Ana Sayfa Blog Sayfa 3273

Nallıhan Kuş Cenneti’ne kömür santrali!

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Ankara’nın doğası ile ünlü Nallıhan ilçesinde termik santral yapılmasına dair imar plan değişikliğini onayladı. Türkiye’deki 70 kuş cennetinden biri olan 200’ü aşkın kuş türünün varlığı tespit edilen Nallıhan Kuş Cenneti, Ankara’lıların haftasonları şehrin stresinden ve gürültüsünden korunmak, doğa ile baş başa kalmak için tercih ettiği doğal miraslarımızdan biri. Eğer ilgili termik santral projesi bölgeye yapılırsa, önemli tahribatlara sebep olacak.

Kamuoyunu konu hakkında bilgilendirmek amacıyla 350 Ankara tarafından hazırlanan bilgi notunu paylaşıyoruz:

Çayırhan-B termik santrali için Çevre ve Şehircilik Bakanlığı İl Müdürlüğü plan değişikliğini ilan etti. Bu ilana göre Nallıhan’ın Uluköy mahallesinde 720 MW elektrik üretim kapasitesine sahip termik santrali projesi yapılmak isteniyor. Santral Nallıhan Kuş cennetine komşu gelecek.

Plan değişikliği geçerse yapılacak projeye göre yılda 3 Milyon 850 bin ton kömür yakılacak. Bundan 1 milyon tondan fazla uçucu ve yatak külü oluşacak. Yatak külü biriktiği alandan rüzgar yoluyla etrafa dağılırken uçucu kül bacalar yoluyla kilometrelerce öteye yayılacak.

Baca yüksekliğinin 150 metre olacağı belirtilen ÇED raporunda uçucu külün 7,5 km mesafeyi etkileyeceğini söylemekte Bu durumda 5,9 km ötedeki Kuş Cennetine, 110 metre mesafedeki Uluköy’e, 1 km mesafedeki Karaköy’e, 3 km mesafede Davutoğlu köyüne ve benzer şekilde bölgedeki bir dizi köyü etkileyecek. Külün 276 bin dekar tarım arazisine etki etmesi bekleniyor. Kocaçay’ın yakından olan santralin küllerinin çayı etkilemesi, pirinç tarlalarına karışması ve akarak kuş cennetine kadar iletilmesi bekleniyor.

Proje sadece kül ve kül ile beraber bir dizi tehlikeli maddeyi çevreye şaşmayacak, aynı zamanda iklim de değiştirecek. Yaptığımız hesaplara göre yılda 4 milyon ton karbondioksitin atmosfere karışarak iklim değişikliğini hızlandırması bekleniyor. Karbondioksit dışında kömürün çıkartılması ve yakılması sırasına da da metan da atmosfere yayılacak.

 

(350.0rg Ankara, Yeşil Gazete)

Freedom House: 2016’da özgürlüklerin en çok gerilediği ülke Türkiye

Türkiye, ABD merkezli düşünce kuruluşu Freedom House’un açıkladığı Dünyada Özgürlükler Raporu’nda, 2016 yılında özgürlüklerin en çok gerilediği ülke oldu.

Yeşil ülkeler özgür, sarı ülkeler kısmen özgür, mor ülkeler özgür olmayan kategoride yer alıyor.

Toplam 195 ülkenin ele alındığı, ‘Popülistler ve Otokratlar: Küresel Demokrasiye Çifte Tehdit’ başlıklı raporda son 10 yılda Türkiye, Orta Afrika Cumhuriyeti’nin ardından Gambiya ile özgürlüğün en şiddetli düştüğü ülkelerden oldu.

Türkiye’nin 2016 yılında 15 puan kaybettiği kaydedilirken, son 10 yılda ise puan kaybının 28 olduğu belirtildi.

Kurum, ‘2016’nın popülist ve milliyetçi hareketlerin demokratik ülkelerde güç kazanmasıyla küresel özgürlüğün arka arkaya düştüğü 11’inci yıl olduğunu’ belirtti.

Raporda yer alan 195 ülkenin yüzde 45’ine tekabül eden 87 ülke özgür kategorisinde yer alırken, yüzde 30’u olan 59 ülke kısmen özgür, yüzde 25’i olan 49 ülke ise özgür olmayan kategorisinde yer alıyor.

Finlandiya, Norveç ve İsveç, 100 puanla listenin ilk sırasında yer alırken Suriye ise listenin son sırasında bulunuyor.

En özgür ülkenin 100 puan aldığı raporda Türkiye 38 puanla kısmen özgür kategorisinde yer alıyor.

’11 ülke dikkati çekiyor’

2016 yılının dünya genelinde demokratik kurumların çöktüğü bir dönem olduğunu belirten rapor, özellikle 11 ülkenin dikkat çektiğini belirtiyor.

Bu ülkeler arasında sadece Kolombiya’nın olumlu bir gelişme gösterdiği belirtilen raporda, Türkiye’nin olumsuz anlamda düşüş yaşayan 10 ülkeden biri olduğu vurgulandı.

Raporda, “Türkiye, Temmuz ayındaki darbe teşebbüsünün yarattığı güvenlik ve siyasi gelişmelere paralel olarak yaşanan geniş çapta tutuklamalar ve kamu çalışanlarının işten atılmasıyla düşüş eğiliminde” tespiti kullanıldı.

‘Türkiye ile yapılan anlaşma utanç kaynağı’

Suriye’deki savaşın demokrasiler üzerine etkisiyle ilgili olarak raporda, IŞİD’den (Irak Şam İslam Devleti) kaçanların oluşturduğu mülteci akınının Avrupa ve ABD’de demokratik standartların düşmesine neden olduğu belirtildi.

