Ana Sayfa Blog Sayfa 3272

Syroslu Marcos Vamvakaris, rebetlerin babasıydı

1920’ li yılların ikinci yarısı… Pire’ de, Hiotika’ da Takedsiz (Tekkeci) Mihaili’ in tekkesindeyiz. Mihail’ in tekkesi savaş öncesi Rebetiko müziğinin de doğduğu mekândır. Mihaili her gün olduğu gibi o gün de mangal ateşini harlamış, ateşin üzerine bir tutam kekik serpmiş, biraz sonra mekânın müdavimlerine servis edeceği Bursa malı haşhaşı ısıtıp, yumuşatmış ve nargilenin marpuçuna tutam tutam yerleştirmek üzere tekkenin zulasına yüklemiştir.

Marcos Vamvakaris/ 1905- 1972

Tekke akşama doğru Pire’ nin yersiz yurtsuzları, sabıkalıları, kumarbazları, hayat kadınları ve bütün gün limanda pis ve yorucu işlerde çalışan liman emekçileriyle yavaş yavaş dolar. Kekik ve haşhaş kokusu, tekkenin rutubet kokusunu bastırmaya başlamıştır. Başlangıçta genellikle hayatın zorluklarının, aşk acılarının ve yoksulluğun getirdiği sıkıntıların konu edildiği muhabbetlerin yerini keyifli kahkahalar almaya başlar.

O sırada kapı açılır. Kapıda ufak tefek bir adam belirir. Yanında da iri cüsseli bir başka adam daha vardır. Bu Batis ile Marcos’ dur. Batis ufak tefek, kolunun altında bağlamasını taşıyan bir tiptir. Yanındaki ise iri cüssesi, şık kostümü, kafasındaki işçi kasketi ve yüzü geniş iri kemikli yapısıyla Batis’ le tam bir tezat oluşturan Marcos’ tur. Bu farklı iki adam tekkedekilerin hemen dikkatini çeker.

Tekkeci Mihaili, Marcos ve Batis’ e de haşhaş servis eder. İlk dumanın ardından Marcos buzukisini çalmaya başlar. Doğaçlamalar ve süslemelerle kıvama getirdiği Rebetiko ezgisini, giriş bölümünün aksine sade bir biçimde boğuk sesiyle söylemeye devam eder. Batis de bağlamasıyla ezgiye eşlik eder. Marcos’ un Giorgos Batis’ le uzun yıllar sürecek olan dostluğu da o günlerde başlamıştır. Dostlukları uzun yıllar sürer ve birlikte Syros’ a ve Atina’ nın dışına birçok kez birlikte yolculuklar yaparlar.

***

Geçen gün “Muammer Ketencoğlu’ nun Sandığı” yazımda da yazdığım gibi Yunan müziğine (sonra Yunan dili- edebiyatı ve sinemasına) olan ilgim çocukluğumun radyo günlerine kadar gider. Sonra 1990’ ların başında Costas Ferris’ in Rembetiko filmi ile Rebetiko müziğinin, aslında sadece bir müzik olmadığını, 20 yüzyılın başlarında Anadolu’ dan Yunan ana karasına göçle birlikte bütün dünyada daha çok bilinen, Pire ve Atina’ nın kenar semtlerinin underground yaşam tarzının müziği olduğunu da öğrendim. 1945’ lere kadar yapılan bu müzik bugün zamana yenildi. Bu zengin kültür ve müzik repertuvarı günümüzde sadece ilgilenenlerin gündeminde yaşamaya devam ediyor.

Bu müziğin Türkiye’ de daha çok tanınmasında Muammer Ketencoğlu’ nun katkısını bir kez daha belirtmeden geçemeyeceğim. En azından benim bu müzikle bugün de süren yolculuğumda onun çalışmaları, yazıları ve yüzlerce Rebetiko albümünü de içeren zengin arşivi belirleyici- yol gösterici oldu.

Muammer Ketencoğlu da konserlerinde Marcos’ un şarkılarına sıkça yer verirdi. Mayıs 2014’ de İstanbul’ da Marika’ nın Bahçesi’ nde yaptığım bir kaydı aşağıda paylaşmak istiyorum. To Minores Tis Avgis “Şafağın Minörü” şarkısında Muammer’ e, vokalde İvi Dermancı, buzukide Cengiz Onural eşlik ediyorlar.


MUAMMER KETENCOĞLU & ARKADAŞLARI: ΤΟ ΜΙΝΟΡΕ ΤΗΣ… paylaşan: ercumentgr

Bir de İzmir’ de yaşayan ve Rebetiko’ yu doğduğu topraklarda, Anadolu’ da yaşatmaya çalışan Ali Fuat Aydın’ a da bir teşekkür borçluyum. Uzun yıllar önce yüzlerce albümden oluşan Rebetiko arşivini bana vermişti.

***

Bir başka yazıda Rebetiko kültürünü ve müziğini ayrıca yazmak istiyorum. Şimdilik Marcos’ un hikayesiyle devam edeyim:

Rebetiko müziğinin babası sayılan Marcos Vamvakaris 10 Mayıs 1905’ de Katolik nüfusun yoğun olduğu Syros adasının yoksul bir köyünde dünyaya gelir. Adadaki Katolik nüfus “Frankosyriani” adıyla anılır.

Ada o yıllarda baştan aşağıya müzikle doludur: Santur ozanları, kemaniler, davulcular ve tek tük de olsa Buzuki ozanları. “Demotika” denen kırsal halk müziği yaygındır adada. Bu müzik özellikle yılda bir kez yapılan Apokreas Karnavalı’ nda oruçtan önce dört hafta boyunca çalınır, söylenir.

Bir de Syros’ un kendine özgü “Zeybekiko” su vardır. Adanın bıçkın delikanlıları parlak kamaları ve afilli giysileriyle bu zeybeği oynarlar.

Marcos’ un çocukluğu bu cümbüş içerisinde geçer. Babası Yunan gaydası (tulum) çalar, o da köpek derisinden yapılan davuluyla ona eşlik eder ve bahşişleri toplama işi de ona aittir. Dedesi de bir halk şarkıları bestecisidir.

Marcos babasının askerde olduğu günlerde, 8 yaşında okuldan ayrılır ve bir dokuma atölyesinde çalışmaya başlar. Bir süre sonra sıkılır ve soluğu sokakta alır. Sonra kasap-manav çıraklığı ve gazete satıcılığı yapar.

Gazete satıcılığı yaptığı sıralarda Syros’ un yer altı dünyasıyla da tanışır. Haşhaşla tanışması da o döneme rastlar. O yıllarda en iyi haşhaş Syros’ da yetişir. Savaş yıllarında Syroslulara ender bulunan gazeteleri fahiş fiyatlarla satar ve sonunda polis onu ve ailesini karaborsacılık suçuyla tutuklar ve hapse atılırlar.

