Ana Sayfa Blog Sayfa 3275

Manisa’da tanker devrildi ve tonlarca sülfürik asit toprağa karıştı

Manisa’nın Gördes ilçesi yakınlarında nikel madenine sülfürik asit taşıyan tanker önceki gün gece yarısı devrildi. Yaşam alanı savunucularının yıllardır eleştirdiği tankerin Dingiller Köyü çıkışında devrilmesiyle birlikte tonlarca sülfürik asit toprağa karıştı.

Evrensel’den Özer Akdemir’in haberine göre Gördes’in Fundacık-Çiçekli-Kabakoz ve Kalemoğlu köyleri yakınlarında yer alan Meta Nikel Kobalt Madenine sülfirik asit taşıyan tanker kaza yaptı. Sülfirik asit madeni sürecinde mücadele eden yaşam savunucularının ısrarla üzerinde durdukları tehlike bir kez daha gerçek oldu. Akhisar Gördes yolu üzerinde, Dingiller Köyünün hemen çıkışında evlerin hemen yanıbaşında meydana gelen kazanın ardından, kazaya müdahale sırasında tonlarca sülfirik asit araziye döküldü. Araziye dökülen asitler bir süre sonra şirketin iş makineleri ile kamyonlara yüklenirken toprağın nereye taşındığı henüz bilinmiyor.

Gördes Çevre Derneği eski Yönetim Kurulu üyelerinde Hasan Türkel, son yaşanan kazanın üçüncü sülfürik asit kazası olduğunu söyledi. Mart 2016 yılında Göremez mevkiinde meydana gelen kazanın ardından da tonlarca sülfürik asitin araziye döküldüğünü belirten Türkel, “Köy muhtarı hemen tutanak tutturmuştu ilerde olabilecek zararlara karşı. Sülfirik asitli toprağı yakınlardaki hiçbir köy kabul etmemiş, bunun üzerine şirket toprakları maden sahası içine götürmek zorunda kalmıştı. Ayrıca eğimli bir yol olan Gördes yolunda giden asit tankerlerinin ardından parmak kalınlığında asitin yola dökülerek gittiğini de bir çok defa kameralarla tespit ettik. Bizim yıllardır yaptığımız uyarılar ne yazık ki yine gerçekleştirildi. Ben 2014 yılında yerel bir gazeteye yazdığım yazıda tehlikeli maddelerin taşınması ile ilgili ADR Yönetmeliğine vurgu yaparak dikkat çekmiştik. Şimdi kazanın ardından yapılan müdahalede tedbirsizlik nedeniyle tonlarca asit toprağa karışınca yönetmeliğin neden bu kadar önemli olduğu bir kez daha ortaya çıktı” diye konuştu.

Asit tankerinin kazasını gidip görüntüleyen Akhisarlı Gazeteci Vedat Özel de çektiği fotoğraf ve kamera görüntüleriyle doğa katliamını ve kazanın yerleşim yerine çok yakın bir konumda olduğunu belgeledi. Köy, nikel madenine götürülen yöre halkının “cehennem kazanı” dediği otoklavın götürülüşü sırasında mola verilen yerlerden birisiydi. 738 ton ağırlığındaki dev kazanın, 264 tekerlekli tırla taşınması sırasında yaşam savunucuları günlerce protesto etmiş, tankerin geçeceği güzergahta yaşam nöbetleri tutmuşlardı.

 

(Evrensel)

İngiltere’de 1 milyon kişiden, ‘Trump bu toprakları ziyaret etmesin’ imzası

ABD’nin yeni başkanı Donald Trump’a yönelik tepkiler, Müslüman 7 ülkenin vatandaşlarının vizelerine koyduğu kısıtlama ile birlikte iyice arttı.

İngiltere’de, Trump’ın bu yıl içinde yapması planlanan ziyaretin iptal edilmesini isteyen bir dilekçeye üç gün içinde 1 milyonu aşkın imza atıldı.

Bir dilekçenin parlamento gündemine alınması için 100 bin imzalı olması yetiyor.

Buna karşılık Başbakanlık konuyla ilgili bir açıklama yaparak, Trump’ın ziyaret davetini kabul ettiğini ve gezisinin iptalinin söz konusu olamayacağını bildirdi.

İşçi Partisi lideri Corbyn, Trump’ın gezisine karşı

Donald Trump’ın ziyaretini protesto eden dilekçeye destek çağrısı yapan ana muhalefetteki İşçi Partisi’nin lideri Jeremy Corbyn ise dün Twitter hesabından “@Theresa_May resmi ziyareti erkeleyip Trump’ın attığı adımı en açık şekilde kınamadığı takdirde Britanya halkını yarı yolda bırakmış olacak” açıklaması yaptı.

Jeremy Corbyn, “@realDonald Trump utanç verici #MüslümanYasağı ve mültecilerle kadınlara yönelik saldırıları ile ortak değerlerimizi ihlal ederken Britanya’yı ziyaret edememeli” diye sürdürdü.

Trump’ın İngiltere’yi ziyaret edeceği İngiltere Başbakanı Theresa May’in ABD’ye geçen hafta yaptığı ziyaret sırasında açıklanmıştı. Ancak bu yıl gerçekleşmesi planlanan ziyaret için kesin bir tarih belirlenmedi.

Ancak Başkan Trump geçtiğimiz Cuma günü ABD’ye mülteci alımını 120 gün durduran, Suriye’den mülteci alımını süresiz olarak yasaklayan ve nüfusunun çoğu Müslüman 7 ülkenin tüm vatandaşlarının ülkeye girişini durduran bir kararname imzalayınca, hem ABD hem de dünyanın çeşitli yerlerinde öfkeli protestolar patlak verdi.

Başbakanlık: Uzun vadeli düşünmek zorundayız

Başbakanlık, konuyla ilgili sorulara “Amerika çok önemli bir müttefik. Uzun vadeli düşünmek zorundayız” diye yanıt verdi.

Parlamentodaki üçüncü parti olan Liberal Demokrat Parti’nin lideri Tim Farron da Trump’ın ziyaretinin iptali çağrısını destekledi ve “Başkan Trump’ın Britanya’ya ziyareti bu utanç verici yasak kalkana kadar ertelenmelidir. Yoksa Theresa May, Kraliçe’yi İngiliz vatandaşlarını inançları yüzünden ülkesine almayan bir adamı misafir etmek gibi zor bir durumda bırakmış olacak” diye konuştu.

İskoçya’da hükümette olan İskoç Ulusal Partisi dışişleri sözcüsü Alex Salmond da ziyaretin “kötü bir fikir” olduğunu söyledi.

Londra’nın Müslüman Belediye Başkanı Sadiq Khan da, yasaklar kaldırılmadıkça ziyaretin yapılmaması gerektiğini söyledi ve “Bu konuda görüşüm gayet net. Bu zalimce, utanç verici bir yasak ve bu yasak kaldırılmadıkça Başkan Trump’ın önüne kırmızı halı sermemeliyiz” diye ekledi.

 

(BBC Türkçe)

Muammer Ketencoğlu’nun müzik sandığı – Ercüment Gürçay

Ailem, Kurtuluş Savaşı sonrasında, 1920’ lerin sonuna doğru Anadolu’ dan gelip İstanbul’ un Yedikule semtine yerleşen, Balkan göçmeni, şarkı söylemesini seven insanların olduğu, müzikli bir aileydi. Bir de Yedikule’ nin Rumları vardı hayatımızda. Rumların konuşma dili müzikal bir dildi. Balkan ve Yunan şarkılarına yakınlığımda büyük ölçüde kulağımda yer eden bu seslerin etkisi oldu.

Bir de çocukluğumun, uzun, gaz lambalı- radyolu gecelerinde, evdeki ahşap radyonun kısa dalga frekansına takılan cızırtılı seslerle daha çok hayatıma girdi bu müzikler. FM frekanslarının bugün olduğu gibi yaygın olmadığı zamanlarda, 1965 yılında TRT tek kanal üzerinden yayın yapmaya başlamıştı. Ama radyonun panelinde minik minik harflerle yazılı onlarca ülke-şehir- ne dediklerini anlamadığım sesler- müzikler emrime amadeydi. En büyük keyfim ahşap radyonun başına oturup radyonun ibresini sağa sola hareket ettirip, ses- müzik avcılığına çıkmaktı. Balkan- Yunan şarkılarına meyilli kulağımla radyoda da inatla bu sesleri arayıp dururdum.

1989’ da Ruhi Su Dostlar Korosu’ na girdim. Artık sadece bir ‘ses- müzik avcısı’ değil aynı zamanda şarkı söylemeyi de öğrenen biriydim.

