Ana Sayfa Blog Sayfa 3276

Çanakkale köprüsü en çok Vanlıya yarayacak! – Önder Algedik

Önder Algedik’in yazısı gazeteduvar.com.tr sitesinden alındı

1915 Çanakkale Köprüsü yine fiyat ve geçen araç sayısı garantisi ve Yap-İşlet-Devret modeli ile ihale edildi. Proje maliyeti için Kasım ayında 10 milyar TL’yi telaffuz eden Başbakan haklı çıktı. Kazanan konsorsiyum maliyeti 10 milyar 354 milyon 576 bin 202 TL hesapladı! Bu maliyet karşılığında temel attıktan sonra 5,5 yılda inşaatı tamamlayıp kalan 11 yılda da işletecekler. Böylece toplam 16 yıl 2 ay 12 günde hem inşaat olacak, hem de gelir elde edecekler.

Çanakkale köprüsü aslında özelleştirme programı. Sizin gelecekte yolu kullanma ihtimalinizi zorunlu hale getirip özelleştiriyorlar. Sizin gelecekte iklime, doğaya, eğitime, sağlığa ayırmanız gereken kaynağı özelleştirip o şirketlere veriyorlar. Bir süre, fiyat ve kapasite karşılığında satıyorlar. Öyle bir satış ki, geçseniz de geçmeseniz de satılıyor. Yani ihtimali zorunlu hale getiriyorlar.
Şimdi asıl sorun, bunu ne pahasına yaptıkları. Mesela Et ve Balık Kurumu özelleşti, arsalarına AVM yapıldı, et fiyatları inanılmaz yükseldi. Çanakkale köprüsünün maliyetini ise bundan kat ve kat fazla olacak.

FERİBOT 35, KÖPRÜ 97 TL

Köprü bittiğinde araç başına geçiş için 15 euro, otoyolun her km’si için 5 sent eklenecek. Bir de bunun KDV’si olacak. Kabaca 100 km otoyol için 5 euro olmak üzere 20 euro +kdv gibi bir fiyat bize düşecek. Yani 97 TL gibi bir rakam bizden geçsek de, geçmesek de çıkacak.
Şimdi arabanızla feribota gelip 35 Tl ödeyip güzel boğaz manzarasını izlemek varken 3 dakikada geçme uğruna 97 TL de biraz garip kaçacak. Daha da kötüsü, kimse geçmez ise; mesela Van’da oturan birisi bunun parasını “sanal geçiş“ yapmış gibi düşünecek Çanakkale’yi görmese de, arabası olmasa da ödeyecek.

ÇANAKKALE OTOPARK OLACAK

Doğru duydunuz. Son bayram tatilinde günde 16 bin 500 araç feribot ile geçiş yaptı ve kent otoparka döndü. 16.500 araç ortalamasının yılın bütüne yayıldığını düşünün. Kent her gün kilitlenecek demektir. Ama kötü haberi vereyim, köprüyü ne 8-10 bin gibi normal bir araç sayısı, ne 16,500 gibi yüksek bir araç sayısı kurtarmıyor. Çok daha fazlasına ihtiyacı var.

KÖPRÜ ARAÇ GARANTİSİ 

Şimdi Yavuz Sultan Selim adı verilen 3. Köprü için günlük 135 bin araç garantisi verildi, tutmadı. Osmangazi için 40 bin araç garantisi verildi, o da tutmadı. Avrasya Tüneli için 68 bin 500 araç garantisi verildi. Ne olduğunu yakında göreceğiz.
Köprü için kaç araç geçişi garantisi verildiği ortada yok. 10 bin olmayacağı kesin. Her gün 16 bin 500 aracın geçmesi Çanakkale’nin ölümü ama proje için karlı değil. 30 bin kentin arabalara boğulması, kısaca ölümü demek ama o rakam proje maliyetini bile kurtarmıyor. 35 bin ancak maliyeti yakalıyor ama ortada neredeyse sıfır kar olacak. Biraz kar kalsın derseniz çok üstüne çıkması gerekiyor. Yani ya köprünün maliyeti 10,4 Milyar TL değil, yada bayağı ciddi sanal araç garantisi verilmiş söylemiyorlar.

EN ÇOK VANLILAR YARARLANACAK

Köprü sayesinde İstanbul’dan çıkan birisi Kuzey Marmara’dan Çanakkale’ye gelecek, köprüden geçtikten sonra Güney Marmara’dan dolaşabilecek, Osman Gazi köprüsünü ve 3. Köprüyü kullanarak evine geri gelebilecek. Bunu bir Vanlı da evinde oturarak yapabilecek. O kadar araç geçmeyince bu turun 250 TL civarı köprülerden ve otoyollardan geçiş maliyetini garanti kapsamında ödeyecek. Hem de bir litre benzin kullanmadan, hatta araba sahibi bile olmadan evinden yapabilecek.

İKLİM KURTARILABİLİRDİ

10,4 milyar TL maliyeti olan bir yatırıma bir kar eklenerek çıkacak faturayı biz ödeyeceğiz. Ayrıca araç geçişini sağlamak için bazı faturalar ödeyeceğiz. Mesela 3. Köprü olabilsin diye Marmaray’ın verimsiz çalıştırıldığını biliyoruz.
838 km’lik Kars-Tiflis Bakü tren hattının 450 milyon dolara mal olduğun da biliyoruz. Yani yılda 30 milyon ton yük taşıyacak 839 km’lik tren yolu yaklaşık 1,7 milyar TL’ye mal olacak, ama boğazdan 3 dakikda geçmemizi sağlayacak Çanakkale köprüsü 10,4 milyar TL’ye mal olacak.

Bir de hızlı tren örneği verelim. Sivas’tan İstanbul’a 5 saatte gitmenizi sağlayacak olan projenin Kırıkkale-Yerköy arasındaki 79 km’lik kısmı 2013’de 398 milyon TL’ye ihale edilmiş. Yani 79 km’lik hızlı tren için 398 milyon TL maliyet, 100 km’lik otoyol dahil bir geçiş için 10,4 milyar TL maliyet! Böylece Çanakkale bir Sivas gibi olamayacak.

Bu kadar para ile daha düşük karbonlu, hatta sıfır karbonlu sıfır petrollü bir ulaşım sistemine değil Çanakkale, Türkiye geçerdi ama biz benzine ayrı, köprüsüne ayrı para ödeyeceğimiz yüksek karbonlu bir modeli finanse edeceğiz.