Hapisten çıkar ve 1920′ de henüz 15 yaşında bir çocukken gemiyle Pire’ ye gelir. Limanda kömür boşaltma işi bulur. Pire o yıllarda yersiz yurtsuzların, sabıkalıların, kumarbazların ve hayat kadınlarının cirit attığı bir açık liman kentidir. Diğer liman işçileri gibi o da gündüzleri sert ve kirli işlerde çalışır ve gece olunca kadınlar ve esrar onun da sığındığı sakin limanlar olur. Yaşlı bir hayat kadını dostunun hediyesi olan gıcır gıcır elbisesini giyer ve her gece kentin tekkelerini tek tek dolaşır.

Kısa bir süre sonra ailesi de Pire’ ye gelir. İki erkek kardeşi yeraltı dünyasına girerler ve küçük kardeşi esrarın halüsinasyonlarıyla çok geçmeden çıldırır ve bir gece sabaha karşı yol ortasında cesedini bulurlar.

Diğer kardeş ise Pire’ nin namlı kabadayılarından birisi olur. Bir cinayet sonrası hapse girer. Hapisten sonra o da tekkelerin müdavimi olmaya devam eder. Bu arada Marcos’ un karısıyla da ilişkisini sürdürür.

Marcos’ un hayatı çocuk yaşlardan itibaren sıkıntılarla doludur. Haşhaş onu rahatlatan yegâne şeydir. Karısının kardeşi dâhil birçok erkekle ilişkiye girmesi dayanılmaz bir acı verir ona. Sonunda eşinden ayrılır ama acısını bir ömür boyu içinde taşır. Bu duyguyu sonraki yıllarda şarkılarında da hissettirir.

1922’ den sonra mübadele ile Anadolu’ dan gelen Rebetiko ozanları bu müzik türünü Yunan ana karasına taşırlar. Ayvalıklı Nikos da bu sığınmacılardan biridir. Marcos, 1925’ de ilk kez Ayvalıklı yaşlı Nikos’ un buzukisini dinler ve buzukiye de tıpkı haşhaşa olduğu gibi tutkuyla bağlanır. Altı ay gibi kısa bir sürede Buzuki’ yi Pire tekkelerinde kendisini dinletecek ustalıkta çalmayı öğrenir.

Savaş öncesi yıllarda Rebetiko bir esrar müziğiydi. Şarkıların çoğunluk temaları esrar üzerineydi. Aslında tek başına bu tanıma sığmasa da Atinalılar için bu böyleydi. Mangas-Rembet tanımları tam da bunu karşılayan tanımlar. Mangasların “Mangika” denilen şifreli konuşmaları içeren kendilerine özgü bir argoları vardı. Polisin baskısı mangas kumpanyalarının da birbiri ile sıkı sıkıya kenetlenmelerini getiriyordu.

Rebetiko, savaş öncesi klasik döneminde yasa dışı hayatı anlatan bir müzik türüydü. Sonraki yıllarda en iyi rembet müzisyenleri ilk kez bu tekkede müziklerini icra etmeye başlarlar.

1930’lu yıllarda Anadolu’ dan gelen sığınmacı müzisyenler Rebetiko müzisyenlerini etkiledi. Bu müzisyenlerden birisi de Anastos Delias “Artemis” oldu. Artemis, Marcos, Batis ve Payumdsis bir Rebetiko kumpanyası kurdular. Marcos ve Artemis ilk plak kayıtlarını da bu dönemde yaptılar. Artemis çok genç yaşta, 29 yaşında soğuk bir kış sabahında buzukisine sarılmış bir vaziyette sokakta ölü bulundu.

Marcos bir süre daha tekkelerde çalmayı sürdürür, sonra bir kafene açar. Polisin uyuşturucu istihbaratı vermesi koşuluyla kafesine ruhsat verebileceğini söylemesiyle bu hayali de suya düşer.

1930’ ların ortalarında kadim dostu Batis’ i ve piyanist Rovertakis’ i alarak doğduğu adaya, Syros’ a döner. Ünlü şarkısı “Frankosyrianili Kız” ı da bu dönemde, 1936’ da besteler.

Marcos müzik yaşamında 50-60 civarında Rebetiko şarkısı besteledi. Columbia’ dan plak teklifi gelince geri çevirmez. Aslında kendisini bir şarkıcı olarak değerlendirmiyordu. Bestelerini plak kayıtlarında bir Rebetiko şarkıcısının seslendirmesini istiyordu. Yapımcının ısrarıyla kendi sesiyle kayıtlara girer. Onun uzun yıllar haşhaşla hem hal olan pes ve boğuk sesi daha sonra birçok Rebetiko sanatçısının da ona öykünmesini getirir. Columbia kayıtlarından kısa bir seçkiyi aşağıda paylaşmak istiyorum.

Karısının erkek kardeşiyle ilişkisini kaldıramayan Marcos, Batis’ i de yanına alarak Atina’ nın taşrasına doğru bir yolculuğa çıkar. Sırık lakaplı Papayuannu ile bu yolculuk sırasında tanışır. Atina’ ya birlikte dönüp Botaniko’ da bir kulüpte çalmaya başlarlar. Bu kulüp savaş sonrası Rebetiko müziğinin merkezi olan bir kulüp olarak ünlenir. Gruba bir santurcu ve birkaç kadın şarkıcı alarak 1936-1939 yılları arasında hemen her gece sahneye çıkarlar.

Marcos 1955’ de Rebetiko kumpanyası ile birlikte

1936-1941 Metaxas diktası Rebetiko müziği ve Atina’ daki icra mekânları üzerinde baskı kurmaya başlayınca, O da bu kez yerel yöneticilerin Rebetiko’ ya biraz daha toleranslı yaklaştığı Selanik‘ e gider.

1940’ lı yıllarda Rebetiko müziğinin formu da değişir. Ama kaynak yine de 1920-1930 yılarında tekkelerde icra edilen Rebetiko’ dur.

Müzik çevrelerince Rebetiko müziğinin babası olarak kabul edilen olan Marcos Vamvakaris, Atina’ da 1972’ de, 66 yaşında hayata veda eder. Cenazesinde Rebetler onu şarkılarıyla ve Buzuki’ leriyle son yolculuğuna uğurlarlar. Vamvakaris geride çok sayıda unutulmaz Rebetiko şarkıları bırakır.

Geçen yıllarda Vamvakaris’ in hayat hikayesi “Bir Adam ve Buzukisi’ nin Otobiyografisi” adıyla yayımlandı.

Bugün Syros adasında yaşadığı ev bir müzeye dönüştürülmüştür.

Marcos’ un şarkıları ölümünden sonra da birçok çağdaş Yunan şarkıcısı tarafından yorumlandı. Aşağıdaki videoda İzmir kökenli Rebetis Sophia Karivalis’ in yer aldığı iki ayrı döneme ait kaydı paylaşmak istiyorum. En başta 1934 yılında Marcos ve genç Karivalis’ le yapılan bir kayıt var. Sonra Giorgios Dalaras 1988’ de hazırladığı Rebetiko belgeseli “Music of the Outsiders” için onu yeniden bulmuş ve aynı şarkıyı bu kez birlikte yorumlamışlar. Karivalis hala yaşıyorsa ömrü uzun olsun.

Yunan çağdaş müziğinin önemli temsilcilerinde Mikis Theodorakis bir söyleşi de Marcos için “Marcos bir çınardı, bizler de dallarıyız” demişti.