1991’ de korodan bir grup arkadaşla Costas Feris’ in İstanbul’ da gecikmeli de olsa gösterime giren, 1983 tarihli Rembetiko filmini izlemiştik. Sınırlı sayıda insanın bildiği Rebetiko kültürü ve müziği o filmle Türkiye’ de daha geniş kesimler tarafından bilinir hale gelmişti. Lüks restoranlarda tabak kırma ritüeliyle popüler olan bu müzik türünün bundan ibaret olmadığını, 19. Yüzyılda Anadolu’ da ilk örnekleri ortaya çıkan, sonra mübadele ile Küçük Asya’ dan Yunan ana karasına taşınan, acılarla- yokluklarla yüklü bir sosyal sınıfın hikayelerini anlattığını öğrenecektik. Bu öğreti de Muammer Ketencoğlu’ nun katkısını özellikle vurgulamak istiyorum. Bugün İstanbul’ da onun açtığı yoldan yürüyen birkaç tane Rembetiko gurubu daha var.

Muammer Ketencoğlunun sesi- müziğiyle de ilk kez o günlerde tanıştım. 1991 yılının şubat ayı başlarında Cumhuriyet’ te küçük bir haber gözüme ilişmişti. Feriköy Rum Kilisesi’ nde bir Rembetiko dinletisinin haberiydi bu. Hafta sonunu iple çektim. Kalktık gittik.

Feriköy Rum Kilisesi’ nin küçük salonu tıka basa doluydu. Sonra Ketencoğlu kucağında akordeonuyla sahnede yerini aldı. Yanında iki de vokalist arkadaşı vardı: Dimo ve Rena kardeşler. Sessizliği Muammer’ in akordeonundan salona yayılan büyülü ses bozdu. Kollarıyla Muammer’ e sıkıca tutunan, kalbinin hemen üzerinde, derin derin nefes alıp veren bir bebek gibiydi akordeonu. Ben her zaman birbirlerine çok yakıştıklarını, birbirlerini tamamladıklarını düşünürüm. Akordeonla çok küçük yaşlarda, körler okulunda başlayan beraberlikleri daim olsun isterim.

Konserde birbiri ardına gelen hüzünlü, zaman zaman da neşeli Rebetiko ve Laika şarkıları dinlemiştik. Hele bir tanesi vardı ki, bugün de Muammer’ in sesiyle hala kulaklarımda bu şarkı: S’afti tin poli. İnsanda kırk yıl hatırı kalacak türden bir Yunan kent şarkısı. Stavros Kuyumcis’ in bestesi olan bu şarkı sanatçının 1982’ de yayınlanan Tirelli ke angeli (Deliler ve Melekler) albümünde yayınlanmış. Bu şarkıyı daha sonraki yıllarda Giorgios Dalaras dan da dinlemiştik…

Konser sonrası ayak üstü birkaç kelime muhabbet etmiş ve yeniden görüşebilmek dilekleriyle ayrılmıştık.

Aradan bir süre daha zaman geçti. Bu arada biz koroyla Almanya’ ya konser vermeye gittik. 1991 Ağustos ayında koroyu bu kez her yıl 1 Eylül’ de Dikili’ de yapılan “Barış Şenliği” ne davet ettiler. Konseri düzenleyenler İstanbul’ dan bir müzisyenin de konsere davet edildiğini ve bizim araçla gelip- gelemeyeceğini sordular. Hemen kabul ettik. Yolculuğa davet etme işini de seve seve üstlendim.

Tarlabaşı Bulvarı üzerinde eski bir manastır binası vardı: Anarad Hığutyun Ermeni Katolik Rahibeler Manastırı. Özellikle yoksul Ermeni kız çocuklarının kendilerini dine adamaları ve eğitimlerinin sağlanması amacıyla faaliyet gösteren bir manastırdı. 1896’ da kurulan manastır, 1982’ de kapatılmış ve o günden sonra bina İstanbul Sanat Merkezi olarak çalışmaya başlamıştı. Her katında bir sanat etkinliğinin gerçekleştirildiği binanın teras katı da bar olarak işletiliyordu. Şimdilerde o bina da kentsel dönüşümün tahta perdeleri arkasında akıbetini bekliyor.

Ilık, yıldızlı bir Ağustos akşamında orada Muammer ile ilk kez muhabbet etme fırsatı buldum. Sonra Dikili’ ye yolculuk yaptık. Keyifli bir yolculuktu.  Muammer ile benim ve Ruhi Su Dostlar Korosu’ nun yolculuğu sonraki yıllarda da devam etti. Her zaman akordeonuyla yanımızda oldu Muammer. Birçok konserde birlikte sahne aldık. Kimi zaman bu bir salon konseriydi kimi zaman da 1 Mayıs mitingleri. 2005 yılında kurduğu Kadın Sesleri Topluluğu’ nun kadrosu da ağırlıklı olarak bizim koronun kadınlarından oluşuyordu. Bugün de Balkan Yolculuğu grubunda RSDK’ nın eski koristlerinden Şule Kocaman Saraç ile beraberlikleri devam ediyor ve diğer grup üyeleriyle birlikte çok güzel işlere imza atıyorlar. Önümüzdeki hafta müzik marketlerde yerini alacak olan Sandığımdan Rumeli Türküleri albümü bana göre bu beraberliğin zirvesi olan bir albüm.

Muammer, Boğaziçi Üniversitesi’ ndeki eğitimini sona erdirip müzik yolculuğuna devam etme kararını verdiği günlerden hemen sonra tanıştığım ve yol hikayesini her zaman imrenerek ve beğeniyle takip ettiğim, çok şey öğrendiğim ve dostluğunun keyfini doyasıya yaşadığım bir müzik insanı oldu. Hiçbir zaman kolayına başvurmadı. İsteseydi hem müzikal yeteneğini ve hem de görme engelini kullanıp kısa zamanda popüler ve çok para kazanan birisi olabilirdi. Zor olanı seçti ve bu nedenle de hepimizin saygısını ve sevgisini kazandı.

Ketencoğlu her zaman bir arkeolog hassasiyetiyle çalıştı. Bugün on binlerce plak, CD, konser kayıtları, kitaplar ve belgelerden oluşan seçkin müzik kütüphanesini konserlerinde, yazılarında, söyleşilerinde, yayımlanan albümlerinde ve 20 yıldan uzun bir süredir Açık Radyo’ da sunduğu Tuna’ nın Beri Yanı programında bizlerle paylaşıyor. 2004’te Belçika’da Radyo Klara’da Türk halk müziği programları sunan Ketencoğlu’ nun Polonya devlet radyo istasyonlarından Radio Bialystok’ta 2004’ten bu yana zaman zaman hazırladığı Türk halk müziği programları yayınlanmaktadır.


“TUNA’ NIN BERİ YANI” MUAMMER KETENCOĞLU/ HER… paylaşan: ercumentgr

Geçen hafta Açık Radyo programı sonrası yeni çıkan albümünü konuşmak için buluştuğumuzda bir başka hayalini daha benimle paylaştı: CD- plak arşivini bir kurum aracılığıyla genç müzik ve kültür insanlarının hizmetine sunmak istiyordu. Umarım bu hayali gereken ilgi ve desteği bulur.

Ketencoğlu birlikte iş yapmayı seven bir proje insanı. 1993- 1997 yıllarında her bahar aylarında gençlerin yoğun ilgisini çeken Yeryüzünün Yedi Rengi projesi hemen ilk anda aklıma geliyor. Birçok müzisyenle birlikte sahne aldığı bu proje Muammer Ketencoğlu & Balkan Yolculuğu grubunun da nüvesini içeriyordu.

Kompania Ketencoğlu/ 1999

Aynı yıllarda Kompania Ketencoğlu ile Batı Anadolu’ dan Türkçe ve Rumca zeybekler, halk türküleri ve İzmir tarzı Rebetiko şarkılarını yorumladı. Bu grup ilerleyen yıllarda Muammer Ketencoğlu & Zeybek Topluluğu’ na dönüştü ve bugün de birlikte sahne alıyorlar.

2005’ de Muammer Ketencoğlu Kadın Sesleri Topluluğu’ nu kurdu ve uzunca bir dönem bu grupla Anadolu’ da kadınların yaktığı türküleri yorumladılar. Bu projelere bugünlerde zaman zaman izleyebildiğimiz Muammer Ketencoğlu ve Folk Beşlisi ni de ekleyebiliriz.

