Ana Sayfa Blog Sayfa 3274

KOS, İBB önünden seslendi, “Belgrad Ormanı Yoksa İstanbul da Yok!”

Kuzey Ormanları Savunması (KOS) bugün (1 Şubat 2017 Çarşamba) Belgrad Ormanı’nında onbinlerce ağacı keserek içinden demiryolu geçirmek için ihale yapan İBB’yi, İstanbul Büyükşehir Belediyesi önünde gerçekşetiği basın açıklaması ile uyararark, “Mega katil projelerinizle hançerlediğiniz Belgrad Ormanı’ndan elinizi çekin artık” dedi.

KOS’un basın açıklamasının tam metni şu şekilde:

“Bu İhale Yapılamaz! Belgrad Ormanı İhale Edilemez!

18 Haziran ve 16 Aralık tarihlerinde İstanbul Büyükşehir Belediyesi önünden; 29 Ocak Pazar günü Belgrad Ormanından seslendik ve dedik ki, “Kadir Topbaş, Belgrad Ormanı’nda kesilecek tek bir ağaç için gözümüz üstünüzde olacaktır.”

Bugün 1 Şubat 2017. Dekovil hattı projesinin ihale günü. Bu kez buradayız ve dediğimiz gibi süreci adım adım takipteyiz. Tüm İstanbul’ın gözü burada, sizi izliyor.

“Belgrad Ormanı’ndaki ağaçlar kesilmeyecek, sadece taşınacak” gibi akla ziyan açıklamaları kabul etmiyoruz.

2012’de “muhafaza ormanı” statüsünün 3 bin hektarlık alandan kaldırılması sonucu korunduğu söylenen son 2 bin hektarlık ormanlık alanın tam ortasından geçen Dekovil hattı ve eşliğindeki bisiklet yolu projesinin Belgrad Ormanının sonunu getireceği net ve açıktır.

Son 5 yıldaki katil projelerle dört koldan kuşatılan Belgrad Ormanı etrafındaki aç gözlülük bize şunu gösteriyor ki, dekovil projesi yeni 2B süreçlerini beraberinde getirecek bir tehdittir.

Belgrad Ormanının bütünlüğünü bozan orman içindeki her türlü taşımacılık, yol, eğlence, dinlence tesisi, beton, gürültü, çöp ve hoyrat kullanım İstanbullunun sorumluluğundadır.
Çünkü, bugüne kadar gelip giden yönetimlerden öğrendik kl ne Kadir Topbaş ne de alkışçılarının gözünde doğanın, iklimin, ormanın, suyun değeri ranta çevrilmedikçe hiçtir.

Bugünden itibaren İstanbullular yaşam alanlarını korumak, kendi geleceklerine gösterdikleri özeni, yaşam alanlarına da göstermek zorunda kalacaklar. Çünkü Belgrad Ormanı yoksa İstanbul da yok; Belgrad Ormanı yoksa İstanbullu da olmayacak.

Belgrad Ormanını silerseniz geriye büyükçe bir hiç kalacak.

Haliç’ten başlayarak Cendere deresi boyunca ilerleyerek Kemerburgaz’a kadar uzanacak, buradan da ormana hançer gibi saplanacak dekovil tren hattının, Kemerburgaz’a kadar olan alanı rant cenneti haline getirilmesine ve Kuzey Ormanları’nın tertemiz nefesini şehre ulaştıran en büyük soluk borusunun inşaat sermayesi tarafından kesilmesine izin verilemez.

Belgrad Ormanı Yoksa İstanbul da Yok!

Kuzey Ormanları Savunması

 

(Yeşil Gazete)

2 Şubat Dünya Sulak Alanlar Günü – Göksal Çidem

2 Şubat 1971 yılında imzaya açılan Sulak Alanların Korunması Sözleşmesini Ülkemiz,  17 Mayıs 1994 tarihinde imzaladı. 1994 yılında ilk dahil edilen Mersin Göksu Deltası, Son dahil edilen ise, 2013 yılında Bitlis’te ki Nemrut Kalderası‘dır.

2 Şubat  kutlama değil,  Kaybettiğimiz sulak alanlardan ders alma, kalanlar için ise, nasıl kurtarırız diye hesap yapma  günüdür. Ülkemizde son 50 yılda Marmara Denizi kadar bir sulak alanı kaybettik.

Istrancalar Dereköy yolu

Ülkemizde uluslararası öneme sahip, 135 sulak alandan 14 tanesi RAMSAR kapsamındadır. 135 alandan ikisi ise ilimiz Kırklareli sınırları içerisindedir. Bunlardan birisi İğneada longozu, diğeri ise Dupnisa Mağarasıdır. Ne yazık ki, Dupnisa Mağarası Mermer Ocağı, İğneada ise   Termik ve Nükleer  santral gündeme geldi.

Dupnisa Mağarası için tehdit oluşturan,   2012 yılında açılmak istenen mermer ocağına, olur ve onay verenler, yaptığımız  itirazlar sonucunda yanlıştan döndüler. Hatta  İlgili Bakanlık Mağara konusunda ki hassasiyetimizden dolayı  teşekkür bile etti..

Göksal Çidem Ergene’de

Hani  Doğada her canlının yaşama hakkı vardı.. ? Yaklaşık 40 yıldır, günlük çıkarlar uğruna  milyonlarca canı yok ettik. Bölgemizde ki en çarpıcı örnek ERGENE dir..

Yaşı yarım asrı devirenler , doğaya  çıktıklarında “bizim zamanımızda şurada pınar, şurada kaynak vardı, pırıl pırıl su akardı” diye söze başlarlar.  Ergene de tutulan yayın ve sazan balıklarını anlatırlar. Yüzmeyi orada öğrendik derler. Peki şimdi neden balık yok.? Neden yüzemiyorsunuz dediğinizde.. Verilen cevap “çok kirli”, “Çok kötü kokuyor”.  Çünkü Ergeneden su değil, sıvı akıyor..

İğneada longozu

İyi de, temiz olan su ve içinde ki yaşam  neden yok oldu..? Kim yok etti..?  Asıl sorun da burada. Doğal varlıkların yok  olmasında ki en büyük etken yanlış planlamalar ve bu planları yapanlar ve onaylayanlardır.. Yanlış planlara dava açınca da “Bunlar her şeye karşı çıkıyor” diyorlar. Bizler sadece “yaşamı savunuyoruz” Yaşam için de milyonlarca yıldır, yaşam kaynağı olan doğal varlıklarımızı korumak ve gelecek nesillere yaşanabilir bir Dünya  bırakma derdindeyiz.

Dünyanın en  önemli sulak alanlarından İğneada Longozu’nun 2012 Yılında RAMSAR  kapsamına alınacağı ilan edilmiş, ancak daha sonra  İğneada unutulmuş, yok sayılmış ve yok sayılmaya devam etmektedir.  2012 den sonra, Termik, Nükleer, Liman ve barajlar ile gündeme gelmektedir. İğneada RAMSAR kapsamına alınmalı, Tüm Dünyaya tanıtılmalıdır. Çünkü, Dünya’da Amazon ve Afrika Kongo’sundan sonra bu ölçekte en büyük subasar(longoz) ormanı,  ülkemizde  İğneada’da bulunmaktadır.

İğneada bölgesinde Küresel Çevre Fonu ve AB katkılarıyla Milyon dolarlık projeler yapıldı. Hazırlanan dosyalar UNESCO ya sunulacaktı. Sunulmadı.  6-7 yıldır sunulmuyor. Sorduk, Neyi bekliyoruz..? Cevap. “ Proje sahasının biyosfer alan olarak kabul edilmesine yönelik bir Biyosfer Alan Adaylık Dosyası hazırlanmış ancak UNESCO MAB Komisyonuna sunulmamıştır.”  Şimdi bir daha sormak gerekiyor.. O halde bu projeler  kapsamında dosyalar neden hazırlandı.? Neden sunulmuyor..?  İğneada ve çevresi için yeni projeler mi var..?

Su, bulunduğu havzaya ve oradaki canlılara aittir. Doğal bir varlıktır,

Su, tüm canlılar için yaşamın temel koşuludur.

Göksal Çidem

 

Göksal ÇİDEM
Kırklareli Kent Konseyi Çevre Meclisi Başkanı
Trakya Platformu Yürütme Kurulu Üyesi

Teknoloji Devi Toshiba nükleer santral projelerinden çekiliyor mu?