Dünya bugün de karanlık günlerden geçiyor. Ne güzel olurdu, bugün de dünyanın yaşayan bütün Rebetleri- Rebetisleri birleşselerdi ve ruhlarımıza çöreklenen karanlığı- kederi şarkılarıyla dağıtabilselerdi. Haşhaş falan da istemezdik, şarkıları tek başına çözmeye yeterdi kederimizi.

 

Kaynak: Rembetika- Gail Holst/ Pan Yayıncılık/ 1993

NOT: Rebetiko müziğine ilgi duyanlara internet üzerinde 7/24 yayında olan Rebetiko Radyosunu öneriyorum. Aşağıdaki linki bilgisayarınızın masa üstüne taşıyın. Keyifli dinlemeler.

 

Ercüment Gürçay

Düşündüren banknotlar

Gilda Martini ve Gabriela Lubiano, Arjantin’in doğasını ve özgünlüğünü vurgulayan banknot tasarımları oluşturdular.

Paranın ön ve arka yüzüne yansıtılan doğal güzellikler ve doğal yaşam içindeki canlılar, paranın kirini elimize biraz daha az bulaştırabilir belki. Arjantin’e özgü bitkilerin ve hayvanların günden güne yok olması konusunda insanlarda farkındalık oluşturmak istiyor Martini ve Lubiano.

Amaçlarından biri de, banknot tasarımları ile asıl zenginliğin doğal zenginlikler olduğunu elden ele gösterebilmek. Biyolojik çeşitlilik ve zenginlik teması hakim banknotlarda.

Elden ele farkındalık

Kapitalizmin akan kanı para olunca, yok olan ormanları göze sokmak için yine kapitalizmin silahını kullanmak akıllıca. Tabi karşımızda kendini yeniden üreten bir sistem olarak durmaya devam ediyor Kapitalizm. Bir gün elimize Arjantin Pesosu geçerse, üzerinde 1996’da Monsanto’nun genetiği değiştirilmiş soya üretmek için yok etmeye başladığı Choqueno ormanını göreceğiz.

Güney Amerika’nın Amazonlardan sonra en büyük ikinci ekosistemi olan bu ormanda yerliler de yaşıyor. Onların da varlıkları tehdit ediliyor. Bir banknot tasarımı ile canlıların hayatı kurtulmuyor maalesef ama şirketlerin devletleşip, dünyayı sömürdüğünün ve nelerin kaybedildiğinin hatırlatılması gerekiyor.

Anayurdu Güney Amerika olan Dev Armadillo(Tatu Carreta), uçamayan bir kuş türü olarak bilinen Rhea Pampa, uçan en büyük kara kuşu olan ve Güney Amerika’ya özgü And Kondoru ve Jaguar Arjantin Banknotlarına resmedilen canlılardan. Arjantin Merkez Bankası Başkanı Federico Sturzenegger, bu banknot tasarımlarının artık herkese geleceği düşündürmesi gerektiğini söylüyor.

Kaynaklar:

http://bigumigu. com/haber/arjantinin-dogal- dokusundan-beslenen-banknot- tasarimlari/

https://www.behance.net/ gallery/32123521/Rediseno- Papel-Moneda-Argentino

http://www.dijitalajanslar. com/arjantinin-dogadan- esinlenen-banknot-tasarimlari/

http://www.diaadia.com.ar/ argentina/el-banco-central- anuncio-nuevos-billetes-con- animales-autoctonos

 

Gökçe Atik

Son dönemin Yeşil Kitapları

İklim Adaleti Mücadelesinde Uluslararası ve Yabancı Mahkeme Kararları

Türkiye’deki yerel çevre mücadelelerinin en önemli ayaklarından birini hukuki mücadeleler oluşturuyor. Dünya’da da, çevre ve doğa koruma alanında yurttaşların ve sivil toplum kuruluşlarının itirazlarını en çok dillendirdiği alanların başında da hukuki mücadeleler geliyor. Çevre sorunlarının çok yönlülüğü, etkilerinin uzun süreli olması ve sonuçlarının tamamen ortadan kaldırılamamasının yanı sıra, başta ekonomi ve sağlık hakları alanında olmak üzere bir çok hak alanında ihlallere sebep olması, hukuki mücadelelerin önemini daha da artırıyor.

Diğer hukuk alanlarına göre göreceli olarak daha genç bir hukuk alanı olmasına rağmen “Çevre Hukuku”, yurttaşların temiz ve sağlıklı bir çevrede yaşam hakkını korumak için devletlerin ve uluslararası toplumların sorumluluklarına ve hükümlülüklerine dair sınırları çizmektedir.

Çevre hukuku alanındaki uluslararası gelişmeler ve mahkeme kararları ile oluşan yeni normlar ve ihtiyaçlar, Türkiye’deki ekoloji ve çevre mücadelelerine dair de önemli öğrenme ve deneyimleri ortaya koymaktadır. Küresel İklim Değişikliği Yükümlülükleri Hakkında Oslo İlkeleri ve İklim Adaleti Mücadelesinde Uluslararası ve Yabancı Mahkeme Kararları adlı çalışma, çevre hukuku alanında uluslararası gelişmeleri Türkiye toplumu ile paylaşmak için hazırlanmış bir çalışma.

Çalışma, çağımızın en ciddi sorunlarının başında gelen iklim değişikliğinin küresel boyutu hakkında önemli bir hukuki belge olan Küresel İklim Değişikliği Yükümlülükleri Hakkında Oslo İlkeleri’nin çevirisi ile başlamaktadır. Bu ilkeler, çevre hukuku, insan hakları hukuku ve diğer hukuk dalları açısından uluslararası hukuk ilkeleri göz önünde bulundurularak, sorunun küresel hukuk boyutunu ortaya koymaktadır.

Araştırma’da aynı zamanda, uluslararası ve yabancı mahkemelerin örnek çevre hukuku kararları da Türkçeye kazandırılmıştır.  Urgenda Derneği ve Diğerleri/Hollanda Davası, Andre Brun/Fransa Davası, Fadeyeva/Rusya Davası, Gray/Planlama Davası/Avustralya ve Cockerill/Wallon Eyaleti Davası/Belçika, Almanya Çevre ve Doğa Koruma Davası, Greenpeace Avustralya Davası ve Client Earth tarafından yürütülen İngiltere Çevre, Gıda ve Bayındırlık Bakanlığı Davası kararları Türkçeye kazandırılarak, Türkiye’deki çevre hukukunun gelişmesine katkı sunmak amaçlanmaktadır.

İklim Adaleti Mücadelesinde Uluslararası ve Yabancı Mahkeme Kararları
Ekoloji Kolektifi
2017
Elektronik yayın formatına iklimadaleti.org adresinden ulaşılabilir.

 

Güneşin Gizemli Bahçesi

Bu kitap, Güneşi anlamak ve öğrenmek isteyen ve bu amaçla “Güneş Dağına” tırmanan beş gencin hikayesini anlatıyor.