Muammer Ketencoğlu & BÜ. Medeniyetler Koro ve Orkestrası’ nda koro şefi Öcal Öcalan ile…

Muammer Ketencoğlu, Ocak 2012’den itibaren Bahçeşehir Üniversitesi’nde oluşturan ve Balkanlardan Orta Doğu’ya çeşitli dillerde halk müziği örnekleri seslendiren Medeniyetlerin Sesi Korosu‘nun genel sanat yönetmenliği görevini de sürdürüyor. Sandığımdan Rumeli Türküleri albümü gibi güzel bir başka haberi daha buradan sizlerle paylaşmak istiyorum: Yakında Medeniyetler Korosu’ nun da bir albümü yayımlanacak. Onu da merakla bekliyorum.

Muammer Ketencoğlu, Tuncel Kurtiz ile

Türkiye’ de çok sayıda konserler veren, akordeonuyla albüm kayıtlarına katılan Ketencoğlu bu çalışmalarında İvi Dermancı, Stelyo Berber, Orhan Osman, Sumru Ağıryürüyen, Brenna MacCrimmon, Teoman, Şükriye Tutkun, Sema, Tuncel Kurtiz, Aziz Şenol Filiz, Birol Yayla, Yeni Türkü, Cengiz Onural, İncesaz, Birol Topaloğlu, Mircan Kaya gibi gruplar ve sanatçılarla birlikte çalıştı.

Ketencoğlu uluslarası geleneksel müzik çevrelerinin de yakından tanıdığı bir müzisyen. Yunanistan, Bulgaristan, Almanya, Avusturya, Fransa, Belçika, İsviçre, Hollanda, Güney Kıbrıs, Makedonya, İsrail, Hindistan ve Brezilya’ da çok sayıda konserler veren, atölye çalışmalarına katılan Ketencoğlu Mikis Theodorakis, Penka Pavlova, Petko Daçev, Kitchka Savova, Darina Slavceva, Triandofillos Sifiris, Mario, Aliki Kayaoğlu, alan Bern, Michael Alpert, Kurt Bjorling, Stuart Brotman, Zev Feldman, Steven Greenman, Kyriakos Gouventas, Yannis Alexandris, Sanne Möricke, Magda Pucci, Livio Tragtenberg, Carlinhos Antunes ve daha birçok sanatçıyla birlikte çalıştı, aynı sahneyi paylaştı. The Rough Guide to the Balkans ve benzeri bazı uluslararası albüm projelerinde şarkılarıyla yer aldı. 2006’da “Bentbaşa” ismiyle Bosna Hersek’te yayınlanan, 2007’de ise Alman firması Piranha tarafından dünya baskısı yapılan “Sevdalinka – Sarajevo Love Songs” adlı Sevdalinka şarkılarını içeren albümde bir eski Sevdalinka şarkısı ve ona bağlı olarak “Bükreş’te bir Türk” isimli bestesi ile yer aldı.

Ketencoğlu, 19-29 Ağustos 2005 tarihleri arasında, Brezilya’nın Sao Paulo kentinde konserler vermek üzere oluşturulan Akdeniz Orkestrası’na (Orquestra Mediterranea) davet edildi. Müzik yönetmenliğini Brezilyalı müzisyenler Magda Pucci, Livio Tragtenberg ve Carlinhos Antunes’in üstlendiği 23 müzisyenden oluşan bu uluslararası orkestrada Muammer Ketencoğlu müzik danışmanı, akordeoncu ve şarkıcı olarak yer aldı. Çeşitli Akdeniz ülkelerinden gelen müzisyenler ile Brezilyalı müzisyenlerin oluşturduğu bu orkestra Sao Paulo’da üç konser verdi.  Bu konserlerden derlenen kayıtlar 2006 yılında CD ve DVD olarak “Orquestra Mediterranea” adıyla Brezilya’da yayınlandı.


ORQUESTRA MEDİTERRANEA & MUAMMER KETENCOĞLU… paylaşan: ercumentgr

Ardından 2013’te ‘Muammer Ketencoğlu ve Folk Beşlisi’ projesiyle Türkiye’nin Sao Paolo Başkonsolosluğu’nca düzenlenen konserde sahne aldı.

Uluslarası yazılı, işitsel ve görsel medyada röportaj ve yazılarıyla yer alan Ketencoğlu 2009 Mayıs ayında İtalya’da Padova Üniversitesi Müzik Tarihi ve Sanat bölümünde doktora öğrencilerine “İzmir’deki Çok kültürlü Müzik Geleneği” başlıklı bir konferans verdi.

Perdedeki Işık İzi belgeselinin ve Sevgili Hayat oyununun müziklerini yaptı. Sır Çocukları, Sokaktaki Adam, Çıplak adlı uzun metrajlı filmlerde de müzik danışmanı, müzisyen ve oyuncu olarak yer aldı. Pek çok film ve televizyon dizisi müziklerinde Ketencoğlu ’nun akordeonu duyuldu.

Ketencoğlu 1993 yılından bugüne Kalan Müzik ile çalışmalarını sürdürüyor. 1993’de eski ve yeni Yunanca şarkılardan oluşan ilk albümü; “Sevdalı Kıyılar/ Latremena Akrogalia” ile dinleyiciye merhaba dedi.

1994 ve 1996’da iki Rebetiko seçkisi olan; “Rebetika “ ve “Rebetika II; İzmir ve İstanbul’dan Yıllanmış Şarkılar” seçkilerini,  1995’te, köklerini geleneksel Doğu Avrupa Yahudi müziğinden alan Klezmer tarzından örneklerin yer aldığı “Klezmer Müziğinin Öncüleri” başlıklı seçkiyi ve yine 1995’te “Halklardan Ezgiler” başlığıyla her kasette bir ülke ya da bölgenin halk müziği geleneğini en saf örnekleriyle bir araya getiren Ermenistan Halk Müziği, Azerbaycan Halk Müziği, Gürcistan Halk Müziği (İberya Özkan’ın katkılarıyla) Orta Asya Türki Cumhuriyetlerden Halk Müziği isimleriyle dört kasetten oluşan bir antoloji yayınladı

2001 Nisan’ında çocukluk düşü olan “Karanfilin Moruna/Anadolu Zeybekleri” albümünü yayınladı. Ketencoğlu’ nun 1980’lerden beri çok yakın dost olduğu seçkin müzisyen Cengiz Onural ile beraber kaydettiği bu albüm; hem zeybek müziğinin hayat bulduğu iki ülke Türkiye ve Yunanistan’ın müzik geleneklerini harmanlayan bir deneme, hem de kitapçığındaki yazılar ve katkıda bulunan müzisyenler açısından bir belgesel yapıt niteliğinde.

Albümde yer alan türkünün bu kaydını 2014 yılında Urla Yağcılar Köyü’ nde yapılan bir dinletide kaydetmiştim.

1996’ da Sumru Ağıryürüyen, Brenna MacCrimmon ve Cevdet Erek ile birlikte kurduğu, Balkanların her yanından halk şarkıları ve dans havaları seslendiren Balkan Yolculuğu Topluluğu ile 2001 Eylül’ünde “Ayde Mori” adlı albümünü yayımladı.

Bu albüm bugün de bir Balkan Müziği kült albümü olarak dinletmektedir.

Ketencoğlu, 2000’ de gruba katılan topluluğun klarinetçisi, yol arkadaşı Aytunç’ u 2006’ da bir trafik kazasında kaybetti. Çok üzüldüğünü, uzun süre çalamadığını hatırlıyorum. Muammer, 2007 Temmuz’ unda Aytunç Nevzat Matracı anısına, konser kayıtlarından oluşan “Balkan Yolculuğu/ The Balkan Journey” adlı albümü yayınladı.

2008’ de Sakip, Şule, Selda ve Deniz’ in de çabasıyla “Balkan Yolculuğu” yeniden yola koyuldu. Avrupa’ da ve Türkiye’ de çok sayıda konser veren grup, Balkan Savaşı’ nın 100. Yılı nedeniyle yayımlanan “Balkan Sesleri” albümünü yaptı.

Ketencoğlu, Lozan Mübadilleri Vakfı tarafından hazırlanıp 2007’de yayınlanan “Belleklerdeki Güzellik: Mübadele Türküleri” isimli kitap- cd çalışmasının cd editörlüğünü yaptı. Bu çalışma mübadele ile Yunanistan’dan Türkiye’ye göçen ve anadilleri Türkçe olmayan mübadillerin getirdikleri türkülerin alan kayıtlarından Ketencoğlu ‘nun seçtiği örnekleri içermektedir. Kitapla birlikte hazırlanan bu seçkide mübadillerden derlenmiş Rumca, Makedonca, Pomakça ve Ulahça 38 türkü yer almaktadır.

