Ana Sayfa Blog Sayfa 3271

Romanya’da ‘yolsuzluk affı’ yasa tasarısının iptaline rağmen yüzbinler yürüdü

Romanya’da hükümetin ‘yolsuzluk affı’ olarak anılan yasa tasarısını iptal etmesine karşın yüzbinlerce kişi protesto eylemlerini sürdürdü.

Uygulamaya girmesi halinde, birçok siyasetçiyi yolsuzluk soruşturmalarına karşı koruyacak tasarı nedeniyle son günlerde ülkede 1989’da komünizmin yıkılmasından bu yanaki en büyük gösteriler düzenlendi.

Tasarı, kabinenin acil bir toplantı yapmasının ardından iptal edildi.

Ancak eylemciler, hükümetin tasarıyı yeniden yazma ve tartışılması için parlamentoya geri göndermesinden kaygılı olduklarını söylediler.

Romanya televizyonu, ülke çapındaki eylemlere katılan göstericilerin sayısını yarım milyon olarak tahmin etti.

Associted Press Haber Ajansına konuşan protestocu Profira Popo “Bu hükümet, en üst düzeyden en altına mafya gibi örgütlenmiş ve biz böyle bir şey istemiyoruz” dedi.

Kararnameyle, 44 bin Euro’dan daha az miktardaki yolsuzluklar, suç olmaktan çıkarılıyordu.

Yeni yasadan yararlanacakların başında, devleti 24 bin dolandırdığı iddiasıyla hakkında soruşturma başlatılan, hükümetteti Sosyal demokrat PSD’nin lideri Liviu Dragnea da vardı.

Hükümetse, değişikliğin hapishanelerdeki kalabalığı azaltmak ve bazı yasaları anayasaya uydurmak olduğunu savunuyordu.

 

(BBC Türkçe)

Varlık Fonu, Türkiye’nin gelecek rehnidir – Çiğdem Toker

Bu yazı ilk olarak 15 Ağustos 2016‘da cumhuriyet.com.tr/ de yayınlanmıştır

Bugün, ülkenin kaderini belirleyecek önemdeki bir düzenleme Plan Bütçe Komisyonu’nda görüşülmeye başlanacak: Türkiye Varlık Fonu.

Parlamento’nun laf olsun diye değil, gerçekten ciddiye alındığı koşullar altında, adamakıllı bir kanun tasarısı halinde gelmesi gereken bu düzenleme, AKP’li 16 milletvekilinin imzasını taşıyan “kanun teklifi” olarak komisyon önünde.
Kanun teklifinin, tasarıyla kıyaslandığında, çok daha kısa ve “çöpsüz üzüm” tadında zahmetsiz bir yol katettiğini anımsatıp düzenlemenin getireceği sistemi özetleyelim:

Bu teklif yasalaşıp yürürlüğe girdiği gün, Türkiye Varlık Yönetimi A.Ş. kurulmuş oluyor.

Başbakanlık’a bağlı olacak bu şirket de Türkiye Varlık Fonu’nu kuruyor.

Muhalefet bu teklife “kanunlar üstü” diyor ama maddeler incelendiğinde bu niteleme enikonu naif kalıyor. Fon ve şirket, kanunlar üstü değil, resmen “kanunlar dışı” bir biçimde tasarlanmış.

***

Öyle şirket düşünün ki, özel hukuk hükümlerine tabi ama Başbakanlık’a bağlı.

Kurulur kurulmaz Ticaret Sicili’ne tescil edilmiş sayılacak.

Ama Kurumlar Vergisi’ne tabii değil.

Tahvil ihraç edecek, repo – ters repo yapacak, gayrimenkul sertifikaları çıkaracak, yabancı şirketlerin yatırımlarına ortak olacak.

Ama Sermaye Piyasası Kanunu’na tabi değil.

Her düzeyde yüzlerce çalışan istihdam edecek.

Ama Devlet Memurları Kanunu’na tabi değil.

Onlarca ihale açacak, milyonluk alımlar yapacak.

Ama ihale mevzuatına tabi değil.

Otoyol, Kanal İstanbul, 3. köprü, 3. havalimanı, Akkuyu Nükleer Santralına finansman sağlayacak.

Ama Sayıştay denetimine tabi değil.

Meseleyi biraz daha açmak adına bir ayrıntı paylaşalım: Kanun teklifinin 8. maddesinin gerekçesinde, bu Fonun hangi yasalara tabi OLMAYACAĞI listelenmiş. Bir A4 sayfasına yakın bu listede ben 18 kanun ve KHK saydım.

***

İşin uzmanları, “etmeyin eylemeyin, Varlık Fonları, zengin madenleri doğal kaynakları olan, kaynak, nakit fazlası yaratan ülkelerin işidir” diyor ama aldıran yok.

Bilakis, teklifin gerekçesine baktığınızda, onca laf kalabalığının arasında gerçek niyeti apaçık görüyorsunuz:

Otoyollar, Kanal İstanbul, üçüncü köprü ve havalimanı, nükleer santral gibi büyük altyapı projelerine kamu kesimi borcu artırılmadan finansman sağlanması.”

E, hani bu projelerin finansmanında sorun yoktu? Herkesçe bilinen büyük müteahhitlik şirketleri kredileri bulup getirmişti. Hani, Hazine bu borçları bir yönetmelikte üstlenmişti?

Ne oldu? Dolar üzerinden 20-30 yıl sürelerle verilen alım, araç geçiş, yolcu garantilerinde sıkıntı mı var acaba?

Hani yap-işlet-devret modeliyle yapılan bu büyük projelerde devletin cebinden bir kuruş çıkmıyordu?

Türkiye Varlık Fonu teklifinin gerekçesine baktığınızda, kurulacak şirketin sermayesini 50 milyon TL olacağı ve Özelleştirme Fonu’ndan karşılanacağı yazıyor.

Bu sermayenin kaynağı kamu değil mi?

Fona devredeceği belirtilen kurumların nakit fazlası, bu milletin değil mi?

Bir yandan yatırımcıyı “ayağına turkuvaz halı” sereceğiz diye teşviklere boğarken, diğer yandan hukuku ve denetimi hiç sayan bir mekanizma kuruyor iktidar.