Avrupa Birliği ve Türkiye arasındaki anlaşmanın mülteci akınını durdurmasına rağmen mülteci karşıtı söylemin güç kaybetmediği belirtildi ve şu ifadeler yer verildi:

“Türkiye ile yapılan anlaşma, Türkiye zaten Kürt ayaklanması ve düzenli terörist saldırılarla mülteciler için güvenilmez bir liman haline gelmişken, Temmuz’da yaşanan darbe girişiminden sonra Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın katıksız bir otoriterliği kucaklamasıyla derin bir utancın kaynağı oldu.

“Olağanüstü hal kapsamında 40 bin vatandaş tutuklandı, onlarca gazeteci işini yaptığı için hapse atıldı, yüzlerce basın kuruluşu ve sivil toplum kuruluşu kapatıldı, meclisteki üçüncü büyük siyasi partinin lideri ve temsilcileri tutuklandı, 100 binden fazla kamu çalışanı işten atıldı” ifadesine yer verildi.

 

(BBC Türkçe)

İstifa – Tanıl Bora

Tanıl Bora’nın yazısı birikimdergisi.com sitesinden alındı

Geçen yaz, Japonya’da bir istifa krizi yaşanmıştı. Krizin sebebi, Tenno Akihito’nun, 1989’dan beri bulunduğu makamdan istifa etmek istemesiydi. Mesele şu ki, Tenno Akihito Japon İmparatoru idi, anayasada, imparatorluğun resmî protokolünde ve bin beş yüzyıllık töresinde de istifa müessesesi bulunmuyordu. O sıra 82 yaşında olan imparator, “Devletin sembolü olarak yükümlü bulunduğum görevleri layıkıyla yerine getirmem korkarım zorlaşıyor,” gibi diplomatik ifadelerle affını istiyor fakat çare bulunamıyordu. İmparator, imparatorluktan istifa edemezdi. İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar, tanrı hükmündeydi zaten imparator. 1926’dan itibaren o tahtta oturan Hirohito, ancak dünya savaşı yıkımının travmasının etkisiyle ve parlamenter düzene geçilmesiyle, en azından yeni kuşaklar nezdinde tanrı katından insan seviyesine inmişti. Akihito, imparatorluk makamına geldiğinden itibaren normal insana yakın bir yere konan ilk “Tenno” (imparator). 2011 tsunami felâketinde, perişan köylüleri iki büklüm eğilerek selamlayışıyla da göstermişti insanlığını. İstifayı düşünmesi de, bir ‘normal insan’ işareti. Görevini iyi yapamadığını düşünmenin, (intihar değilse!) kesin istifa sebebi sayıldığı bir memlekette…

I. Dünya Savaşı’nın sonunda, Avusturya-Macaristan İmparatoru I. Karl von Habsburg’un monarşiye son veren beyannamesinde, eşi Zita’nın bastırmasıyla istifa sözünden kaçınılmıştı. İmparatoriçe Zita, “Bir egemen asla istifa edemez!” diye ısrar etmişti. Devrilebilir, egemenlik hakkını yitirdiğine hükmedilebilirdi fakat istifa edemezdi. Kavram olarak imkânsızdı bu.

İslâmiyet tarihine ilişkin tartışmalarda, Halife Hz. Osman’ın hilafet ihtilafını çözmek için belki istifa etmesinin evla olmuş olacağı spekülasyonunu yapanlara karşı; hilafetin “verilen” bir görev olduğu, verilen bir görevden istifanın mümkün olmadığı yorumlarına rastlarız.

***

Belki, tersi de doğrudur. İstifa-etmezlik, -edemezlik, imparator gibi, mutlak hâkim gibi hissettiriyordur.

***
İstifa kelimesi, Arapça kökü itibarıyla af dilemeden geliyor! ‘İlham verici’, değil mi! İstifa beyanında, görevden affını isterler ya, o da bu kökle uyumlu.

Batı dillerinde istifanın karşılıklarından biri, Resignation. Latince Resignare’den geliyor: vazgeçmek, imtina etmek, feragat etmek, teslimiyet. Bu karşılığın teslimiyete uzanan anlamı günümüzde daha belirgin. Bir de Latince Abdicatio’dan (çekilme, ayrılma, vazgeçme) gelen abdicate fiili var: özgül olarak, tahtından feragat etmek, hakkından veya iktidardan vazgeçmek anlamında kullanılıyor. Taç-taht sahipleri için kullanılan bir fiil bu, seçilmişler için yine Resignation/resign’e geliyoruz. Veya retire, hem emeklilik hem çekilmek anlamında. Daha yaygın olarak, tam bir Anglosakson yalınlığıyla, “quit” fiili kullanılıyor istifa için: Gitmek, bırakmak; çekip gitmek! Fransızcanın resignation’a alternatifi de yalın ve sarih: démission, görevi bırakma, görevden ayrılma.

Almancada incelikli bir istifa fiili var: abdanken; teşekkür ederek çekilmek. Arapça istifadaki af dilemeye mukabil, burada da teşekkür… İstifanın ‘nezaketine’ dair, sorumluluk duyduğu insanlarla kurduğu ilişkiye dair, insanlarla karşısında sorumluluk ve duygudaşlık taşıdığına dair bir şeyler düşündürmeli bu bize.

***

Arapçada bir de ıstıfa vardır: İyisini seçip ayıklamak, seçmek, süzüp, geliştirip arıtmak gibi bir anlama geliyor. İstifanın bir ıstıfa yolu da olduğunu söyleyebiliriz, değil mi?