Yine Lozan Mübadilleri Vakfı’nın Yunanlı KEMO kurumuyla birlikte 2009’da yayınladığı “Meriç’in İki Yakasından Ezgiler” başlıklı iki CD’lik albümün müzik editörlüğünü yaptı. Bu çalışmada Meriç nehrinin Türkiye ve Yunanistan tarafında yer alan farklı toplumların halk müziği örnekleri bir araya getirildi.

Ketencoğlu, doğduğu topraklara bir vefa borcu olarak hazırladığı “İzmir Hatırası/ Smyrna Recollections” adlı albümünü Ocak 2008’de dinleyenlerin beğenisine sundu. “Eski İzmir’den Türk, Rum ve Yahudi Türküleri” alt başlığını taşıyan albüm 1922 öncesinin çok kültürlü İzmir’ine müzikal bir gezinti. Kırka yakın profesyonel ve amatör müzisyenin katkı sağladığı sürprizlerle dolu bu albüm yüz sayfaya yakın ayrıntılı bir kitapçık içeriyor.

Ketencoğlu, 2010 Haziran’ında bestelerinden oluşan “Gezgin / The Traveler” adlı albümünü yayınladı. Müziğini besleyen çeşitli geleneklerden esinler taşıyan ezgilerine yer verdiği bu albüm Ketencoğlu’ nun ilk beste albümüydü.

***

Geçtiğimiz Çarşamba günü Açık Radyo’ da yayımlanan programından sonra Muammer ile radyoda buluştuk. Niyetim Muammer ile yeni albümü üzerine bir röportaj yapmaktı ama klasik anlamda bir röportaj yazısı olmayacaktı, olamadı da. Önce Tophane’ de çay içtik. Kafkasya’ dan gelen müzisyen arkadaşı Gökhan da bize eşlik etti. Sonra daha önce de birçok kez izlediğimiz güzergâh üzerinden önce Galata’ ya yürüdük. Galata’ da Medeniyetler Korosu’ ndan öğrencisi Ezgi ile buluştuk. Sohbet gün boyu her zaman olduğu gibi müzik üzerineydi. Oradan da Unkapanı’ na, yeni yayımlanan albümüne ilk kez dokunmaya gittik.

“Muammer Ketencoğlu & Balkan Yolculuğuyla daha önce yayımladığı 3 albümünde ‘çok dilli’repertuarlara yer vermişti. Grubun kuruluşunun 20. yılında yayımlanan 4. albümü olan “Sandığımdan Rumeli Türküleri” 82 dakika ile grubun en uzun süreli albümü olma özelliğini de taşıyor. Albümde Türkçe söylenen 23 türkü yer alıyor. Ağırlıklı olarak Bulgaristan’ da söylenen türküler var. Bu türküler 50’li yıllardan itibaren Bulgaristan Türk toplumunun yetiştirdiği birçok sanatçıdan okunmuş yüzlerce şarkı arasından zorlu bir seçimle albüme girmiş. Albümde Makedonya, Prizren, Romanya ve Moldova Gagauzları‘ ndan derlenen türküler de var. Bir de Değirmenköy- Silivri türküsü var. Bu türküye kaynaklık eden Emine Albayrak’ ın sesini kaydın başında duyuyoruz.

Albümde yer alan türküleri Muammer Ketencoğlu, Şule Kocaman Saraç ve Selda Koçak Uzuntaş seslendirdiler. Albümde Muammer Ketencoğlu akordeon, Sakip Songelen klarinet ve alto saksafon çaldılar.

Albümde konuk sanatçılar İlkay Erden ve Tuba Özatalay da birer türkü seslendirdiler. Kayıtlarda konuk müzisyenler Şükrü Kabacı klarinet, Rahmi Göçmen vurmalılar ve kaşık, Erdem Şentürk ud, Erdem Şimşek bağlamalar ve sazbüş, Erkan Kanat vurmalı çalgılar, Göksel Baktagir kanun, Özgür Koban keman, Sercan Bayram trompet, Sumru Ağıryürüyen mandolinler ve Umut Sel kontrabas çaldılar.

Bu türkülerin çoğunu bu albümde ilk kez dinleyeceğiz. Bazılarını konserlerden de hatırlayacaksınız.

Albümde de yer alan bu türkünün kaydını 2012 Eylül’ünde Tepebaşı El Sanatları Festivali’nde kaydettim.

Hep düşünürüm: Yazıda da çabalarını kısaca anlatmaya çalıştığım Muammer neredeyse 30 yılı geride bırakan büyük bir emekle biriktirdiği değerlerle, müzik sandığıyla bir başka ülkede yaşasaydı acaba nasıl olurdu? Belki bugün bir üniversitede kürsüsü olurdu veya çok çeşitli kurumlar yaptıklarına sahip çıkar, onu desteklerlerdi. Bu düşüncemi Muammer ile de paylaştım. Aslında onun bu konuda pek şikâyeti yok. Taş yerinde ağırdır diye düşünüyor. Ama ben yine de Muammer’ in hakkettiği yerin bu olmadığını düşünüyorum. İş yine bizlere, sevenlerine- takipçilerine kalıyor. Ne yapabiliriz? Henüz dinlememişsek bugüne kadar yayımladığı 8 albümü edinebilir, dostlarımıza da önerebiliriz. Konserlerine katılabilir, her hafta Çarşamba günleri Açık Radyo’ da yayımlanan programına arada bir kulak kabartıp, zaman zaman belki bir selam da gönderebiliriz.

Belki dün müzik marketlerde yerini alan “Sandığımdan Rumeli Türküleri” albümüyle, yaygın medyada yer alan haliyle bir eğlenceliğe dönüşen Rumeli türkülerinin, aslında sadece yakıldığı dönem için değil bugün için de yeni bir seçenek olarak orada durduğunu hatırlayabilir, dostlarımıza da hatırlatabiliriz.

Muammer’ in müzik sandığının sadece bu 23 türküden ibaret olmadığını biliyorum. Belki bu albüm bir dizi albümün ilk seçkisidir. Umarım öyledir.

Son olarak bir iki küçük notum var: Önümüzdeki Çarşamba 13.00’ de Açık Radyo’ da “Tuna’ nın Beri Yanı” programını kaçırmamanızı öneriyorum. Albümün lansman konseri de 23 Şubat’ ta Bahçeşehir Üniversitesi Beşiktaş Kampüsü’ nde gerçekleştirilecek. Herkesin katılımına açık ve ücretsiz olarak yapılacak konseri bugünden ajandanıza kaydetmeyi unutmayın.

Biz yine Muammer’in sözleriyle bitirelim.” … Ülkemiz 2015’ten bu yana o günlerde hayal bile edemeyeceğimiz çok zor bir dönemden geçiyor. Bu yüzden kayıt sürecinde de oldukça sıkıntılı anlar yaşadığımı belirtmek zorundayım. Yine de müziğin ve sanatın susmaması gerektiğini düşünüyorum. Bu sorumlulukla geçmişi geleceğe taşımak için, barış için ben ve arkadaşlarım çalmaya devam edeceğiz.”

Muammer’ in ve arkadaşlarının Balkanlara ve oradan dünyanın yedi rengine uzanan yolları her zaman açık olsun.

www.muammerketencoğlu.com

http://tunaninberiyani.blogspot.com/

Ayrıca Muammer’e Facebook sayfalarından doğrudan ulaşarak etkinliklerini gün be gün izlemeniz mümkün.

 

 

Ercüment Gürçay

%100 Ekolojik Pazar İzmit 9. haftasında

Buğday Derneği’nin 10 yıl önce Feriköy’de başlattığı %100 Ekolojik Pazarlar çoğalmaya devam ediyor.

İzmit’in %100 Ekolojik Pazarı, KEYAD (Kocaeli Ekolojik Yaşam Derneği) ve İzmit Belediyesi’nin çalışmalarıyla tezgâhlarını bu hafta 9. Kez kurdu. Cumartesi günleri İzmit’teki 41Burda AVM’de kurulan pazarı gezerken KEYAD’ın başkanı Mustafa Tengerek ile konuştuk.

6 yıl önce derneğin kuruluşundan beri İzmit’te bir ekolojik pazar kurmak istediklerini belirten Mustafa Bey, pazarın birkaç hafta içinde Kocaeli Bölgesindeki üreticileri hareketlendirdiğini söylüyor ve ekliyor, “Kocaeli’nde araziler parçalı, küçük, 5 – 10 dönüm civarında. Daha önce organik üretime başlayan 32 çiftçi maalesef ürünlerini tüketiciyle buluşturamadıklarından ve hak ettiği değerde satamadıkların ötürü vazgeçtiler. Şu organik üretici sayısı Kocaeli’nde 8.”

