampanya döneminde iktidar hangi yolu seçecek? Davutoğlu’nun zarar gördüğünü anladığı için bırakacağı anlaşılan hırçın ve sert üslubu Erdoğan terk edebilecek mi?
Öfkenin artık bir hitabet sanatı değil barut üzerindeki bir memleketi ateşe atma potansiyeli taşıyan bir araç olduğu anlaşılabilecek mi?

Özgür Mumcu – Cumhuriyet

Tarihçi Vangelis Kechriotis’i kaybettik

Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü öğretim üyesi ve Tarih Vakfı Başkan Yardımcısı Doç. Dr. Vangelis Kechriotis hayatını kaybeti. Kechriotis, bir süredir yakalandığı amansız hastalıkla mücadele ediyordu.

Vangelis Kechriotis
Vangelis Kechriotis

Zamansız kaybı derin üzüntü yaratan Vangelis Kechriotis için 28 Ağustos Cuma günü saat 11:00’de Boğaziçi Üniversitesi’nde bir tören düzenlenecek. Vangelis Kechriotis, aynı gün Ortaköy Ayios Fokas Kilisesi‘nde düzenlenen merasimin ardından son yolculuğuna uğurlanacak.

Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi kurucu üyesi ve Danışma Kurulu üyesi olan ve Yeşil Gazete’de de sık sık görüşlerine yer verdiğimiz Vangelis Kechriotis’in ölümünün ardından dostları sosyal medyada üzüntülerini paylaşmaya başladılar.

Ferdan Ergut (ODTÜ öğretim üyesi ve Yeşiller Sol PM Üyesi) “Vangelis’i kaybettik! Çok iyi bir tarihçiydi; EDP’de ve YSGP’de yoldaşımdı. Ama hepsinden önemlisi dostumdu. Bir kere tanımış olanın, hayat boyu unutamayacağı bir insanı kaybettik bugün. Çok üzgünüm; çok… Sevgili eşi Ceyda’nın, tatlı kızı Rana’nın, hepimizin başı sağolsun…”

Dilek Özkan (Tarihçi, Yeşil Gazete yazarı): “Boğaziçi Tarih Bölümünün en değerli hocalarından Vangelis Kechriotis’i bu sabah kaybetmişiz. Sevgili tez hocam, benim üzerimde ne çok emeğiniz var, ne kadar çok şey öğrendim sizden. İnanılmaz bir üzüntü içersindeyim. Başımız sağ olsun.”

Aslı Tunç (Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi): “Boğaziçi Üniversite’nde çalışan ünlü tarihçi Vangelis Kechriotis’i bugün kaybettik. Pırıl pırıl bir beyine çok erken bir veda…”

Fehim Caculi (Yeşiller Sol PM üyesi): “Değerli Dostumuz Vangelis Kechriotis bizleri terk etti:( Eksildik, boşluğun büyük olacak!”

Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’nden yapılan açıklamada da “Partimizin kurucu üyesi, Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi, tarihçi Vangelis Kechriotis’i kaybettik. Acımız çok büyük. Hepimizin başı sağolsun.” dendi.

Vangelis Kechriotis, 1969 yılında Atina’da doğdu. Lisans eğitimini Atina Üniversitesi’nde  Felsefe ve ayrıca Tarih ve Arkeoloji fakültelerinde tamamladı. Essex Üniversitesi Tarih ve Karşılaştırmalı Çalışmalar Bölümü’nden Karşılaştırmalı Tarih alanında master derecesi aldı. 1994-1995 akademik yılında  Alexandros Onassis Vakfı bursuna layık görüldü.  Doktorasını Atina Üniversitesi’nde  ‘1897-1912 yıllarında İzmir’deki Yunan-Ortodoks Toplumun Kültürel Temsiliyeti ve Siyasi Aktiviteleri’ konusu üzerine yaptı. Bu çalışmayla Foundation of the Hellenic World tarafından bursa değer bulundu. 2002’de Leiden Üniversitesi Türkiye Çalışmaları programına kaydoldu. 2005 yılında Lieden Üniversitesi’nde ‘The Greeks of Izmir at the end of the Empire a non-Muslim Ottoman Community between autonomy and Patriotism’ başlıklı doktora tezini tamamladı.

2008-2009 yılları arasında ‘The Responses of Non-Muslims in the Port- cities of the Ottoman Empire to the Second Constitutional Period’ başlıklı çalışmasıyla Fellow of Europe in the Middle East-The Middle East in Europe araştırma bursunu aldı. 2011 senesinde ise konuk araştırmacı olarak Princeton Üniversitesi’nde ‘Hellenic Studies’ üzerine çalıştı.