Sadece bizlerin değil, gelecek kuşakların yaşamını rehin edecek bir düzenlemeden söz ediyoruz.

Kimse kimseyi kandırmasın:

Türkiye Varlık Fonu, “büyüme artışı” maskesi arkasında bu rejimin yere göğe koyamadığı 3. havalimanı, 3. köprü, Osmangazi Köprüsü ve ihalesi yeni yapılacak Kanal İstanbul’u, baş göstereceği anlaşılan finansman sıkışıklığından kurtarma işidir.

Bu yazı ilk olarak 15 Ağustos 2016‘da cumhuriyet.com.tr/ de yayınlanmıştır

 

Çiğdem Toker

Ziraat Bankası, PTT, BOTAŞ ve bazı kamu şirketleri Varlık Fonuna devredildi

Hükümet, Başbakanlık’a bağlı kurulan ve Sayıştay denetimi dışında bırakılan Türkiye Varlık Fonu’nu iki yeni kararname ile daha da genişletti. Ziraat Bankası, BOTAŞ, PTT, Türkiye Petrolleri, Borsa İstanbul ve TÜRKSAT’ın sermayelerindeki hazine hisseleri ile Türk Telekom’un yüzde 6.68’lik hissesi, Eti Maden ve Çaykur fona aktarıldı. Sabah saatlerinde THY’nin yüzde 49.12’si ile Halkbank’ın yüzde 51.11’i hissesinin Varlık Fonu’na devredileceği açıklandı.

Hükümet, büyük projelerin finansmanı için Ağustos ayında kurduğu Türkiye Varlık Fonu’na yeni devir kararları aldı. Bu kapsamda aralarında İstanbul’un da bulunduğu 7 ildeki toplam 2 milyon 229 bin 834 metrekare arazi Fon’a devredildi. Ayrıca; Ziraat Bankası, BOTAŞ, PTT, Türkiye Petrolleri, Borsa İstanbul ve TÜRKSAT’ın sermayelerindeki hazine fonlarının tamamı ile Türk Telekom’un sermayesindeki hazineye ait yüzde 6.68 oranındaki hisse Fon’a aktarıldı. Eti Maden ve Çaykur da Fon’a devredildi. Bakanlar Kurulu ayrıca, Savunma Sanayii Destekleme Fonu’ndan 3 milyar TL’yi 3 ay sonra geri ödenmesi koşuluyla Türkiye Varlık Fonu’na aktardı.

Çıkmazdaki projelere kaynak

Ağustos ayında çıkarılan yasa ile Başbakanlık’a bağlı olarak kurulan Türkiye Varlık Fonu’nun hacmi, dün Resmi Gazete’de yayımlanan iki kararname ile daha da genişledi. Fon, “kamuya ait varlıkları ekonomiye kazandırmak, dış kaynak temin etmek; Kanal İstanbul, üçüncü köprü ve havaalanı, nükleer santral gibi stratejik ve büyük ölçekli yatırımlara kaynak sağlamak” amacıyla kurulmuştu.

ÇAYKUR, ETİ, BOTAŞ, TPAO

Karara göre, mülkiyeti hazineye ait; Antalya, Aydın, Isparta, İstanbul, İzmir, Kayseri ve Muğla kentlerindeki toplam 2 milyon 229 bin 834 metrekare taşınmazın tahsisi kaldırıldı ve Türkiye Varlık Fonu’na devredildi. Ayrıca, Ziraat Bankası, Boru Hatları İle Petrol Taşıma Anonim Şirketi (BOTAŞ), PTT, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı, Borsa İstanbul ve TÜRKSAT anonim şirketlerinin sermayelerinde bulunan hisselerin tamamı Fon’a devredildi. Türk Telekom’un sermayesindeki yüzde 6.68 oranındaki Hazine hissesi de Fon’a aktarıldı. Aynı kararla Eti Maden İşletmeleri Genel Müdürlüğü ile Çay İşletmeleri Genel Müdürlüğü’nün de Türkiye Varlık Fonu’na aktarılması sağlandı.

THY VE HALK BANKASI HİSSELERİ DE FON’A DEVREDİLDİ

Türkiye Varlık Fonu’na bugün de yeni devirler oldu. Sabah saatlerinde Özelleştirme İdaresi Başkanlığı KAP’a ileterek THY’nin yüzde 49.12’si ile Halkbank’ın yüzde 51.11’i Varlık Fonu’na devredildi.

Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nın Kamuyu Aydınlatma Platformu’na (KAP) yaptığı açıklamada, “Özelleştirme kapsam ve programında bulunan THY’nin yüzde 49.12 ve Türkiye Halkbankası’nın yüzde 51.1 oranındaki hisselerinin özelleştirme kapsam ve programından çıkartılarak gerekli izinlerin alınmasına müteakip Türkiye Varlık Fonu Yönetimi Anonim Şirketinin Kurulması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair 19 Ağustos 2016 tarihli Kanun uyarınca Türkiye Varlık Fonu’na devrine karar verilmiştir” denildi.

Fon’un işlevi hâlâ belli değil

Başbakanlık kaynakları, Fon’a devredilen şirketlerin mevcut yönetimleri ve işletme politikalarının, iş planları, yatırım ve büyüme stratejilerine uygun olarak devam edeceğini aktardı. Kaynaklar, söz konusu şirketlerin Fon tarafından Bakanlar Kurulu’nca daha sonra onaylanacak Stratejik Yatırım Planı çerçevesinde yönetileceğini bildirdi.

Öte yandan yine dünkü Resmi Gazete’nin mükerrer sayısında yayımlanan ikinci kararname ile Savunma Sanayii Destekleme Fonu’ndan 3 milyar TL tutarındaki kaynak da Türkiye Varlık Fonu’na aktarılacak. Şirketin 50 milyon TL sermaye ile kurulması karşısında aktarılan son kaynağın büyüklüğü dikkat çekti. Dün aktarılan bu kaynak 3 ay içerisinde geri ödenecek.