Pazardaki üreticinin ilk haftalar için gözlemleri, İzmit halkının organik ürünlere meraklı olduğu yönünde.

İzmit halkının ilgisi pazara İstanbul Ataşehir’den ekmekleriyle gelen Latif Bey’in beklentilerinin üzerinde çıkmış. “Önce fiyatına şaşırdıkları olabiliyor; ama tadına bakarken anlatırsanız ikna olup hemen alıyorlar.” diyor.

Uzun bir tezgahın başında şalgam sularını paketlerken konuştuğumuz Burak için de benzer bir şekilde başlamış. “Kocaeli’ler patates soğanın organiği mi olur diye hem şaşırıyor hem de müdavimi olabiliyorlar” diyor. İzmit’in Fethiye köyünde yaşayan Burak ve ailesi Ankara Gölbaşındaki çiftliklerini bu pazardan sonra buraya taşımaya karar vermişler.

Şu anda pazarda organik ürün satmak için başvuru yapan 27 üretici var, bunların 5’i Kocaeli üreticisi.

Ekmekleri tadarken karnımız artık doymuşken Mustafa Bey’in Pazar için son değerlendirmesi de şöyleydi,

“Bundan sonraki amacımız Kocaeli kırsalındaki üreticilerin organik tarıma geçmesiyle çiftçilerin ve gençlerin kırsalda yaşam, istihdam konusunda cesaretlenmeleri. Yerel üreticilerin yavaş yavaş organik üretime geçerek pazarda başka üreticilerle ve direkt tüketicilerle buluşması çok önemliydi.”

Afiyet olsun.

 

Haber: Bahar Topçu

(Yeşil Gazete)

Türkiye’nin siyasal sistemi millet için, ne zaman ‘Hayır’lı olabilir? – Çağdaş Dedeoğlu

Başlıktan da anlaşılacağı gibi konu, anayasa değişikliği… Hayat çok hızlı akıyor, politika da bu hıza ayak uydurmak durumunda. Söz konusu hız, bizi, bazı tercihler arasından “hızlıca” seçim yapmaya itiyor, belki sistem tam da bu “el çabukluğundan” medet umuyor, kim bilir? Ancak bu hızlı nicelik yaratma amacı, yani gerekli sayılara ulaşma mücadelesi, niteliğin görmezden gelinmesine yol açıyor. Görülüyor ki bu iki unsur, anayasa değişikliği sürecinde de birbirini etkiliyor.

Anayasa değişikliği tartışmalarında, yukarıdaki hız mekanizması devrede. İnsanlar kutuplaşıyor. (Kutuplaşmanın Türkiye’deki muhafazakârlardan en azından bazıları için anlamını araştıran bir haber için bkz.)  Bir taraf, “parlamenter rejim şöyle kötü” diyor; diğer taraf, tam tersini iddia ediyor. Bir taraf, “başkanlık gelecek dertler bitecek” diyor, diğer taraf “daha da otoriterleşeceğiz” diyor. Her gün, bu iki kutba oturan beklenmedik çıkışlar geliyor.  “Beklenmedik”ten kastım “evet” veya “hayır” kararları değil. İsteyen, istediğini düşünmekte kesinlikle özgürdür; bunu kimse tartışamaz. Ama asıl sorulması gereken sorunun hala net bir biçimde sorulmadığını düşünüyorum: Yapılması planlanan değişiklikler, Türkiye gerçeklerine uygun mu ve ifade edilen sorunların çözümüne katkı sunabilir mi?

Aşağıdaki kısa tartışmada, sadece olanın eleştirisine yer vermeyip olması gereken için de birkaç öneri getirmeyi deneyeceğim. Bunu yaparken, anayasa değişikliği teklifinin, genel gerekçe bölümüyle maddelerini temel alıyorum. Teklife ilişkin açıklayıcı hukuki yorumlar için Türkiye Barolar Birliği’nin çalışmasına bakılabilir. Ben ise burada, “önümüze getirilen teklifin hemen göze çarpan çok ciddi sorunları neler ve teklif nasıl olsaydı kabul edilebilir olurdu” diye düşünmeye çalışıyorum. Bunun için izleyen satırlarda, aklımdaki iki soruya yanıt arıyorum. Bunlardan bir tanesi, teklifin, kuvvetler ayrılığıyla ilgili yaklaşımı ve bir diğeri de temsilde adaletle ilgili bir düzenleme içerip içermediği.

  1. Anayasa değişikliği maddeleri, paketin gerekçe bölümünde işaret edilen “kuvvetler ayrılığı sorunu”na çözüm öneriyor mu?

Üniversitede verdiğim derslerin sınavlarını notlarken öğrencinin ne yazdığından çok, yazdıklarını nasıl gerekçelendirdiğine ve nedensellik bağını kurarken gösterdiği özene dikkat etmeye çalışırım. Bu bakış açısını, başka soru(n)ların yanı sıra Türkiye’de kuvvetler ayrılığı sorununa cevaben üretildiği gerekçe bölümünde açık biçimde ifade edilen bir anayasa değişikliği teklifine uyguladığımızda, söz konusu teklifin, iyi bir not alması mümkün görünmüyor. Çünkü teklif, genel gerekçe bölümünde, düzelteceğini vaat ettiği sorunları düzeltmek şöyle dursun, daha da derinleştirecek önerilere sahip. Bu önerilerden hemen akla gelen bir tanesi, cumhurbaşkanının atadığı adalet bakanının Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na başkanlık ediyor oluşu. Anayasa Mahkemesi üyelerinin seçimindeki yürütme ağırlığından bahsetmiyorum bile. Yargı konusundaki bu iki değişiklik önerisi, genel gerekçenin daha ilk cümlesiyle çelişmektedir: “Anayasalar toplum tarafından devleti hukukla sınırlandırmak için hazırlanan metinlerdir.” Oysa söz konusu değişiklikler, hukuku, politik iktidarla sınırlamak anlamına geliyor.

Herhangi bir sistemde –bu sistemin, parlamenter veya başkanlık oluşu fark etmez – yasama da yürütme de, ancak yargının bağımsızlığına göre dengeli veya dengesiz olabilir. Kuvvetler ayrılığını anlamlı kılan yargı kuvvetinin pozisyonudur ve ayrıca bu noktada ABD veya bir başka ülkede de işlerin iyi gitmediği açıktır. Bu çerçevede, yürütmeyi, yargının üstünde konumlandırmaktan vazgeçmeyen, yani adaleti siyasi çıkara mahkûm eden bir teklifle karşı karşıyayız.

“Ne olabilirdi” diye baktığımızdaysa, yargıyı, yürütmenin vesayetinden kurtarmanın şart olduğu gerçeğinin yanı sıra yürütmenin kompozisyonu açısından da bir öneri akla geliyor. Şayet meclis, “milli egemenliğin teminatı” ise yürütmenin de meclis içerisinden seçilmesi hem milletin temsili hem de istikrar açısından uygun olabilir. Ancak bu seçim, “tek adam” için dayatılmak zorunda değil. Cumhurbaşkanı ve başbakanın aynı anda varlığı sistemde iki başlılığa yol açıyor ve öte yandan birçok kritik yetkinin tek bir kişide toplanması da demokrasi kültüründen uzaklaşmak anlamına geliyorsa Yürütme Konseyi gibi başkansız bir kurum, pekâlâ yaratılabilir. Bu kuruma seçilmek için birçok ölçüt getirilebilir. Yürütmeye seçilecek kişinin yasamadaki gücünün kırılması için alınacak önlemlere özen gösterilmesi kaydıyla… Dünyada, bununla ilgili örnekler var; araştırılıp Türkiye’nin gerçeklerine göre birtakım düzenlemeler yapılabilir. Yeter ki milletin temsilcilerinde, milletin temsiline dair bir irade olsun. Tabii bu noktada, bu kez, Türkiye’de milletin temsilcilerinin nasıl seçildikleri sorusu öne çıkıyor.