Kültürel tarih, düşünce tarihi, son Osmanlı dönemi üzerine çok sayıda araştırması ve makalesi  olan  Kechriotis’in başlıca ilgi alanlarını ise siyasi ve kültürel tarih,  Hıristiyan ve Yahudi topluluklar, Balkanlar, milliyetçilik, liman şehirleri, emperyal ideoloji konuları oluşturmaktaydı.

Kechriotis, Osmanlı İmparatorluğu’nda Rum toplumunun farklı veçheleri ve dinamikleri üzerine de çalışmalar yapmaktaydı. Türk ve Yunan milliyetçiliklerinin kalıplaşmış algılarının eleştirisi üzerinden geç Osmanlı toplumunda birarada yaşamın imkân ve ufku meselelerini irdelemekteydi. İzmir’in toplumsal tarihine önemli katkılar sağladı.
(Yeşil Gazete, Radikal, Başlangıç Dergi)

İzmir’in Çernobil’i Gaziemir’de ÇED hukuksuzluğu devam ediyor

İzmir-Gaziemir ilçesi-Emrez Mahallesi’nde yer alan Aslan AVCI Döküm San. ve Tic. A.Ş. işletmesinin fabrika sahasındaki gömülü radyoaktif atıkların,  ayrıştırılmasına ve bertaraf işlemlerine Çevre Etki Değerlendirme (ÇED) onayı alınarak devam edilmesine hükmeden mahkeme kararına rağmen, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) tarafından atıkların bertarafı için görevlendirilen Turanlar A.Ş etraftaki canlı yaşamına verdiği zararı dikkate almadan gündüzleri saha içerisindeki kazma ve kırma  işlemlerine izinsiz olarak gizlice devam ediyor , geceleri de atıkların kamyonlarla sahadan çıkarılmasını sağlıyor.

Aslan Avcı fabrika sahasında gece-gündüz yürütülen faaliyetin açık göstergesi
Aslan Avcı fabrika sahasında gece-gündüz yürütülen faaliyetin açık göstergesi

En son İzmir Valiliği’nin, uzmanların  uyarılarına rağmen radyoaktif temizlik için, 27.05.2014 tarihli ÇED Gerekli Değildir   kararı vermesi üzerine, fabrikanın çevresinde oturan mahalle sekinleri, Ege Çevre ve Kültür Platformu (EGEÇEP) ile Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi, bu kararın yürütmesinin durdurulması ve iptali için dava açmıştı.

Yeni açılan davanın sonucunda, Gaziemir’de ortaya çıkan radyoaktif atıkların nükleer santral atığı olması , çevresel etki değerlendirmesi yapılmadan başlanacak çalışmanın çevre sağlığı ve canlı yaşamı için tehlike yaratması, ÇED’ siz işlemin sağlıklı çevrede yaşama hakkının yok saydığı ve ulusal mevzuata ve uluslararası sözleşmelere aykırı olduğu  gerekçeleriyle Mahkeme, “ÇED gerekli değildir” kararının iptaline hükmetmişti.

 

gaziemir 2

İzmir İkinci İdare Mahkemesi’nin  26.05.2015  tarih ve 2015/85 Esas ve 2015/780 Karar sayılı kararının içeriği özetle; “…Radyoaktif kirleticiler özellikle insan, hayvan ve bitki sağlığına olumsuz etkiler yaparak çevreyi ve ekolojik dengeyi bozan, canlılarda genetik değişikliklere yol açan, insan ve diğer canlılara zarar veren maddelerdir. Bu yüzden radyoaktivite içeren atıkların bertarafında mutlaka ÇED yapılmalıdır…” şeklinde olmuştu.  Ancak bu karara rağmen Turanlar A.Ş atıkların ayrıştırılması ve bertarafı işlemlerine gece -gündüz devam etti. Fabrikanın bulunduğu mahallede yaşayanlardan, evlerinin sarsıldığına, çevreye yayılan kimyasal madde kokusunun yarattığı huzursuzluğa dair şikayet alan Davacı Vekili Avukat Arif Ali Cangı  mahkeme kararının hiçe sayıldığına : “Anayasa’nın 138. maddesi gereğince mahkeme kararlarının derhal uygulanması gerektiğine dikkat çekiyor . 2577 Sayılı İdari Yargılama Usulü Yasası’nın 28.maddesindeki  bu “süre  hiçbir şekilde kararın tebliğinden başlayarak otuz günü geçemez” ifadesini hatırlatıyor.

Mahalleliyle birlikte fabrika sahasına girip hukuksuzluğu belgeleyen, gündüz kazı ve kırma işlemlerinin gece de sevkiyatın yapıldığını ifşa eden Av.Cangı , Mahkemenin kararına göre yapılması gerekenin en kısa zamanda ÇED sürecini başlatmak , halkın ve bilim insanlarının katılımını sağlayarak, atıkların bertarafının bilimsel yöntemlerle yapılarak etrafa daha fazla zarar vermesinin önüne geçmek olduğunu belirtti .