27 Ocak Cuma günü Teknolojide Dünya Devi Toshiba, yurt dışındaki nükleer santral projelerinden çekileceğini, yeni proje almayacağını ve nükleer faaliyetlerini gözden geçirmeye ihtiyaç duyduğunu açıkladı.

Şirketin çip bellek üretimi alanında faaliyet gösteren bir şirketinin hisselerinin %20’sini de satarak nükleer santral işlerinden doğan 6 milyar Dolarlık zararı kapatmaya çalıştığı haberleri yayılıyor. Toshiba’nın hisseleri 1 yıl içinde %45 değer kaybetmiş bulunuyor. Geçen sene bu zamanlarda Toshiba’nın hisselerinin 35 yılın sonunda tamamen dibe vurduğu da haber olmuştu. Çeşitli kaynaklara göre ABD’de nükleer endüstri sektöründe faaliyet gösteren şirketin hisselerinin çok düşmesi neticesinde şirket Ceo’sunun da istifa etmesi bekleniyor. Toshiba’nın nükleer projelerden çekildiği haberi Japonya’daki Nükleer santral karşıtları tarafından sevinçle karşılandı.

Toshiba, 2011 yılında yaşanan Fukuşima nükleer kazası itibariyle kendini gösteren yoğun toplumsal muhalefet neticesinde Japonya’da nükleer santrallerin iş yapmasının önü tıkanınca Toshiba şirketi yurtdışı projelere yüzünü dönerek Avrupa, Asya’da kurulacak nükleer santral inşaat projelerinde yer almaya çalışıyordu.   2013 yılında İngiltere’de 100 milyon Dolara  nükleer santral inşa etmeye talip olan bir şirketi satın alma girişiminde bulunmuş son olarak ABD’nin nükleer reaktör üreticisi Westinghouse Elektrik şirketinin iştirakı olan olan  NuGeneration Ltd  %50sini satın alma pazarlıklarının ise son safhasına gelmişti. Diğer taraftan Finlandiya’da da  iki reaktör kurmak için ihaleye girerek Orta Asya ve Afrika’da da  sözleşme imkanlarını kovalıyordu. Avrupa’nın reaktör üretimindeki  en büyük  şirketi Areva bile Dünyada Toshiba’dan sonra ikinci sırada geliyor.

2013 yılında Türkiye Hükümeti’nin Sinop’ta bir nükleer santral kurulması için Japon Hükümeti ile sözleşme yapmasının ardından Toshiba da bu projeye talip olduğunu  açıklamıştı. Ne var ki, reaktörlerin inşaat süreci için Mitsubishi’yle anlaşılınca bir nükleer santral kurulumu için Toshiba’nın adı ancak 2015 yılında anılmıştı. Nitekim Toshiba  Rusya ile yaşanan uçak krizinin ardından Rusya ile yapılan anlaşmanın iptal olması halinde Akkuyu nükleer santralini kurmak üzere talip olduğunu açıklamıştı.

Toshiba’nın yurt dışındaki mevcut nükleer santral projelerinden çekilmesi kararını  sizlerin Fukuşima Tanığı adı ile tanıdığınız, zaman zaman Yeşil Gazete üzerinden Türkiye’deki yaşam savunucularına mektup da gönderen, 2014 yılından beri Yeşil Düşünce Derneği’nin girişimleriyle 3 defa Türkiye’ye gelerek Fukuşima hakkındaki gerçekleri anlatan Toshiya Morita, blogunda değerlendirmiş.

Morita’ya göre Toshiba’nın karşı karşıya geldiği mali yıkımı nükleer santral karşıtı mücadelenin dünya çapında güçlenmesinin bir sonucu. Zira Fukuşima nükleer felaketinin ardından nükleer santraller hakkında dünya geneline yayılan olumsuz imaj  bir bakıma nükleer endüstrinin gelecek beklentisini düşürmüş bulunuyor.

Fukuşima nükleer felaketinin başlamasıyla beraber yaptığı araştırmaları, topladığı bilgileri blogundan yaymaya çalışılan Morita blogunda  aynen şöyle yazmış

“Bizim direnişimiz nükleer endüstrinin umutlarının önünde engel oluşturmuştur!”

Morita sözlerini şöyle açıklıyor :

“Öncelikle Toshibanın Fukuşima nükleer felaketinin sorumlularından olduğunu bilmemiz lazım. Çünkü Fukuşima Daiichi nükleer santralinde 1 nolu reaktör Amerikanın GE şirketi üretimidir.  2. reaktör GE ve Toshiba ortak üretimidir, 3. reaktör Toshiba jenerasyonudur, kazadan önce soğutma havuzuna alınmış olan  4 no’lu reaktördeki yakıt çubukları ise Hitachi üretimiydi.

Dolayısıyla aslında Fukuşima nükleer felaketinden Toshiba ve Amerikan şirketi GE birlikte sorumludur. Nevar ki kamuoyu nezdinde kusurlu olan yalnızca Tokyo Elektrik şirketi gibi gösterilmiştir. Oysa yüzbinlerce yıl etkisi sürecek olan bir felakete neden olan reaktörlerin üreticilerinin toplumlar nezdinde affedilecek yanı yoktur. Fukuşima nükleer santral felaketi aslında Tokyo Elektrik, GE ve Toshiba’nın başımıza sardığı bir felakettir. Toshiba’nın sorumluluk alarak özür dilemesi, felaketzedelere yardım etmesi ve nükleer santral işinden tamamen çıkması gerekirdi.

Lakin Toshiba’nın adı, Fukuşima nükleer felaketiyle ilgili olarak çok anılmadı. Hatta şirket Japonya’da yükseltilen güvenlik standartları nedeniyle yeni nükleer santral kurulması zorlaştığı için bu alandaki işlerini devam ettirmek amacıyla şirket evliliği yaparak  yurt dışındaki projeleri kovalamaya başladı. Bununla beraber  Fukuşima sonrasında Amerikan Nükleer Güvenlik Kurumu da regulasyonlarını revize ederek güvenlik standartlarını yükselttiği içindir ki inşaat maliyetleri artarken hesaplar tutmadı ve Toshiba hatta Amerikanın reaktör üreticisi  Westing House şirketi çetrefilli bir yola girdi”.

Haber: Pınar Demircan

(Nuclear-news.net, Yeşil Gazete)

 

 

Trump’ın Başkanlığı, Türkiye’nin referandumu

Dünya üzerinde başkanlık ile yönetilen ülkeler denildiğinde akla gelen ilk ülke genellikle Amerika Birleşik Devletleri’dir. Bu hem ABD’nin Dünya gündemini işgali hem de kendi gündemini de diğer ülkelere iyi “satabilmesi” ile mümkün oluyor. Siz öyle düşünmeseniz de bir anda ABD, sizden biri oluveriyor ya da kendi ülke yönetiminizin aldığı kararlardan sonra sizi en çok etkileyen kararlar ABD’li yöneticilerin aldıkları kararlar oluveriyor. Bu yüzden de Donald Trump’ın başkanlığa giden yolu, bu yolda ağzından çıkanlar, başkanlığı ve sonrasında yaptıkları da tüm Dünya’yı olduğu gibi bizi de ilgilendiriyor.

Fakat Trump’ın bu sürecini benzerlerinden ayıran, diğerlerinden özel kılan durum ABD’nin başkan seçim süreci ile Türkiye’nin başkanlık gündeminin zamansal olarak örtüşmesi oldu. Başkan nedir? Nasıl bir şeydir? Ne yapar gibi sorulara elle tutulur yanıtlar veremeyenler hemen ABD’den kopya çekti.

İnternette bir görsel dolaşıyor. Görenler olmuştur. Birleşmiş Milletler İnsani Gelişmişlik Endeksi’ne göre ilk 10 ve son 10 sıradaki ülkelerin listelendiği bir görsel bu. Buna göre ilk onda 9 ülke parlamenter demokrasi ile yönetilirken, son 10 ülkenin tamamı ya yarı başkanlık ya da başkanlık ile yönetiliyor. İlk 10’da yer alıp, parlamenter demokrasi ile yönetilmeyen tek ülke de ABD.

İşte ABD’de görevi devralan ve sıfatını “Seçilmiş Başkan’dan” “Başkan’a” çeviren Trump, politikacılarda, özellikle de popülist politikacılarda, çok da alışık olmadığımız bir davranışı sergiledi ve seçimden önce söylediği sözlerin arkasında durdu. Meksika sınırına duvar çekmekten, özelde Müslümanlara genelde de tüm göçmenlere yönelik kısıtlayıcı politikalara; Obama’nın sağlık reformunu ortadan kaldırmaktan; toplumsal cinsiyet eşitliğine yönelik özgürlüklere saldırmaya kadar ne dediyse kısa sürede kolları sıvadı Trump.