‘Hükümet AŞ’yi Sayıştay değil Başbakan denetliyor

Kuruluş yasasının ilk halinde Fon, Sayıştay denetiminden muaf tutulmuştu. Ancak yasanın TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’ndaki görüşmeleri sırasında, muhalefet milletvekillerinin itirazı üzerine küçük bir geri adım atılmış son dakika düzenlemesi ile “bağımsız denetim” sonucu oluşturulan mali tablolar ve yıllık faaliyetlerin “Başbakan tarafından görevlendirilecek 3 merkezi denetim elemanı” tarafından denetlenmesi sağlandı.

 

(Cumhuriyet)

Varlık fonu nedir, nasıl çalışır? – Mahfi Eğilmez

Bu yazı mahfiegilmez.com/ den alınmıştır

*Mahfi Eğilmez’in 2016’da kaleme aldığı yazı

Ulusal Varlık Fonları, çeşitli finansal varlıklara yatırım yaparak gelirini artırmayı hedefleyen, devletin sahipliği ve yönetimi altında çalışan fonlardır. Bu fonun geliri genellikle bütçe fazlalarından oluşur. Bir ülke eğer bütçe fazlası veriyorsa bu fazlayı 4 şekilde kullanabilir: (1) Harcamalarını artırır. (2) Mevcut vergi yükünü düşürür. (3) Borçlarını erken ödemeye tabi tutabilir. (4) Bir varlık fonu kurarak bütçe fazlalarını buraya aktarır ve bu fonla ulusal ya da yabancı bazı finansal varlıkları satın alıp gelirlerini artırmaya çalışarak gelecek kuşaklara refahı aktarma yoluna gidebilir.

Bu tür fon yönetimlerinde temel hareket noktası varlıkları risk ve getiri dengesini gözeterek kazanç amaçlı kullanmaktır. Bu işlemleri, bütçe kısıtlamaları ve parlamentonun sıkı denetimi altında yürütmek kolay değildir. Varlık fonu kuruluşunun bir nedeni de bu kısıtlamalardan kurtulmaktır.

Varlık fonunun amacı nedir, nerede kurulur?

Bir varlık fonu kurulmasının genel olarak iki temel amacı vardır: (1) Ülke ekonomisinin, konjonktürel etkilerden kurtarılarak istikrarlı biçimde işlemesini sağlamak. (2) Gelecek kuşaklara refah aktarabilmek. Bu çerçeveden bakınca fonun varlıkları ve getirilerinin karşılaşacağı risklerden yüksek olması gereklidir.

Varlık fonlarının kuruluş yeri olarak iki farklı uygulama söz konusudur: (1) Varlık Fonları, Merkez Bankası nezdinde kurulabilmektedir. Merkez Bankaları, rezervlerini değerlendirirken benzer işlemler yaptıkları için belirli bir deneyime sahiptirler. Ayrıca Merkez Bankalarının bağımsız yapısı bu tür fonların yönetimini siyasal etkilerden uzak yürütebileceği izlenimi vermekte, dolayısıyla kamuoyu nezdinde güven yaratmaktadır. (2) Varlık Fonları, ayrı bir şirket ya da idare olarak kurulabilmektedir. Bu tür bir kuruluşun, kendisini kanıtlayana kadar güven sorunuyla ve eleştirilerle karşılaşması olasılığı yüksektir.

Varlık fonunun temel dayanağı nedir? 

Bir varlık fonu kurulabilmesi için her şeyden önce bir varlık ya da kamu elinde oluşmuş bir gelir fazlalığı olması gerekir. Buna göre varlık fonları iki şekilde kurulabilmektedir: (1) Bir veya birden fazla emtiaya dayalı fonlar: Bunlar genellikle ihraç edilen emtianın gelirleri nedeniyle oluşan bütçe fazlalarından oluşur. Tipik örnekleri körfez ülkelerinin kurdukları fonlardır. Bu fonların çoğu ihraç edilen petrolden sağlanan gelirlerle oluşturulmuştur. Norveç’in kurduğu emeklilik fonu da benzer şekilde Kuzey Denizinden elde edilen petrol gelirlerinin yarattığı bütçe fazlasını gelecek kuşaklara aktarmayı amaçlamaktadır. (2) Bir emtiaya dayalı olmayan fonlar: Bunlar ya Dış ticaret fazlaları ile ya da emeklilik fonlarında biriken paralarla oluşturulmaktadır. Bu tür fonların tipik örnekleri Çin, Kore ve Hong Kong gibi ülkelerin kurdukları varlık fonlarıdır. ABD’nin her iki örneğe de giren birden fazla varlık fonu bulunmaktadır.

Varlık fonu nereye yatırım yapar?

Varlık fonları, ağırlıklı olarak, devlet tahvillerine, hisse senetlerine, yatırım fonlarına, çeşitli projelere geçici ya da kalıcı ortaklıklar yoluyla girip yatırım yaparlar. Bazı ülkeler varlık fonlarının yatırımlarıyla ilgili bazı kısıtlamalar ve standartlar getirmişlerdir. Örneğin birçok ülkede varlık fonları için S&P ve Fitch’in BBB – ve Moodys’in Baa3 kredi notları yatırım yapılabilir en düşük not olarak kabul edilmekte, bu notun altında kredi notu olan ülke tahvillerine yatırım yapılamamaktadır.

2006 yılında yaşanan subprime mortgage ve 2008 yılında yaşanan Lehman Brothers krizlerinin ardından ABD başta olmak üzere bu fonların bir bölümünün finansal sektör kuruluşlarını kurtarmakta kullanılması bunların uluslararası tartışma ve eleştirilerin hedefi haline gelmelerine neden olmuştur.

Türkiye Varlık Fonu’nun temel nitelikleri

Türkiye Varlık Fonu kurulmasına ilişkin yasanın genel gerekçesi ve başlıca maddelerindeki hükümlerden hareketle bu fonun niteliklerini ve amaçlarını özetleyebiliriz.

(1) Türkiye Varlık Fonu Yönetimi A.Ş. adı altında 50 milyon TL sermayeli bir anonim şirket kuruluyor. Başbakanlığa bağlı olarak çalışacak olan şirketin sermayesi, Özelleştirme İdaresi Başkanlığı tarafından konulacak. Şirketin yönetim kurulu en az 5 kişiden oluşacak ve başkan ve üyeleriyle şirket genel müdürü Başbakan tarafından atanacak. Bu anonim şirket özel hukuk hükümlerine tabi olacak. Şirket Türkiye Varlık Fonu İçtüzüğünü hazırlayacak ve bu iç tüzüğün tescili ile Türkiye Varlık Fonukurulacak. Ayrıca gerek görülmesi halinde Türkiye Varlık Fonuna bağlı alt fonlar kurulabilecek.