***

Murat Sevinç, siyaset ve idaredeki bir zaafla, bir tıkanmayla, bir problemle ilgili olarak Türkiye’de istifanın asla ve asla söz konusu olmayışını hatırlatmıştı:

“En basit demokratik teamülü söyleyeyim size: İstifa. Evet, demokratik sistemlerde yönetim krizleri ya da çeşitli tatsız iddialar ortaya çıktığında, yöneticiler sistemi rahatlatmak için istifa etmeyi deniyor. Yeni bir şey kuruluyor, gidenin yerine. Türkiye’de istifa, en büyük günahlardan biri. Küfür gibi! Akıllarına bile gelmiyor.” (link)

***

Cumhurbaşkanı Erdoğan, 17 Ekim 2015’te bir konuşmasında, “her bu tür olaylarda bakanların istifasını istemek… bu ülkeyi yönetilemez hale getirmektir,” demişti. “Bu tür olay”, 109 insanın canını alan Ankara Garı katliamıydı. Erdoğan, Sivas (1993), Maraş (1978) katliamlarını hatırlatarak “o zaman neden istifa etmediler?” diye soruyordu. 1978’de İçişleri Bakanı, olaydan birkaç gün sonra istifa etmişti. Eskiden de nadirdi ama yine de vekil vükelanın istifa ettiği olurdu.

***

Neden böyle? Neden istifa adeta bir küfür gibidir, ihtimal dışıdır?

Evvela, zaaf işareti sayıldığı için, besbelli. İktidarın gücünü, kaya gibi sağlam olduğunu göstermek, her şeyden önemli. Hizmetten de, candan da önemli.

Bununla da bağlantılı olarak elbette, -yazının başını hatırlayın-, imparator-gibi, kral-gibi zannettiriyor olsa gerek.

Özerk irade kıtlığıyla da alakası olsa gerek. Türkiye’nin istifa “sosyolojisine” bakarsanız, istifanın genellikle ‘yukarıdan’ istenen bir işlem olduğunu görürsünüz. Bakanlar da, yüksek bürokratlar da, teknik direktörler de, genellikle yönetimin, başkanın, bakanın, liderin talebi üzerine istifa eder. İstifası istenir. Kimi zaman zaten lider veya başkan, aslında siyasî ortakları, yoldaşları olması gereken kadronun istifa mektuplarını peşinen cebinde bulundurur, uygun gördüğü zaman yürürlüğe koyar. Kendi iradesiyle, şahsî kararıyla, kendi vicdan muhasebesine dayanarak bir önemli görevden istifa eden en son kimi hatırlıyorsunuz? Belki teknik direktörlerden olabilir.

Türkiye’nin yönetenler sınıfının sorumluluğu da, istifa fiilinin zımnındaki teşekkür ve özür duygusu da, kendi amirine, liderine, başkanınadır; yönetilenlere, insanlara, halka-millete değil.

Tanıl Bora – birikimdergisi.com

İklim değişikliğinde riskler ve fırsatlar – Balkan Talu

Bu yazı gazeteduvar.com.tr/ den alınmıştır

İklim değişikliği insan sağlığını ve dünya ekonomisi için büyük riskler taşıyor. Öte yandan, yenilenebilir enerji yatırımlarıyla bu riski fırsata çevirip bertaraf etmek mümkün

Avrupa Çevre Ajansı’nın (AÇA), 25 Ocak 2017’de yayınladığı rapora göre, Avrupa, yükselen deniz seviyeleri ve iklim değişikliğinden kaynaklanan daha sık ve daha şiddetli ısı dalgalanmaları, sel, kuraklık ve fırtınalar gibi aşırı hava koşullarıyla karşı karşıya bulunuyor.

Avrupa’da İklim Değişikliği, Etkileri ve Kırılganlık başlıklı rapora göre , gözlemlenen iklim değişiklikleri, ekonomi, ve sağlık üzerinde şimdiden geniş etkilere neden oluyor. Küresel ve Avrupa bazında sıcaklıklarda, deniz seviyelerinde ve Arktik’te azalan deniz buz kütlelerinde art arda yeni rekorlar kırılıyor. Yağış düzenindeki değişim, genel olarak Avrupa’nın bol yağışlı bölgelerini daha daha yağışlı ve kurak bölgelerini daha da kurak hale getiriyor. Buzul hacmi ve kar örtüsü azalıyor. Aynı zamanda, ısı dalgalanmaları, yoğun yağış ve kuraklık gibi iklim bağlantılı aşırılıklar, sıklık ve yoğunluk bakımından pek çok bölgede artıyor.

Avrupa’da iklim değişikliğinden en olumsuz etkilenecek bölgelerin başında Güney ve Güneydoğu Avrupa geliyor. Halihazırda bu bölgelerde aşırı sıcaklıklarda büyük artışlara ek olarak, akarsu akışlarında düşüşler görülüyor. Bu eğilimler daha şiddetli kuraklık, daha düşük ürün verimi, biyoçeşitlilik kaybı ve orman yangınları riskini artırıyor. Giderek artan ısı dalgalanmaları ve iklime duyarlı bulaşıcı hastalıkların dağılımındaki değişikliklerin, insan sağlığı ve refahını etkileyen riskleri arttırması bekleniyor.

Balıkçılık, tarım ve ormancılık sektörleri kötü etkileniyor 

Avrupa’da ekosistemler ve korunan alanlar, iklim değişikliği ve arazi kullanımı değişikliği gibi diğer stres etkenlerinin baskısı altında bulunuyor. Birçok hayvan ve bitki türü yaşam döngülerinde değişim yaşıyor, ve kuzeye ve daha yüksek rakımlara doğru göç ediyor. Buna karşın, bazı istilacı türler yeni alanlarda yerleşiyor ya da alanlarını genişletiyorlar. Ticari açıdan önemli balık stokları da dahil olmak üzere, deniz canlı türleri de kuzeye doğru göç ediyor. Bu değişiklikler çeşitli ekosistem hizmetlerini ve tarım, ormancılık ve balıkçılık gibi ekonomik sektörleri etkiliyor.