Gaziemir Aslan Avcı Fabrikası alanının nükleer atık sahası üzerine araştırmalar ve ölçümler yapan Dr Alper Öktem’in   de konuyla ilgili  olarak görüşlerine başvurduk . Dr Alper Öktem  uygulamanın kazı yapılarak çıkartılan  taş, toprak, kayaç ne varsa kırma işlemine tabi tutulduğunu , kamyonlara yüklenerek toprağın elenerek radyoaktif dozu aşan  kısımların ayıklanması suretiyle  kırma-eleme-ayıklama aşamalarına tabi tutulduğunu ifade ediyor . Kısacası ÇED olmaksızın başvurulan bu ilkel metodlarla rayoaktivite yok olmuyor sadece  radyoaktivite oranının kırma ve eleme yöntemleriyle toprakla harmanlanarak düşürülmesine  çalışılıyor .

Av.Cangı ve mahalleli Arslan Avcı fabrika sahasında hukuksuzluğu ortaya çıkarıyor
Av.Cangı ve mahalleli Arslan Avcı fabrika sahasına baskın yaparak  hukuksuzluğu ortaya çıkarıyor

Yine süreci takip eden bilim insanlarından Prof.Dr .Hayrettin Kılıç da Aslan Avcı fabrikasının bahçesinin nükleer atık sahası haline getirildiği ortaya çıkınca fabrika çevresinde yasanların  kontemine havayı  ciğerlerine soluyacaklarını, tesisteki bütün radyoaktivite bulaşığı cüruf-toprak-metallerin yaşam yerlerinden uzak bir yerde kurulacak tesise ivedilikle taşınmasını ve  orada ıslah edilmesini önermişti.

Radyoaktif temizliğin çevre ve canlı yaşamını tehdit etmemesi amacıyla ÇED sürecinin bir an önce başlatılması için dün de Valiliğe bir dilekçe gönderdiklerini söyleyen Av. Cangı :

  • Aslan AVCI Döküm San. ve Tic. A.Ş. işletmesindeki mahkeme kararına aykırı yasadışı faaliyetinin derhal durdurulmasını,
  • Yasadışı faaliyeti denetlemeyerek, görevini ihmal eden kamu görevlileri hakkında soruşturma açılmasını,
  • Mahkeme kararına ve Valiliğinizin aldığı idari karara aykırı faaliyeti nedeniyle söz konusu şirket hakkında idari yaptırım uygulanmasını,
  • Mahkeme kararına rağmen çevreyi kirleten sorumlular hakkında Cumhuriyet Savcılığı’na ihbarda bulunulmasını,
  • Mahkeme kararının daha fazla zaman geçirilmeden uygulanarak karar gereği ayrıştırma projesine ilişkin ÇED sürecinin bir an önce başlatılıp alanın çevreye zarar vermeyecek bilimsel yöntemlerle bir an önce temizlenmesini,
  • Başvuruları üzerine yapılan işlemlerin sonuçlarının kendilerine bildirilmesini ”  talep ettiklerini aktardı.

 

Turanlar A.Ş,  Türkiye’de kurulması planlanan üç nükleer santralin radyoaktif atıklarının bertarafına da talip olduğu üzere, Aslan Avcı fabrikasının bahçesindeki atıkların ÇED onayı alınması kararının hiçe sayılarak bertarafı ve başvurulacak tüm uygulamalar bundan sonra radyoaktif atıkların bertarafında yaşanabilecek hukuksuzluklara emsal teşkil edeceği için bu ÇED onayının alınması ayrıca önem taşıyor .

Bu amaçla,  hukuki kararın uygulatılmasında 1.dereceden  sorumlu T.C İzmir Valiliği ile ilgili makamlar olan T.C  Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile TAEK ‘e  hitaben   Change.org  ‘da bir de kampanya başlatılmış bulunuyor . Siz de kampanyaya ilgili link üzerinden destek vererek  hukuki kararın uygulanması için yetkililere sesinizi duyurabilirsiniz.

 

 Fotoğraflar : Av.Arif Ali Cangı

 

Haber: Pınar Demircan

(Yeşil Gazete)

AKP’nin K’sı ölüm getiriyor- Pelin Cengiz

Dünyadaki büyük nehirlerin yarısından fazlasının üzerine sadece geçen yüzyıl boyunca 50 binden fazla baraj inşa edildi. Halen, dünyanın önde gelen nehir havzaları üzerine baraj döşeme operasyonları devam ediyor. Bu yoğun baraj hamlesinin sonucunda, doğal ve kültürel mirasa geri dönülmez zararlar verildi, milyonlarca insan bu barajlar nedeniyle evlerinden oldu, yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kaldı. Biyolojik çeşitlilik büyük tahribata uğradı, tatlısu ekosistemlerinde yaşayan canlı nüfuslarının yüzde 50’si yok edildi. Geri kalanların da üçte birinden fazlası yok olma tehdidiyle karşı karşıya.