(2) Şirket tarafından Türkiye Varlık Fonu adına gerçekleştirilebilecek işlemler şöyle sıralanıyor: Yerli ve yabancı şirketlerin hisse senetleri, özelleştirme kapsam ve programına alınanlar dâhil olmak üzere Türkiye’de kurulan ihraççılara ait payların alınıp satılması. Türk Parası Kıymetini Koruma Hakkında 32 Sayılı Karar hükümleri çerçevesinde alım satımı yapılabilen yabancı kamu, özel sektör ve kamu borçlanma araçları ve ihraççı paylarının alınıp satılması. Vadeli mevduat ve katılma hesabı işlemlerinin yapılması. Hazine taşınmazları ve mevduat sertifikaları, altın ve diğer kıymetli madenler ile bu madenlere dayalı olarak ihraç edilen sermaye piyasası araçlarının alım satım işlemlerinin yapılması. Fon katılma payları, repo ve ters repo işlemleri, kira sertifikaları, gayrimenkul sertifikaları, varantlar ve sertifikalar, Takasbank para piyasası işlemleri, türev araç işlemlerinin nakit teminatları ve primleri, özel tasarlanmış yabancı yatırım araçları ve ikraz iştirak senetleriyle ilgili işlemlerin yapılması. Ulusal yatırımlar ile uluslararası alanlarda diğer devletler ve/veya yabancı şirketler tarafından yapılacak yatırımlara iştirak ve bunlarla sınırlı olmamak üzere diğer yatırım araçları işlemlerine girilmesi.

(3) Türkiye Varlık Fonunun kaynakları şu şekilde sayılıyor: a) Özelleştirme Yüksek Kurulu tarafından; özelleştirme kapsam ve programında bulunan ve Türkiye Varlık Fonuna devrine karar verilen kuruluş ve varlıklar ile Özelleştirme Fonundan Türkiye Varlık Fonuna aktarılmasına karar verilen nakit fazlası. (b) Kamu kurum ve kuruluşlarının tasarrufu altında bulunan ihtiyaç fazlası gelir, kaynak ve varlıklardan; Bakanlar Kurulu tarafından Türkiye Varlık Fonuna aktarılmasına veya Şirket tarafından yönetilmesine karar verilenler. (c) Türkiye Varlık Fonu tarafından yurtiçi ve yurtdışı sermaye ve para piyasalarından ilgili mevzuat kapsamında yer alan izin ve onaylar aranmaksızın sağlanan finansman ve kaynaklar. (d) Para ve sermaye piyasaları dışında diğer yöntemlerle sağlanan finansman ve kaynaklar.

(4) Şirket, Şirket tarafından kurulacak diğer şirketler, Türkiye Varlık Fonu ve Türkiye Varlık Fonu bünyesinde kurulacak alt fonlar Sayıştay denetimine tabi olmayacak. Şirket ve fonlar bağımsız denetime tabi olacaklar. Türkiye Varlık Fonu bünyesinde kurulacak fonlar, Sermaye Piyasası Kanunu kapsamında bağımsız denetime tabi olacak.

(5) Şirket, varlık Fonu ve bu yasaya göre kurulan şirketler, alt fonlar gelir ve kurumlar vergisinden muaf tutuluyor, ayrıca yapacağı işlemlerin bir bölümü de KDV gibi vergilerden istisna ediliyor.

Türkiye Varlık Fonundan beklentiler

Türkiye Varlık Fonundan beklentiler yasanın genel gerekçesinde sıralanmış bulunuyor. Buna göre;

(a) Türkiye Varlık Fonunun kurulmasıyla büyüme oranında artış sağlanacak.

(b) Sermaye piyasalarında büyüme ve derinleşme hızlanacak.

(c) İslami finansman varlıklarının kullanılması yaygınlaşacak.

(d) Yapılacak yatırımlarla yüzbinlerce kişiye istihdam olanakları sağlanacak.

(e) Savunma, havacılık, yazılım gibi alanlardaki yerli şirketlerin sermaye ve proje bazında desteklenmesiyle küresel oyuncu konumuna geçmeleri sağlanacak.

(f) Otoyollar, Kanal İstanbul, Üçüncü Köprü ve Havalimanı, Nükleer Santral gibi büyük altyapı projelerine kamu kesimi borcu artırılmadan finansman bulunacak.

(g) Katılım finansmanı sektör payı artırılacak.

(h) Arz güvenliğini sağlamak üzere, Türkiye için önem taşıyan petrol, doğalgaz gibi yurtdışındaki stratejik sektörlere bürokratik kısıtlamalara bağlı olmadan doğrudan yatırım yapılabilmesi gerçekleştirilecek.

(i) Bu Fon, ekonominin yapısal sorunlarını aşmakta katkı sağlamanın yanı sıra dış politikanın önemli bir enstrümanı olarak Türkiye’nin uluslararası arenada daha fazla söz sahibi olmasına katkı sağlayacak.

Türkiye Varlık Fonu’na ilişkin eleştirilerim

(1) Türkiye Varlık Fonu, yukarıda ana çizgilerini özetlediğimiz şekliyle herhangi bir emtiaya ya da bir gelir fazlalığına dayanmamaktadır. Türkiye’nin petrol, doğalgaz gibi bir emtiayı ihraç ederek elde ettiği gelirleriyle yaratabildiği bir bütçe fazlası olmadığı gibi cari fazlası veya fazla veren bir kamu emeklilik sistemi de yoktur. Tam tersine Türkiye, son dönemlerde azaltmış olsa da bütçe açığı ve cari açık veren, kamu emeklilik sisteminin açığını da bütçeden karşılayan bir sisteme sahiptir. Gelir fazlası olan tek kamu fonu İşsizlik Sigortasıdır. O da bu amaç için kullanılamayacak bir fondur. Özetle Türkiye’nin bir varlık fonu kurmak için gerekli emtiası da gelir fazlası da yoktur.