Güneş Dağına bir gezi düzenleyen gençler, kendilerini, sıra dışı bir maceranın içinde buluyorlar. Gençler, karanlık ve vahşi ormanda kayboluyor, Masal dağında insanlık tarihinin unutulmuş kadim Güneş kültürünün izlerine rastlıyorlar.

Gençler. Güneşin Bilgeleriyle tanışıyor, Güneşin gerçeklerini öğreniyor ve Güneş kültürünü yeniden keşfediyorlar. Anadolu “Yaratılış Efsanelerinin” gerçek hikayesini dinliyorlar. Efsanede, Güneş sisteminin nasıl oluştuğu, Dünyadaki canlı sistemin nasıl ortaya çıktığını öğreniyorlar. Bugüne kadar hiç kimsenin bilmediği “Yaşamın öz gerçeklerinin” Güneşle ve enerjiyle” ilgisini keşfediyorlar.

“Küresel ısınmaya” karşı savaşımı kendilerine ilke edinen bu gençler, masal dağında bu savaş için gereken bilgileri öğreniyor ve ipuçlarını yakalıyorlar. Bu kitap, Çağın ilerisinde bilgilerle donatılan, yeni bir uygarlık projesini, “Güneş Uygarlığını”, hayata geçirmeye karar veren, insancıl ve doğa sever gençlerin hikayesini anlatıyor.

Güneşin Gizemli Bahçesi
Çetin Göksu
Kişisel Yayın
2016

 

Park: Bir İhtimal (Hatırlama)

“Parkların ne olduğu ve ne olabileceği üzerine farklı sanatçıların yapıtlarını bir araya getiren bu sergi, gündelik hayatımızda içinden geçip gittiğimiz mekânların barındırdıkları öyküler ve potansiyellerle ilgileniyor. Parktan şehre, oradan da içindeyken kanıksadığımız düzenlere başka açılardan bakmaya davet ediyor. Bu mekânları kullanış biçimlerimizi, bu düzenlerde barınma biçimlerimizi değiştirirsek neler olabilir sorusunu soruyor. Bu soruyla kenti ve ‘kamusal’ alanı ve tabii kendimizi tekrar tekrar yeniden şekillendirebilmek mümkün. PARK: bir ihtimal bir yandan da sınırlı kaynaklarla, kendine yetecek düzeneklerin nasıl çalışabileceklerine dair tezler üretiyor.”  (Can Altay, PARK: bir ihtimal (2010) sergi kataloğu) 

Park: Bir İhtimal (Hatırlama)
Yayıma hazırlayan: Can Altay ile Vasıf Kortun ve Merve Elveren
2017
Salt Yayınları

 

 

Derleyen: Barış Gençer Baykan

Hayır’ın dili – Alp Eren Topal

Bu yazı birikimdergisi.com/ dan alınmıştır

“Aşırı kalabalıklaşmış, aşırı iletişen, özneler arası bir dünyada, insanların kolaylıkla birbirlerinin art-niyetliliğine

G.A. Pocock

ikna olduğu ve bu art-niyet şüphesinin çoğunlukla kendi kendini doğrulayıp meşrulaştırdığı bir zamanda yaşıyoruz. Bir art-niyet siyaseti gelişip yayıldı ve bu siyasetin içerisinde sözlerimle ben sizi art-niyetli davranmakla öyle bir suçluyorum ki sizin iyi niyetinizi ispatlamanızın tek yolu bana talep ettiğim şeyi vermek (mümkünse meydanı terk etmeniz yahut kendi kendinizi yok etmeniz). Eğer art-niyetliyseniz bu muameleyi hak ediyorsunuzdur ve kaçamazsınız; yok eğer değilseniz benim ithamlarıma cevap vermeniz gerekir ve hatırlayın, ben sizden sözlü bir cevap değil, talebimi gerçekleştirmenizi bekliyorum. Sizin iyi niyetinize inanmadığım için sizi bir art-niyet pozisyonuna yerleştirdim; sizin eyleme özgürlüğünüzü kısıtlayan bir iktidar eylemi gerçekleştirdim. Sizin cevabınız -ki ben elimden geldiğince o cevabı verme özgürlüğünüzü kısıtlamakla meşgulüm- aynı derecede kendi üzerinizde ve benim üzerimde edimsel olmalı. Fakat bu türden bir konuşma hem kendi kendini doğrulayıcı hem de [gerilimi] tırmandırıcıdır. Tırmandırmanın sıkıntısı ise: hem aksi tesir yaratır hem de iki taraflı iletişime son verir. İkimizin de mütemadiyen birbirimizin katkılarının meşruiyetini inkâr ettiğimiz bir konuşmada, dönüp bu tür inkârların devam edip etmemesi gerektiğini sorgulamalıyız: aramızdaki çarpışma diyalektik mi yoksa Clausewitzvari mi [karşı tarafın imhasını nihai hedef edinmiş bir savaş], yani tırmandırıcı eğilime bir son mu vermeliyiz? Gelin beraber bir meşruiyet sorgulamasına girişelim.”

Tanıdık geldi mi? Biraz serbestçe tercüme etmeye çalıştığım bu satırlar siyasi düşünür J.G.A. Pocock’un Soğuk Savaş’ın gerilimli yıllarında -1973’te- yayımladığı “Bir Siyasal Edimi Dillendirmek”[1] başlıklı makalesinden. Lakin o kadar aşina olduğumuz bir vaziyeti, bir iletişimsizlik halini tasvir ediyor ki anayasa referandumunun etrafında gelişen tartışmaların nasıl dillendirileceği meselesi üzerine düşünmek için bir başlangıç noktası oalrak alabiliriz.

Ben bu satırları yazarken “hayır” ve “evet” kampanyaları da çoktan başladı. Gerilimli bir süreç ve daha da gerileceği aşikâr. Bir siyasi karar süreci olmaktan çıkıp açıkça şiddetin devreye girdiği anlar bile yaşandı ve bir kısmı medyaya yansıdı. Lakin tüm bu gerilime ve iletişime devasa bir bulut gibi gölge düşüren birikmiş öfkeye rağmen çok umut verici işaretler de var. Özellikle “hayır” kampanyası örgütlemeye çabalayan bazı hareketlerde slogan seçiminden, muhataplarda iletişimde kullanılacak dile kadar yapılan tartışmalarda şöyle bir hassasiyet dikkate çarpıyor mesela: “Nasıl yaparız da derdimizi potansiyel ‘evetçi’ tabanı rencide etmeden, onları ötekileştirmeden ve düşmanlaştırmadan anlatabiliriz? Nasıl meseleyi Erdoğan’ın şahsına yönelik bir hamle olarak algılanmak kıskacına kaptırmadan bir hayır kampanyası yürütebiliriz?” Bu hassasiyet bir yandan son birkaç senenin siyasal iletişime kattığı tecrübeyi yansıtırken bir yandan da toplumsal muhalefetin görece bilinçli ve örgütlü kesiminde artık içselleştirilmiş bir alternatif dil arayışına işaret ediyor. Erdoğan’ın kutuplaştırıcı, ötekileştirici ve tüm muhalefeti bir kümede toplayıcı diline karşı konumlanan ama bilinçsizce bu dili yeniden üretmekten de imtina eden bu yaklaşım Türkiye için ziyadesiyle umut verici.