Peki, ne oldu? Başkan Trump, bir kararnamenin altına imza koyup, güçler ayrılığının getirdiği bazı karar mekanizmalarını atlayarak yedi ülkeden ABD’ye girişleri kısıtladı. Uçaklarına binenler havaalanlarında kaldılar, bazıları daha binmeden çevrildi. Amerikalılar havaalanlarına gittiler. Bu kısıda karşı gösteriler yaptılar, politikacılar, sanatçılar, gazeteciler, bilim insanları bu durumu protesto ettiler ve en sonunda da bağımsız yargı (Hani diğer partiden Başkan seçilen Obama salona girdiğinde ayağa kalkmayan, yani ne o zaman Cumhuriyetçi ne şimdi Demokrat olan yargı) bu yasağı kaldırdı ve Trump’ın hamlesi de böylece ortada kaldı. Bunlar ne zaman oldu? Türkiye’de tüm parlamenter sistemin kaldırılacağı, üstüne üstlük yargının da bağımsız olmayacağı bir sistem için halk ikna edilmeye çalışılırken oldu. Yargıyı, parlamenter sistemi “ayak bağı” olarak görenler, ancak oralar “yol olurlarsa” güçlü Türkiye’ye ulaşılabileceğini söyleyenler ile Trump’ın Müslümanları, ABD’ye almamasına karşı karınlarından tepki gösterenler de aynı kişiler üstelik.

Karından tepki gösterme durumu önemli. Önemli çünkü başka bir soruna işaret ediyor. Bu duruma açıktan tepki gösterememek bir çok yanlış vaziyet alışın sonunda ortaya çıktı çünkü. Türkiye için başkanlık sistemini düşünenler, Dünya için de yeni bir Birleşmiş Milletler sistemi hayal ediyorlar. Gayet güzel tabi… Fakat ABD’nin dördüncü sınıf ünlülerine “Dünya 5’ten büyüktür” rozeti takarak hayata geçirilebilecek bir değişim değil bu. Hele de Dünya, “Dünya Savaşsız 70 Yıl” gibi bir başlık üzerinde dururken. Yani sistem amacına ulaşmışken. Hadi diyelim ki yine de böyle bir girişim ve kampanya çabası var. Düşünün, ABD’nin Başkanı, 7 Müslüman nüfusu ağırlıklı ülkeye yönelik olarak bir yasak koyuyor. Bu yasak sağ popülizm havasını da arkasına alarak yaygınlaşabilir, bu ülkelerin adı küresel cihatçı terör ile daha fazla anılabilir vs. Kanada buna tepki gösteriyor. Fransa buna tepki gösteriyor. İran, Meksika, Endonezya buna tepki gösteriyor. Türkiye göstermiyor. Gösteremiyor. Çünkü Türkiye, ABD seçimlerinde tüm yatırımını Trump’tan yana yapmıştı. Trump karşıtlarını bir merkezden para alan insanlar olarak göstermişti. Havaalanlarında demokratik haklarını kullanan ve Müslümanları kapıları elleriyle açarak ülkeye sokan insanlara “üst akıldan para alanlar” olarak baktılar. Hatta hala bile ulus ötesi şirketlerin, yani ulusal sınırları aşan şirketlerin Trump’ın sınırları belirginleştiren politikasına karşı durmasındaki politik ve ekonomik anlamı göremeyip komplolara başvuruyorlar.

Sonuç olarak Trump yemin ettikten kısa bir süre sonra istemeden de olsa Türkiye politikasını etkileyebilecek, etkilemesi gereken hamleler yaptı. Güçler ayrılığının önemini ve bu ayrılıkta bağımsız yargının gerekliliğini tersten de olsa anlattı. Sokak gösterilerinin, sanatçıların karşı çıkışlarının da demokrasi için olduğunu, bunların arkasında bir akıl aramanın sadece ve sadece çağdan uzaklaşmak olduğunu gösterdi.

Yeşil Gazete yazıları ve diğer yazılar için: http://www.urbarli.net

https://twitter.com/Urbarli

[İklim İçin] Onlar alçaldıkça biz yükseleceğiz

Trump’ın geçiş döneninde Çevre Koruma Ajansı (Environmental Protection Agency-EPA) Başkanlığını yürüten ve şu anda da Trump’ın danışmanlığını yapan Myron Ebell “yeşil hareket, modern dünyada özgürlüğün ve refahın en büyük tehdidirdedi. Myron Ebell, iklim aktivistlerince gezegenimizi mahvetmek suçundan aranan bir iklim inkarcısı. Yeşil hareketten olduğum için daha çok gurur duyduğum bir gün olmamıştı.

Ebell aynı zamanda Amerikan halkının uzmanlardan bıktığını, uzmanların iklim politikaları konusunda yanlış olduğunu ve de uzman takımının kibirli, kendini beğenenlerle dolu olduğunu söyledi.

Şu an Çevre Koruma Ajanası’nın Başkanlığını yürüten eski ExxonMobil CEO’su Rex Tillerson, ABD’nin Paris İklim Anlaşması konusunda masada kalması gerektiğni söylerken, Ebell Trump’a oy verenlerin ABD’nin o masadan kalkması için oy verdiğini ve de Trump’ın seçim vaadini tutarak Paris İklim Anlaşması’ndan çıkmasını beklediğini söyledi.

26 Ocak’ta yayınlanan Associated Press’in haberine göre Trump yönetimi Çevre Koruma Ajansı’na bilimsel araştırmalarının halka açıklanmadan önce siyasal büro çalışanları tarafından incelenmesini şart koştu. Şu anda Çevre Koruma Ajansı çalışanlarının “içeriden” bildirdiğine göre tüm sosyal medya paylaşımları, websitesi güncellemeleri, bilimsel raporların, araştırmaların açıklamaları vs. olmak üzere tüm iletişim faaliyetleri durdurulmuş durumda.

Badland Ulusal Parkı’nın twitter hesabından iklim değişikliğiyle ilgili yaptığı paylaşımlar sansürlendi:

Trump yönetiminin çarpıttığı bilgilerden bir tanesi de “Önce Amerika Enerji Planı” ve istihdam planlarında söylediği fosil yakıt endüstrisini canlandırarak istihdam yaratılabileceği bilgisi. Bu konuya geçen hafta değinmiştik. Trump yönetimi Obama’nın iptal ettiği Keystone XL boru hattını başkanlık kararnamesi ile yeniden canlandırmıştı. Trump yönetimi boru hattı projesinin 28,000 iş yaratacağını iddia ediyorken, gerçekte sadece 35 kalıcı iş imkanı yaratacağı ortaya çıktı.

Şu anda ABD’de iklim değişikliği hakkında bir yayın yasağı veya yalan bilgi propogandası olduğunu söylemek mümkün.

“Savaş barıştır, özgürlük köleliktir, cahillik güçtür.” (Orwell, 1984)

İklim aktivistleri ise bu yayın yasağını takiben başlattıkları sosyal medya kampanyası ile #climatefacts (iklim gerçekleri) etiketini twitterda en çok konuşulan konu haline getirdi.  Ayrıca 29 Nisan 2017, Cumartesi günü de Halkların Küresel İklim Yürüyüşü günü olarak belirlendi.

İklim İçin radyo programı her Salı saat 10.00’da Açık Radyo’da yayınlanıyor. 31 Ocak 2017, Salı günü Ömer Madra ile yukarıda yazanları ve daha fazlasını konuştuk. Programı buradan dinleyebilirsiniz.

Organik tarım Türkiye’yi besler! – Yonca Demir / Bulut Aslan

Bu yazı sivilsayfalar.org/ dan alınmıştır

Bu devirde yemek yemek mide ister yazı dizisi için tıklaynız

Organik tarım fikrine karşı sunulan en önemli fikir, herhalde, organik tarımın kalabalık nüfusların beslenmesi için yeterli gıdayı üretemeyeceği tezi. Oysa organik tarım hepimize yetecek gıdayı üretebileceği gibi, toprağın enkaza dönüşmesini, su kaynaklarının azalmasını ve kirlenmesini engeller, sağlığın korunmasını da garanti altına alır.