(2) Fon’un gelirleri sıralanmış olduğu halde giderlerinin hangi alanlara yöneleceği konusunda yasada hiçbir açıklama bulunmamaktadır. Hangi giderlere yöneleceğini kanun metninden değil genel gerekçedeki açıklamalardan anlıyoruz. Bu durumda bu yasaya göre yapılacak gider denetiminin neye dayanarak yapılacağını çıkarmak mümkün görünmemektedir.

(3) Varlık Fonu için yeni bir gelir tanımlanmamakta, sadece bütçeye gidecek gelirlerin bir bölümü bu Fon’a aktarılmış olmaktadır. Normal olarak bütçeye aktarılan özelleştirme gelirlerinin Fon’a yönlendirilmesi ve bütçe gelirlerinden Fon’a pay verilmesi, bütçe gelirlerinin azalmasına ve dolayısıyla bütçe açıklarının artmasına yol açacak bir gelişmedir.

(4) Bankaların finans sektöründeki egemenliğinin azaltılması, İslami finans uygulamasının artırılması gibi bir Varlık Fonu’ndan beklenmeyen bir takım amaçların bu çerçeveye yüklenmesi zaten sıkıntılı olan düzenlemeyi iyice sıkıntıya sokmuş görünmektedir.

(5) 1996 – 97 yıllarında Erbakan’ın koalisyon hükümeti sırasında bir uygulama popülerlik kazanmıştı: Kamu kaynak havuzu. Bütçe dışındaki kamu kesimine ait kaynaklar bu havuzda toplanmaya ve buradan harcanmaya çalışılıyordu. Bu havuza her gün yeni bir kaynak aktarılıyor, bir süre sonra bu aktarımların başka bir alandaki dengeyi bozduğu görülünce yeni kaynak arayışları gündeme geliyordu. Türkiye Varlık Fonunun kaynaklarına bakınca aklıma Erbakan’ın Kamu Kaynak Havuzu uygulaması geldi.

(6) 1940’ların sonunda ve 1950’lerde Amerikalı ünlü karikatürist ve çizgi romancı Al Capp’ın yarattığı ve Shmoo adını verdiği bowling oyunundaki kukalara benzer hayali bir hayvan vardı. Müthiş sevimli bir tipti Shmoo. Siz ne hayal ederseniz o oluyordu. Örneğin tavuk olarak yemek isteseniz tavuk, et olarak yemek isteseniz et oluyordu.  Kendi kendine çoğalabiliyordu. Türkiye Varlık Fonundan beklentileri okuyunca da aklıma Shmoo geldi.

(7) Başka ülkeleri bilemem ama Türk tarihi bu tür mali buluşlarla doludur. III. Selim’in padişahlığı sırasında 1793 yılında İrad‑ı Cedid Hazinesi kurulmuş ve böylece Osmanlı İmparatorluğu’nda tek ve merkezi Hazine düşüncesinden ilk sapma ortaya çıkmıştır. Bunu Tersane Hazinesi ve Zahire Hazinesi izlemiştir. Sonraki dönemlerde Hazine sayısı artmaya devam etmiştir. Mukataat Hazinesi, Mansure Hazinesi, Redif Hazinesi, Darphane Hazinesi ve Maliye Hazinesi bunların en önemlileridir. Hazinelerin çoğalması Osmanlı mali sistemini rahatlatmamış, tam tersine mali disiplini alt üst etmiştir. Hazine sayısının artmasının Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünde özel bir yeri vardır. 1839 yılında tek ve merkezi Hazine sistemine geri dönülmüştür.

1980’li yıllar, bütçe dışı fonların yarattığı çoklu hazine sistemine geri dönüş yılları olmuştur. Çoklu hazine sisteminin en zararlı yönü, merkezi hazinenin gelirlerinin dağılması, gider önceliklerinin kaybolması, belirli gelirlerin belirli giderlere ayrılması nedeniyle zorunlu olan bir takım giderlerin yapılamaması ve bütün bunların sonucunda kamu yönetiminde mali disiplinin ortadan kaybolmasıdır. 1994 ve 2001 krizlerini hazırlayan altyapıda bu fonların olumsuz katkısı önemli yer tutmaktadır.

2000’li yıllarda yapılan yapısal reformların en önemlilerinden birisi bu çoklu mali yapının giderilmesi olmuştu.

Kaynaklar

1. Sevinç Akbulak, Yavuz Akbulak, Ulusal Varlık Fonları, Marmara Üniversitesi İİBF Dergisi, Yıl 2008, Cilt XXV, Sayı 8, sayfa 237 – 262.

2. International Working Group of Soverign Wealth Funds, Soverign Wealth Funds, Generally Accepted Principles and Practises (Santiago Principles), October, 2008.

3. Türkiye Varlık Fonu Kurulması ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun. http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2016/08/20160826-1.pdf
4.European Comission, Sovereign Wealth Funds,

http://ec.europa.eu/finance/capital/third-countries/sovereign_wealth_funds/index_en.htm

5. Yavuz Cezar, Osmanlı Maliyesinde Bunalım ve Değişim Dönemi, Alan Yayıncılık, 1986.

6. Ziya Karamursal, Osmanlı Mali Tarihi Hakkında Tetkikler, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2. Baskı, 1989.

7. Mahfi Eğilmez, Hazine, Remzi Kitabevi, 10. Basım, 2012.


*Mahfi Eğilmez’in bu yazısı, 25 Ağustos 2016 tarihinde kişisel blogunda yayımlanmıştır.

 

Bu yazı mahfiegilmez.com/ den alınmıştır

 

Mahfi Eğilmez

Galiba yapabiliyoruz!

Özellikle sosyal medyadan takip ettiğim kadarıyla anayasa değişikliği referandumu kampanyaları bana büyük ümit veriyor. Yanlış anlaşılmasın, referandum sonucunu şimdiden kestirebildiğim iddiasında değilim. Ama izleyebildiğim kadarıyla süreç son derece heyecan verici ve ilerisi için bir çok ders içeriyor gibi.

Bir çok insan siyasi kampanyaların sosyal medya ayağını küçümseme, klavye aktivizmi, kliktivizm gibi adlandırmalarla değersizleştirme, hatta tuzak olarak gösterme eğiliminde.