Yükselen deniz seviyesinden kaynaklanan taşkın riskindeki artış ve fırtına kaynaklı deniz suyu taşkın riskindeki olası bir artış nedeniyle, Avrupa’nın batı kesimlerindeki kıyı alanları ve taşkın alanları da sıcak noktalar olarak görülüyor. Okyanusların asitlenmesi, ısınma ve oksijeni tüketmiş ölü bölgelerin genişlemesi sonucunda, iklim değişikliği deniz ekosistemlerinde de büyük değişimlere neden oluyor. Hava ve deniz sıcaklıklarının ortalamanın üzerinde bir hızla artması ve sonuç olarak buzulların erimesi nedeniyle, Arktik bölgesindeki ekosistemler ve insan faaliyetleri de büyük oranda etkilenecek.

İklim değişikliğinin başlıca sağlık etkileri; aşırı hava olaylarına, iklime duyarlı hastalık dağılımındaki değişikliklere ve çevresel ve sosyal koşullardaki değişikliklere dayanıyor. Nehir ve kıyı taşkınları, son on yılda Avrupa’da milyonlarca insanı etkiledi. Sağlık üzerindeki etkileri yaralanma, enfeksiyon, kimyasal tehlikelere maruz kalma ve zihinsel sağlık sonuçlarını içeriyor. Daha sıklaşan ve yoğunlaşan ısı dalgaları Avrupa’da on binlerce erken ölüme yol açıyor. Uygun adaptasyon önlemleri alınmadığı sürece, bu eğilimin artması ve yoğunlaşması bekleniyor. Kene türleri, Asya kaplan sivrisineği ve diğer hastalık taşıyıcılarının yayılmaları; Lyme hastalığı, kene kaynaklı ensefalit, Batı Nil ateşi, dang, chikungunya ve leishmaniasis riskini artırıyor.

İklim değişikliğinin ekonomik maliyetleri çok yüksek olabilir. Avrupa’da iklim bağlantılı aşırı hava olayları, 1980’den bu yana 400 milyar avrodan fazla ekonomik kayba neden oldu. Avrupa’daki iklim değişikliğinin gelecekteki maliyetlerine ilişkin mevcut tahminler sadece bazı sektörleri ele alıyor ve oldukça yüksek derecede belirsizlik içeriyor. Yine de, iklim değişikliği kaynaklı en yüksek hasar maliyetinin Akdeniz bölgesinde olması öngörülüyor. Ticaret etkileri, altyapı, jeopolitik ve güvenlik riskleri ve göç gibi faktörler nedeniyle, Avrupa kendi sınırları dışında meydana gelen iklim değişikliği etkilerinden de etkileniyor

Rapora göre iklim değişikliğine adaptasyon sağlanabilmesi için iklim değişikliğiyle mücadele politikaları ve çevre politikalarının diğer politikalarla da uyumlu hâle getirilmesi gerekiyor. En önemli çözüm önerilerinden biri de  daha esnek, uyarlanabilir politikalar geliştirmek.

Balıklarda civa tehlikesi

İklim değişikliği konusu önemli çünkü insan sağlığına doğrudan etkileri var. Örneğin İsveçli bilim insanlarının yaptığı araştırmalara göre, iklim değişikliği yüzünden balıkların içindeki cıva miktarını yedi kat fazla arttırabilir. BBC’nin haberine göre Dünya Sağlık Örgütü listesinde cıva insan sağlığı tehdit eden kimyasallar içinde ilk onda yer alıyor. Endüstri devriminden bu yana ekosistem içindeki cıva seviyesinde yüzde 500’e varan artışlar yaşanmış. Bu yüzden 2013 yılında 136 ülke tarafından imzalanmış olan Minamata Sözleşmesi uyarınca doğadaki cıva seviyesi azaltılmaya çalışılıyor.

Peki bu arada dünyanın en kirletici ülkelerinden biri olan ABD’de neler yaşanıyor? Donald Trump’ın yedi ülkeye vize yasağı Meksika’ya duvar inşaatında kolları sıvamış olması gibi icraatlarının yanında arada kaynadı ama Trump Çevre Bakanlığı ve Tarım Bakanlığı çalışanlarına basınla bilgi paylaşma ve sosyal medyada güncelleme yapma yasağı getirdi.  Bu talimat özel olarak Tarım Bakanlığı Araştırma Merkezi’ne gönderildi. Tarım Bakanlığı Araştırma Merkezi iklim değişikliğiyle alakalı en çok akademik materyal paylaşan kurumlardan biriydi.