Elbette, biz de bu ekolojiyi tamamen gözardı eden ekonomik kalkınma modelini benimsemekten geri durmadık. Ekonomik gelişmişliğin temeline ekolojik dengenin korunmasının alınması gerektiğini söyleyenleri vatan haini ilan ettik. İrili ufaklı barajları, temiz ve yenilenebilir enerji diye yurttaşlarına lanse eden ülkeler kervanına katıldık. Bununla da yetinmedik, sel ve taşkınlarla yağmur sularını tutacak ormanları yok ettik, dağları deldik, derelerin akış yollarını değiştirdik, dere yataklarını imara açıp betonlaştırdık, sahil yolu ile deniz kıyısına yaptığımız setlerle suların denizle buluşmasına mani olduk. Tüm bunlar iklim değişikliğinin yarattığı aşırı hava olaylarıyla birleşince felaket sonu da hazırlamış olduk.

Sonuç, Artvin Hopa’da yaşanan can kayıpları ve beraberinde gelen zarar ziyan yıkım… Bunlara doğal afet demek, hem meselenin bu boyutunu yok saymak hem de hesap vermek durumunda olanlara kaçış yolu göstermektir. Bunlar, plansız, projesiz, iklim, coğrafya, topoğrafya tanımadan, kâğıt üzerinde Google Map’ten bakarak yapılan kalkınma hamlelerinin sonucudur. Artık söylemekten dilimizde tüy bitiren ÇED muafiyetlerinin, acele kamulaştırma kararlarının, imar değişikliklerinin acı çıktılarıdır. Doğal afet değil, tamamen insan eliyle yaratılmış felaketlerdir.

Doğanın dengesinden bihaber, istişare, danışma ve hesap verme kültürü olmayan muktedirlerin, “su artık boşa akmayacak” cehaletiyle HES’ler, yıllardır suyu paraya dönüştürmenin aracı hâline getirildi. Hiçbir akarsuyun serbest akmaması üzerine kurulu su politikasıyla Türkiye’de de suya erişim hakkı engellendi.

Kapitalizmin fıtratı gereği, AKP’nin Adaleti’nin ve demokrasi vaadinin yerinde yeller eserken, Kalkınma’sı ise ölüm getiriyor. Sürdürülebilir kalkınma diye içi boşaltılıp çürümüş kavramlar yerine sürdürülebilir yaşamı temel almayan siyasetin bedelini ne yazık ki, felaket bölgelerinde yaşayanlar ödüyor.

Türkiye’nin dört bir yanında yapımı devam eden ya da proje aşamasında olan enerji yatırımları, inşaat işleri, altyapı projeleri var. Hiçbir gücün engel olamayacağı, hiçbir felaketten ders çıkarmayan inşaat fetişizmi, hükümetin de pompalamasıyla her yanı sarmış durumda. Başta İstanbul olmak üzere pek çok büyük kent, yandaş işadamı kadrosu eliyle rant merkezli inşaatlarla tıka basa dolmuş. Buna ne doğa korumacılar ne de bu inşaatlarda hayatını kaybeden işçiler engel olabiliyor. İş artık yaşamın ve yaşam alanlarının ölümle tehdidi noktasında.

İnşaat fetişi, TOKİ eliyle gerçekleştirilen toplu konut furyası, deprem korkusu salarak kentsel dönüşüm adı altında inşa edilen karbon kopya kentler, fizibilitesi olmayan enerji ve altyapı yatırımları odaklı bir kalkınma modelinin ne iktisadi olarak ne de sosyolojik sürdürülebilirliği var.

Yol yapmakla, dereleri kelepçeleyip dağları delik deşik etmekle, ormanları yakıp yıkıp insanları yaşam alanlarından sürmekle medeniyet olmuyor. Ne kadar doğaya saygı varsa o kadar insanca yaşam var. Mevcut tüketim alışkanlıklarını ve savurgan hayat tarzını değiştirmeden, doğanın kaynaklarının sonsuz olmadığını kabul etmeden sürdürülecek AKP’nin K’sını simgeleyen kalkınma modeli, bize ölümden başka seçenek bırakmayacak.