Zygmunt Bauman son görüşmelerinden birinde sosyal medyayı çok kullanışlı ve keyifli bir tuzak olarak niteliyor. Bauman’a göre insanların çoğu sosyal medyayı bir araya gelmek veya ufuklarını genişletmek için değil, tam tersine, kendilerine kendi seslerinin yankıları olan sesleri duyacakları, kendi yüzlerinin yansıması olan yüzleri görecekleri bir konfor alanı yaratmak için kullanıyor.
Anayasa referandumu kampanyalarını sosyal medya üzerinden değerlendirirken Bauman’ın dikkat çektiği hususların bilakis olumlu bir işlev yerine getirdiğini söyleyebiliriz.

İktidar çevreleri referandum kampanyaları sırasında bilinçli bir şekilde psikolojik üstünlük sağlayarak hepimize tepeden inme değişiklik paketine “evet” demekten başka bir seçenek olmadığına inandıracaklarını sanıyorlardı. Kitlelerin bu yenilmişlik duygusuna teslim olacakları ve kuzu kuzu sonuçları kabul edecekleri var sayılıyordu.

Başlangıçta rüzgar o yönden esiyordu, çünkü muhalefet partilerinin gücünün halkı hayır yönünde oy vermeye mobilize edemeyeceğini görüyorlardı. Zira MHP yönetimi iktidar blokuna bir şekilde dahil edilmiş, HDP kanunsuz  gözaltı ve tutuklamalarla susturulmaya çalışılmıştı. CHP’nin önderlik edeceği bir hayır kampanyasının da iktidarın gücü karşısında etkisiz olacağı zaten herkesin malumuydu.

Basının uzun süredir etkisizleştirildiği de göz önüne alındığında AKP stratejistleri dikensiz bir gül bahçesi bekleyişi içindeydi. AKP’nin referandum stratejisini bozabilecek tek faktör insanların kendilerine dayatılan çaresizliğe rıza göstermeyip seslerini çıkartmaya başlamaları olabilirdi.

Sosyal medyanın işlevi işte bu noktada devreye girdi. İnsanlar sosyal medya paylaşımları sayesinde yalnız olmadıklarını, üstelik sanılandan daha çok insanın dayatılmak istenen tek adam rejimine itiraz ettiklerini gördüler. Giderek tek adam anayasasına yönelik mesajlar çoğalmaya başladı. Şimdiye dek suskunlukla pasif izleyici olmayı seçmiş hiç umulmadık kişilerin de kenarından kıyısından hayır diyen mesajlara destek vermeye başladıkları görüldü. İhtiyaç duyulan tam da buydu: sıradan dediğimiz insanlar kendi seslerinin yankılarını duymaya, kendi yüzlerinin yansıması olan yüzleri görmeye başladılar. Bauman’ın sözleriyle bir konfor  alanı oluşmaya başlamıştı ve insanlar politik aktörlerden göremedikleri itici gücü ancak kendi iradeleriyle oluşturabileceklerine inanmaya başladılar.

Sosyal medyada çok renkli, çok çeşitli sloganlar, videolar, yazılar dolaşıma girmeye devam ediyor. Üstelik bu mesajların hiçbiri bir merkezden yönetilen reklam kampanyaları gibi değil. Yukarıdan dolaşıma sokulmaya çalışılan bir slogan, bir şarkı, bir görsel değil paylaşılan. Kimi mizah yoluyla, kimi ana medyada dile getirilmeyen gerçekleri bulup çıkartan, kimi kendilerinin besteledikleri şenlikli paylaşımlar. Dile getirilen itirazlar da, talepler de toplumun çoğulculuğunun yansıması gibi farklılıklar barındırıyor. Her birey, her kesim kendi farklılığını yansıtan bir mesajı üretiyor, dolaşıma sokuyor, paylaşıyor. Meclis oturumlarının veya ana akım TV kanallarının tatsız tartışma programlarındaki kısır siyasi  çekişmelerin çok ötesinde bir canlılık var sosyal medyada.

Tıpkı Gezi’de olduğu gibi bir arada olması hayal edilemeyen farklı kesimler bir amaç peşinde bir araya gelebildiklerini bir daha gösteriyorlar. Siyasette  çok kullanılan bir sloganı duruma uyarlarsak “nasıl bir dünya istiyorsak öyle bir muhalefet hareketi!”. Çünkü sosyal medyadaki bu muhalif canlanmanın ne bir merkezi var, ne bir lideri. Kimse kimsenin işine karışmıyor, kimse kimseden izin almıyor, onay beklemiyor. Her birey gönlüne yatan, aklına uyan, kendi dertlerini en iyi ifade eden, taleplerini dile getiren mesajı paylaşıyor.

Referandum sonucunda “hayır”’lı bir sonuç çıkmasını arzulayanların işi kuşkusuz sosyal medyada klavye başı aktivizmi ile sınırlı değil.

Kimileri sadece klavye başında hayır demeyi sürdürürken, referandum günü yaklaştıkça olabilecek baskılara ve yıldırma çabalarına rağmen isteyenler sokaklara çıkarak, kapı kapı dolaşarak, yakınlık duydukları siyasi partilerin toplantılarına katılarak erişebildikleri insanları iktidar propaganda aygıtının hipnozundan kurtarmak için geleneksel siyaset yöntemlerine devam edecekler, sandık güvenliğini sağlamaya çalışacaklar.

Ne diyelim, bu daha başlangıç! Önemli olan ilk adımın atılarak anayasa değişikliği tartışmalarının başladığı günlerdeki peşin yenilmişlik duygusunun büyük ölçüde dağılmış olması, haklı olmanın yanında az sayıda olmadığımızı görmeye başlamamız ve “evet, yapabiliriz!”’i daha fazla inanarak, daha yüksek sesle dile getiriyor oluşumuz.

Mahmut Boynudelik

Ekolojik Anayasa savunucuları hayır diyor

Ekolojik Anayasa savunucuları referanduma götürülen anayasa değişiklik paketini tek adam anayasası olarak niteledi ve referandumda neden hayır diyeceklerini açıkladılar.