ABD’de istihdam şampiyonu rüzgar ve güneş

ABD’nin iklim değişikliğine yaklaşımı çok sayıda uzmanı endişelendiriyor ama gene ABD merkezli Çevre Savunma Fonu (EDF) tarafından hazırlanmış olan rapora göre güneş enerjisi sektöründe istihdam oranı her yıl yüzde 20 artıyor. Dünyanın en büyük kâr amacı gütmeyen çevre kuruluşlarından biri olan EDF, hem rüzgar hem de güneş enerjisi sektörünü ABD ekonomisi içinde yer alan diğer sektörlerden 12 kat daha fazla büyüdüğünü iddia ediyor. Mother Nature Network sitesinin haberine göre sadece 2015 yılında yenilenebilir enerjide 769 bin yeni eleman alınmış. bu iş kolunda işe alınan elemanlar, örneğin enerji verimliliği alt dalında 5 bin dolar maaş alabiliyorlar.ABD’DE yenilenebilir enerji sektöründe yıllık büyüme yüzde altıya ulaşırken, hâlâ en yaygın kaynağın fosil yakıtlar olmasına rağmen, fosil yakıt sektöründe ise yıllık yüzde 4.5 daralma söz konusu. Dünyayı en çok kirleten ülke olan Çin ise yenilenebilir enerji sektöründe 3.5 milyon, fosil yakıt sektöründe ise 2,6 milyon kişiyi işe almış. Dünya genelinde yenilenebilir enerji sektöründe istihdam edilen kişi sayısı ise 8.1 milyon kişi olarak açıklandı.

Bu yazı gazeteduvar.com.tr/ den alınmıştır

 

Balkan Talu

 

Kanada Başbakanı’ndan ABD’nin göçmen yasağına karşı duruş

Kanada Başbakanı Justin Trudeau, Müslümanların çoğunlukta yaşadığı yedi ülkeye ABD’nin getirdiği geçici giriş yasağına sosyal medyada karşı çıktı.

Trudeau, attığı tweetlerde ‘Kanada’ya Hoşgeldiniz’ etiketini kullanarak, “Kanadalılar, inancınıza bakmaksızın zulümden, terörden ve savaştan kaçan sizleri hoş karşılayacaktır. Çeşitlilik gücümüzdür #KanadayaHoşgeldiniz” ifadesini kullandı.

Trudeau, aynı zamanda 2015 yılında küçük bir Suriyeli mülteciyi havaalanında karşıladığı fotoğrafını da Twitter’dan paylaştı.

Kanada’ya geçtiğimiz 13 ay içinde yaklaşık 40 bin Suriyeli mülteci kabul edildi.

Mülteci programı destekle karşılandı

Trudeau’nun tweetleri hem ABD Devlet Başkanı Donald Trump’ın imzaladığı son kararnamaye karşı bir tutum sergiliyor, hem de Kanada’da olumlu karşılanan Suriyeli mülteci programının başarısını göstermeyi hedefliyor.

New York Times’ın haberine göre geçtiğimiz Kasım ayından beri ülkeye kabul edilen 16 bin mülteci, Kanadalıların sponsorluklarını üstlenmesi sayesinde gerçekleşti.

Trudeau’nun ülkeyi ziyaret turu kapsamında sponsorların en çok karşı çıktığı nokta, mültecilerin gerektiği kadar hızlı ülkeye gelmemesi olmuştu.

Trump’ın imzaladığı kararname çifte vatandaşları da kapsıyor.

Ancak Trudeau’nun sözcüsü, bu kararın Kanada vatandaşlarına uygulanmayacağı garantisini aldıklarını açıkladı.

Kanada’nın Göçmen Bakanı Ahmed Hussen de Somalili bir mülteci ve çifte vatandaşlığa sahip.

ABD Başkanı Donald Trump, imzaladığı kararname ile Suriyelilerin ABD’ye girişini, “ikinci bir emre kadar” durdururken, nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan 7 ülkenin vatandaşlarına 3 aylık vize kısıtlaması getirmişti.

 

(BBC Türkçe)

Giresun’da köpeğin üzerini montuyla örten işçiye ödül

Giresun’da montunu kar altındaki sokakta bir köpeğin üzerine örterken görüntülenen belediye işçisi Bülent Kalpakçıoğlu’na yeni bir mont ve altın hediye edildi. Kalpakçıoğlu’na ayrıca takdir belgesi verildi. İşçi “Gözlerime bakınca içimden montu üzerine örtmek geldi. Altı üstü bir mont. Hiç tereddüt etmedim. Bunları herkesin yapması lazım” dedi.

Giydiği montu çıkartarak kar altındaki sokakta bir köpeğin üzerine örterken görüntülenen belediye işçisi Bülent Kalpakçıoğlu’na Giresun Belediyesi tarafından yeni bir mont ve altın hediye edildi. Kalpakçıoğlu’na ayrıca takdir belgesi verildi.

Dairesinin önünden ayakkabıların çalınması üzerine bir apartman sakini hırsızı bulmak amacıyla güvenlik kamerası görüntülerini incelemeye başladı. Giresun Belediyesi işçisi Bülent Kalpakçıoğlu’nun kar altındaki sokakta bir köpeğe önce yemek verdiği ardından da üzerine montunu örttüğü anlar da bu görüntülerin incelenmesi üzerine ortaya çıktı.

Görüntülerin sosyal medyada kısa sürede yayılması üzerine Giresun Belediye Başkanı Kerim Aksu, Kalpakçıoğlu’na takdir belgesi verdi, yeni bir mont ve altın hediye etti.

Kalpakçıoğlu, olayla ilgili olarak şunları söyledi:

“İlimiz son günlerde yoğun kar yağışı altındaydı. Belediye Başkanımızın talimatları doğrultusunda sokak hayvanları için yem, barınma ve battaniye desteği çalışmalarında bulunduk. Sokakta gördüğüm bir köpek üşüyordu ancak battaniye kalmamıştı. Yemi verdikten sonra gözlerime bakınca içimden montu üzerine örtmek geldi. Altı üstü bir mont. Hiç tereddüt etmedim. Bunları herkesin yapması lazım. Onların da canı var. Yemeğe, ısınmaya, barınmaya ihtiyaçları var. Herkesin bu konuda duyarlı olmasını istiyorum. Bunlar bizim temel insanlık görevimizdir.”