ÇANAKKALE HOLLANDA OLABİLİR

Günde 600 bin yolcu taşıyan Hollanda demiryolu şirketi NS demiryollarını yüzde 100 rüzgar enerjisi ile çalıştırmaya başladı. Yani bizimkiler gibi daha çok petrol kullanalım demek yerine neredeyse Türkiye’nin 20’de biri bir alana sahip Hollanda Türkiye’nin bir yılda taşıdığı demiryolcusuna yüzde 100 yenilenebilir enerjili ulaşım hizmeti veriyor.
Çanakkale Hollanda olsaydı, 10,4 milyar TL para ile ya en yakın Balıkesir’e demiryolu hattı çeker, ya da Bursa üstünde tren hattına bağlanarak 2 kentin bu hizmetten faydalanmasını sağlardı. Bundan para kalır, o para ile rüzgar ve güneş yatırımı yaparak 3-4 yılda bütün ülke elektrikli tren ulaşımını yüzde 100 iklim dostu yapardı.
1915 Çanakkale köprüsünün gerçek maliyeti Başbakanın tahmin ettiği ve şirketlerin öngördüğü gibi 10 milyar TL değil, çok daha ötesinde Türkiye’nin kömüre, petrole bağımlılığının, bunun için geleceğin özelleştirmenin faturası aslında. Bizden çıkacak olan ise 10 miyar TL’nin çok daha ötesinde.

Önder Algedik – Gazeteduvar

[Kırsal Yaşam ve Yapılar] Hangi ağaçtan ne yapılır? – Hüseyin Melih Aşanlı

Yeni İnsan Yayınevi‘nden kitap ve e-kitap olarak çıkan, ‘Geleneksel Yapı Teknikleri : Doğal ve Ekolojik Yapı Rehberinin yazarı Melih Aşanlı ile Yeşil Gazete’de “Kırsal Yaşam ve Yapılar” başlıklı yazı dizisine başladık.

Kendisi ile Temmuz ayında kitabı bağlamında gerçekleştirdiğimiz röportaj sırasında kararlaştırdığımız bu yazı dizisinin kırsalda bir hayat kurmak isteyen tüm okurlarımız için de bir rehber olmasını umut ediyoruz

[Kırsal Yaşam ve Yapılar] yazı dizisinde yer alan tüm yazıları buradan okuyabilirsiniz

***

7 – Hangi ağaçtan ne yapılır?

Kocaman firmaların ağaç kesimlerini tekelllerine almadan önce, irili ufaklı keresteciler bulundukları bölgelerin özelliklerini bilerek gidip ormandan ağaçlarını keser, yapılacak işe göre onları işler ve yine tanıdıkları marangozlara satarlardı. O zamanlar marangozlar mesleklerinin gereği sadece ahşap malzeme ile çalışırlardı tabi. Şimdi ki gibi iki tane tezgah testere alıp tutkallı, sentetik kaplamalı levhaları kesip vida ile tutturarak dolap yapanlar yoktu. Eğer olsaydı da adına marangoz değil işçi denilirdi muhtemelen.

Benim tanıdığım hiç bir marangoz ustası böylesine değersiz malzemeler ile çalışmamıştı ömrü boyunca, emekli olunca da sektöre dayanamayarak dükkanlarını kapamışlardı bir çoğu. İşte bu ustaların zamanında, ağaçlar hep tanıdık kerestecilerden alınırdı. Bu keresteciler de işinin ehli insanlardı, mesleklerini babadan, dededen devralmışlardı. Ben bu efsane ormancıların biri ile tanıştım mesela. Ali abi ile konuşmalarımızda şimdi katliam yapıyorlar ağaç kesmiyorlar derdi. Ömrünü ormanda geçirmiş bu usta, kesilen ağacı değil kesilmeyeni kollamaktan bahseden tanıdığım ilk insandı. “Adabı var” demişti o gün, “korkutmayacaksın kesmeyeceğin ağacı”.

Bu bilginin yıllar sonra ağaçların sinir sisteminden bahseden Avrupalı bilim insanlarının bir araştırması ile  karşıma çıkacağını hiç tahmin etmemiştim. Ama o da dedelerimizden öğrendiğim diğer bilgiler gibi son yüz yılda (önemi var mı bilemiyorum ) bilimselliğe kavuştu. Ben şimdi tüm bunları niye anlatıyorum kısmına gelecek olursak. Aslında kesilmiş tomruklardan kafamıza göre kereste çıkaramayız. Yani çok istersek elbette ki ağacı keseriz ama kestiğimiz şey kereste olmaz. O işinde bir adabı var aslında. Tabi şimdilerde koca makinelerle, ağaçları alıp otomatik hızarlarda gelişine kesiyorlar. Bu kesim en kolay olan, en az fire verdiren paralel kesimdir. Paralel olarak kesilen  keresteler öncelikle bol miktarda dönme eğiliminde olurlar. Taşıyıcılıkları son derece azdır. Çatı kaplaması gibi basit işlerde kullanılırlar. Fakat bir keresteciye gidip muhtemelen sadece paralel kesilmiş kereste alabilirsiniz. Kerestenin en kesitine baktığınızda ağacın damarlarından bunu rahatlıkla görebilirsiniz.

Sağlam keresteler çeyrek biçme tekniği ile elde edilir.  Uğraştırıcı, bol fireli olduğu için bu yöntem tercih edilmez. Böyle bir keresteyi talep edecek bilgi de ortalıkta çok gezmediğinden şimdilerde sistem bu. Bir kerestenin kesitine baktığınızda yaş halkalarının kerestenin eni ile en az 45 derecelik bir açı yapıyor olması gerekir.  45 ve daha üzerinde açı yapan malzeme kolay dönmez ve sağlamdır.  Eğer ahşabı taşıyıcı olarak kullanmak istiyorsanız kullanacağınız kereste mümkünse en ortada ki kısım olmalıdır. Yani eğer 15*15cm.lik bir dikme kullanacaksanız kesitine baktığınızda daire şeklinde tam bir büyüme halkası görebiliyor olmanız gerekir. Bu kereste son derece sağlamdır.