Ekolojik Anayasa Girişimi 2012’de TBMM’de temsil olunan 4 partinin katılmasıyla oluşturulan Anayasa Uzlaşma Komisyonuna verdikleri öneriyle bugün önlerine sunulan paketin taban tabana zıt olduğunu belirtiyor. Ekolojik Anayasa savunucularına göre bu değişiklik paketi hem halka, hem doğaya bir dayatma.

Ekolojik Anayasa savunucularının açıkladıkları metin şöyle:

Ekolojik Anayasa Girişimi tek adam anayasasına HAYIR diyor!

2011’deki Ekolojik Anayasa Konferansı Sonuç Bildirgesi’nde mevcut düzenin insan merkezli olduğunu, bunun da önemli bir ekolojik yıkıma sebebiyet verdiğini söylemiş, bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın doğanın da haklarını kapsar ve korur bir hale getirilmesi çağrısında bulunmuştuk. Ekolojik Anayasa Girişimi olarak hazırlamış olduğumuz teklifi TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na ellerimizle teslim etmiş ve Komisyon üyelerine bir de sunum yapmış, Doğa’nın da bir hak öznesi olmasını talep etmiştik. Ne bildirgemiz, ne hazırladığımız teklif, ne de sunumumuz dikkate alındı. Emeklerimiz kilitli bir kasaya kondu ve unutuldu. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin başkanlık dayatması nedeniyle yeni anayasa süreci çöktü ve bugüne gelindi.

Bugün AKP daha dürüst. Artık dikkate almayacağı teklifler hazırlamamız için çağrılar yapmıyor yani “demokrasicilik” oynamıyor. Katılımcılık ve şeffaflık derdi olmaksızın kendi hazırladığı tek adam anayasası taslağını, Anayasa’yı ve Meclis İçtüzük kurallarını ihlal eden oylamaların ardından, halka ve doğaya dayatıyor.

Halka dayatıyor çünkü 15 Temmuz darbe girişimi gerekçe gösterilerek ilan edilen OHAL düzeninde kanun hükmünde kararnameler yoluyla ve anayasal ilkeler ve sınırlar ihlal edilerek gazeteciler ve akademisyenler işten atılıyor, gösteri ve toplantı hakları ortadan kaldırılıyor ve muhalefet susturulmaya çalışılıyor. Öyle ki bu hepimizi ilgilendiren anayasa değişikliği teklifi bazı milletvekillerinin tutuklu olduğu bir dönemde yapılıyor. Böyle bir ortamda düzenlenecek referandumun sağlıklı bir sonuç vermesi mümkün değil.

AKP, bu anayasa değişikliğini doğaya da dayatıyor çünkü değişiklik, sonuç bildirgemizdeki taleplerimizin tam aksi yönünde düzenlemeler içeriyor. Teklifte doğanın haklarını koruyan herhangi bir madde bulunmamasının ötesinde, anayasa değişikliğinin kabul edilmesi halinde, her şeyde olduğu gibi, doğanın talan edilmesinde de keyfî bir yönetim öngörülüyor. Biz yerel yönetimlere güç aktarılmalı, yatay bir yönetim sistemi kurulmalı derken, teklif bütün gücü tek adamda topluyor. Biz “insan merkezli bakış açısı terk edilmeli” derken, bu teklif tüm yönetimi tek bir insana teslim ediyor Gücün gücü dengelediği kuvvetler ayrılığı sistemi ortadan kalkıyor ve Cumhurbaşkanı’nın/Başkan’ın tek başına kullandığı ve denetlenmesi neredeyse imkânsız bir iktidar biçimi oluşuyor. Bu teklif edilen düzen, insanların ve halkların yanında doğanın da bu tek adama karşı korumasız kalması demek.

Bütün hukuki denetim yolları yok edilerek ormanlarımızın, topraklarımızın, nehirlerimizin, denizlerimizin, havanın, suyun, yani tüm doğal yaşam alanlarımızın tek kişinin ağzından çıkacak söze bırakılması doğa yağmasını olağanüstü düzeyde artıracak  ve bunu engelleyecek bütün yollar baştan kapatılmış olacak. Bu anayasa değişikliği ile getirilmek istenen tek adam rejimi bu korkunç doğa talanı yapılırken kimse itiraz edemesin, sokağa çıkamasın doğal yaşam alanlarını koruyamasın, gıkını çıkaramasın diye getirilen bir baskı rejimidir; kabul edilemez.

Sonuç olarak, Ekolojik Anayasa Konferansı Sonuç Bildirgesi’nde ve TBMM’ne sunduğumuz taslakta ortaya konan önerilerimize tamamen zıt, insanlarımızı, halklarımızı, ülkemizi ve doğamızı bir kişinin keyfî yönetimine terk etmek demek olan bu anayasa değişikliği teklifine referandumda HAYIR diyeceğimizi kamuoyuna saygıyla duyuruyoruz.

Yeşil Gazete

Çan’ın ‘Dondurma Köyü’nde kadınlar ve çocuklardan altın madencilerine ‘Dur’ ihtarı!

Koza Altın’ın Çan’ın Dondurma köyü ve çevresinde altın madeni arama planlarını, Çanakkale Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğünün sayfasındaki ÇED halkın katılımı toplantısı duyurusundan öğrendikten sonra, bir akşam köye doğru çıktık yola. 2015’in Ocak ayında. Çanakkale’nin uzun yıllara dayanan çevre mücadelesinde çok değer verilir köylülerle yan yana olmaya. İlk kez gidiyordum ÇED toplantısı öncesi köy halkına altın madenciliği hakkında bilgilendirme toplantısına. İçim köyde neyle karşılaşacağımızın heyecanıyla kıvranırken, iki yanını çam ağaçlarının sardığı yolda kıvrıla kıvrıla ilerleyerek vardık Dondurma’ya. Haber vermiştik geleceğimizi muhtara.

Köye duyurmuş o da. Sunum için hazırlıkları yapmak üzere hep birlikte kahvehaneye girdik, selam verip oturduk masalarına. Çayımızı içerken bakındım etrafa, kahve doluyordu ancak hiç kadın yoktu. Nasıl olurdu? Muhtara sordum, “Kadınlar ne anlar altın madeninden” dedi, “Onlara haber vermedik ki. Zaten gelmezlerdi, biz anlatırız sonra.” O konuştukça içimden geçenler kafamın üstünden bir buluta çıksa da ünlem olup yağsa! Ne dediysem ikna edemedim köyün erkeklerini kadınları toplantıya çağırmaya. Hazırlıkları tamamlandı, sunum başladı bu esnada.

dondurma-kahve-1

Direniş olur mu hiç kadınlar olmadan?