Bu alternatif siyasi dil arayışı, siyasi dil ile eylem arasında sinik bir ayrım yapmaya alışmış bazılarınca basitçe bir taktik hamle, köprüyü geçene kadar durumu idare etme çabası olarak görülecek (ve öylece yansıtılmaya çalışılacak) şüphesiz. Tıpkı AKP siyasetinin ve siyasi dilinin on beş yıllık macerasını basitçe bir “art-niyet” gizleme, bir takiyye çabasına indirgeyen (hatta yeri gelip AKP ve Erdoğan müdafaa timlerince geriye dönük meşrulaştırma için benimsenen) izah gibi. Biz ise, muktedirin bilinçli ve ısrarlı bir şekilde, tarafları kutuplaştırma, tırmandırma ve muhataplarının dillendirme gayretlerini alabildiğine kısıtlama üzerine kurulu güncel siyasetini ve dilini aşıp, tüm seçmenlere hitap eden ve Türkiye’de siyasi rejimin geleceğine dair yapıcı bir diyaloğa davet edip bu davete de önce kendi icabet eden bir tavır alış içinde olduğumuzun bilincinde olmalıyız. Ötekileştirmeyen ve tırmandırmayan dertli bir “hayır” arayışı, öncelikle bizim kendi iletişim ihtiyacımızın, tahkir edici ve tepeden bakıcı dillerden ve bu üsluba karşı tıkanmış kulaklardan sıyrılmış sıtkımızın ifadesi ve iyi niyet beyanıdır. “Gelin hele beraberce birbirimize dair şüphelerimizi askıya alalım ve konuşalım” çağrısıdır. Örtücü ve erteleyici bir “birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olan şu günlerde” yakarışı değil, bir yangının ortasında bile eşitleyici bir diyaloğa davettir. Ve bu davetin en umut aşılayıcı tarafı, yapacağı yankının ve bulacağı karşılığın hacmi değil, bizzat böyle bir davet içinde kendimizi konumlandırışımızdaki o eşitleyici ve özgürleştirici potansiyeldir.

“Hayır” üzerine kurulu bir siyasi iletişim kampanyası ilk bakışta bir tezat olarak görünebilir ama durumu yumuşatmak için gerekli mizah ve hiciv ne mutlu ki yine Türkiye siyasetinin alameti farikalarından. Gerilimi tırmandıracak ve iletişime ket vurmaya çabalayacak hamlelere karşı sadrımız geniş, sabrımız engin, dilimiz de kıvrak olsun. Gün ola hayır ola!

[1] J.G.A. Pocock, “Verbalizing a Political Act: Toward a Politics of Speech,” Political Theory 1:1 (1973): 27-45.

Bu yazı birikimdergisi.com/ dan alınmıştır

 

Alp Eren Topal

TOKİ, Ayder Yaylası’nı imara açıyor

Rize’nin Çamlıhemşin ilçesine bağlı olan Ayder Yaylası’nı “kentsel dönüşüm ve gelişim projesi” adı altında imara açılması için TOKİ tarafından ihale günü verildi.

Ayder Yaylası ilk olarak 1987’de Turizm Merkezi ilan edilmiş, 1994 yılına gelindiğinde Milli Park, 1998’de ise Doğal Sit alanı olmuş ve koruma altına alınmıştı. Ayder, Karadeniz’in en bilinen yaylası son olarak 2006’da Bakanlar Kurulu Kararı ile “Kültür ve Turizm Koruma Gelişim Bölgesi” ilan edildi.

Koruma amaçlı imar planları hazırlanmayan Ayder Yaylası, yıllardır doğal güzelliğini bozan kaçak yapılara esir oldu. AKP’li Çamlıhemşin Belediyesi, Ayder Yaylası’ndaki 290 yapıdan 158’i için yıkım kararı alırken, yapıların yıkımı için yapılan ihaleye katılım olmadı.

Rize Valisi Erdoğan Beştaş, Ayder Yaylası’na TOKİ’nin gireceği yönünde açıklama yaptı.

TOKİ, Ayder Yaylası Kentsel Dönüşüm Ve Gelişim Projesi’nin hazırlanması için ön yeterlilik ihalesi yapacak. İhale 16 Şubat 2017 günü saat 11:00’da TOKİ’nin İstanbul Hizmet Binası’nda gerçekleşecek.

İhale sürecinin başladığına dair bilgiler de Elektronik Kamu Alımları Platformu’nun internet sitesinde yer aldı

 

(Cumhuriyet)

Kolombiya’da barış zamanı

Kolombiya’da uzun yıllardır toprak reformu için mücadele eden FARC gerillaları, barış anlaşması kapsamına silah bırakıyor. İmzalanan anlaşma ile birlikte nihai barışı sağlamak üzere 4 bin 329 kişinin Yeşil Bölge’ye giriş yaptığı açıklandı.

Hükümetin kurduğu Barış Komisyonu tarafından yapılan açıklamada toplamda 6 bin 300 gerillanın silah bırakacağını söyledi. FARC, anlaşma kapsamında siyasi partiye geçiş yapacak.

Yeşil Bölgeler, barış anlaşmasının somutlaşması ile birlikte gerillaların bundan sonraki süreçte geçici olarak kalacağı yerler olarak planlandı.

FARC üyeleri Birleşmiş Milletler (BM) gözetiminde kurulan silah bırakma alanından geçtikten sonra silahsız olarak kamp alanında girip üniformalı olarak kalabiliyor. Kamp alanının içinde iki BM gözlemcisi de bulunuyor.

Kampın dışındaki çemberde ise üniformalı girişin yasak olduğu daha büyük bir bölge bulunuyor, burada resepsiyon ve FARC gerillası olmayan ama sürecin parçası olan kuruluşlar, kişiler ve görevliler için konaklama yerleri var. Çemberin en dışında ise Kolombiya ordusunun ve polisinin kampları bulunuyor.

 

(Cumhuriyet)

Şişli Belediyesi’nden Maçka Parkı’ndaki inşaata itiraz

Şişli Belediyesi, Maçka Parkı’ndaki inşaat ile ilgili İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne yaptığı itirazda parkın nefes alma ve afet toplanma alanı olduğuna dikkat çekti.

İstanbul’da Dolmabahçe ile Levazım arasında yapılacak karayolu tünelinin Maçka Parkı’nda yapılmak istenen kısmıyla ilgili Şişli Belediyesi İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne itiraz etti.

Şişli Belediye Başkanı Hayri İnönü, konuyla ilgili şu açıklamayı yaptı:

“Şişli ne yazık ki, yeşil alanı çok az bir kent. Yeşil alanlar halkın hem nefes alma, hem de afet toplanma merkezleri olarak mutlak ihtiyacımız olan alanlardır. Şişlili komşularımıza karşı, bu alanları korumak, belediye başkanı olarak sorumluluğumdur.”