Konvansiyonel/endüstriyel tarımda verimi artırmak için kullanıldığı söylenen pestisitler, herbisitler, suni gübreler ve hormonlar, toprağı, suyu ve biyoçeşitliliği öldürüyor, insanları hasta ediyor, çiftçileri dünya piyasalarındaki dalgalanmalara karşı korumasız bırakıyor. Kısacası, gıda güvenliğimizi tehdit ediyor. Aşağıda yöntemini ve sonuçlarını özetlediğimiz matematiksel modelde görüleceği gibi, doğa dostu/ekolojik tarım yöntemleriyle Türkiye nüfusunun tamamı rahatlıkla beslenebilir.

Konvansiyonel tarım, ekinleri büyütürken kimyasal gübrelerden faydalanır. İstenmeyen böcekleri ve bitkileri öldürmek amacıyla kullanılan bu kimyasallar, topraktaki diğer canlı organizmaları da öldürür ve toprak enkaza dönüşür. Bu yöntem aynı zamanda olumsuz bir kısır döngü yaratır: Azotlu gübre kullandıkça, aynı toprakta bir kez daha herhangi bir bitki yetiştirmek için daha fazla azotlu gübre kullanmak gerekir. Konvansiyonel tarım, aşırı sulama sonucu temiz yeraltı sularının azalmasına ve tarım kimyasallarının yağmur sularıyla akarsu ve denizlere taşınıp buralarda oksijensiz ölü alanlar yaratılmasına neden olarak su kaynaklarını da olumsuz etkiler.

Doğa dostu tarım yöntemlerinde¹ ise çiftçiler, organik gübre veya kendi yaptıkları kompostu kullanır, biyolojik mücadele, kardeş bitkiler, doğru sulama ve mesafeli ekim gibi yöntemlerden faydalanır. Bu yöntemle işlenen topraklarda azot mineralizasyon potansiyeli daha yüksektir ve bitki hastalıkları daha az görülür. Ekolojik yöntemlerin uygulandığı tarlalarda gerek miktar gerek çeşit bakımından mikroorganizma faaliyeti daha fazladır. Bu durum pozitif bir döngü yaratarak toprağın daha fazla karbon ve azot içermesine sebep olur. Toprak, aşırı yağış dönemlerinde daha fazla su tutabilir, daha az sulama gerektirir, erozyona karşı daha dirençli hale gelir ve kuraklık dönemlerinde konvansiyonel yöntemlerle işlenmiş toprağa göre daha verimlidir.

Konvansiyonel ve doğa dostu… Bu iki tarım modeli, halk sağlığı açısından da büyük farklılıklar gösteriyor. Endüstriyel tarımın yarattığı sağlık sorunları arasında kalp hastalıklarında artış, üretimde aşırı antibiyotik kullanımı sonucu bu ilaçların tıpta etkili kullanımının tehlikeye atılması, aşırı pestisit kullanımı sonucu tarım işçileri ve tüketicilerde artan kanser vakaları ve tarım kimyasallarının yarattığı hormonal ve üremeyle ilgili problemler sayılıyor. Organik ürünlerde daha yüksek antioksidan, daha az kadmiyum ve daha seyrek olarak böcek ilacı kalıntısına rastlanıyor.

Birçok bilimsel yayında, organik tarımın, verim açısından konvansiyonelle yarıştığı, özellikle kuraklık dönemlerinde daha iyi bir performans sergilediği belirtiliyor. Gelişmiş ülkelerde önemli bir verim farkı bulunamazken, gelişmekte olan ülkelerde organik tarım veriminin konvansiyonelden daha yüksek olduğu gözlemlenmiş. Organik tarım yapan çiftliklerin, iki yıllık geçiş sürecini atlattıktan sonra, girdi maliyetlerinin daha düşük olması ve ürünlerini daha yüksek fiyata satabilmelerinden dolayı daha kârlı olduğu belirlenmiş. Fiyatların yüksek olması çiftçilerin emeğinin karşılığını almalarını sağlıyor ancak  tüketicilerin erişimini zorlaştırdığı için de eleştiriliyor. Endüstriyel gıda üretiminde maliyetler doğa tahribatı, artan sağlık harcamaları gibi biçimlerde dışsallaştırılarak bireylerin ve toplumun üzerine yıkılmıştır ve bunun için satın alındığı esnada bu gıdalar ucuz görünebilir. Organik tarım adil ilişkiyi ve tüm ilgili taraflar için iyi bir yaşam kalitesini yaygınlaştırmak üzerine kurulu bir üretim yöntemi olduğu için organik gıdaların endüstriyel ürünler kadar ucuz olmaları beklenemez.

Dünyada çiftçilerin yaşadığı ekonomik sorunların kökünde büyük ölçekli ve monokültür sistemler yatıyor. Küreselleşme sonucu özellikle fakir ülkelerdeki devlet denetiminin kaldırılmasıyla küçük çiftçiler, dünya girdi ve çıktı piyasalarındaki dalgalanma karşısında korumasız kaldı. Bu güvencesizlik sonucunda toprak ve iş gücü metalaştı; küçük çiftçiler tarım dışı alanlarda iş aramaya itildiler. Bu durumu konvansiyonel tarımda sıklıkla görüyoruz.

Doğaya ve toplumsal bütünlüğe saygılı üretim, organik sertifikalı tarımın felsefesinde yer alıyor ancak büyük ölçekte ve monokültür şeklinde yapıldığında organik sertifikalı üretimin de çevreye olumsuz etkileri olabiliyor. Güvenilir gıdaya ulaşmak ve gıda güvenliğini sağlamak için tüketicilerin, gıda üretim süreçleriyle bağlarını güçlendirmesi, tüketici örgütlenmesine ağırlık vermesi, duyarlı üreticilerle dayanışmaya gitmesi, güven duyulan üreticilerin ürünlerine aracısız ulaşmaya çalışması ve hatta üretimin bir parçası olması gerekiyor.

EKOLOJİK TARIM TÜRKİYE’Yİ BESLER

Çoğunlukla büyük ilaç ve tohum şirketlerinin sesini duyuran ve araştırmaları bu şirketler tarafından fonlanan konvansiyonel tarım taraftarlarının temel argümanı, “Başka türlü dünyayı besleyemeyiz, bu kimyasalları ve genetiği değiştirilmiş organizmaları kullanmak zorundayız” şeklinde. Ekolojik yöntemlerin benimsendiği tarımın veriminin düşük olduğu, dünyayı beslemek için çok fazla alana ihtiyaç duyulacağı ve ormanların kesileceği; dolayısıyla, konvansiyonel tarımın daha çevreci olduğu dahi iddia edilebiliyor. Günümüzde açlık sorununun asıl sebebinin yetersiz üretim değil, gıdaya erişim ve adaletsiz gelir dağılımı olduğu açık; gıda israfı ve hatalı beslenme alışkanlıkları da sorunu artırıyor. Konvansiyonel tarımın ve ürünlerinin dağıtım biçiminin dünyayı besleyemediğini söyleyen, Permakültür uygulamacılarından Whitefield, sistemin, özünde yenilenebilir olmayan kaynakların kullanımı ve verimli toprak kaybı olan, krizlerine işaret ediyor. Whitefield, organik tarımdan ileri giderek, permakültürün dünyayı beslemek ve sürdürmek konusunda anlamlı bir seçenek olduğunu söylerken, hem toplumsal hem tarımsal gelişimin yönünün değişmesinin şart olduğunu da eklemişti.

Bu çalışmayı, “dünya nüfusunu besleyebilme” tartışmasına matematiksel bir katkı sunmak amacıyla yaptık. En temel optimizasyon yöntemlerinden doğrusal programlamayı kullanarak Türkiye için organik tarım planlaması yaptığımız modelde temel değişkenler, her ilde yaşayan insan ve hayvan nüfusunun gıda ihtiyacını karşılayacak şekilde, hangi üründen ne kadar üretilmesi ve hangi hayvan türünden (yerel ırk süt ineği, melez besi sığırı, yumurta tavuğu, vs.) kaç tane yetiştirilmesi gerektiğini temsil ediyor. Bir il, kendi ihtiyacından fazla üretim yapabiliyor, fazla üretim kendine yetmeyen başka bir ilin ihtiyacını karşılamak üzere gönderiliyor; bunun hesabı nakliye miktarını temsil eden değişkenler tarafından tutuluyor. Modeldeki kısıtlar her ilin ekilebilir alanını kullanarak üretim yapılmasını sağlıyor. Eğer üretim ve nakliye yeterli değilse uygun değişkenler yoluyla eksik gıda miktarı kaydediliyor. Modelin amacı gıdanın kat ettiği toplam yolu ve herhangi bir ilde eksik kalan gıda miktarını en aza indirmek.