Pelin Cengiz – Taraf

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nden ilk LGBT toplantısı

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, IŞİD tehditleri nedeniyle 70 yıldır ilk defa LGBT konusunda toplandı. Güvenlik Kurulu üyeleri, IŞİD’in eşcinsellere yönelik tehditleri nedeniyle, ABD’nin BM Elçisi Samantha Power ve Şile’nin BM Elçisi Cristian Barros’un ev sahipliğinde toplandı.

43
Suhpi Nahas ve Samantha Power

Basına kapalı olarak yapılan toplantıda, Uluslararası Gey ve Lezbiyen Hakları Komisyonu direktörü Jessica Stern, IŞİD’in 30 kişiyi eşcinsel olduğu için infaz ettiğini belirtti. Suriye’den Türkiye’ye sığındıktan sonra ABD’nin mülteci olarak kabul ettiği Suriyeli eşcinsel Suhpi Nahas‘ın da katıldığı gayri resmi toplantıda, bölgedeki genel durum konuşuldu.

https://youtu.be/t-ByM_TN8j8

Irak’a sığınan, “Adnan”  adını kullanan bir başka kişi de telefon bağlantısıyla eşcinsel olduğu için lŞlD’ten ölüm tehdidi aldığını bildirdi.  Adnan,  “Eşcinsel erkeklerin hepsini yakalamaya çalışıyorlar. Bu domino etkisi yaratıyor. Çünkü birini yakaladıklarında, Facebook ve telefonlarından diğer eşcinselleri de buluyorlar” dedi.

Adnan IŞİD’in Orta Doğu’da çok yaygın olan homofobiden istifade ettiğini belirterek, “Benim toplumumda eşcinsellik, ölümü hak etmek demektir. Bu yüzden IŞİD eşcinselleri öldürdüğünde çoğu insan mutlu oluyor, IŞİD de bundan fayda sağlıyor” şeklinde konuştu.

ABD’nin BM Daimi Temsilcisi Samantha Power toplantının ardından Suriyeli mülteci Nahas ile birlikte bir basın toplantısı düzenledi. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin daha önce LGBT konusunda bir toplantı gerçekleştirmediğini belirten Büyükelçi Power, BM’de tarih yazdıklarını ifade etti. Power, Şili ile ortak böyle bir toplantıyı düzenlemekten onur duyduklarını belirterek, “Bugün küçük ama önemli bir adım attık. Bu bizim son adımımız olmamalı” dedi. Büyükelçi Power, toplantıyı insan haklarına saldın gerekçesiyle düzenlediklerini kaydetti. Daha sonra söz alan Nahas ise Suriye’de doğduğu yer İdlib’i kontrolü altında bulunduran Nusra Cephesi’nden tehditler aldığını söyledi.

Diğer BM üyesi ülkelere de açık olan gayrı resmi BMGK toplantısına, Konsey üyesi Angola ve Çad katılmadı.

(Kaos GL)

 

Esnaf döven İrlandalı ve şiddete övgü – Hakan Ozan Erzincanlı

“Otoriter yapıları korumak istiyorsanız, insanları bazı şeylerin yanlış, iyi, kötü, bencil ya da fedakâr olduğuna inanmaya eğitmek yeter.” *

Hakan-Ozan-ErzincanlıBu aralar sosyal medyada bir video çok popüler. Bir İrlandalı erkek turistin, İstanbul Aksaray’ da bir başka grup erkek ile kavga ettiğini gösterir bir video…

Bu videoyu güvenlik kamerası kaydından sessiz, yorumsuz, yazısız olarak izlemiş bir Japon turist olsaydım şöyle düşünürdüm (medyada gördüğüm olayları önce böyle yorumlamaya çalışıyorum önyargılardan arınmak için):

“Müşteri suları düşürüyor. Aralarında bir sözel tartışma geçiyor. Dükkân sahibi elinde sopayla adamı tehdit ediyor ve sonraları vuruyor, araya girenler var. Sonrasında müşteri tek başına sokağın ortasında… İri bir erkek… Saldıranları geri püskürtüyor. Arada bir binaya giriyor ve çıkıp çıkıp yine kavga ediyor. Bu kadar çok eli sopalı, sandalyeli erkeğe karşı koyması ve onları püskürtmesi çok ilginç ve destansı… Neler oldu acaba? Adama neler dediler, adam kim, burası neresi, nasıl cevap verdi dükkân sahibine?”