Bence malzeme alacaksanız işiniz artık bir hayli zor. Ya boşverip elinize gelen malzeme ile biraz daha sağlam çatkılar inşa etmeye çalışacaksınız, yada nazınızın geçebileceği bir malzemeci bulacaksınız. Bir de fiyat konusunda hassas davranırsanız malzemeciler en kötü ağacı size vermeye çalışacaklardır. Yani kazıklanmak istemeyen insanlar gariban ve sinir bozucu olarak adlandırılıyorlar esnaf tarafından. Hele ki kırsal bir yerlerde yaşıyorsanız durum daha da vahim.

Malzeme tedarik kısmını bir kenara bıraktığımızda genelde ahşap ile alakalı bana gelen soru hangi ağaçtan ne yapılacağıdır. Arkadaşlar, sadece çam ve türevlerini bulabileceğimiz bir ülkede yaşıyoruz. Sarı çam, kara çam, kızıl çam, pembe çam, eflatun çam (son ikisini ben uydurdum). Başka yok hepsini kestik, sattık, yenisini ekmedik ve bittiler. Toroslar sedir ormanları bakımından zengindi, oradaki evler sedirdir. Ama artık sedir bulamazsınız bulsanız da çok pahalı ve değerlidir. Son şimşirler Karadeniz’de biraz vardı, yol yaptılar sanırım, yapmadılarsa da yakında nasılsa yapacaklar. Rus ağaçları oldukça yumuşaktır, düzgündür ev inşasında kullanabilirsiniz. Bu liste uzayıp gidecektir, tek tek kaybolan ağaçlarımızı yazmak da okumak da bence sinir bozucu.

Bir genelleme yaparsak, iğne yapraklılar, yani ibreli ağaçlar yumuşak ve yeterince sağlam ağaçlardır. En çok bu ağaçlar kullanılır. Henüz çam ağaçlarını bitirmedik. Bitinceye kadar kullanabileceğiz. Mesela benim Kaz dağlarına yerleştiğimden bu yana bir iki köy büyüklüğünde ormanı yok ettiler. Büyümesi için bekliyoruz.

Geniş yapraklı ağaçlar ise sert ağaçlardır. Mobilyada, el aletlerinde, ve neredeyse diğer her şey üretilir. Yine de kısa bir bilgi vermek gerekirse,

En yumuşak ağaçlar arasında ıhlamur vardır. Aslında sadece oymacılıkta kullanılır. İyi yapıştırılır ama yumuşak olduğundan çivi ve vida tutuşu kötüdür.

Kavak ağacı da kibrit çer çöp yapımı için uygun yumuşak ve esnek bir ağaçtır. Çatı kaplaması, palet ve sandık imal edilir.

Armut, kiraz gibi meyve ağaçları serttir ve kaplamacılıkta, mobilyacılıkta kullanılır.

Zeytin, bol yağlı tok yapısı ile kap kacak, kaşık yapımına uygundur. Odun olarak da hızlı yanar ve bol kalorili odunu iyi ısıtır.

Meşe, ak ve kızıl olarak ikiye ayrılır, ak meşe odun olur kokusu iyidir ve özü yoktur, kızıl meşe özlü, bol çatlayan ama sağlam ağaçtır.

Kestane teknelerde kullanılır, esnektir, kara suyu vardır bu su sayesinde tuzlu suda bile çürümez.

Gürgen çok sağlamdır ısıya karşı dirençlidir. Ak ve karası vardır. Sandalye, fırın küreği kesme tahtası gibi eşyalar yapılır.

Çınar da kızıl ve ak olarak ikiye ayrılır ak çınar yamru yumru bir ağaçtır dere kenarlarını süsler, kızıl çınar kuru tutulduğunda çok sağlam ve uzun ömürlüdür.

Ceviz de değerli bir oyma ağacıdır. Sandık kapı gibi üretimlerde kullanılabilir.

Eğer gerçekten marangozluk ile ilgilenecekseniz daha bir çok özelliği bilmenizde gerekir. Mesela, damarları, yapışma özellikleri, ağırlıkları, çivi tutuşları, yarılma mukavemetleri, renkleri gibi. Küçük bir örnek vereyim. Bir ağacı liflerinin tersine zımparalarsanız vernik vurduğunuzda çizikler oluşacaktır. Bu lifler, çiviyi tutan, tutkala yapışan, esneyen, çatlayan, dönen demetler bütünüdür. Uzun lafın kısası ahşap dünyası bir hayli karışık, zevkli ve detaylıdır.

Geçen yazımda kavak ağacı haricindeki ağaçların dallarının lodos tarafında genellikle daha fazla olduğunu yazmıştım. Bu aslında Hıdırellez’deki çiğ damlası ile yoğurt mayalamaya benzeyen bir bilgidir. Yani bir bilimselliği var mıdır bilemiyorum ve tartışmayı bilim insanlarına bırakıyorum. Fakat çiğ damlasından ne kadar yoğurt oluyorsa lodos tarafındaki dallarda o kadar bol oluyorlar. Bir yorumda bulunacak olursam, poyraz sert ve dondurucu bir rüzgar. Özellikle bizim burada poyraz tarafında kalan tüm bitkiler buz kristallerine dönüşüp ya kırılıyorlar, ya da soğuktan yanarak yok oluyorlar. Bir dal olsaydım diye düşünüyorum, tatlı sersemliği olan ılık bir rüzgarı bende tercih ederdim. Birde güney cephenin bol güneş alması bir etken olabilir. Hele ki bir de ışığın az olduğu ormanlık alanlarda sanıyorum güneş daha da bir önemli hale geliyordur.

Yeşim Ustaoğlu’nun Tereddüt’üne dair akılda kalanlar – Merve Damcı

Bazen kelimeler resimlerden daha çok şey anlatır bize. Yaşam tarzımız, dünyayı algılama biçimimiz ve anlık psikolojimiz bu süreçte etkin rol oynar. Kelimelere yüklediğimiz anlamlar ise tamamen kendi sorumluluğumuzdadır. Tereddüt’ün düşündürdüklerinden biri de bu kararsızlık durumuydu.

Zaman zaman karar verememe halinin yarattığı endişe veya korku, yola devam etmemize engel olur. Bu ikilemin içinden çıkmak da her zaman kolay olmaz. Ama bu süreçte esas değerli olan verilen mücadeledir. Farklı sosyal çevrelerde yetişen iki kadının içsel yolculuklarını irdeleyen bir Yeşim Ustaoğlu filmi Tereddüt. Bir tarafta psikiyatrist Şehnaz, diğer tarafta da genç yaşta istemediği bir evliliğe zorlanmış Elmas‘ın bir Karadeniz kasabasında kesişen hayatları, bir kadın hikayesinin de ötesinde evrensel bazı soruları soruyor aslında. Kadın ve erkek olma hali nedir? Bir ilişki nasıl yaşanır? Birbirimizde açtığımız fiziksel ve psikolojik yaralarımız nasıl iyileşir?