Veri toplama aşamasında Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) sayfalarından yapılan sorgulamalarla illerin nüfus ve ekilebilir alan bilgilerine, bitkisel üretim istatistiklerini kullanarak konvansiyonel verim bilgisine ulaştık. Bu verim değerlerini Seufert vd. (2012) çalışmasında önerilen oranlarda düşürerek² organik tarım verim değerlerini belirledik. Hayvancılık verilerini Et ve Süt Kurumu belgeleri ve organik çiftliklerden edindik. Toplamda 81 il, 106 bitkisel ürün, 12 taze ot (yonca, fiğ, yulaf, vb.) ve 4 hayvansal ürünü (sığır eti, inek sütü, yumurta ve tavuk eti) hesaba kattığımız modelin yaklaşık 950 bin değişkeni ve 40 bin kısıtı olup günümüz bilgisayarlarında bir dakikada çözülebiliyor. Mesafeler hesaba katılınca model, kendine yetmeyen illere, üretim fazlası olan en yakın illerden ürün transfer ediyor. İyi haber, Türkiye organik tarım şartlarında kendisini besleyebiliyor.

Çalışmada, günlük 2300-2400 kcal enerji içeren dengeli vejetaryen mönülerle Türkiye nüfusunu besleyebilmek için ekilebilir alanların yüzde 65’inin (2,145 dönüm/kişi)³ organik tarım şartları altında yeterli olduğunu gösterdik. Hayvansal gıdaları eklediğimizde ise ekilebilir alanların yüzde 76’sı (2,475 dönüm/kişi) yeterli oldu. Örneğin kişi başı sadece 0,051 dönüm ekilebilir alan düşen İstanbul’un gıda ihtiyacının büyük kısmı, vejetaryen mönüde, Marmara bölgesindeki illerden gönderilmek suretiyle karşılanıyor; ancak hayvansal ürünler planlamaya katılınca, Doğu Anadolu gibi uzak bölgelerden ürün getirtmek gerekiyor. Sonuçlarımız, vejetaryen beslenmenin hayvansal gıdalar içeren bir diyete kıyasla daha az kaynak tükettiğini doğruluyor; hayvansal ürünleri modele kattığımızda, bireylerin aldığı kaloride yüzde 5’lik bir artışın, ekilebilir arazi kullanımında yüzde 16’lık bir artışa sebep olduğuna şahit olduk. Tarım ve beslenme sorununa en iyi çözümü seçen modelimiz, hayvancılıkta mümkün olduğunca yerel ırkların meralarda otladığı, hava ve ot şartlarının elvermediği dönemlerde yaz sonu kesilip kurutulmuş otlarla beslendiği ekstansif üretimi tercih etti, ancak meraların yetersiz kaldığı noktada, melez ırkların tahılla beslendiği entansif hayvancılığa yöneldi. Bu da entansif hayvancılık yönteminin aslında daha fazla girdi kullanarak daha az çıktı üreten bir sistem olduğunu matematiksel bir model yoluyla gösterdi.

Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütüne göre (FAO), dünyada kişi başı 2,18 dönüm ekilebilir alan bulunuyor. Aldığımız sonuçlardan anlaşılacağı gibi, sadece Türkiye nüfusunu değil dünyayı da tamamen ekolojik yöntemlerle yetiştirilmiş tarım ürünleriyle besleyebilmek için yeterince ekilebilir alan vardır. Tamamen doğa dostu tarıma geçmiş bir Türkiye, hem kendi halkını sağlıklı bir şekilde besleyerek gıda güvenliğini sağlamış bir ülke olabilecek, hem de fosil yakıt tüketimini azaltmış ve sürdürülebilirliğe katkıda bulunmuş olacaktır.

¹: Doğa dostu tarım yöntemleri arasında organik tarım, onarıcı tarım, doğal tarım, permakültür ve biyodinamik tarım sayılabilir.
²: Organik tarım veriminin konvansiyonelle at başı gittiğini söyleyen birçok çalışma olmasına rağmen biz en kötü senaryoyu düşünerek organik tarımın veriminin düştüğünü varsaydık.
³: Türkiye’de 2013 yılı itibariyle kişi başına düşen ekilebilir arazi 3,3 dönümdür. TÜİK, 2013, İstatistiklerle Türkiye.

KAYNAKÇA

Acs, S. vd. (2007) “Conversion to organic arable farming in The Netherlands: A dynamic linear programming analysis”, Agricultural Systems, 94:405–415.
Altieri, M.A. ve Rosset, P. (1996) “Agroecology and the conversion of large-scale conventional systems to sustainable management”, International Journal of Environmental Studies 50: 165–185.
Badgley, C. vd. (2007) “Organic agriculture and the global food supply”, Renewable Agriculture and Food Systems, 22(2):86–108.
Barański M. vd. (2014) “Higher antioxidant and lower cadmium concentrations and lower incidence of pesticide residues in organically grown crops: a systematic literature review and meta-analyses”, British Journal of Nutrition, 112(05): 794–811.
Drinkwater, L.E. vd. (1995) “Fundamental differences between conventional and organic tomato agroecosystems in California”, Ecological Applications, 5(4): 1098–1112.
Erzincanlı, H.O. (2013) Organik Ötesi Tarım, Yeni İnsan Yayınevi, İstanbul. (Türkçe)
Keim, B. vd. (2013) “The Age of Plenty.” IEEE Spectrum,  50 (6): 1-3.
Keyder, Ç. ve Yenal, Z. (2011) “Agrarian change under globalization: markets and insecurity in Turkish agriculture”, Journal of Agrarian Change 11(1): 60–86.
Liebig, M.A. ve Doran, J.W. (1999) “Impact of organic production practices on soil quality indicators”, Journal of Environmental Quality, 28: 1601–1609.
Mollison, B. (1991) Introduction to permaculture, Tagari Publications, Tasmania.
Mulvaney, R.L. vd. (2009) “Synthetic nitrogen fertilizers deplete soil nitrogen: a global dilemma for sustainable cereal production”, Journal of Environmental Quality, 38: 2295—2314.
Pimentel, D. vd. (2005) “Environmental, energetic, and economic comparisons of organic and conventional farming systems”, BioScience 55(7): 573—582.
Reganold, J.P. ve Wachter, J.M. (2016) “Organic agriculture in the twenty-first century”, Nature Plants, 2: 1-8.
Temürcü, C. (2013) “Gerçek gıda ucuz olabilir mi?” Yeşil Gazete,   https://yesilgazete.org/blog/2013/07/10/gercek-gida-ucuz-olabilir-mi-ceyhan-temurcu/ Erişim 23 Şubat 2016.
Whitefield, P. (2016) “Can permaculture feed the world?”, Permaculture, http://www.permaculture.co.uk/articles/can-permaculture-feed-world Erişim 1 Mart 2016.

Bu yazı sivilsayfalar.org/ dan alınmıştır

 

Yonca Demir

 

 

 

 

 

 

Bulut Aslan

 

Anayasa Değişikliği çevre için ne anlama geliyor? – Pelin Cengiz

Bu yazı birikimdergisi.com/ dan alınmıştır

AKP’nin on sekiz maddeden oluşan “Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Teklifi” TBMM Genel Kurulu’nda kabul edildi. Anayasa değişikliğinin TBMM’de kabul edilmesiyle birlikte Türkiye’yi referanduma götürecek süreç de başlamış oldu. Siyasal rejimin topyekûn yeniden inşası anlamına gelecek yenilikler, pek çok alanda köklü değişikliklere ve hatta sistemin kilitlenmesine yol açabilecek düzenlemeler içeriyor. Bunların en önemlilerinden ve belki en az tartışmaya açılanlarından biri, şüphesiz çevre meselelerine dair olanlar.

En kritik yenilikler, Bakanlar Kurulu’nun kaldırılarak halk tarafından seçilen cumhurbaşkanının  makamının  yürütme organı haline gelmesi, bununla da kalmayıp yasamayı kontrol edecek olması olarak gösterilebilir. Yani yeni dönemde Türkiye’de artık Bakanlar Kurulu olmayacak, cumhurbaşkanı “hükümeti” Bakanlar Kurulu’nun yerine geçecek. Yeni sistemde yasama yetkisine açıkça ortak edilen cumhurbaşkanı, yönetmelik ve kararname çıkartabilecek, kanunları veto edebilecek ve hatta dilediği zaman seçimlerin yenilenmesine karar vererek Meclisi tamamen feshedebilecek.