44

Ama maalesef biz bu olayı incelerken bir Japon turist kadar tarafsız değiliz. Acı ama bizler, medya aracılığı ile algıları istenildiği gibi yönetilen Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarıyız. Sosyal medyada yeşil, barış yanlısı arkadaşlarımdan, İrlandalı turisti över yorumlar okudukça şaşırdım. İstisnadır diyerek geçtikçe bu yorumların istisna olmadığını gördüm. Ve sonunda, evinde televizyon olmayan, şiddet karşıtı, kendi halinde, öğrencilerine ve topluma karşı ahlaki sorumlulukları olan bir dövüş sanatları uzmanı olarak benim de konu ile söyleyeceklerim vardı ve sosyal medya üzerinden şunları yazdım:

https://youtu.be/YZ1j2XdftfA

“Bence bir dövüş uzmanının, sporcunun yerel halka şiddet uygulaması etik değil. Egosunu besleyen, alfa erkeği olduğunu göstermek uğruna savaşları körükleyenler değil mi tüm sorunlarımızın sebebi? Haklı sebep, mağdur birini zor durumdan kurtarmak olabilir. Bunun dışında “peki birileri bize sataşırsa?” sorusuna bir hocamın cevabını unutmuyorum: “egomuzu bir kenara bırakır, 100 adım yürüdükten sonra geri alırız.” Bunun haricindeki davranış şiddeti körüklemek ve sporun ismini lekelemektir. Hele ki dövenin İrlandalı turist, dayak yiyenin maganda Aksaray esnafı olmasına takılıp haberlere “içimin yağları eridi” diye yorum yapanlara karşı şoktayım. Bu adamlar dayak yiye yiye uslanacaklar mı yani? O halde dayak cennetten çıkmadır lafına katılıyoruz. O halde yaramaz çocuklara da uygun bir ceza olarak görüyoruz öyle mi? Teessüf ederim.”

Bu görüşüm yaklaşık şöyle tepkiler almış:

1-      Dayak yiye yiye büyüyen nesillerden farklı ne bekleyebiliriz? Hala dayağın eğitici bir yanı olduğunu düşünen ebeveynlere ne demeli? O videoyu gördünüz mü bilmiyorum ama az önce azıcık başını seyretmiş bulundum, tam ava giden avlanır durumu olmuş ve adam kendisini korumak zorunda kalmış. Sopalarla, sandalyelerle girişmişler zira.

2-     Adama haydarlarla dalmışlar. Adam boksör değil de başka biri olsaydı ölebilirdi bile.

3-      “Her esnaf polistir” diyen bir cumhurbaşkanının memleketinde esnafa fazla kredi veriyorsun…

4-      Kartopu nedeniyle insan öldürmüş, 1 Mayıslarda eylemcilere pala ve sopalarla saldırmış bir esnaf güruhuna empati besleyemeyeceğim. Kaldı ki adamlar anında ellerine sopa aldılar. Bir karede kafasına bile vuruyorlar. Benim için adam alttan bile almış.

5-     Büfe sahibi baştan sopayla gidiyor ve ilk darbeyi vuruyor. Bu resmen linç girişimi ve sen hala o şiddet uygulamamalı diyorsun. Pes yani…

6-     Eleştiri yapmak yerine empati kurmayı denemeni tavsiye ediyorum. 20 kişinin arasında, bilmediğin bir ülkede (ki bu ülkenin son zamanlardaki şiddetle olan ilişkisi herkesçe bilinmekte) … Mesela aynı şey benim başıma gelse ertesi gün o esnafın her birini tek tek bulur şiddetin baş başa iken nasıl olacağı hakkında kısa bir brifing verirdim.

7-     Adam kendisini savunuyor, sonrasında otelden çıkıp saldırması da ağır tahrike girer…. Su düşürdü diye sopayla üstüne saldırıyorlar, adam da kendisini koruyor, videonun başlarında sadece kendisini koruduğu görülüyor, adam savunmada geleni indiriyor, kimseye saldırmıyor..Esnafın tavrı tamamıyla yanlış, savunulacak bir durumları yok. En başından kötü niyetliler, direkt sopa ile çıktı dışarı, dayağı yiyince de beni dövdüler yardım edin diye bağırıyor. Dayağa karşıyım ama savunmaya karşı değilim, az bile savunmuş kendisini.

8-     Dayak değil de özüre takıldım ben. Suları döktüğü için özür dilemeliydi demişsin. Asıl dükkân sahibi aklı başında, iyi niyetli bir esnaf olsa özür dilerdi. Ben olsam suları yanlış dizip müşterinin ayağına düşmesine neden olduğum için özür dilerdim mesela. Her gün çok daha küçük ve alakasız şeyler için özür diliyoruz biz. Misal masamızda gözlük unutuyorlar; almaya geldiklerinde unuttuğunuzu görmedik, kusura bakmayın diyoruz; uzun süre sıra beklemek zorunda kaldıklarında, hava durumu yüzünden bir hizmetimiz iptal edildiğinde vb. özür diliyoruz; çay, kahve ikram ediyoruz. Çünkü o turist bizim misafirimiz ve biz de karşımızdaki insan kaba ya da küstah olsa bile insanlara bir ev sahibi nezaketi ve sorumluluğuyla yaklaşmaya özen gösteriyoruz.