 

(Al Jazeera, DHA)

Onur Yaser Can Davası’nda ailenin özel bilirkişi raporu talebi kabul edildi

Onur Yaser Can’ın karakoldaki işkencenin ardından intihar etmesi sonucu polislere açılan evrakta sahtecilik davasının yedinci duruşmasında ailenin imaj kaydı ve özel bilirkişi raporu talebi kabul edildi.

Onur Yaser Can’ın karakoldaki işkencenin ardından intihar etmesi sonucu polislere açılan evrakta sahtecilik davasının yedinci duruşması bugün İstanbul 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüldü.

Mahkeme, Can ailesinin Ulusal Kriminal Büro’nun hazırladığı imaj kaydının kopyasının kendileri ile paylaşılması ve mahkemeye sunmak üzere özel bilirkişi raporu almaları taleplerini kabul etti. Dava 31 Mayıs saat 10.30’da devam edecek.

Duruşmanın ardından açıklama yapan Onur Yaser Can’ın babası Mevlüt Can “Altı yıldır bu mücadeleyi veriyoruz. Gerekirse bir altı yıl daha olsa yine sürdüreceğiz. Annesinin dediği gibi ‘Ona haksızlık yapıldığını herkes bilecek’. Oğlumuz annemiz geri gelmeyecek ama onlar bunu hesabını verecekler” dedi.

Polislerin resmi belgede sahtecilik yapmasıyla ilgili bilirkişi ‘Ben bunu yok ettim ama narkotikte kopya bıraktık’ diyor ama narkotik ‘bende yok diyor’. Örgütlü biçimde bu kopyaya bilgisayar imaj kaydına ulaşmamızı engelliyor şeklinde konuşan Mevlüt Can, ” Demek ki Onur Yaser’in yazdığı notun doğruluğu ortaya çıktı. Zorla ona belgeler imzalatılmış, 8 gramlık esrarla yakalanan Onur Yaser esrar satan ve uzun süre hapishanede kalacak pozisyona sokuluyor. Ölene dek bu kulağına fısıldanıyor. İçeri girdiğinde kendisine itiraf ettirilmek için yapılan işkencenin ortaya çıkmaması için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. İşkence olayını ispatlamak zor bir şey. Karakollara kamera kaydının konulması esas iken, bunu yapmamak ve narkotik biriminde sorgu odasında kameranın olmadığını söylemek aslında işkenceyi saklamak için yalan söylemektir.” dedi.

Onur Yaser Can, 2010’da Narkotik Şube’de iki defa ifade verdikten sonra kötü muamele ve çıplak aramaya maruz kalıp üçüncü kez ifadeye çağrılınca intihar etti. Ardından, annesi Hatice Can da Mart 2014’de intihar etti.

Onur Yaser Can öldüğünde 28, annesi Hatice Can 57 yaşındaydı.

 

(Bianet)

SİYAD, 2016 yılının en iyi yabancı filmini belirledi

Sinema Yazarları Derneği (SİYAD), 2016’nın en iyi yabancı filmi olarak Carol’ı seçti.

SİYAD üyeleri tarafından geçen yıl Türkiye’de vizyona giren tüm yabancı filmler arasında yapılan oylama sonucunda en çok oyu alarak birinci sırada yeralan Carol’ın ithalatçısına ödülü 15 Mart akşamı Şişli Belediyesi Cemil Candaş Kent Kültür Merkezi’nde düzenlenecek olan ve sunuculuğunu Tuğrul Tülek’in yapacağı törende verilecek.

SİYAD üyelerinin seçimiyle belirlenen 2016 yılının en iyi 20 yabancı filmi aldıkları oy sırasına göre şunlar:

1. Carol
2. Saul’un Oğlu
3. Ben, Daniel Blake
4. Âşıklar Şehri
5. O Kadın
6. The Club
7. Frantz
8. Gençlik
9. Spotlight
10. Gece Hayvanları
11. Geliş
12. Denizdeki Ateş
13. Sen Benimsin
14. Suikastçı
15. Mezuniyet
16. The Hateful Eight
17. Ölümcül Oyun
18. Meçhul Kız
19. Neon Şeytan
20. Veronique’in İkili Yaşamı

 

(Altyazı)

Hayrolsun

İyi yönetilmiyoruz. Türkiye’nin iyi yetişmiş insan gücü yurt dışına kaçıyor ya da kaçmayı düşünüyor. Bu aslında bir ülkenin başına gelebilecek en büyük felaketlerden biri. Geride kalanlar ise birbirine düşmüş durumda. Nüfusun %85’i insanlara güvenmiyor. Mutsuzuz, ülkede katliamlar yapılıyor. Cumhurbaşkanı bile korku dolu bir hayat sürüyor. (Gittiği her yere kendi yiyeceğini taşıyor, düşünsenize, sokağa çıkamaz oldu.)

Stratejik Yalnızlık

İsrail, Rusya, Suriye, Mısır, Almanya ve hemen her ülkeye karşı hesapsız çıkışlar yapıldı, bedelini ödüyoruz. Ticaret hacminin en büyük olduğu Avrupa ile asgarî müşterekte dahi buluşamıyoruz. (Ama bazen silah satmak için hâlâ ziyarete geliyorlar, o ayrı.) Üstelik bizi yönetenlerin ezici çoğunluğu, ne yazık ki bir insanda en kabul edemediğim özelliği taşıyorlar: Hiçbir yanlışın sorumluluğunu almıyorlar.

Dün gibi hatırlıyorum: 2004’te altyapı kurmadan trenleri hızlandırmış, ardından Pamukova’da kazaya sebep olmuşlardı. 37 insan ölmüştü. Dönemin ulaştırma bakanı yaptığı açıklamada “yaptığımın arkasındayım” diyecek kadar, yani bizden af dilemeyecek (istifa kelimesi oradan gelir) kadar rahattı.