İnönü, İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi’nde, CHP’li meclis üyelerinin muhalefetiyle, oyçokluğuyla kabul gören projeye, Şişli Belediye Başkanlığı olarak yaptıkları itirazları da şu şekilde sıraladı:

* Maçka Parkı 1940’lı yıllardan beri, kent sakinlerinin dinlenmek ve spor faaliyetlerini gerçekleştirdiği, yıllanmış bitki dokusuyla kentin nefes aldığı çok önemli bir park. Teklif planda tünel giriş çıkışlarıyla ve izlediği güzergâhla, parkın üzerindeki ağaç ve bitki örtüsü ve fonksiyon alanlarının önemli ölçüde zarar göreceği düşünülmekte.

* Maçka Parkı, İstanbul’da meydana gelebilecek bir deprem afetine karşı Şişli ilçesi sınırlarında çadır kent alanı olarak kullanılacak ve “Afet Toplanma Alanı” olarak belirlenmiş bir park.

* Teklif plan, “Tarihi ve Kentsel Sit Alanı” sınırından geçmekte. Sit alanı dahilindeki Maçka Parkı’na ve hem de Maçka Caddesi güzergahında yer alan Tarihi Maçka Maden Fakültesi, Maçka Teknik Lisesi vb. önemli tarihi nitelikli binalara zarar vereceği düşünülmekte.

 

(Bianet)

Uber’in patronu Trump’ın danışmanlığından ayrıldı

İnternet üzerinden taksi hizmeti veren Uber şirketinin kurucularından olan Travis Kalanick, ABD Başkanı Donald Trump’un ekonomik danışma kurulundan “yoğun tepki” nedeniyle ayrıldığını açıkladı.

Uber şirketinin kurucularından Travis Kalanick

Kalanick kararını çalışanlarına duyurduğu yazışmada, “Kurula katılmam başkana destek anlamına gelmiyordu ama ne yazık ki tamamıyla böyle anlaşıldı” ifadesini kullandı.

40 yaşındaki Kalanick’in kurula katılma kararı, çalışanları tarafından da eleştirilmişti.

Uber, sahadaki sürücüler de dahil olmak üzere, vize yasağından, etkilenebilecek çok sayıda çalışanı olan teknoloji şirketlerinden biri.

Şirket, Donald Trump başkan seçildikten sonra sert eleştirilerin hedefi durumuna geldi.

Sosyal medyada başlatılan “uberisil” etiketi sonrası şirket, uygulamayı telefonlarından silen kullanıcılarına e-posta yoluyla ulaşarak, “endişelerini paylaştığını” açıklamış, yasaktan etkilenen sürücülere destek olacağı sözünü vermişti.

Firma, bunun için de 3 milyon dolarlık bir fon oluşturulduğunu açıklamıştı.

Kalanick’in ayrılma kararı, New York’taki çoğu göçmen 40 bine yakın Uber sürücüsünün bağlı olduğu Bağımsız Sürücüler Birliği tarafından da desteklendi.

Elon Musk da kurulda

Kalanick’in ayrılması ile gündeme gelen Donald Trump’ın ekonomik danışma kurulunda, Tesla’nın patron Elon Musk da bulunuyor.

BBC’nin ulaştığı Tesla sözcüsü, Elon Musk’ın kuruldaki pozisyonunu değerlendirip değerlendirmediği ile ilgili bir soruya yorum yapmaktan kaçındı.

Teknoloji firmaları Microsoft, Google, Apple ve Amazon, Trump’ın vize yasağı kararına açıkça karşı çıkmıştı.

 

(BBC Türkçe)

Referandum tartışmaları: Seçmeni sorumluluk almaya kim ikna edecek? – Kemal Can

Kemal Can’ın yazısı gazeteduvar.com.tr sitesinden alındı

Seçmenin bu referandumun en önemli siyasi aktörü olmasının bir başka gerekçesi de, işte bu noktada ortaya çıkıyor: Siyasi sorumluluk ve basiret sadece partilere ve yöneticilerine ait kavramlar değil.Türkiye’de çok partili hayata geçildiğinden bu yana siyaset ve seçimler hep yoğun ilgi gördü. Seçime katılım oranları çok yüksek, gündem başlıkları arasında siyaset hep ilk sıralarda.

Bunun bir sürü nedeni var elbette, ama siyasete araçsal yaklaşan ve derin bir demokratik deneyimden beslenmeyen bir ilişki alışkanlığının önemli payı var: Seçimlerle temas edilen siyaset, devletle ilişkilenmenin yegane aracı. Doktor, avukat veya muhasebeci seçerken, mesleki yeterlilik veya uzmanlıktan çok, tanışlık ya da hemşehriliği öne alabilen ilişki pratiği, siyasetçisiyle de benzer ve hep devam edecek bir temas arıyor. Tehdit algısı büyüdüğünde mahalle mensubiyeti ana siyasi motivasyon haline gelebiliyor. Kamplaşma arttığında siyaset geriye çekiliyor ve siyasi aktörlerin “vekalet çatışması” sahneyi dolduruyor. Seçmen, “çatışma vekillerini” ve “daha sonra iktidara açılacak kapıları” seçebildiği sürece aslında sınırlı bir siyasi iradeye razı oluyor. Ancak, ilk bakışta sert görünen bu kutuplaşmanın pragmatik bir kökü de var.

Otoriter, totaliter iktidarların pek sevdiği referandumlar ise, “sorumluluk makamını” değiştirdiği için seçimle aynı ilgiyi görmüyor. Belki, seçmen “sınav”a çekilmekten hoşlanmıyor, belki de sorumluluk almayı sevmiyor. Bu referandumda en önemli siyasi aktör partiler değil bizzat seçmen. Çünkü, aslında AKP’yi iktidar yapan / tutan “siyasetle ilişki” biçimine alışık seçmen, referandumun en açık kaybedeni olma tehdidiyle karşı karşıya.

Evet bloğunun, anketlere de yansıyan önemli sıkıntılarından biri bu. AKP seçmeninin bir kısım, MHP’nin kahir ekseriyeti, siyasetle temas imkanlarının azalacağını, vekalet ilişkisinin yerine velayetin geleceğini sezmiş. Aslında bu sezgi, çok da yeni değil. Ortaya atıldığı günden beri, başkanlık sistemine AKP seçmeninin desteği hiç tam olmadı. Seçmenin şüpheyle yaklaştığı, “milli irade” gazlaması dışında konumunu göremiyor olması. 7 Haziran 1 Kasım arasında “başarıyla” işletilen şiddetle rehin alma politikası, “Allahın lütfu 15 Temmuz” ve “dış – iç düşman” söylemi desteği biraz tırmandırmış olsa da, seçmen hala “evet” sorumluluğunu almak istemiyor.