Öte yandan, 15 Temmuz darbe girişimi sonrası uygulanmaya başlayan ve üç kez uzatılan OHAL sürecinde devreye sokulan KHK’ler ile, hukuka aykırı olarak, kanunlar değiştiriliyor. Şimdi değişikliklerle birlikte cumhurbaşkanı OHAL gerekmeksizin normal dönemlerde de buna benzer kararnameler çıkarabilecek, OHAL döneminde hiçbir sınırlama olmadan dilediği konuda kararnameler yayımlayabilecek.

Cumhurbaşkanı dilediği kişileri bakan, cumhurbaşkanı yardımcısı olarak atayabilecek, atadığı kişileri istediği zaman görevden alabilecek, yürütmeye ilişkin kararname ve kanunların uygulanmasına dair yönetmelikler çıkartabilecek. Kaç cumhurbaşkanı yardımcısına, kaç bakana ihtiyaç duyulduğunu tek başına cumhurbaşkanı karar verecek. Bakanlıkların kurulması, kaldırılması, görev ve yetkileri, teşkilatlarının kurulması Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle düzenlenecek. Dolayısıyla, cumhurbaşkanı yardımcılarının ve bakanların atanmasında TBMM’nin herhangi bir rolü olmayacak.

Referandumdan “evet” çıkması halinde Anayasa değişikliği TBMM’den sonra halk tarafından da onaylanmış olacak. Bu gerçekleşirse çevre mevzuatı açısından cumhurbaşkanı hangi yetkilere sahip olacak, hangi kararları tek bir imzayla alabilecek birkaç örnekle sıralayalım:

• Madde 80: OHAL kararnameleri kapsamında Meclis’ten aceleyle geçirilerek yürürlüğe giren kamuoyunda Madde 80 olarak bilinen 6745 Sayılı Kanun, anayasa değişikliğinden sonra doğa ve yaşam alanlarına en büyük tahribatı yaratacak olanı. Bu madde hükümetin stratejik proje bazlı yatırımları hızlandırarak, tabiat varlıkları ve SİT alanlarına yapılacak yatırımları tüm denetim mekanizmalarının dışında tutmayı hedefliyordu. Yine aynı yasayla bu yatırımlara Kurumlar Vergisi ve Gümrük Vergisi muafiyeti ile Gelir Vergisi stopajı teşviki tanınacak. Hazine arazilerinin kırk dokuz yıllığına bedelsiz tahsisi sağlanacak. Söz konusu yatırımlar pek çok dokunulmazlığa ve teşvike sahip olacak. Bu yasaya yönelik en büyük eleştirilerden biri, tek bir Bakanlar Kurulu toplantısı kararıyla nükleer santrallerin, HES’lerin, altyapı yatırımlarının, termik santrallerin, mega projelerin Danıştay’ın defalarca verdiği iptal kararlarına rağmen onaydan geçecek olmasıydı. Bu kanun, Bakanlar Kurulu’na TBMM’den üstün yasama, bakanlıklardan üstün yürütme yetkisi veriyordu. Anayasa değişiklikleriyle birlikte  bu yetkilerin hepsi cumhurbaşkanı tarafından tek başına kullanılacak. Yani Kanal İstanbul, nükleer santral, köprüler, havaalanları, otoyollar gibi çevresel tahribatı çok büyük olan yatırımlar Cumhurbaşkanlığı kararnameleri ile hayata geçirilecek.

• Varlık Fonu: Yine OHAL döneminde “Varlık Fonu Kurulması ile Katma Değer Vergisi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi”, TBMM’de kabul edilerek yasalaştı. Varlık Fonu adı altında denetimden muaf adeta ikinci bir Hazine oluşturuldu. Ekonomiyi canlandırmak, bu fonla sermaye yaratmak isteyen AKP iktidarı, aynı zamanda beton, asfalt ve kirli enerjilere dayalı ekonominin can damarı konumundaki mega projelere de kaynak aktarmak için yeni bir yöntem yaratmış oldu. Yasa gereği tamamen Bakanlar Kurulu’nun kontrolünde olacağı belirtilen Türkiye Varlık Yönetimi A.Ş. ile Türkiye Varlık Fonu ve buna göre kurulacak şirket ve alt fonlar Gelir ve Kurumlar Vergisi’nden muaf olacak. Bu muafiyet, Türkiye Varlık Fonu ve şirket kazanç ve iratları üzerinden Gelir Vergisi Kanunu ile Kurumlar Vergisi Kanunu uyarınca yapılacak vergi kesintilerini de kapsayacak. Mega projelere kamu kesiminin borcu arttırılmadan sermaye yaratılması, yaratılan kaynağın da Varlık Fonu çatısı altında toplanarak bu mega projelere aktarılması planlanıyor. Çevre ve yaşam alanlarında geri dönülmez tahribatlar yaratan ve bu fonla finanse edilecek mega projelere dair yetkiler değişikliklerle birlikte tamamen cumhurbaşkanına ait olacak. Bu yatırımlar için verilecek acele kamulaştırma kararlarını, cumhurbaşkanı tek başına verecek.

• ÇED Yönetmeliği: OHAL’in ilk günlerinde zaten bir anlamda olağanüstü hal durumunda olan ÇED süreçlerinin hızlandırılmasıyla ilgili açıklamalar yapıldı. OHAL koşulları doğa talanı için fırsata çevrilirken, ÇED raporlarına jet hızında onaylar verilmeye başladı. İlk kez 1993’te yayımlanan ÇED Yönetmeliği, AKP iktidarları döneminde yedi kez ana değişiklik olmak üzere yirmiye yakın değişikliğe uğradı. Delik deşik edilen ÇED Yönetmeliği’ndeki değişikliklerle yeni rant ve talan kapılarını açan çevre felaketleri artarken, işletilmeyen ya da mahkeme kararlarına rağmen eksik/yanlış işletilen ÇED uygulamaları Türkiye’de çevre davalarının ana gündemini oluşturdu. OHAL süreci, zaten uygulama aşamasında ciddi sorunlar yaşanan ÇED’leri tamamen etkisiz ve işlevsiz hale getirilmek için kullanılırken, yeni Anayasa değişikliği olasılığı ciddi bir tehdit haline geldi. Cumhurbaşkanına tanınan kararname çıkarma, kanunların uygulanmasına dair yönetmelik düzenleme yetkisi, çevre koruma mevzuatının dengeleyici ve denetleyici etkisini tamamıyla ortadan kaldıracak. Mevcut durumda hiç olmazsa Çevre ve Şehircilik Bakanlığı uzmanlarının süzgecinden geçen yönetmelik düzenlemeleri, yargı denetimi ve mahkeme kararları, cumhurbaşkanını donatan yeni yetkilerle birlikte tamamen ortadan kalkacak.

Anayasa Hukukçusu Prof. Dr. Levent Köker, Yeni Düzen gazetesinde yayımlanan “Türkiye’de Sistem mi, Rejim mi Değişiyor?” başlıklı makalesinde de bu konuya dikkat çekerek şunları söylüyor:

“Burada teklif, yasalaştığı zaman büyük sorunlara yol açacak bir çelişki taşıyor: Aralarında ‘aile, eğitim, kamulaştırma, özelleştirme, sendika, toplu sözleşme, grev, sağlık, çevre, konut’ gibi konuların yer aldığı ‘sosyal ve ekonomik haklar’, Anayasa’nın 13. maddesine göre ‘ancak kânunla’ düzenlenebilir. Yani teklife göre ‘münhasıran kanunla düzenlenebilecek’ ve dolayısıyla Cumhurbaşkanı kararnamesi ile düzenlenememesi gereken hak kategorileri. Buna karşılık teklif, kendi kendisiyle çelişkiye düşerek, kişi hakları ve ödevleri ile siyasi haklar ve ödevlerin kararnâme ile düzenlenemeyeceğini açıkça belirterek, sosyal ve ekonomik hakların kararnâme ile düzenlenebileceğini ima etmiş oluyor. Acaba hangisi doğru? Saydığım hak kategorilerinin pratikte ne kadar hayatî önem taşıyan haklar olduğunu göz önüne aldığımızda, bunun devletin işleyişini imkânsızlaştıracak veya tam anlamıyla keyfî ve yozlaşmış bir kamu yönetimine yol açacak bir çelişki yaratacağını görmemek imkânsızdır.”

Diğer yandan, cumhurbaşkanı tek başına bu yetkileri kullanırken, onu kim denetleyecek? Değişiklikle birlikte yasama organının yürütme üzerindeki denetim yetkisi olmayacak, sadece bilgi isteyebilecek, TBMM’nin önemli denetleme yolu olan güven oylaması ile hükümetin düşürülmesini sağlayan gensoru artık olmayacak. Cumhurbaşkanı ile birlikte yardımcıları da denetimsiz hale getiriliyor. Cumhurbaşkanı yardımcıları sadece kendilerini atayan cumhurbaşkanına karşı sorumlu oluyor.