9-     Elinde sopayla dükkânından fırlayan esnaf dayağı sonuna kadar hak etmiştir.

10-  Haklısın söylediklerinde ama burada biz olayın sonucunda yorumlar yapıyoruz..Yani orda o anda bence kendini savunmak için bir son derece insani ve doğal bir tepki veriyor. Hani klasik soru vardır ya; seni öldürmek için evini bassalar ve sen kendini ve aileni korumak için ne yaparsın diye?.. . Her halde tek yapılmayacak şey ”konuyu tartışmak ” ..:-))..

 

Çok güzel, bu yorumlarda haklı olunan bolca yan var. Ama ben öğrencilerime “Hindistan’ da suları devirdiğinizde adam size saldırırsa onu ve tüm arkadaşlarını dövün de akılları başlarına gelsin” diyemem. “Özür dileyin ve olay çıkmamasını sağlayın” derim. Her şeyin ötesinde delinin biri silahla uzaktan bu adamı vursaydı? Ne alaka diyebilirsiniz ama ben suçun ciddi kısmını bu adamın hocasında bulurdum.

Bu arada videoyu izledikten sonra görüşlerim şöyle gelişti: Tabii ki adam suları devirdiği için dükkân sahibinden özür dilemeliydi. Otele bir kere girdikten sonra (birçok kez otele girip, çıkıyor-muş-) “ben sizin topunuzu bilmem naparım” der gibi ikide bir çıkmamalıydı. İstese kolaylıkla bu şiddet ortamını oluşturmayacak şartları oluştururdu. Ancak bence böyle şiddet kullanımlı davranmaya alışkanlığı var.

Yarın sizin dükkânınızdan su alırken de bu İrlandalı turiste aynı sevgiyi gösterirsiniz umarım…

Açıkçası görüyorum ki en Yeşil, ekolojist, barışsever arkadaşlarımız bile kimi zaman “dayak cennetten çıkmadır” lafını bir kenara atamıyor. Ve olayda herkes “maganda esnaf”, “İrlandalı turist”, “boksör” gibi üst kimliklere çok odaklı. Ben olayı önyargısızca değerlendirmek taraftarıyım, lakin şiddet karşıtlığı kolay iş değil. Çünkü olay bu noktada ise, nehirdeki balıkları öldürüyor, diye bir hidroelektrik santrali şirketi yetkilisinin veya nehre fabrikasının atıklarını bırakıyor, bizi yavaş yavaş öldürüyor, diye bir fabrikatörün suyunu zehirleyen bir bilim adamı da haklı oluyor. Kısasa kısas. Göze göz, dişe diş. Tam olarak Darwin teorisi çalışıyor. Üstün olan genlerini gelecek kuşaklara aktarır. O halde tek gerçek amaç diğerlerine göre üstün olmak, düşmanları yok etmeye çalışmaktır. Bu amaçla tüm edinilmiş becerilerimizi kullanırız. Uzmanı olduğunuz bir bilgi (boks, zehir üretebilmek, bomba yapabilmek), sizi düşmanlarınıza karşı avantajlı konumuna getirir. O halde bunu kullanın ve öne geçin.

Ama barış dolu bir Dünya’ da yaşamak isteyen bizler zor da olsa bu esnafa karşı bile empati beslemeliyiz.  Aksi halde bir “Kürt anası ile asla oturup çay içmem” diyen Türk anasından farkımız kalmaz.

Evet, “başka bir dünya mümkün”. Ama buna ulaşmak biz yeşil, doğasever ve barışseverler için bile kolay değil.

Hakan Ozan Erzincanlı

26.08.2015

*Rosenberg M., Çatışma ortamında barış dili

Rusya, dünyanın ilk yüzen nükleer santralini inşa ediyor

Rusya devlet nükleer enerji şirketi Rosatom, dünyanın ilk yüzen nükleer güç santrali Akademik Lomonosov’un testini bu yılın sonuna kadar gerçekleştirmek niyetinde.

rus

Akademik Lomonosov yüzen nükleer güç santralini inşa eden Sankt-Petersburg’daki Baltık Fabrikası’nın başmühendisi Aleksandr Kovalev, en az 70 megavat kapasiteli santralin 2 adet KLT-40S reaktöründen oluşacağını belirterek, “Yüzen nükleer santralin mürettebatı 78 kişiden oluşacak. Her bir çalışan için tek kişilik odalar öngörülüyor. Tesiste ayrıca konuklar için iki kişilik odalar yapılacak” dedi. 2015 Eylül ayında ise santralin ilk personeli için eğitimlerin Eylül 2015’te başlanması öngörülüyor.
Yüzen nükleer santral, Kuzey Kutbu’nda çalışan nükleer buzkıranların tasarımı temelinde inşa ediliyor. Ancak buzkıranlardan farklı olarak santral kendinden hareket edemeyecek, deniz yoluyla çekilerek götürülecek.