Anayasa değişikliğinin TBMM’deki oylamasında, milletvekilleri kendi mevcudiyetlerini kısa vadeli bir hesapla harcamaya zorlandı ama seçmenin bunu tekrar edeceğinin bir garantisi yok. Katılımın düşük ama “evet” motivasyonunun daha yüksek olduğu 2007 ve 2010 referandumlarında kendi seçmeni için “seçim” havası yaratan AKP’nin bu kez “pozitif” argümanları çok zayıf. “Güçlü Türkiye İçin Evet” gibi bir slogan, “ne yapamadığınız için bunu istiyorsunuz?” sorusunu karşılamaktan hayli uzak. Üstelik, 2007’deki “Köşkün kapısını açma” 2010’daki “vesayet yıkma” sosları da bu sefer yok. Üstelik, Anayasa değişikliklikleri için ileri sürülen bütün endişeleri, “eskiden de vardı”, “bir şey değişmiyor” şeklinde karşılamaya çalışmak, kendiliğinden “öyleyse ne değişiyor?” sorusunu gündeme getiriyor.

“Evet çıkınca terör biter” sözleri, AKP ve MHP seçmeni tarafından bile şantaj olarak algılanıyor. CHP’ye ve ana akım medyaya da kabul ettirilmiş olan *şiddetin geri gelme” kronolojisiyle ilgili manipülasyon açığa düşüyor. “Haçlı saldırıları” yüzünden olacaklarla seçmeni ikna etme ihalesini alan MHP’nin kendi tabanında bir karşılık bulmadığı, hatta hayli dar alana sıkışmış parti içi muhalefetin “hayır” motivasyonu ile yeniden canlandığı sır değil. İşte bu yüzden, AKP’nin referandumu seçim havasından çıkartıp, kendi seçmenindeki fireyi ve karşı blok seçmenini sandıktan uzak tutacak bir kampanya hazırladığı yolunda pek çok haber var.

Seçmenin bu referandumun en önemli siyasi aktörü olmasının bir başka gerekçesi de, işte bu noktada ortaya çıkıyor: Siyasi sorumluluk ve basiret sadece partilere ve yöneticilerine ait kavramlar değil. Siyaset literatürü ve yaşanan tarih, kalabalıkların büyük hatalara, hatta suçlara onay verdiği örneklerle dolu. Kalabalıklar “milli irade” ismiyle yanlıştan azade olmuyor. Ama henüz seçmen “hayır” sorumluluğunu da almış değil.

“Hayır bloğunun” bir kısmının, özellikle de CHP’nin, seçmeni siyasi sorumluluğa teşvik yerine, “evet bloğunun” kullandığı hassasiyetleri tersine çevirmeye dönük taktik hamlelere daha yakın durması da bunu zorlaştırıyor. Örneğin, “savaş politikası” için iktidarın kullandığı olay dizinini aynen tekrarlayıp, kronolojinin başına ” onlar da göz yumdular” yerleştirince MHP’li seçmeni evetten uzaklaştırır ama hayır için sorumluluğa ikna edemezsiniz. “Kalabalığın suyuna giderek”, onun “kötücül reflekslerini kullanarak” geçici siyasi avantaj sağlama hesapları, sonucu yenilgi gibi görünse bile sürecin kendisinin sağlayacağı gerçek zaferden vazgeçmek anlamına geliyor.

İçinde yaşadığımız bu siyasi istikrar(sızlık) tablosunun kendi finalini yapıp yapamaması ve sonucu bir çıkış kapısına dönüştürüp dönüştürememek, bu referandumun sonucundan çok yarattığı tartışmalarla ilgili olacak.

Kemal Can  – Gazete Duvar

‘Elektrikli araçlar ve Güneş enerjisi küresel petrol ve kömür talebini durdurabilir’

Imperial College London’a bağlı Grantham Instititute ve Carbon Iniative’nin birlikte yazdıkları ve bugün yayımladıkları yeni rapor, fosil yakıtların desteklenmesi görüşüne meydan okuyor ve elektrikli araçlar ve güneş enerjisi maliyetlerindeki düşüşün küresel petrol ve kömür talebini durdurabileceğini öne sürüyor.

Grantham Instititute ve Carbon Iniative’in ortaklaşa hazırladıkları ve bu link üzerinden erişebileceğiniz raporun içeriğine dair detaylar ise şu şekilde:

Düşük karbonlu teknolojiler fosil yakıtların büyümesine son verebilir. Elektrikli otomobil ve güneş enerjisi büyümeye devam ettikçe 2020 sonrasında petrol ve kömür büyümesi duracak.

Imperial College London’a bağlı Grantham Instititute ve Carbon Iniative’nin birlikte yazdıkları ve bugün yayımladıkları yeni rapor, fosil yakıtların desteklenmesi görüşüne meydan okuyor ve elektrikli araçlar ve güneş enerjisi maliyetlerindeki düşüşün küresel petrol ve kömür talebini durdurabileceğini öne sürüyor.

Yapılan senaryo analizi, büyük enerji şirketlerini baz senaryo (Business As Usual-BAU) yaklaşımında düşük-karbon alanındaki gelişmeleri ciddi biçimde hafife aldıkları ve fosil yakıt varlıklarının düşük karbona geçişin hızlanmasıyla birlikte atıl konuma düşeceğini konusunda uyarıyor. Sadece elektrikli otomobiller (EV) 2025 itibarıyla (2014-2015 ‘te petrol fiyatlarının çökmesine neden olan miktar olan) günlük 2 milyon varil üretimi atıl durumda kalabilir yol açabilir. Bu senaryo, sektörün sürekli artan petrol talebi beklentisinin tam aksine, 2040 itibarıyla günlük 16 milyon varil ve 2050 itibarıyla günlük 25 milyon varil miktarında petrol talebinin atıl durumda kalacağını öngörüyor.

Carbon Tracker’dan Uzman Araştırmacı Luke Sussams’a göre: “Elektrikli otomobiller ve güneş enerjisi fosil yakıt endüstrisinin devamlı olarak hafife aldığı dönüştürücüler. Bundan sonra geliştirilecek teknolojiler sayesinde senaryolarımız beş yıl sonra tutucu sayılabilir ve bu durumda da şirketlerin yanlış okuduğu talep daha da büyüyebilir.

Enerji ve kara ulaşımı sektörleri fosil yakıt tüketiminin hemen hemen yarısını oluşturuyor, bundan dolayı da güneş fotovoltaik (PV) ve elektrikli otomobillerdeki büyümenin talep üzerinde çok büyük etkisi olabiliyor. Rapor, BAU senaryolarının artık kullanılmaması gerektiğini savunuyor. Senaryolar, düşük karbona geçisin halihazırdaki durumunu yansıtmak için artık, en azından, PV ve elektrikli otomobiller için öngörülen en son maliyet düşüş projeksiyonlarını ve ülkelerin Paris İklim Anlaşması çerçevesinde Ulusal Katkı Niyet Beyanları’nda (INDC) belirttikleri emisyon taahhütlerini içermeli.