Özet olarak, Anayasa değişikliği Türkiye’nin insanları ile birlikte, çiçeğini, böceğini, ormanını, nehirlerini, dağlarını, ovalarını, doğasını, yaşam alanlarını yakından ilgilendiriyor. Yaşamı savunabilmek için şimdi tüm eksiklerine rağmen var olan anayasal güvenceleri savunmak gerekiyor.

Bu yazı birikimdergisi.com/ dan alınmıştır

 

Pelin Cengiz

HDP’li Baluken’e tahliye, Meral Danış Beştaş ve Ayhan Bilgen’e tutuklama

HDP’li milletvekikllerine yönelik gözaltı – tutuklama – tahliye süreci köşe kapmacaya dönerken bugün de sürpriz bir tahliye ve 2 tutuklama kararı çıktı. İdris Baluken için tahliye kararı çıkarken Ayhan Bilgen ve Meral Danış Beştaş için tutuklama kararı  verildi. Dün de Hüda Kaya ve Altan Tan gözaltına alındıktan sonra serbest bırakılmıştı.

Meral Danış Beştaş ve Ayhan Bilgen

Bingöl Cumhuriyet Başsavcılığınca hakkında açılan soruşturma kapsamında 4 Kasım’da tutuklanan HDP Diyarbakır Milletvekili İdris Baluken, Diyarbakır’da yargılandığı ilk duruşmada tahliye edildi. Mahkeme tahliye kararına, karartılacak delil olmaması, milletvekili olması ve Anayasa Mahkemesi’nin daha önce tutuklu vekillere ilişkin kararını gerekçe gösterdi. Tahliye gerekçesi HDP’li diğer tutuklu vekiller için de emsal teşkil edebilir.

Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 6-8 Ekim Kobani olaylarına ilişkin yürüttüğü soruşturma kapsamında geçen Cumartesi günü gözaltına alınan HDP Kars Milletvekili Ayhan Bilgen ve HDP Adana Milletvekili Meral Danış Beştaş, çıkarıldıkları Sulh Ceza Hakimliği’nce adli kontrol kararı ile serbest bırakıldı. Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı, haklarında ‘Silahlı terör örgütüne üye olma’ suçundan soruşturma yürütülen Beştaş ve Bilgen’in serbest bırakılmasına Nöbetçi Sulh Ceza Mahkemesi’nde itiraz ederek, her iki milletvekilinin de tutuklanmasını istedi. İtirazi değerlendiren Sulh Ceza Hakimliği, Milletvekilleri Meral Danış Beştaş ve Ayhan Bilgen hakkında tutuklanmalarına yönelik yakalama kararı verdi. Beştaş ve Bilgen’in yakalanmaları durumunda tutuklanacakları bildirildi.

 

(Cumhuriyet, Yeşil Gazete)

KOS, Belgrad Ormanı önünden seslendi: Ormana tren hattı olmaz!

Pazar günü (29 Ocak 2017) Belgrad Ormanı Bahçeköy kapısında toplanan Kuzey Ormanları savunucuları, orman içinden onbinlerce ağaca kıyarak geçirilmesi planlanan “turistik” demiryolu hattına karşı bir basın açıklaması yaptı.

“Diren Kuzey Ormanları”, “Diren Orman Diren İstanbul”, sloganları atan yaşam savunucuları daha sonra ormana girerek 2. Mahmut Bendi’ne kadar yürüdüler.

Burada Belgrad Ormanı ve su bentleri üzerine bilgilendirici konuşmalar yapıldıktan sonra etkinlik sona erdi.

Kuzey Ormanları Savunması tarafından yapılan basın açıklamasının tam metni şu şekilde:

“İstanbul Boğazının kuzeyde Karadeniz’e açılan iki yakasında ‘Kuzey Boğaziçi’ adı verilen bitki toplulukları yer alır. Belgrad Ormanı’nın zengin florası bu alan içine dahildir. Söz konusu bu önemli bitki alanında küresel ölçekte tehlike altında olan bitki türü sayısı 10, ulusal ölçekte nadir türlerin sayısı ise 19’dur. Belgrad Ormanı, 71 tür kuş ve 18 de memeli hayvan türüne yaşam alanı oluşturmaktadır.

2018 yılı Biyoçeşitlilik Taraflar Konferansının İstanbul’da gerçekleşmesi için başvuran, dikilen ağaç sayısıyla övünen, çevrecinin daniskası olduklarını ilan edenler için kötü bir haberimiz var.

Megakent İstanbul’un Avrupa yakasındaki tek ormanı Belgrad Ormanı habitatı en vurucu darbesini alıyor. Bu kez vurgunun adı Haliç Kemerburgaz Karadeniz Dekovil Hattı. Dekovil, 100 yıl öncesinin kömür taşıyan raylı sistemi, bugünün nostalji balonuyla ortaya atılan rant talanının yeni adı.

Aylar önce, 18 Haziran’da İstanbul Büyükşehir Belediyesi önünde dedik ki, “Kadir Topbaş, Belgrad Ormanı’nda kesilecek tek bir ağaç için gözümüz üstünüzde olacaktır.” Bundan 1 ay önce, 16 Aralık’ta da yine İBB önünde uyarılarımızı tekrarladık.

Şimdi, İBB Meclisi’nden TBMM kürsüsüne kadar her yerde, tüm ülkede ısrarla sorulan, ama ısrarla yanıt verilmeyen sorularımızı tekrar soruyoruz:

1 Şubat’ta ihaleye çıkması beklenen Dekovil projesinin Belgrad Ormanı içindeki 6,5 km’lik hattı üzerinde gizliden hazırlıklara mı başlandı? Hangi projeye göre ihale yapılıyor?

Belgrad Ormanı içindeki hat üzerinde ağaçlar neden işaretli?

Ormanlık alandaki hattı sınırlar gibi çevreleyen tel örgüler neden var?

Neden bizler proje ve proje süreci hakkında bilgi alamıyoruz?

Son olarak, neden İBB bu konuda İstanbul halkını ve İBB Meclisi’ni muhatap almamakta ısrar ediyor ve “Belgrad Ormanı’ndaki ağaçlar kesilmeyecek, sadece taşınacak” gibi kabul edilemez, akla ziyan açıklamalar yapıyor?

Osmanlı’nın mirasına sahip çıktıklarını her fırsatta reklam malzemesi yaparak dillendirenler, 130 yıl içinde üçte bir oranında gerileyen, toprağı betonla heba edilen kadim miras Belgrad Ormanının hesabını gelecek nesillere vermek zorunda kalacaksınız.

İstanbul’un yaşayan son orman ekosistemi Belgrad Ormanının ve orman içindeki su havzalarının alanı, 1840’ta 12.000 hektar, 2012’de ise 5524 hektar olarak hesaplanmış.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, toplam 41.749 nüfuslu 21 köyün de içinde bulunduğu, 33 bin 500 hektarlık ‘Kuzey İstanbul’ yeni şehir projesini ilan etmesi ve merkezinin de Ağaçlı olduğunu söylemesi üzerinden tam olarak 5 yıl geçti.

Bu geçen beş yıl içinde, Belgrad ve Fatih Ormanları civarında gerçekleşen talan, yağma, hor kullanma, çıkar çevrelerine rant sağlama sonrasında bugün kaç hektarlık orman kalmış olabilir?

Volkswagen Arena yerleşkesi,

Seyrantepe Stadı,

Vadistanbul,

Skyland,

Ağaoğlu Ayazağa gökdelenleri,

Sular bölgesini ölümüne vuran son darbe Sarıyer-Çayırbaşı Otoyol Tüneli,

Magaprojeler,

Kuzey Marmara Otoyolu,

3 Havalimanı,

Orman köylerine imar verilmesi,

Cendere Vadisinin imara açılıp, genişletilip, yükseltilmesi. Cendere’de belediyeler tarafından yaptırılan kaçak hafriyat dökümleri; fabrikalar, ardiyeler, beton, taş ve asfalt şantiyeleri, dere yataklarına yapılan kaçak dökümler,

Ayazaağa yeni mezarlığı,Cendere Vadisinde, Odayeri’nde, Cebeci’de, Çiftalan’da, Ağaçlı’da, Işıklar’da… kum ve taş ocakları,

Cendere’deki beton santrali, asfalt fabrikası…

2012’de “muhafaza ormanı” statüsünün 3 bin hektarlık alandan kaldırılması ve orman içindeki dokuz mesire alanın statüsünün “tabiat parkı”na dönüştürülmesi sonucu, muhafaza edilirken bile korunamayan orman, yeni tesislere, yeni piknik yerlerine açık hale gelmişti.