Hikayede, bir devlet hastanesinde çalışan Şehnaz, kendi ayakları üzerinden duran, kendine güvenen, güçlü bir kadın portresi çiziyor. Şehnaz’ın mimar olan eşi Cem’e baktığımızda da dominant, batılı bir yaşam tarzını benimsemiş, maço bir kişilik görüyoruz. İki karakter de, dışarıdan tersiymiş gibi görünse de ilişkilerinde hem duygusal hem de entelektüel açıdan birbirlerini doyurmayı başaramıyor. Evde yalnız kaldığında bilgisayarında porno izleyen birine dönüşen ve eşinin bunu görmesinden de rahatsız olmayan Cem, Şehnaz’ın cinsel birliktelikleri sırasında beklentilerine cevap verdiğini düşünüyor olsa da aslında sadece kendi kişisel hazlarına odaklanıyor, bütün olma halini tecrübe edemiyor/etmek istemiyor. Cem’in benmerkezci tavrı zamanla Şehnaz’ı hastanede beraber çalıştığı doktor arkadaşına yakınlaştırıyor. Kendi ilişkisinde yakalayamadığı sevgiyi ve huzuru, iç dünyasını daha da zenginleştiren, yanında kendini daha rahat hissettiren, fiziksel olarak da onu tatmin eden meslektaşında buluyor.

Elmas’ın hikayesi ise Şehnaz’ınkinden farklı. Ailesi tarafından kendi rızası olmadan istemediği ve birlikte olmaktan nefret ettiği bir adamla evlendirilmiş. Hasta kayınvalidesiyle karşılıklı dairelerde oturan, hayalleri iki ev arasında sıkışıp kalmış, mutsuz bir çocuk gelin. Bir tarafta kayınvalidesine hemşirelik, eşine de “karılık” yapan Elmas, mükemmel bir ev kadını olmanın yolunun evini temiz tutmaktan geçtiğini düşünüyor. Evliliğinin en kabus anları ise geceleri başlıyor. Evinin ve ailesinin maddi ihtiyaçlarını karşılayarak eş olmanın yükümlülüklerini yerine getirdiğini düşünen Elmas’ın eşi, her akşam yatak odalarında Elmas’a hem psikolojik hem de fizyolojik olarak acı veren bir deneyim yaşatıyor. Elmas için normalde duygusal bir deneyim olması gereken sevişme eylemi, kokusundan bile iğrendiği bir adamın yatağında korkunç bir hal alıyor.

İki karakterin uç noktalardaki yaşamlarından kesitlere yer veren filmde, Elmas ve Şehnaz’ın hikayeleri hastanede kesişiyor. Cinayet şüphelisi olarak hastaneye gelen ve ağır bir travma yaşayan Elmas’ın iç dünyasına Şehnaz’ın profesyonel yaklaşımıyla dahil oluyoruz. Bu noktada Şehnaz’ın hikayesinin ağırlık merkezi de Elmas’a kayıyor. Bu iki güçlü hikayede de okunabilecek çok fazla alt metin var. Kadınlara yönelik duygusal ve fiziksel şiddet, cinselliğe karşı hastalıklı ve bilinçsiz bakışımız, toplumda birbirimizle kurduğumuzu ilişkilerimizdeki ikiyüzlülüğümüz, sevgiyi tanımlayamayışımız,  duygularımız ve düşüncelerimiz hakkında net konuşmamamız, gerçeklerle yüzleşmekten korkmamız gibi…

Bazı erkek yönetmenlerin fantastik anlatımlarının tersine kadın cinselliğini ve beraberinde yaşanabilen travmaları, bir kadının bakış açısından en gerçekçi şekilde beyaz perdeye yansıtmayı başarmış Ustaoğlu. Yaşadığımız ataerkil toplumda bir kadın olarak kaçınılmaz olarak belirli denklemler üzerinden kodlanıyoruz. Mahremimizi paylaşmaktan utanıyoruz. İlişkilerimize salt partnerimizin tatmini üzerinden baktığımızda ise kendimizi nesneleştiriyoruz. Hangi yaşta, eğitimde, meslekte ya da kültürde olmamız bu davranış modelini etkilemiyor. Hikayede de özel hayatlarıyla ilgili itirafları normalde Şehnaz’dan beklerken Elmas’tan duyuyor olmamız bizi şaşırtıyor. Zira “modern”, “eğitimli” kadınların kendilerini ifade etmede daha şeffaf oldukları gibi genel bir kanı var. Elmas karakteri bunun büyük bir yanılgı olduğunu, Şehnaz’a içini açma cesaretini göstererek ispatlıyor.

Çok basit soruları sormakla başlıyor her şey. Bir şeyi neden yapıyoruz, bizi mutlu eden şeyler ne, biz kimiz? Bazen karşılaştığımız olaylar ya da insanlar kendimizi değersiz hissetmemize yol açabilir. Halbuki değerimizi sadece kendimiz belirleriz. Dünya döndükçe, biz nefes almaya devam ettikçe zaman hepimizin ruhunda delikler açmaya devam edecek. Bu sürede ancak severek ve sevilerek, empati kurarak ve paylaşarak kendimizi bulabiliriz. Tıpkı Elmas ve Şehnaz gibi hayatımızdaki gerçeklerle yüzleşmenin cesaretini göstermeliyiz. Sorduğumuz soruların cevabını aramak yalnızlığı beraberinde getiriyor olsa dahi.

 

Merve Damcı

Konformist şüphe – Şirvan Akan

Konservatuardan mezun olur olmaz bir oyun yönetmeye başlamış, bunun yanı sıra kendimin de mezun olduğu Fransız lisesine, bu sefer drama hocası olarak geri dönmüştüm. Bu dönem 25 yaşlarıma denk geldi, dünya görüşlerim henüz yeni oturuyordu, çeşitli sivrilikler ve deneyimsizliklere sahiptim. Buna rağmen gençlerle çalışmaktan büyük zevk alıyordum. Aradan geçen 10 yıla rağmen bazı öğrencilerimle bağlantım hala sürüyor.