  1. Anayasa değişikliği paketi, temsilde adalet ilkesine dair bir çözüm öneriyor mu?

Dünyada siyasal sistemler kabaca ikiye ayrılabilir. Bunlardan ilki, çoğunlukçu (majoritarian) sistemler, ikincisi çoğulcu (pluralist) sistemlerdir. Britanya, ABD, Fransa vb. ülkelerle birlikte Türkiye de ilk gruptadır. Sistemin çoğunlukçu olması, tarihsel olarak parlamenter, başkanlık veya yarı-başkanlıkla hemhal olmasından bağımsızdır. Ama çoğunlukçu bir sistemin ciddi bazı sorunları olduğu da açıktır. Ben, bunlar arasında temsilde adalet olarak özetleyebileceğimiz sorunu çok önemsiyorum. Çoğunlukçu bir sistemde, çoğulcu bir sistemden farklı olarak, demokrasi daha çok niceliksel bir durum olarak görülür ve seçimler sonucunda iktidara gelen çoğunluk temsilcisinin, oligarşiyle halk tiranlığı arasında konumlanması kuvvetle muhtemeldir. Sistemi çoğunlukçu bir görünümden çoğulcu bir görünüme taşımak, farklı dönemlerde, farklı azınlık gruplarının iktidar mağduru olmalarının önüne geçebilmek için gereklidir. Bunun yollarından bir tanesi ve teknik olarak da öncelikli olanı, seçim sisteminde, tüm vatandaşların mecliste temsiline imkân veren düzenlemeler yapmaktır. Referandumda oylamamız istenen anayasa değişikliği teklifinde bu açıdan da herhangi bir düzenleme bulunmuyor. Teklifin genel gerekçe bölümünde “yasamanın zayıf oluşu,” “milli irade” vb. vurgular yapılmış olmasına rağmen teklifin kendisinde, yasamanın adil ve de güçlü olması için bir değişiklik önerisi maalesef göze çarpmıyor. Temsilde adaletin ve dolayısıyla gücün sağlanmadığı bir meclis kompozisyonunda ise yürütmenin nasıl ele alındığı sonucu pek de değiştirmeyecek ve bu durumda, birileri elbet mağdur olacaktır.

***

Yukarıdaki sorular tabii ki çoğaltılabilir ya da bunlara farklı cevaplar da verilebilir, verilmelidir de. Ancak burada asıl önemli olan, Türkiye’de yaşayan herkesin soru sorması ve sorularına aldığı yanıtlara göre yaşamasıdır. Bu, her şeyden önce, bir vatandaşlık hakkı ve de görevidir. Anayasa değişikliği, bugünden çok geleceği şekillendirmekle ilgilidir. Dolayısıyla, anayasa değişikliği tartışmalarında bir futbol takımının taraftarı mantığıyla değil, milli takım taraftarı mantığıyla hareket etmek elzemdir. Bu açıdan, insan, yapılacak bir düzenleme, bir ülkedeki sorunları daha da derinleştirme potansiyeli taşıyorsa, “yetmez ama evet” yerine “yetmiyorsa hayır” diyebilmeli…

 

Çağdaş Dedeoğlu

Engin Cezzar hayatını kaybetti

Tiyatro oyuncusu Engin Cezzar geçirdiği kalp krizi sonucunda 82 yaşında hayatını kaybetti. Engin Cezzar 2011’de felç geçirmiş ve yatağa bağımlı hale gelmişti.

Robert Kolej’den mezun olan Cezzar tiyatro çalışmalarına burada başladı. ABD’de Yale Üniversitesi Tiyatro Bölümü’nde öğrenimine devam eden Cezzar, 1957- 1959 yılları arasında Actors’ Studio’da Lee Strasberg’in öğrencisi oldu. 1958’de Piscator Workshop tiyatrosunda Kafka’nın “Mezar Bekçisi” oyununda başrol oynadı. 1959’da Türkiye’ye döndükten sonra İstanbul Şehir Tiyatroları’nda Muhsin Ertuğrul’un sahneye koyduğu ünlü Shakespeare oyununda Hamlet rolüyle dikkati çekti.

1962’de Gülriz Sururi ile birlikte Engin Cezzar-Gülriz Sururi Tiyatrosu’nun kuran sanatçı, başta Haldun Taner’in Keşanlı Ali’si olmak üzere pek çok rolle ülkenin en sevilen tiyatro oyuncularından biri oldu.

1968’de Gülriz Sururi ile evlendi. Engin Cezzar-Gülriz Sururi Tiyatrosu’nun ünlü oyunları arasında “Tütün Yolu”, “Çikolata Sevgilim”, “Aklın Oyunu”, “Kaldırım Serçesi”, “Othello” ve “Keşanlı Ali Destanı”sayılabilir. Cezzar ayrıca Dormen Tiyatrosu, Devekuşu Kabare, İstanbul Devlet Tiyatrosu ve Antalya Devlet Tiyatrosu’nda oynadı. Cezzar son olarak Gülriz Sururi’nin yeniden kaleme aldığı “Ayşe Opereti”ni yönetti.

Engin Cezzar’ın yakın arkadaşı olan ünlü Amerikalı yazar ve aktivist James Baldwin’le mektuplaşmaları Dost Mektupları başlığıyla YKY tarafından yayımlanmıştı.

 

(Yeşil Gazete)

 

!f İstanbul 2017 reklam filmi yayında

16. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nin 2017 Reklam Filmi yayında! Festivalin “İyileştiren Şeyler” adlı kampanyasının yüzü de olan film, Türkiye’nin önde gelen ajanslarından Rafineri ve prodüksiyon şirketi Spark Film ortaklığıyla çekildi.

16. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nin “İyileştiren Şeyler” temalı 2017 kampanyasının yüzü olan Reklam Filmi yayınlandı. !f 2017 Reklam Filmi, kapalı bir alanda yaşamak zorunda bırakılmış bir grup insanın kaçma çabasını ve sonunda karşılaştıkları sürprizi konu alıyor.

Yaratıcı yönetmenliğini Ayşe Bali ve Emre Kaplan’ın üstlendiği, yaratıcı ekibinde Setenay Özcan Yıldırım, Gizem Şengüler, Resul Geniş, Sezer Üstüngel ve Sevil Şimşek’in yer aldığı !f 2017 Reklam Filmi, geçen yıl olduğu gibi Cansu Boğuşlu yönetmenliğinde ve Tamer Üner yapımcılığında Spark Film tarafından çekildi. Filmin görüntü yönetmenliğini Andaç Şahan ve müziklerini Tufan Aydın üstlenirken, post prodüksiyonu MOJO tarafından yapıldı. !f İstanbul 2017 afişinde ise Amerikalı fotoğraf sanatçısı Arielle Bobb Willis’in çalışması kullanılırken, tasarımı Resul Geniş tarafından yapıldı.

 

(Yeşil Gazete)

6. Pembe Hayat KuirFest’de son gün: 28 Ocak

Pembe Hayat KuirFest, 12-19 Ocak tarihleri arasında gerçekleştirdiği Ankara yolculuğunun ardından İstanbul macerasının da sonuna geldi. Festival altıncı yılında da, dünyanın dört bir yanından kurmaca filmler, belgeseller, sinema tarihinden kült yapımlar ve konuk programcılarla hazırladığı seçkileriyle hem kuir direnişin geçmişine göz attı, hem de takipçileriyle birlikte mücadelenin bugününe ve geleceğine dair cümleler kurdu.

Karpuz Kadın Cheryl Dunye

KuirFest, İstanbul’daki son gününü Jonas Poher Rasmussen’in DokFilm, Hot Docs ve Queer Lisboa gibi festivallerde gösterilen, Selânik Belgesel Film Festivali’nde FIPRESCI ödülüne ve Oslo/Fusion Film Festivali’nde Belgesel Jüri Ödülü’ne lâyık görülen belgeseli Ne Yaptı? (What He Did, 2015) ile açıyor. ‘Kuir Belgeseller’in en çok ilgi gören filmlerinden Ne Yaptı?, ünlü bir yazar olan 13 yıllık hayat arkadaşını bir kıskançlık krizi sırasında öldüren ve cezasını tamamladığı akıl hastanesinden 7 yıl sonra çıktığında kendini yalnızlığa mahkûm eden Jens Michael Shau’nun hikâyesini anlatıyor. Ne Yaptı? Ankara’daki gösterimlerde en çok ilgi gören filmlerden biri oldu.

Bugün ‘Kuir Belgeseller’ bölümünden alan Delikanlının Hası (Real Boy, 2016) da bugün İstanbullu KuirFest izleyicisiyle bir araya gelecek. Cinsiyet geçiş sürecindeki Bennett Wallace’ın, hem endişeli annesiyle ilişkisinde hem de kendi sesini bulmaya çalıştığı müzik hayatında bir çıkış ararken idolü olan Joe Stevens’la bir araya gelmesini  konu ediniyor. Kimlik ve geçiş temalarını merkezine Delikanlının Hası, anne-evlat ilişkisi etrafında örülen güçlü bir trans dayanışması hikâyesi.