Buna göre korunduğu söylenen kalan son 2 bin hektarlık ormanlık alanın tam ortasından geçen Dekovil hattı ve eşliğindeki bisiklet yolu projesinin Belgrad Ormanının sonunu getireceği net ve açıktır.

Katil projelerle dört koldan kuşatılan Belgrad Ormanı, dekovil projesiyle yeni 2B süreçlerinin de tehdidi altında girecektir.

Belgrad Ormanının bütünlüğünü bozan orman içindeki her türlü taşımacılık, yol, eğlence, dinlence tesisi, beton, gürültü, çöp ve hoyrat kullanım İstanbullunun sorumluluğundadır.

Sorumluların sorumsuzluklarından, kötüye kullandıkları tüm hak ve yetkilerinden, biz İstanbullular çocuklarımıza miras bırakacağımız emanetlerimizi bir bir kaybettik. Bugüne kadar gelip giden yönetimler gösterdi ki ne Kadir Topbaş ne de alkışçılarının gözünde doğanın, iklimin, ormanın, suyun değeri ranta çevrilmedikçe hiçtir.

Bugünden itibaren İstanbullular yaşam alanlarını korumak, kendi geleceklerine gösterdikleri özeni, yaşam alanlarına da göstermek zorunda kalacaklar. Çünkü Belgrad Ormanı yoksa İstanbul da yok; Belgrad Ormanı yoksa İstanbullu da olmayacak.

Belgrad Ormanını silerseniz geriye büyükçe bir hiç kalacak.

Nostaljik ya da turistik amaç yalanıyla hayata geçirilmeye çalışılan, orman katili dekovil  hattının altından hangi yeni katil projelerin çıkacağı, birleşeceği söylenen metro hatlarıyla, ne kadar insanın bu yolu kullanacağı, ne amaçla bu hattın yeniden canlandırmaya çalışıldığı hala soru işaretlerimizdir.

Belgrad Ormanı, tehdit altındaki su kaynakları, doğal dokusu, bitki örtüsü ve canlılarıyla bir bütündür. Belgrad Ormanı her ne amaçla yapılırsa yapılsın raylarla bölünemez. Araç trafiğine daha fazla açılamaz. İstanbul’un mirası Belgrad Ormanı, İstanbullunun koruması altındadır.

Yeraltı suları ülkelerin sigortasıdır. Türkiye’de bu stratejik kaynağın bu şekilde hoyratça harcanması kabul edilemez. Eski zamanda Belgrad Ormanı’na yapılan bentler ve su kemerleri çok önemliydi. O dönemde çeşmesinden su akan şehirler gelişmiş şehirler olarak anılıyordu. Bu nedenle Belgrad Ormanı Osmanlı döneminde gözbebeği gibi korunuyordu. Bugün ise su kaynakları kurumayla karşı karşıya…

Haliç’ten başlayarak Cendere deresi boyunca ilerleyerek Kemerburgaz’a kadar uzanacak, buradan da ormana hançer gibi saplanacak bir dekovil tren hattının, Kemerburgaz’a kadar olan alanı rant cenneti haline getirilmesine ve Kuzey Ormanları’nın tertemiz nefesini şehre ulaştıran en büyük soluk borusunun ve yaşamın kaynağı olan suyun depolandığı su havzalarının inşaat sermayesi tarafından yok edilmesine izin verilemez.
Belgrad Ormanı’nın doğal bütünlüğünün korunması gereken son parçasını da ikiye bölecek ve binlerce ağacı katledecek “Dekovil Hattı” demiryolu projesi, her ne kadar nostaljik turistik amaçlı denilse de Belgrad Ormanı için son çılgın projelerden biridir. Ormanlar parçalandıkça yok olmaları kolaylaşan eko-sistemlerdir; daha önce 3. Köprü otoyolu için üst kısmından bölünmüş olan Belgrad Ormanı zaten yaralıdır. Bu çılgın proje ise Belgrad Ormanı’nın idam fermanıdır.

Belgrad Ormanı Yoksa İstanbul da Yok!

Kuzey Ormanları Savunması

 

(Yeşil Gazete)

‘Gündöndü: Bir nehrin hikayesi’ 31 Ocak’ta Barış Manço Kültür Merkezi’nde

Açtı mı, geniş açar. Çiçeği güneşe yüzünü döner. Bu yüzden adına ‘Gündöndü’ denir. Kimileri ona Ayçiçeği der; kimileri de Günebakan

Bir zamanlar Van Gogh’ a ilham veren ve geçmiş yıllarda Türkiye Yeşiller Hareketi’ nin de sembolü olan Gündöndü’ ye Trakyalılar kendi şiveleriyle “gündedi” deyiverirler. Onlar için bir zamanlar her derde devaydı bu güzel çiçekli bitki. Trakya’ nın geniş düzlükleri her yaz başında sarıya boyanırdı. Tarlaların süsü; çiftçinin neşesi, geçim kaynağıydı; yemeğinin mis gibi kokan yağıydı. Trakya’ nın uzun, ayazıyla namlı, soğuk kış gecelerinde Gündöndü’ nün kuruyan gövdesiyle yakılan sobanın sıcağında çitletirlerdi bu lezzetli yemişi. Yakıtın en organiğiydi. Toprak fırınlara sürülen ekmek de onun ateşiyle pişerdi. Bazen de bu kuru gövdelerden çit yaparlardı bahçelerine. Çocuklar için araba yaparlardı, sopası Gündöndü gövdesinden, tekeri Gündöndü çiçeğinden.

Çok değil, 25-30 yıl öncesine kadar içerisinde çocukların yüzdüğü, kıyılarında oyunlar oynadığı; Trakya’ nın bereketli topraklarına, binlerce hayvana ve binlerce insana hayat veren bu nehir, şimdi ölümü taşıyor buralara. Bugün kirli ve zehirli sanayi atıkları nedeniyle içinde hiçbir canlı organizmanın yaşamadığı, ağır metallerle yüklü pas renginde köpürerek akan ve yeni yaşamlara kapalı bir nehir Ergene nehri. Ergene havzası bir “ölüm havzası” artık. Nehrin üzerine geceleri çöken sis bulutu ve dayanılmaz koku da bu ölümün habercisi.

Nejla Demirci Ergene Havzası’ nda yaşanan ekolojik yıkımı ve süregelen mücadeleyi 2012’ de bir belgesele dönüştürdü.

https://www.youtube.com/watch?v=YCh_UtMdBV8

“Gündöndü: Bir Nehrin Hikayesi” belgeseli halen bir milyon civarında insanın yaşamakta olduğu Ergene Havzası’nın endüstrileşmeyle birlikte yaşadığı sosyal, kültürel, ekonomik ve ekolojik değişimleri anlatmaya çalıştı. Belgesel, bilimsel verilerle nehrin çevresindeki Ergene Havzası’nda yaşayan ve günden güne bu değişime tanık olan ve değişimin doğurduğu sonuçları derinden hisseden insanların canlı tanıklıkları arasında mekik dokuyan anlatısı; durumla ilgili somut adımlar atmanın gerekliliğini vurgulayan, büyük bir aciliyet duygusunu yansıtan samimi diliyle seyirciye ulaşmayı başarmıştı.

Belgeselin ilk gösterimi 2012’ de Marsilya’ da düzenlenen 6. Dünya Alternatif Su Forumu’ nda yapılmıştı. Ankara Uluslararası Film Festivali’nde “Seçici Kurul Özel Ödülü” ne layık görülen belgesele ikinci ödül “Uluslararası 12. Çevre Kısa Film Festivali” nden gelmişti.

Türkiye’ de İF İstanbul, Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali, Ankara Uluslararası Film Festivali gibi çok sayıda festivalde gösterilen Gündöndü, yönetmenin bireysel çabasıyla Trakya ve Anadolu’ da birçok yerde yerel inisiyatifler aracılığıyla seyircisine ulaştı. Belgesel gösterimleri halen devam ediyor.

Belgesel 31 Ocak Salı saat 20.00’ de Kadıköy Belediyesi, Barış Manço Kültür Merkezinde bir kez daha gösterilecek.

 

Haber: Ercüment Gürçay

(Yeşil Gazete)