Lisede çalıştığım yıllar boyunca Aziz Nesin, Nazım Hikmet ve Brecht gibi yazarların metinlerinden kolajladığım, danslı – müzikli, şenlikli oyunlar çıkardık öğrencilerimle. Sonra birden, herhangi bir haber verilmeden işten atıldım. İşten çıkarıldığımın farkında bile olmadığımdan neredeyse tazminatımı bile alamıyordum. Gösterilen gerekçe fazla politik işler ortaya koyduğum yönünde oldu. Çok üzüldüğümü, çok ağladığımı ve çok başarısız hissettiğimi hatırlıyorum. Sonra kendi kendime bundan ders çıkarmaya çalıştım; belli ki hangi kurumda nasıl davranacağımı bilmeyen bendim. Sorunun benim tarafımda olduğuna, ders çıkarması gereken tarafın ben olduğuma dair hiçbir şüphe duymadım, çünkü genç olan bendim, kadın olan bendim, demek ki değişmesi gereken bendim. Hiyerarşisizliğe ve eşitliğe dair tüm inançlarıma ve tüm birikimime rağmen, o dönemde bu olaydan çıkardığım ders bu yönde oldu.

Bugün, çıkardığım dersten o kadar emin değilim. 5 yaşındaki çocukların tanklar önüne yatırıldığı drama örnekleri ve türlü çeşitli eğitim skandalları medyaya düştüğünde, benim de içime bir öfke ve isyan düştüğünü tahmin edersiniz. Demek ki, tek değişmesi gereken taraf ben değilmişim. Demek ki, tek görüşlerini yumuşatması, törpülenmesi, “konforme” olması gereken taraf ben değilmişim, değil mi? Burada neyle neyi karşılaştırdığımı netleştirmek isterim: Benim de, eleştirdiğim tarafın da gençlerle politik bir iş yaptığı aşikar. Benim sorunsallaştırdığım şey, ortada propagandası yapılan, “öğretilen” bir şiddet olması. Ben bunu yapmadım. Öğrencilerime ne için “ölmenin” daha doğru olacağına dair bir mesaj vermedim. Öğrencilerime, her türlü acının ve adaletsizliğin ortasında, mizahın, dansın, sevginin, hayatı kutlamanın mümkün olduğu mesajını verdim. Bugün, bundan şüphem yok. Sürekli kendi tarafıma bakarak kendimi sorgulamak, ruhsal gelişimim için harika. Ama bu konuda kendimi bir daha sorgulamayacağım. Tüm insanlar için, yani gerçekten TÜM İNSANLAR için yaşanabilir bir dünyayı savunduğumdan, niyetlerimin sevgi dolu olduğundan artık şüphem yok. Şüpheciliğimin sınırını buraya çekmek, benim için artık bir direniş meselesi oldu.

Barış ve sevgi dolu olmadığına ve değişmesi gerektiğine inandığım ekonomik düzenin işliyor olmasında, bazı insani ihtiyaçlarımızı karşılamak için bazı stratejiler sunuyor olmasının payını görüyorum. Sanki birbirimize “karşıymışız” havası esen tüm tarafların insan olduğunu, herkesin, büyük kitlelerin de insani ihtiyaçlarını karşılamak için bir takım hareketlerde bulunduklarını, bir şeylere gönül verip başka şeylere karşı durduklarını unutmayacağım ve kendi kalbimde “düşmanlar”, “ötekiler” taşımayacağım. Bununla birlikte, dışarıdan gelen düşmanlaştırmaları da kabul etmeyeceğim. Bir genç olarak, bir kadın olarak, bir tiyatrocu olarak, bir feminist olarak, herkes için barış dilemeye devam edeceğim… … …. Aaa. Az önceki cümleye “bir genç olarak” diye mi başladım ben? Bir dakika, herhalde genç kategorisine girmiyorum artık… Giriyor muyum? Hemen bazı otoritelere sorayım. Kozmopolitan dergisi 30’lu yaşların yeni 20’ler olduğunu söylemiyor muydu? Annem ne diyor? Erkek arkadaşım ne diyor, acaba nasıl görüyor beni?.. Aaa, bir dakika ne oluyor yahu?!!!

Baştan alıyorum. Kendimi sorgulama halinin ve şüpheciliğimin sınırını TAM BURAYA ÇEKİYORUM! Bundan sonra ne kadar “genç” olduğuma, ne kadar “verimli” olduğuma, ne kadar “barış yanlısı” olduğuma, ne kadar “anlamlı” olduğuma, verdiğim/vermediğim/boykot ettiğim oyların ne anlama geldiğine başkaları karar vermiyor. BEN karar veriyorum. Bu yeni bulduğum güçle tekrarlamak istiyorum:

Ben Şirvan Akan, yaşın ne olduğunu anlamayan bir “gözüferli” olarak, eril ve dişili düşman görmeyen bir “feminist” olarak, tüm insanlar için barış ve sevgi dolu bir dünyanın hayalini kuruyorum. Bundan sonra da bu hayali gerçekleştirmek için kalbimden gelip zihnimden ve ellerimden çıkacaklar hakkında kendimden şüphe duymak istemiyorum!

 

Şirvan Akan

[Yeşil İşler] Yeşil Gazete’ye muhabir aranıyor

İLAN KAPANMIŞTIR. İLGİNİZ İÇİN TEŞEKKÜR EDERİZ.

Yeşil Gazete olarak kolektif bir ekip içerisinde muhabir olarak profesyonel katkı verecek bir çalışma arkadaşı arıyoruz.

İş tanımı:

  • Güncel gelişmeleri takip ederek haberleştirecek,
  • Gerektiğinde sahada haber takibi yapacak,
  • Gerektiğinde özel haberler hazırlayacak,
  • Yeşil Gazete İstanbul ofisinde Yayın Yönetmeni’yle yakın iş birliği içinde tam gün çalışacak.

Nitelikler

  • İnternet gazetelerinde veya gazetelerin internet baskılarında yeterli iş tecrübesi zorunludur.
  • Diğer medya organlarında iş tecrübesi tercih sebebidir.
  • İyi derecede bilgisayar ve internet kullanımı becerisi zorunludur.
  • İletişim fakültesi mezunları önceliklidir.
  • İstanbul’da yaşamak gereklidir.
  • Çevre ve ekoloji haberleri alanında bilgi ve tecrübe tercih sebebidir.
  • Ekip çalışması becerisi gereklidir.