Vardığı noktada kıyı altyapısına bağlanarak yerleşim birimlerini elektrik ve ısı ile temin edecek. Yüzen enerji bloğu, limanların, büyük sanayi tesislerin, denizdeki petrol ve doğalgaz üretim tesislerinin enerji ile temin edilmesi için tasarlandı.

ÇALIŞMA SÜRESİ 40 YIL

Rosatom, Rusya’da yüzen nükleer santrallere, özellikle kuzey bölgelerin elektrik ve ısı ile temin edilmesi için ihtiyaç olduğunu düşünüyor. İlk yüzen nükleer santral tam da Kuzey Kutbu ile Uzakdoğu koşullarında çalışmaya uygun inşa ediliyor. Ancak belirli değişiklikler yapıldıktan sonra, Kırım gibi enerji kıtlığı yaşayan diğer bölgelerde de çalışabilir.
Akademik Lomonosov, 2019’da Çukotka bölgesindeki Pevek limanına demir atarak 2021’de tam kapasitede enerji üretmeli. Yüzen nükleer santrali çalıştırma süresi 40 yıl olarak belirlendi.

DENİZ SUYU TUZDAN ARINDIRILACAK

Rosatom’un yüzen nükleer santrallerin inşaatından sorumlu departmanın Başkanı Sergey Zavyalov, yeni santralin sadece elektrik ve ısı üretiminde değil, deniz suyunun tuzdan arındırılması için de kullanılabileceğine işaret etti. Bu özelliğinin, potansiyel alıcı piyasasını genişleteceği kaydedildi.

Dünyanın ilk yüzen nükleer santralinde çalışacak ilk 17 personelin eğitimi, önümüzdeki eylül ayında başlayacak ve yaklaşık 2 yıl sürecek.

Tesisin, 2019’da hizmete teslim edilmesi planlanıyor.
Kaynak: Sputnik

 

 

Bursa halkı, DOSAB Termik Santrali’ne karşı ilk davasını açtı

Bursa’nın göbeğine kurulmak istenen termik santral için ilk dava açıldı. DOSAB Termik Santraline Hayır Platformu üyeleri, Demirtaş Organize Sanayi Bölgesi’ne yapılması planlanan termik santralle ilgili verilen olumlu ÇED raporunun yürütmesinin durdurulması için dava açtı.

45 (ABDULLAH ÇİBİR/BURSA-İHA)
45 (ABDULLAH ÇİBİR/BURSA-İHA)

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Demirtaş Organize Sanayi Bölgesi Buhar ve Enerji Üretim Tesisi projesiyle ilgili ÇED raporunun olumlu yönde verdi. Bunun üzerine ‘DOSAB Termik Santraline Hayır Platformu‘ üyeleri, ÇED kararının yürütmesinin durdurulması için dava açmak üzere Ataevler Adliyesi’nde toplandı. Aralarında 27 ayrı kurumun bulunduğu DOSAB Termik Santraline Hayır Platformu üyeleri, “Termik yapma boşuna, yıkacağız başına” şeklinde slogan attıktan sonra, ÇED raporunun yürütmesinin durdurulması için Bölge İdare Mahkemesi’ne başvurdu.

Şehir merkezine kurulacak termik santralin Bursa’nın havasını kirleteceğini ve insan sağlığını olumsuz etkileyeceğini söyleyen DOSAB Çevre Komisyonu Avukatı Eralp Atabek, Orhaneli ilçesinde yapılan termik santrali örnek gösterdi. Bursa Bölge İdare Mahkemesi önünde basın açıklaması yapan Avukat Atabek, “Termik santralin Bursa için oluşturacağı tehlikeyi bilerek adliye binası önüne kalabalık geldik. Sadece kâr hırsı ile işletmelerin daha ucuz elektrik elde edebilmesi için termik santral inşa edilmeye çalışılıyor. Kömürlü termik santrallerin Bursa’da zararını Orhaneli ilçesinden biliyoruz. Bu kadar uzaktaki santralin tehlikesinden söz ederken Bursa’nın göbeğine yapılması düşünülen termik santralle karşı karşıyayız. Bu santrale geçtiğimiz günlerde ÇED raporu verildi. Biz bu kararın ilk önce yürütmesini durdurmak, daha sonra da bunun iptal için adliyeye geldik” dedi.

 

(Bursadabugün.com)