Bu yeni “başlangıç noktası” senaryosu halihazırdaki durumu daha iyi yansıtıyor ve aşağıdaki bulguları ortaya koyuyor:

  • Küresel enerji üretiminin 2040 yılında %23’ünü, 2050 itibarıyla da %29’u Güneş PV tarafından karşılanabilir ve PV kömürden tamamıyla vazgeçilmesini ve doğalgazın sadece %1’lik bir piyasa payına sahip olmasını sağlayabilir. Buna karşın, ExxonMobil’in projeksiyonlarına göre 2040 yılı itibarıyla tüm yenilenebilirler küresel enerji üretimin sadece %11’ini karşılayabilecek.
  • Elektrikli otomobiller 2035 itibarıyla kara ulaşımı piyasasının üçte birini, 2040 itibarıyla yüzde elliden fazlasını ve 2050 itibarıyla pazar payının üçte ikisini oluşturabilir. BP’nin 2017 projeksiyonlarında elektrikli otomobillerin 2035 itibarıyla piyasanın sadece %6’sını oluşturması bekleniyor.
  • Kömür talebinin 2020 yılında tepe noktaya ulaşıp, 2050 itibarıyla 2012 seviyelerinin %50 altına düşebilir. Petrol talebi 2020 ile 2030 arası sabit kalabilir ve ardından 2050’ye kadarsürekli bir düşüş yaşayabilir. Çoğu büyük petrol ve kömür şirketi kömürün 2030’dan, petrol talebinin de 2040 yılından önce tepe yapmasını beklemiyor.
  • Bu senaryoda küresel ısınma 2100 itibarıyla (sırasıyla %50 ve %66 ihtimalle) 2.4°C ve 2.7°C dereceyle sınırlandırılacak. Bunlar 4°C derece ve üstünü öngören ve enerji endüstrisi tarafından sıkça kullanılan BAU senaryolarından çok daha düşük rakamlar. Bu da, bu raporun odaklandığı enerji ve kara ulaşımı sektörlerinin dışında (ağır endüstriler, hava ve deniz ulaşımı gibi sektörlerinde) belirli karbonsuzlaştırma (dekarbonizasyon) çalışmaları yapıldığı takdirde, küresel ısınmanın daha da düşük bir seviyede tutulabileceğini ortaya koyuyor

Beklenilmeyeni beklemek: Düşük Karbon Teknolojilerinin Etkileri Raporu, on yıllık bir süre içinde fosil yakıtların piyasa paylarının %10’unu PV ve elektrikli otomobillere kaybedebileceği konusunda uyarıda bulunuyor. Bu kulağa yüksek bir rakam gibi gelmeyebilir ancak talep bir kez düşmesi sonun başlangıcı anlamına gelebilir. Enerji piyasasındaki payında yaşadığı %10 ‘luk bir düşüş Amerika Birleşik Devletleri kömür madenciliği endüstrisinin çökmesine neden oldu ve PV’nin de büyük bir parçasını oluşturduğu yenilenebilir enerjideki %8’lik büyümeye hazırlıksız yakalandıkları için 2008 ile 2013 yılları arasında Avrupa’nın beş büyük enerji şirketi 100 milyar Euro’dan fazla değer kaybetti.

Carbon Tracker Baş Araştırmacısı James Leaton’a göre: “Baz senaryo (BAU) artık enerji sektörü gerçekliklerine uygun değil ve kullanımdan kaldırılmalıdır. Kritik eşiği bazı şirketlerin sandığından on yıllarca önce başaracak birçok düşük karbon teknolojisi mevcut.”

Rapor, Finansal İstikrar Kurulu İklimle İlişkili Finansal Açıklamadan Sorumlu Özel Komitesi ‘nin önerdiği üzere ,senaryo analizlerinde temel alınan varsayımlar konusunda şeffaflık ilkesini benimsiyor ve şirketlere de, piyasanın baz senaryonun temellerini anlayabilmesi için, aynısı yapmaları çağrısında bulunuyor.

Rapor, uluslararası iklim hedeflerinin yanında PV ve elektrikli otomobil alanında yaşanacak gerçekçi ilerlemelerin gelecekte fosil yakıt talebini nasıl etkileyeceğini inceliyor. Rapor, farklı seviyelerde küresel iklim politikası çalışmaları ve enerji talepleri için, en yeni PV ve elektrikli otomobil verileri ve maliyet projeksiyonlarını kullanarak bir dizi senaryo modeli kuruyor. Raporda kullanılan senaryolar, yazıcıda basılabilecek PV’ler gibi, yeni teknolojiler sayesinde birkaç yıl sonra tutucu senaryolar olarak görülebilir.

Imperial College’de Kıdemli Araştırmacı olarak çalışan Ajay Gambhir’e göre: “Birçok düşük karbon yol haritası analizi 2oC derece gibi iddialı iklim hedeflerini gerçekleştirmek için yapılması gerekenleri ele alıyor. Bu raporda biz, en yeni PV ve elektrikli otomobil maliyet projeksiyonlarını kullanarak, en düşük maliyetli seçenekler kullanıldığı takdirde küresel enerji sistemi ve küresel ısılara ne olacağına baktık. Bu teknolojilerin maliyet düşüren olası sonuçlarını anlamamızın vakti geldi.”

GÜNEŞ FOTOVOLTAİKLERİ (PV) – Güneş fotovoltaik maliyeti son yedi yıl içinde %85 düştü ve bu araştırmanın başlangıç senaryosu PV’de 2030 ile 2040 yılları arasında 5000 GW’dan büyük bir ek kurulu güçle büyük bir büyüme yaşanacağını ve PV’nin“küresel ölçekte, alternatif enerji seçeneklerinden daha ucuz” olacağını öngörüyor. Raporda, “bu denli hızlı bir değişimin yaşanacağı bir senaryoda, fosil yakıt varlıkların topluca atıl duruma düşmeleri çok olası” olduğu ifade ediliyor.

ELEKTRİKLİ OTOMOBİLLER –  Elektrikli otomobiller mevcut durumda her yıl %60 büyüyor ve şimdiden yollarda bir milyondan fazla elektrikli otomobil bulunuyor. ABD Enerji Bakanlığı’na göre, batarya maliyetleri yedi yıl içinde %73 düşerek, 2015’teki 268$ABD/kWh rakamına ulaştı. Elektrikli otomobil üreticisi Tesla bu rakamın 2020 itibarıyla 100$ABD/kWh’a düşmesini öngörüyor. Bizim senaryolarımız, 2020 itibarıyla elektrikli otomobillerin geleneksel içten yanmalı motorlardan daha ucuz olacağını varsayıyor.

Rapor, elektrikli otomobillerin 2030 itibarıyla kara ulaşım piyasanın beşte birini oluşturabileceğini ve hidrojenli otomobiller ve yakıt/elektrik hibrit otomobillerdeki ek bir büyümenin geleneksel içten yanmalı motorların piyasa payının %50’nin altına düşmesine yol açabileceğini ortaya koyuyor. 2050 yılı itibarıyla elektrikli otomobil sayısı 1.7 milyara (piyasanın %69’u) ulaşabilir ve bu durumda geleneksel içten yanmalı motorların piyasa payı %12’ye düşebilir.

İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ –  İklim değişikliğini engellemek için yürütülen çabalar INDC taahhütlerinden daha güçlü olduğu takdirde, PV ve elektrikli otomobil alanlarında yaşanacak pazar trendleri 2100 yılı itibarıyla küresel ısınmayı (sırasıyla %50 ve %66 ihtimalle) 2.2°C ve 2.4°C derecede sınırlandırabilir.

 

(Yeşil Gazete)