Başvuru:

CV ile başvurularınızı 3 Şubat 2017 akşamına kadar [email protected] adresine konu satırında İŞ BAŞVURUSU yazarak yapabilirsiniz.

(Yeşil Gazete)

KuirFest İstanbul’da bugün: 27 Ocak Cuma

Pembe Hayat KuirFest İstanbul’daki ikinci gününü ‘Glitch Film Festivali: Belleğin Azmi’ bölümü ile açıyor. Glasgow merkezli Glitch Kuir Film Festivali’nin 6. Pembe Hayat KuirFest için hazırladığı özel seçki, ırkçılık ve cinsiyetçilikle mücadeleyi tartışan güçlü kısalardan oluşuyor. Animasyon, belgesel gibi türlerin yanı sıra şiirsel anlatımıyla da dikkat çeken filmlerin yer aldığı seçki festivalin Ankara ayağında büyük ilgi gördü.

Jason’ın Portresi (Portrait of Jason, 1967)

‘Kuir Belgeseller’den Şimdi Kim Sevecek Beni? (Mi Yohav Otti Akhshav?, 2016) 20 yıl önce eşcinsel olduğunu açıkladığı için İsrail’de ailesiyle birlikte dâhil olduğu kibutzun kurallarına karşı geldiği gerekçesiyle sürülen ve ailesi tarafından yalnız bırakılan Saar’ın hikâyesini anlatıyor. HIV pozitif olduğunu öğrenen Saar, hayatını gözden geçirmeye karar verir. Artık ailesinin yerine geçmiş olan Londra Eşcinsel Erkekler Korosu’ndaki arkadaşlarının sıcak desteğiyle İsrail’deki ailesiyle barışmak üzere bir yolculuğa çıkar. Film, prömiyerini 66. Berlinale’de gerçekleştirdi ve Panorama bölümü  İzleyici Ödülü’nün sahibi oldu.

Bugün ‘qÜLT’ bölümünden, Ingmar Bergman’ın “hayatımda gördüğüm en sıradışı film”  diye tarif ettiği Jason’ın Portresi (Portrait of Jason, 1967) gösterilecek. Baldwin’in yaşadığı dönemi, 1960’ların New York’unu, eğlence dünyasından siyah eşcinsel bir erkeğin gözünden aktaran Shirley Clarke imzalı filmi, 50. yılı için restore edilen kopyasından izleme fırsatını kaçırmayın.

Festivalin her yıl dünya festivallerinde öne çıkan uzun metraj kurmaca yapımları izleyicisiyle buluşturduğu ‘Gökkuşağının Altında’ bölümünde bugün Kerem Sanga’nın anlatım tarzındaki tazelik ve çok katmanlı hikâyesiyle geçtiğimiz yıl Sundance Film Festivali’nde Seyirci Ödülü’nü kazanan filmi  Sevdiğim İlk Kadın (First Girl I Loved, 2016) gösterilecek. Tatlı ve kalbe dokunan bu ilk aşk, büyüme ve açılma hikâyesi izleyicilerin favorilerinden biri olacak gibi görünüyor.

Festival bu yıl, son zamanlarda LGBTİ karakterlere ve hikâyelerine ev sahipliği yapan en önemli bağımsız dijital mecralardan biri haline gelen internet dizilerine yakından bakıyor. Programda özel bir ilgiyi hak eden ‘Kuir Diziler’ kapsamında bu ezber bozan yapımlardan ikisi KuirFest seyircisiyle buluşacak.

Çeşitli yaşlardan lezbiyen, biseksüel, heteroseksüel altı arkadaşın hayatına odaklanan komedi dizisi Kadın/Kadına (Féminin/Féminin, 2014) bugün saat 19.30’da kadın izleyicilere açık bir gösterimle Feminist Mekân’da olacak. Her bölümde, Montreal’de yaşayan bu altı kadından birinin hikâyesini merkeze alan dizi, mizahi olduğu kadar dokunaklı ânlarıyla da kurmaca ve gerçeğin sınırlarında dolaşan bir yapım.

Geçtiğimiz yıl KuirFest’te büyük ilgi toplayan Brezilya yapımı Kıyı (Beira-Mar, 2015) filminin yönetmenleri Filipe Matzembacher ve Marcio Reolon imzalı Yuva (The Nest, 2016) ise ordudan kaçan genç bir askerin, Bruno’nun kendini keşfetme sürecini anlatıyor. Uzun yıllar görmediği erkek kardeşini bulmak üzere yola çıkan Bruno, gittiği şehirde kardeşine ulaşamasa da kendini yepyeni bir ailenin içinde bulur. Kardeşinin arkadaşlarından oluşan bu kuir komünite içinde Bruno, hem cinselliğini yeniden keşfedecek hem de kardeşine hiç olmadığı kadar yakın hissedecektir. Bir kendini bulma hikâyesi olan Yuva, geçtiğimiz yılın en dikkat çeken LGBTİ temalı internet dizilerinden biri oldu. Bugün saat 21.30’da Pera Müzesi’nde izleyebilirsiniz.

PERA MÜZESİ
13.30 Glitch FF Seçkisi: Belleğin Azmi
15.30 Şimdi Kim Sevecek Beni?
17.30 Jason’ın Portresi 50. Yıl Özel Gösterimi
19.00 Sevdiğim İlk Kadın
21.30 Yuva

FEMİNİST MEKÂN
19.30 Kadın/Kadına

Ayrıntılı bilgi ve festival programı için: www.pembehayatkuirfest.org

 

(Yeşil Gazete)

Çiğ süt satışına yeni düzenleme – Ali Ekber Yıldırım

Bu yazı tarimdunyasi.net/ den alınmıştır

Gıda,Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı, çiğ süt satışını yeniden düzenliyor. Sokak sütü satışını önleyecek, işletmelerden tüketiciye doğrudan çiğ süt satışını düzenleyen tebliği hazırlanarak Başbakanlığa gönderildi.

Konuyla ilgili basın toplantısı düzenleyen Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Faruk Çelik, çiğ sütün ari çiftliklerden ve işletmelerden satılabileceğini söyledi. Çiğ sütün Türkiye’de yaygın kullanıldığına işaret eden Çelik, bunun sağlıklı ve güvenli tüketilebilmesi için çiğ sütün vatandaşa doğrudan arzına ilişkin yeni düzenleme öngördüklerini belirtti.Çelik, “Çiğ süt, bu kapsamda ancak ari çiftliklerden, işletmelerden satılabilecek. Yaklaşık 1 milyon 300 bin ton civarında, ari işletmenin ürettiği süt söz konusu. Ancak buralardan çiğ sütün satışı söz konusu olabilecek. Çiğ sütün son tüketiciye satışı, sağımdan itibaren 24 saat içinde yapılabilecek. Üretici tarafından, soğutma dışında hiçbir işlem uygulanmayacak. Çiğ süt tüketiciye tek kullanımlık malzemeden yapılmış ambalaj içinde veya tüketici tarafından verilen kaba konarak arz edilebilecek.” bilgisini verdi.