Gökkuşağının Altında’ bölümünün demir leblebisi, 66. Berlin Film Festivali’nden Teddy Ödülü’yle dönen  Asla Yalnız Olmayacaksın (Nunca vas a estar solo, 2016) bugün Pera Müzesi’nde gösterilecek. Álex Anwandter’in 2012’de Şili’de işlenen bir homofobik nefret cinayetinden etkilenerek çektiği film, ergen yaştaki eşcinsel oğlu saldırıya uğrayan Juan’ın mücadelesini anlatıyor. Asla Yalnız Olmayacaksın, insanları yalnızlaştıran ve cezasızlıkla sırtı sıvazlanan faillerin hedefi haline getiren bir toplumsal düzen içinde mücadelenin ancak bir arada durarak sürdürülebileceğinin güçlü bir ifadesi.

KuirFest kapanışını Cheryl Dunye imzalı Karpuz Kadın (Watermelon Woman, 1996) ile yapıyor. Festivalin geçen yıl Tom Kalin imzalı Swoon (1992) ile mercek altına aldığı Yeni Kuir Sinema’nın önemli örneklerinden biri olan film, bugün ‘qÜLT’ bölümünde yenilenmiş kopyasıyla gösterilecek. Film, bir video dükkânında çalışan, genç siyah lezbiyen bir kadın olan Cheryl’in; 1930’larda siyah kadınlarla özdeşleştirilmiş hizmetçi karakterleri oynamasıyla bilinen bir kadın oyuncu hakkında film yapmaya çabalamasını anlatıyor. Siyah kadınların tarihini ve hikâyelerini görünür kılması bakımından öncü olan film, siyah lezbiyen bir kadın tarafından çekilen ilk film olarak da sinema tarihinde özel bir yere sahip. Arşiv ve bellek arasındaki oyunbaz ve çelişkili ilişkiyi gözler önüne seren Karpuz Kadın, 1996 yılında Berlin Film Festivali’nde Teddy Ödülü’nün sahibi olmuştu.

Bugün ayrıca, ünlü Fransız yönetmen ve küratör Marie Losier’nin filmlerinden oluşan bir seçki saat 16.45’te Fransız Kültür Merkezi’nde gösterilecek. Losier’nin video ve film çalışmalarından oluşan ‘Marie’nin Düşler Ülkesi’ adlı seçkide yönetmenin birçok formatı ve sinemasal anlatıyı bir araya getirdiği çalışmaları yer alıyor. Henüz Losier ile tanışmayanlar için, hayallerin sınırlarını esnettiği yaramaz, mizahi ve havai işlerinden oluşan bu seçki iyi bir fırsat gibi görünüyor. ‘Marie’nin Düşler Ülkesi’ seçkisini izlemek isteyen festival takipçilerinin gösterim öncesinde Fransız Kültür Merkezi’nin internet sitesindeki formu doldurarak kayıt yaptırmaları gerekmektedir.

PERA MÜZESİ
13.30 Ne Yaptı?
15.30 Asla Yalnız Olmayacaksın
17.30 Delikanlının Hası
19.00 KAPANIŞ FİLMİ: Karpuz Kadın

FRANSIZ KÜLTÜR MERKEZİ
16.45 Marie’nin Düşler Ülkesi

Ayrıntılı bilgi ve festival programı için: www.pembehayatkuirfest.org

 

(Yeşil Gazete)

İklim Değişikliğine ve Çevre olaylarına dikkat çeken sanatçılar – Kübra Köprülüoğlu Aşanlı

İklim değişikliği ve insan eliyle doğaya verilen zararlar, yaşadığımız yüzyılda insanlığın karşı karşıya kaldığı en büyük sorunların başında geliyor. Sadece belirli bir bölgeyi değil, tüm dünyayı etkileyen, insan neslinin tükenmesine neden olabilecek olumsuz etkileri olan, çok ciddi sosyo-ekonomik sonuçlara yol açabilecek bir sorun olduğundan tüm dünyada biliminsanlarının yanı sıra sanatçıların da üzerinde durduğu bir konu haline gelmiş durumda.

İlham vermesi dileğiyle işte size bu konuda işler üreten sanatçılardan bir kaç örnek;

Linda Grass’ın Tülden Nehir Yerleştirmesi 

Linda Grass, yatağı değiştirilen Mono Gölü’nün kollarından biri olan Parker Deresi‘ndeki suyun Los Angeles Su Kemeri‘ne yönlendirildiği ve bu nedenle dere yatağının büyük kısmı kuruduğu için bir enstalasyon çalışması yaparak bu konuya dikkat çeken bir iş üretti.

 

Fotoğraf: http://wead.wpengine.netdna-cdn.com/wp-content/gallery/gassl/bishoptuff1.jpg

Kuruyan dere yatağına yerleştirdiği kumaş ile derenin akıntısını görselleştirmiş, bu şekilde Parker Deresi’nin yanındaki buzul mezarlığında hem varlığı hem de yokluğu temsil eden bir iş üretmiştir.

Fotoğraf:
https://s-media-cache-ak0.pinimg.com/564x/b0/8b/ed/b08bed732617f5a85ec34979e53cefc1.jpg

Bir taraftan Mono Havzasını doldurmak için akan Pleistosen sırasında buzul erimesini temsil eder. Öte yandan, Mono Gölü’ne giden bu havzadan gelen, günümüzde yok olmuş suyunu temsil eder. Tülün şeffaflığı suyun gerçekliğini sembolize ederken değişen renkler, suyun yolculuğu boyunca geçtiği geçişleri temsil eder.

Olafur Eliasson: Buzdağları

İzlanda’nın en büyük buzulu Vatnajökull‘den kopmuş buz parçalarını MoMA PS1’de sergiledi.

 

Fotoğraf: Matthew Septimus, Enstalasyon; “Your waste of time”. EXPO 1: New York MoMA PS1, 2013.

Güneş panelleri ile soğutulmuş bir galeri alanında sergilenen buz “heykeller” sanatçının deyimiyle  800 yıllık Dünya’nın varlığını temsil ediyor ve insanın fizik deneyimini aynı perspektif içine koyuyor.

Eliasson’ın kurulumunun ana fikri küresel ısınmanın doğada tahribat yaratması ve bizim vakit kaybettiğimiz.

Naziha Mestaoui’nın Sanal Ormanı

One Beat One Tree” bir sanal orman projesi.

2015 yılında Paris’te İklim Konferansında sergilenen iş, Sanal ormanları şehir alanlarına yansıtarak doğal dünya ile gelişen teknoloji arasındaki sınırları bulanıklaştırıyor.

1 Heart 1 Tree, digital interactive artwork on the Eiffel Tower: virtual trees are planted in reality. from Naziha Mestaoui on Vimeo.

Dijital ağaçlar, izleyicilere akıllı bir telefon sensörü vasıtasıyla bağlanıyor ve katılan her bir kişinin kalp ritmiyle bu ağaçlar büyüyor.

 

Fotoğraf: http://www.creativeresistance.org/virtual-forests/

Projenin en güzel kısmı ise Avrupa ve Latin Amerika’dan Afrika’ya hatta Asya’ya kadar her bir sanal bitki ile fiziksel bir ağaç yetişir.

Proje kuruluşundan bu yana 13.000 ağaç büyümesini sağladı.

Chris Jordan’ın Tüketim Portreleri

Intolerable Beauty: Portraits of American Mass Consumption” adlı atık tüketim objelerinden oluşan fotoğraf serisi adından ve görsellerden anlaşılacağı gibi tüketim kültürüne, tüketimin ne kadar yoğun olduğuna işaret ediyor.

Cep Telefonları, Fotoğraf: http://www.chrisjordan.com
Crushed cars #2, Tacoma 2004 44×62 Fotoğraf: http://www.chrisjordan.com

Christo and Jeanne-Claude’ın Ada Kuşatması

Miami’de bulunan 11 adayı suyun yüzeyini kaplayan 603.870 metrekare pembe polipropilen kumaşla çeviren sanatçılar, kapladıkları alanda 40 ton yüzen çöp toplanmasını sağlayarak su kirliliğine dikkat çekti.

Eskiz çalışmaları. Fotoğraf: http://www.christojeanneclaude.net/projects/surroundedislands#.U8Q8g42MYao
Fotoğraf: http://www.christojeanneclaude.net/projects/surroundedislands#.U8Q8g42MYao

 

Kübra Köprülüoğlu Aşanlı

Şirvan Madenköy’de neler oluyor? Ya maden, ya hayat!

Siirt’in Şirvan ilçesine bağlı Madenköy’de 2006 yılından bu yana devam eden bakır madenciliği faaliyetleri can yakıyor. Geçtiğimiz hafta Madenköy madencilerin işten çıkarıldıkları için yaptıkları oturma eylemi ve halkın içme suyu da dâhil olmak üzere her türlü ihtiyacını karşıladığı tek su varlığı olan deredeki madencilik kaynaklı kirlenmeyle gündeme geldi.