Hızlandırılmış tren seferleri devam etmedi.

Bugün de Fethullah Gülen’in cemaatine verilen ihalelerden, kamu arazilerinden, eğitim alanındaki imtiyazlardan, devlet katındaki önemli mevkilerden sanki hiç haberleri yokmuş gibi dünyayı suçluyorlar. Bunlar hakikaten kötü yöneticilik emaresi. Geçimsiz, zalim, kindar, kendi ifadeleriyle ülkenin hayatî meselelerinde bile kandırılabilen insanlar var başımızda. Üstelik doğruları anlatmıyorlar.

Fethullah Gülen’in finans sektörüne teşrifi.

Hayır.

Kürt meselesi çözülmedi. Suriye’de askerleri savaşa sürünce de çözülmeyecek. Artık medya Doğu’dan haber dahi geçmiyor. Bunun adı karartma, sindirme, bastırma… Sorun geri gelecek.

Hayır.

Türkiye ekonomik anlamda ahım şahım bir başarı göstermedi. 2000’de ülkelerin kişi başına düşen millî gelire göre sıralandığı listede Türkiye 65. idi, 2016’da 69. Millî gelirin muazzam artışı diye anlatılan dünyadaki genel artışla bağlantılı. Birleşmiş Milletlerin İnsanî Gelişmişlik Endeksinde ise Türkiye 2002’de 81., bugün 72. sırada. Kosta Rika ve Senegal’in arkasında, Malawi’nin hemen önünde. Özel bir pırıltısı yok.

Ama evet, ülkeye çok para girdi; o parayla da çok sayıda tüketim eşyası alındı. AVM’ler arttı, telefonlar daha sık yenilendi. Ancak bunun adı borca dayalı büyüme. 2002 yılında şahısların 6.4 milyar TL bireysel kredi ve kredi kartı borcu vardı. 2015 yılında bu meblağ 384 milyar TL’ye çıktı. Ülkece ferahladık.

Peki bu paralarla başka ne yapılabilirdi? Araştırma ve buluşa yatırılabilirdi. İnsan gücüne yatırılabilirdi. (Okul açmak değil bu sadece). Kömüre değil, enerji sarfiyatını azaltan ev tasarımlarına yönlendirilebilirdi. O kadar çok ve o kadar güzel ihtimaller var ki önümüzde… Türkiye’de ise bu paralar tüketime harcandı, betona döküldü, şaşaaya savruldu.

Sonuç: Gelir adaletsizliği arttı. Türkiye’de en zengin %1’in toplam servetten aldığı pay 2000 başında %38 civarında iken bugün %54’e ulaştı. Bankalardaki hesapların binde 5’i, Türkiye’deki toplam birikimlerin %62’si, yani neredeyse üçte ikisi ediyor. Diğer bir deyişle, nüfusun %99.5’inin bankadaki toplam birikimleri, bu en zengin %0.5’in birikimlerinin yarısı kadar etmiyor. (Bir daha okuyun bu son iki cümleyi.)

Hayır.

Türkiye hiçbir zaman şahane bir ülke olmadı. 80’lerin ortasına kadar nüfusun yaklaşık yarısının sosyal hakları dahi yoktu. Ülke, memurların ve zenginlerin elindeydi. AKP bunu değiştirdi. Sosyal harcamaların bütçedeki payı 2003-2009 arasında %85 arttı. Yeşil Kart harcamaları %115, eğitime şartlı para transferi %201, sağlığa şartlı para transferi % 313, ev yardımı %2500, eğitim yardımı %722, engellilik yardımı %1034 büyüdü. Ancak bunu yaparken kamu kaynaklarını yahut Dünya Bankası’ndan gelen paraları kullanmalarına rağmen, verilen yardımı bir şahsın hizmeti gibi sunmayı başardılar. “Bizim paramızla ne övdünüz kendinizi arkadaş”, dedirttiler.

Sonuç: Artık oy verenlere aptal ve cahil demeyi bırakıp Türkiye’deki gelir adaletsizliğini iyi etüt etmeli, somut politikalar geliştirmeliyiz. (Ne acı ki ülkeden kaçmak zorunda kalan akademisyenlerin bir kısmı bunları çalışıyordu, hain yaftası yediler.)

Hayır.

Türkiye’de intikamcı siyasetin bizi götüreceği bir yer yok. Diğerleri başa gelirse aynısı olmamalı, söz suç sayılmamalı, tasfiyeler başlamamalı, misal başörtüsü yasaklanmamalı. İki yanlış bir doğru etmez.

Hayır.

Savaşa hayır! Suriye politikalarına tümüyle hayır. Yardım mı etmek istiyoruz oraya? Bunun silahsız başka pek çok yolu var. Ben bu ülkede hırslarına mağlup siyasetçilerin yanlış kararları yüzünden sevdiklerimin hayatından endişe etmek istemiyorum.

Hayır.

Seçimlerin adil bir ortamda gerçekleşmeyeceğini, ortamın fena hâlde gerileceğini, bütün muhaliflerin tehdit edileceğini bilmeme rağmen oyumu kullanmamazlık etmeyeceğim. Malûm, neredeyse tüm medya bir kişinin elinde. Kendini hukukla yahut kendi verdiği sözle dahi sınırlamıyor. Önündeki her meseleyi “benim milletim” ve “hainler” ayrımına tahvil etmesi, hakiki her tür iletişime set çekiyor; ülkeyi bölüyor. İşin aslı, evime çağırmayacağım, soframa oturtmayacağım türde bir insan. Ancak mesele bu adamla başlamıyor, bu adamla bitmiyor. Türkiye’nin kronik problemleri var: ayrımcılık, ırkçılık, mezhepçilik, cinsiyetçilik ve gelir adaletsizliği gibi… Üstelik demokrasi diye bildiğimiz adaletsiz dünya sistemi hemen her yerde çözülüyor. Reklamcılık mantığı ile yürütülen ve “alternatif olgulara” dayanan seçim kampanyaları ile demokrasi ölüyor.