Sadece tüketiciye ve yerel perakendeciye satılacak

Çiğ süt üretenler kendisi doğrudan satmak isterse,sütünü sadece tüketicilere veya yerel perakendeciye satabilecek. Yerel perakendeciler ise aldıkları çiğ sütü sadece tüketiciye satabilecekler. Gıda,Tarım ve Hayvancılık Bakanı Faruk Çelik, yapılan düzenleme ile çiğ sütün son tüketiciye arzında mesafe konusunun da dikkate alındığını belirterek, otomatik satış makinesi sahibi süt üreticilerinin sütü tüketiciye satmak istediğinde katedecekleri mesafenin 200 kilometre yarıçapın ötesini geçemeyeceğini vurguladı. Çelik, sütün, üretim yerinden tek kullanımlık bir ambalaj içerisine konulduktan sonra 500 kilometre yarıçapında piyasaya arz edilebileceğini kaydetti.

Günlük kayıt zorunlu olacak

Söz konusu düzenleme ile üreticinin sattığı sütün günlük kaydını tutma konusunda sorumlu kılınacağına işaret eden Çelik, şöyle konuştu:”Çiftçi, günlük sattığı süt miktarı, yedirdiği yemin niteliği ve kökeni, hayvanlarda tedavi uygulanıyorsa kullandığı ilaç ve hastalığı, sütü perakendeciye sattıysa sattığı perakendecinin işletme bilgilerinin kaydını tutmak ve bu kayıtları 12 ay boyunca muhafaza etmek zorunda.”

Ambalajında yer alacak bilgiler

Ambalaj konusunda da son derece önemli değişiklikler ve düzenlemeler getirildiğini anlatan Çelik: ” Ambalajda, ürünün adı, yani hangi hayvanın sütü olduğu, üreticinin adı, soyadı ve ticari unvanı, adresi ve hayvancılık işletme numarası, sağım tarihi ve saati, son tüketim tarihi ile ‘Kullanmadan önce kaynatınız’ ve ‘0-4 santigrat derecede buzdolabında muhafaza ediniz’ uyarıları yer alacak. Ayrıca yapılan bu düzenleme ile çiğ süt satışında aracı sayısı azalacak ve çiğ süt daha uygun fiyatlarla tüketiciye sunulmuş olacak. Nihai amacımız tüketicinin sağlıklı çiğ süte daha kolay ve ucuz olarak ulaşmasını sağlamaktır.”diye konuştu.

Sağlıksız süt hastalık riskini artırır

Sağım hijyeni ve muhafaza şartlarına uyulmadan tüketiciye satılan sütün sağlıksız olduğuna dikkati çeken Çelik, çok yaygın bir şekilde bazı çevrelerin çiğ sütün tüketilmesi, evde yoğurt yapılması şeklinde tavsiyelerde bulunduğunu ancak çiğ süt tüketiminin nasıl olması gerektiğinin belirlenmesinin önem arz ettiğini ve tebliği bu sebeple hazırladıklarını açıkladı.

Sağlıksız çiğ sütün brusella, tüberküloz gibi hayvan hastalıklarının insanlara geçişi için risk taşıdığını belirten Çelik, “Evet çiğ süt tüketelim ama hangi çiğ süt, nasıl çiğ süt konusunun cevabı olsun diye bu tebliğ şu anda Başbakanlığa gönderilmiş bulunuyor.” dedi.

Uyum süreci 6 ay olacak

Tebliğin yayımından itibaren 6 aylık bir uyum süreci olacağını ifade eden Çelik, ari işletmelerin bu uygulamaya hemen başlayabileceğini bildirdi.Çelik, Türkiye’deki ari işletmelerden 1 milyon 300 bin ton süt elde edildiğini, tebliğin ari işletme sayısının artmasını da teşvik edeceğini belirtti. Düzenleme ile denetimin çok daha kolay olacağını, keyfi uygulamaların önüne geçilebilecek bir sistemin hayata geçirileceğini dile getiren Çelik, cezai işlemlerin de Veteriner Hizmetleri, Bitki Sağlığı, Gıda ve Yem Kanunu’na tabi olacağını kaydetti.

Bu yazı tarimdunyasi.net/ den alınmıştır

 

Ali Ekber Yıldırım

Maçka parkı için gece nöbeti

Beyoğlu, Beşiktaş ve Şişli arasında kalan yeşil alanın çitlerle kapatılması üzerine mahalle sakinleri akşam saatlerinde Maçka Parkı’nda bir araya geldi.

Dolmabahçe-Levazım-Baltalimanı-Ayazağa Tünelleri Projesinin Dolmabahçe ayağı için bir kısmı kapatılan Maçka Demokrasi Parkı’nın Beşiktaş Stadyumu’na bakan kısmı çitlerle çevrildi. İBB tarafından yürütülen proje hakkında bilgi sahibi olmak ve olası bir kesimin önüne geçmek isteyen vatandaşlar sosyal medya üzerinden örgütlenerek akşam saatlerinde parkta bir araya geldi. Parkın çitlerle kapatılan bölümüne kadar yürüyen vatandaşlara CHP İstanbul Milletvekilleri Sezgi Tanrıkulu, Gülay Yedekçi ve Selina Doğan da eşlik etti. Proje hakkında değerlendirmelerde bulunan vatandaşlar daha sonra dağıldı.

Firma yetkilisi: Ağaç kesimi olmayacak

Proje hakkında bilgi almak isteyen vatandaşlara projenin yürütücü firmasında görevli bir yetkili “Parkta kesinlikle ağaç kesimi olmayacak” diyerek karşılık verdi. Firma yetkisine sorularını yönelten vatandaşlar cevap alamayınca parkın kapatılan kapısına kadar yürüdü. Burada kısa bir süre proje hakkında değerlendirmelerde bulunan vatandaşlar daha sonra dağıldı.