Köy değil maden sahası

Maden ocaklarının kurulduğu yerlerde sönen ocaklardan sadece biri Madenköy. Bu köyün kısa hikâyesiyle, madenciliğin uzun ve acılı hikâyesini özetlemek mümkün.

Geleneksel olarak tarım ve hayvancılıkla geçinen köyde madencilik araştırmaları yarım yüzyıl önce başlamış. 1969 yılında Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü tarafından başlatılan maden, 2004 yılında Ciner Grubu’na bağlı Park Holding altında faaliyet gösteren Park Elektrik Üretim Madencilik AŞ’ye devredilmiş. 2006 yılından itibaren de çalışmalar aktif hale gelmiş.

İşte o günden bu yana köyün toprağı, suyu ve havası hızla kirleniyor. İşletmenin atıksu arıtma tesisi olmadığı için kirli su olduğu gibi dereye akıtılıyor.  Dere boyunca uzanan ceviz ağaçları ve söğütler kuruyor, sudan içen koyun ve keçiler telef oluyor, insanlar hastalanıyor ve işçiler maden ocağının göçüğü altında kalıp ölüyor.

Dere içinde canlı bir hayvan bile kalmamış. Bu şartlar altında tarım ve hayvancılığın imkânsız hale gelmesiyle göç edenlerin sayısı artıyor. Ve artık burası yaşayan bir köy olmaktan hızla uzaklaşıp, madenci ailelerinin yaşadığı bir maden sahasına dönüşüyor.

Tüm itirazlara rağmen ille de maden!

Ortada mağdur köylülerin İnsan Hakları Derneği’ne (İHD) başvurarak yazılmasını sağladığı 2010 tarihli bir rapor var[i].

Bu raporda bakır madeni işletmesinin köyün orta yerinde kurulduğu; madenden çıkarılan molozların köyün her tarafına döküldüğü ve maden çalışması sırasında yıkanan hammaddeden çıkan atıksuyun köyün tek su kaynağı olan dereye akıtıldığından bu sudan içen hayvanların öldüğü belgelendi. Maden ocağında kullanılan dinamitlerin patlamaları sonucu birçok köylünün evinde derin yarıklar oluştuğu ve camlarının kırıldığı da tespit edildi.

Ancak Çevre ve Enerji Bakanlığı’na ve Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusu yapılarak gönderilen raporun yazılmasından bu yana 7 sene geçmesine rağmen sayılan olumsuzlukları gidermeye yönelik herhangi bir adım atılmadı. Hatta can kayıplarının olduğu kazalar bile yaşandı.

Maden ocağı değil işçi mezarlığı…

Madenköy’de yaşanan kazaların en fenası 2016 Kasım ayında heyelan sonrası 16 işçinin göçük altında kalarak yaşamını yitirdiği kaza. Heyelanın yaşandığı gün dinamit patlatılmış ve ocakta büyük yarıklar oluşmuştu. İşçiler bu durumu yetkililere bildirmesine rağmen hiçbir önlem alınmadı. Göçükten bir hafta ve bir gün önce aşırı yağış da olmuştu. Toprağın aşırı yağış sonrası suya doyarak yumuşaması ve iş yerinde patlayıcı kullanılması ile heyelanın tetiklendiği ortaya çıktı.

Aynı madende 25 Temmuz tarihinde yani cana mal olan kazanın 4 ay öncesinde de başka bir heyelan meydana gelmiş, 6 kamyon ve 2 iş makinesi göçük altında kalmıştı. Hatta bu kazalardan 5 sene önce yine Ciner Grubu tarafından işletilen Maraş Afşin’deki Çöllolar kömür madeni’nde 6 ve 10 Şubat 2011’de heyelan sonucu meydana gelen iki ayrı göçükte 11 maden işçisi hayatını kaybetmişti[ii]. Ancak bundan hiçbir ders çıkartılmadı. Şirketin masraftan kısmak adına hiçbir önlem almamasının bedelini kelle koltukta madene inen işçiler hayatlarıyla ödedi.

Türkiye ölçeğine baktığımızda ise çok daha büyük sayılar karşımıza çıkıyor. 2002-2016 yılları arasında 18 bin 67 işçi iş cinayetinde hayatını kaybetmiş. 73 bin 500 kişi de “iş göremez” hale gelmiş. Bu sayılar Türkiye’yi iş cinayetlerinde Avrupa’da birinci, dünyada ise üçüncü sıraya yükseltmiş durumda. Türkiye’deki iş cinayetlerinin en fazla görüldüğü sektör, inşaattan sonra madencilik.

Önce topraklarından oldular, şimdi de işlerinden

Şimdiyse Madenköy’deki maden işçileri başka bir sıkıntıyla karşı karşıya. Yaklaşık iki ay önce açık işletme sahasında taşeron firma bünyesinde çalışan 450 işçinin işten çıkarıldığı, iki gün önce de ana firma bünyesinde çalışan 142 işçinin daha işten atıldığı biliniyor.

İş bırakma eylemi yapan işçiler, bir ay içinde tüm madencilerin işten atılacağını söylüyorlar. Çıkartılan madencilerin yerine 300 civarında Çinli ve Kırgızistanlı işçinin alınacağı söyleniyor.

Bölgede büyük bir göç yaşanıyor

İHD Siirt Şubesi başkanı Zana Aksu, sadece Madenköy değil, bölgede de madencilik dışında da yaşanmakta olan başka bir soruna dikkati çekiyor.

Aksu’nun bahsettiği sorun Siirt ile Şırnak arasında 6’sı bitmiş, 10’u devam etmekte olan 16 baraj inşaatı[iii]. Bunlardan bazıları Türkiye’nin literatüre kazandırdığı “güvenlik barajları”.

Aksu bu barajlardan ani su bırakılması sonucu hayatını kaybeden insanlar olduğu gibi tarımsal alanların sular altında kalması ve barajlara da bağlı değişen iklimin Siirt fıstığı, nar ve ceviz gibi geleneksel tarımsal ürünlerin veriminde çok büyük düşüşe neden olduğunu belirtiyor. Çatışmaların da yaşandığı bölgede tek geçim kaynağı ortadan kalkınca göç hayatta kalmak için tek çare haline geliyor.

Şirvan’ın her yerinde maden cevherleri olduğunu belirten Aksu’nun da dediği gibi insanlara “Ya madende çalışacaksın, ya da buradan göç edip gideceksin” deniliyor. Büyük şehirlere göç emek zorunda kalan insanların yoksulluğu katlanarak artıyor.

Bu hepimizin meselesi

Sonuç olarak tümüyle sahipsiz kalan topraklar şirketlerin ve onların koruyuculuğunu yapan devletin ellerine teslim edilmiş oluyor. Bu sadece Şirvan’ın sorunu değil elbette. İzmir’de Efemçukuru’ndaki altın madenciliğinden, Soma’daki kömür madenciliğine kadar onlarca nehri kirleten, binlerce işçinin ölümüne neden olan ve milyonların geleceğini karartan madencilik faaliyetleri Türkiye’nin her yerini kanatıyor.

Bu sadece Türkiye’nin değil dünyanın da meselesi de aynı zamanda. Güney Afrika Cumhuriyeti’ndeki elmas madenciliğinden Kanada’daki uranyum madenciliğine kadar binlerce nehri kirleten, milyarların geleceğini yok eden maden çalışmaları dünyanın toprağını alt üst ediyor.

Bir kaç sanayici para kazansın diye yaşam kaynaklarımız kirleniyor ve tükeniyor. Sadece kırsal kesim değil, hepimizin geleceği işte böyle karartılıyor. Geleceğimizi şirketlerden ve onların sözcülüğünü yapan devletlerin elinden alma zamanı geldi de geçiyor…

Son notlar

[i] İHD (2010). Siirt ili Şirvan ilçesi Maden Köyü araştırma ve inceleme raporu http://www.ihd.org.tr/siirt-ili-sirvan-ilcesi-maden-koyu-arastirma-ve-inceleme-raporu/#

[ii] Birgün (23 Ekim 2015). Göçükte yaşamını yitiren 9 işçi dört yıldır toprak altında: ‘Cenazelerimizi verin!’. http://www.birgun.net/haber-detay/gocukte-yasamini-yitiren-9-isci-dort-yildir-toprak-altinda-cenazelerimizi-verin-93242.html

[iii] Su Hakkı radyo programı kaydı (24 Ocak 2017). http://www.suhakki.org/2017/01/17783/#.WIuJKfmLTIU

 

Akgün İlhan