O yüzden referandumun ötesinde, bu ülkede sosyal adaleti uzun uzun ve etraflıca konuşmamız gerekiyor. Yapacağımız çok iş var. Geçmiş nostaljisinden sıyrılıp dünyayı başka türlü inşa etmeliyiz. Savaşa yatırım yapmayan, barınmayı bir yatırım değil hak olarak ele alan; zayıfı koruyan, toprağını koruyan, üstündeki otu, ağacı, hayvanı, üreticiyi el üstünde tutan bir ülke istiyorum.

Hayır.

Kimse vatanını lütfen bu başımızdaki siyasî kadrolar gibi sevmesin. Sevmek öldürmesin. Sevmek yaşatsın, büyütsün, güzelleştirsin.

Bu yazı ozanoyunbozan.blogspot.com.tr/ den alınmıştır

 

Sezai Ozan Zeybek

Sulak alanların kaybı doğal afetlere davetiye çıkarıyor

Sulak alanların kaybı sadece canlıların yaşamını tehlikeye atmıyor aynı zamanda doğal afetlere de davetiye çıkarıyor. WWF-Türkiye, sel ve kuraklık riskine karşı sulak alanların artan önemine dikkat çekiyor.

Beyşehir Göü

Zengin bir biyoçeşitliliğe ev sahipliği yapan sulak alanlar tropikal ormanlarla birlikte yeryüzünün en fazla biyolojik üretim yapan ekosistemleri. Sulak alanlar balıkçılık, tarım, hayvancılık, saz üretimi, turizm ve ulaşım olanakları sunarak ekonomiye de katkı sunuyor. WWF-Türkiye, 2 Şubat Dünya Sulak Alanlar Günü’nde sulak alanların afetleri önleyici özelliklerine dikkat çekiyor. Ramsar Sözleşmesi Sekretaryası dünya genelinde taşkın ve kuraklık gibi doğal afetlerin gerçekleşme sıklığının son 35 yılda iki misli arttığını belirtiyor. Birleşmiş Milletler[1] de doğal afetlerin yüzde 90’lık kısmının su ile ilişkili olduğunu tahmin ediyor.

Türkiye’nin Ramsar Alanları_2017

Sulak alanların bulundukları bölgede su rejimini düzenleyerek doğal afetlere karşı önleyici bir görev üstlendiğine dikkat çeken WWF-Türkiye Doğa Koruma Direktörü Sedat Kalem, “Sulak alanlar, yağışın aşırı olduğu dönemlerde fazla suyu sünger gibi depolayarak taşkınların etkisini azaltıyor, yağışın az olduğu mevsimlerde ise depoladıkları suyu salarak kuraklık ve su kıtlığına çözüm olabiliyor” diyor. Sulak alanlar bulundukları bölgenin daha nemli olmasını sağlayarak yerel iklime olumlu katkı veriyor, iç bölgelere deniz suyunun girmesini ve dolayısıyla toprağın tuzlanmasını önlüyor. Kalem, özellikle sel ve kuraklık gibi doğal afetlere karşı hazırlıklı olmak ve etkilerini azaltmak için sulak alanların etkin biçimde korunması ve yönetilmesi gerektiğine dikkat çekiyor.

Meke Gölü – Konya

Sulak alanların korunmasını ve akılcı kullanılmasını hedefleyen Ramsar Sözleşmesi son yıllarda sayıları ve şiddeti artan afetlerin önlenmesinde kilit bir rol oynuyor. Türkiye’de halen 14 Ramsar Alanı (Sultan Sazlığı, Manyas Gölü, Seyfe Gölü, Göksu Deltası, Burdur Gölü, Kızılırmak Deltası, Uluabat Gölü, Gediz Deltası, Akyatan Lagünü, Yumurtalık Lagünleri, Meke Maarı, Kızören Obruğu, Kuyucak Gölü ve Nemrut Kalderası) bulunuyor. Ramsar sözleşmesi kriterlerine göre Türkiye’de 135 adet Uluslararası Öneme Sahip Sulak alan var. Sulak alanları, tarımda aşırı su kullanımı, kirlilik, iklim değişikliği, yasak avcılık ve balıkçılık ile sürdürülebilir olmayan altyapı projeleri tehdit ediyor.

Türkiye’de suyun yüzde 73’ü tarımda kullanılıyor, tarımsal sulamanın büyük bir bölümü geleneksel yöntemlerle yapılıyor bu da su israfına yol açıyor. Baraj ve otoyol gibi büyük projeler iyi planlanmazsa sulak alanları olumsuz etkileyebiliyor. WWF-Türkiye Doğa Koruma Yetkilisi Eren Atak, bu gibi sorunlarla karşılaşmamak için suyun verimli kullanılması, özellikle sulak alanları besleyen nehirlerde su kalitesinin korunması ve havza ölçeğinde planlama yapılması gerektiğine dikkat çekiyor. Atak, sulak alanların korunması konusunda işbirliklerinin artırılması ve ilgili projeler için finansal kaynak ayrılmasının çözümün ayrılmaz bir parçası olduğunu söylüyor.

 

(Yeşil Gazete)