Bu vadinin İstanbul’da ender yeşil alanlardan bir tanesi olduğunu söyleyen CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu “Bütün bölgeye hizmet veren ve tek nefes alınabilecek bir yer. Bu bölgenin bir sakini olarak buradayım. Parkı zaman zaman kullanıyorum. Hiçbir bilgilendirme olmadan açıklama olmadan buranın kapatılmış olması son derece yanlış” dedi.

“Bu bölge nefes alabildiğimiz tek alan”

Köpeği ile parka gezmeye gelen tiyatro sanatçısı Tilbe Saran “Burada büyüdüm, burada yaşlandım. Deprem sırasında burası bütün bölge halkı tarafından kullanıldı. Her bir ağaç bizim için çok kıymetli. Temiz hava alabildiğimiz, toprağa basabildiğimiz sosyalleştiğimiz bir alan ve bu bölgede başka böyle alan yok” ifadelerini kullandı. Bir mahalle sakini ise “Yeşil bizim için çok kıymetli. Burası nefes alacağımız tek alan. Hiçbir şekilde böyle bir şeye tevessül etmesinler, yoksa karşılarında halkı bulacaklar” dedi.

 

(T24)

RES’lere çevre sınırlaması getirildi

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın aldığı Doğal Sit Alanlarında Rüzgar Enerjisi Santralleri İlke Kararı’na göre, Kesin korunacak hassas alanlarda, RES projelerine izin verilmeyecek, ancak mevcut tesisler izin süresince faaliyetlerine devam edebilecekler. Yine, bu tesislerde yeni türbin eklenerek veya alan değiştirilerek kapasite artışına gidilemeyecek.

Türbin kapasitesinin artırılabilmesi, izin süresinin uzatılabilmesi veya koruma amaçlı imar planı onayı yapılmış fakat statü değişikliği nedeni ile bu alanlarda kalan yatırımların devam edebilmesi için bilimsel rapor hazırlanması gerekecek. Alanı gösterir uydu görüntüleri, harita, koordinat, görsel veriler ve mevcut koruma statüleri gibi alanın genel özellikleri, alanın floristik özellikleri, memeli ve kuşlar açısından alanın faunistik özellikleri, alanın jeolojik, hidrojeolojik özellikleri, alana olası etkilerin değerlendirildiği kanaat ve önerileri içeren bilimsel raporun Bölge Komisyonu tarafından uygun bulunması halinde bu gerçekleşebilecek.

Rapor en az doktora düzeyinde; bitki sistematiği uzmanı, mamalog, ornitolog, ekolog ile jeolog veya hidrojeologdan oluşan en az 5 kişilik uzman ekip tarafından hazırlanacak ve  en az bir arazi çalışması yapıldığı tutanak ve görsellerle belgelendirilecek. Alanın özelliğine göre gerek görülmesi halinde, Orman ve Su İşleri Bakanlığı ile Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığının Kurum görüşleri alınacak.

Nitelikli Doğal Koruma Alanları ile Sürdürülebilir Koruma ve Kontrollü Kullanım Alanlarında mevcut tesislerin faaliyetleri devam edebilecek, koruma amaçlı imar planı onaylanmış projeler devam edebilecek. Yeni tesis taleplerinde ise rüzgâr türbinleri kesin korunacak hassas alanlara ve kuş göç yollarına en az 300 metre mesafede olacak. Ayrıca kuş göç yollarında rüzgâr türbinlerine otomatik durdurucu radar sistemleri kurulacak. Koşullarıyla tescile esas ekolojik temelli bilimsel araştırma raporları, alana ilişkin alınmış komisyon kararları ve ilgili kamu kurum ve kuruluşlarının görüşleri göz önüne alınarak Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Komisyonlarınca değerlendirilebilecek.

 

(Enerji Günlüğü)

Trump’ın kararları KXL ve DAPL boru hattı projeleri onaylandı anlamına gelmiyor

Donald Trump’ın ABD Başkanlığını devraldıktan sonra imzaladığı idari kararlar arasında Keystone XL (KXL) ve Dakota Access petrol boru hattı (Dakota Acces Pipe Line – DAPL)  projelerinin tekrar hayata geçirilmesine ilişkin kararlar da yer alıyordu.  Yapılmaları halinde sadece ABD’yi tehdit etmekten öte gezegen üzerindeki canlı yaşamı tehlike altına sokacak her iki proje de Başkan Obama döneminde veto edilmişti.

Dakota Petrol Boru hattına karşi çıkan Su Koroyucuları İngilizce ve Siyu dillerinde amaçlarını özetliyor, “Biz suyu korumak için buradayız”

Trump’ın Başkanlık koltuğunu devraldıktan sonra böyle bir hamle yapması bekleniyordu; ancak, Donald Trump’ın kararı boru hattı projelerinin yolunun tekrar açsa da birçok haberde verilenin aksine boru hatlarının onaylanması anlamına gelmiyor.

Her şeyden önce KXL boru hattını yapmak isteyen TransCanada şirketinin tekrar başvuru yapması gerekiyor. Şirket başvuru yaparsa bu kez projede ABD menşeli çelik kullanılması ve ihracat kısıtlamaları gibi şartlarla karşılaşacak. Bu koşulların şirketi başvurmaktan alıkoyup koymayacağı henüz belirsizliğini koruyor.

İkincisi ABD sisteminde Federal karar kendi başına yeterli değil. KXL projesinin Güney Dakota ve Nebraska eyaletlerinde tekrar gerekli izinleri alması gerekiyor zira eski izinler artık yürürlükte değil.

Üçüncü olarak, hem KXL hem DAPL projeleri için ilgili yerli kabileler ve toprak sahiplerinin işletebileceği hukuki mekanizmalar bulunuyor. Benzer çekilde çevre gruplarının da önünde hukuki mücadele yöntemleri bulunuyor.

Son olarak her iki projenin de büyük toplumsal muhalefet ile karşılaştığını unutmamak gerekiyor. KXL ve DAPL projelerine karşı sayı olarak ABD yönetimine tarihte eşi benzeri görülmemiş sayıda itiraz yapılmıştı. Greenpeace ABD’nin, Trump’ın KXL ve DAPL kararları üzerine Beyaz Saray yakınlarındaki bir vinç üzerine açtıkları dev DİREN (Resist) yazısı gösteriyor ki Trump hükümeti kendi saflarını belirlerken karşısında da saflar sıklaşıyor.

 

(Yeşil Gazete)