Yırca termik santrale direnirken kadınlar en öndeydi zeytin ağaçlarının etrafında ama, Kaz Dağları ve komşu köyleri Karadağ da! Karadağlı kadınlar değil miydi birkaç ay önce “Altıncı şirket, Karadağ’ı terk et!” diye köylerinde düğünlü cenazeli eylem yapan, sonra Çanakkale kordonu yaz sıcağında ellerinde pankartları ve köylerinden getirdikleri eğrelti otlarıyla yürüyerek, sloganlar atarak dolduran? Köylerini altına değişmeyeceklerini cümle aleme duyurup, direne direne kazanan? Kim demiş, kadınlar mıymış anlamayan?

karadag
Karadağ köyünün kadınları altın madenine karşı

Seslenmek, ‘ünlemek’ demekti buralarda

Kızgınlık ve hayal kırıklığıyla karışık dolanırken köy meydanında, bir köşede durmuş neler olup bittiğini anlamaya çalışan genç bir kadın gördüm. Lütfiye. Yanına koştum, bir solukta anlattım altın madencilerinin köylerine geleceklerini ve mutlaka kadınlara haber vermemiz gerektiğini. Bundan sonrası benim için de Lütfiye için de anlatmalara doyamadığımız, her seferinde başka ayrıntısını çoğalttığımız bir masal gibi… Birlikte koşmaya başladık. Karanlık bahçelerden geçip vardığımız kapıları hızla tıklattık: “Yengee, altın madencileri geliyor, köyümüz elden gidiyor, koşuun” diye ünlerken, bizi çaya buyur etmek isteyen kadınlara, altıncılar gitsin de, sonra, diye söz verip çekirdek ve bisküvi başında toplandıkları tepsilerden kaldırdık. 

Döndüğümüzde köyün erkeklerine bilgilendirme toplantısı devam ediyordu ve biz karşıdaki küçük kahvede en az otuz kadın toplanmıştık. Nurcan, Azime, Ebru, Gülcan, Hacer, Melek Teyze… Onlar otururken bir koşu vardım karşı kahveye, usulca söyledim kadınlar geldi, onlar da altın madeni hakkında bilgilenmek istiyor diye. Sonra geri döndüm, önce köyün erkeklerini bir güzel şikayet ettim, sizin için, onlar ne anlar diyorlar dedim. Kahkahalar, itirazlar dolaşıyor, arada birbirimize tuttuğumuz alkışlar kopuyordu havada. Sobayı yaktık, çayı koyduk bu arada.

dondurma-4_o

“İnsan köyünden vazgeçebilir mi?”

Öyle güzel bakıyor, ilgiyle dinliyorlardı ki, haber yazmak için ÇED raporuna çalışırken aldığım notlardan aklımda kalan ne varsa aktarmaya çalıştım beklerken kadınlara. Şirket, beş yıl boyunca açık ocak işletmeciliğiyle, delme, patlatma yöntemiyle 30 hektarda 400 bin ton altın, gümüş ve kurşun cevheri üretecek, üretimden açığa çıkacak 840 bin ton ekonomik değeri olmayan kayacı proje sahasında depolayacak, Dondurma, Balcılar, Ahmetler, Ramazanlar, Karadağ köylerinin içme suları ve Biga Ovası’nı sulayan Bakacak Barajı da projenin etki alanında kalacaktı. Bizim kahvedeki hazırlıklar da tamamlanınca, Hicri Nalbant, tüm bunları ve Kaz Dağları’ndaki, Karadağ’daki altın madeni mücadelesini, kadınların en önde ve bir arada olmasının altıncıları bu güne dek engellediğini, şirketin köyü etkilemek için sunabileceği ihtimalleri, Çanakkale’deki çevrecilerin avukatlarla, doktorlarla her zaman köyün yanında olduğunu anlattı.

“Biz altın istemeyiz, köyümüzü terk etmeyiz, hep birlikte direnir, onları köyümüzden göndeririz.” sesleri arasında, alkışlarla, gözlerimizin içine baka baka, ÇED toplantısı günü meydanda olacaklarının ve tüm bunları yetkililere de anlatacaklarının sözünü alarak, yüzümüzde kocaman bir gülümseme çıktık oradan. Erkeklerin yanına vardım tabi köyden ayrılmadan “Hani kadınlar anlamazdı?” Haberin başlığı da çıktı:

“Madene karşı kadın dayanışması”

ÇED toplantısı için gün sayarken Ahmetler ve Ramazanlar köylerinin muhtarları da bilgilendirme toplantısı istedi. Kadınlara da haber verdik diyorlardı telefonda, bir daha yola çıktık içimizde bunu duymanın sevinci. İlk kez karşılaştığımız kadınlarla öyle içten kucaklaşmamızın, birbirimizi kalplerimizden, madene karşı doğayı ve yaşamı savunma hissinden biliyor olmamızın, güvenle, sevgiyle ellerimizi tutmamızın bilmem ki nasıl olur tarifi… İnsan doğduğu yerden, geçmişinden, suyundan vazgeçer mi? Onlar madenden vazgeçsin, dedi içlerinden biri.

ÇED toplantısına değil de düğüne gider gibi

Beklediğimiz gün geldi. Çanakkale’den büyük bir otobüsle koyulduğumuz yol, köye ilk gidişimizin aksine bitmek bilmedi. Köyün girişinde bir cümbüş, bir kalabalık. Sanki düğün yeri. Ahmetler, Ramazanlar, altın madeni direnişinde epey deneyimli olan Karadağ köylüleri de davulla, zurnayla, evlerinden kaptıkları tenekeler, düdükler, tepsiler, bastonlarla gelmemişler mi? Çoluk çocuk, genç, yaşlı herkes Dondurma’da. Kadınlar en önde, söz verdikleri gibi. Madenciler gitsin yeter ki!

10947524_10153059096306585_759045254_n

Pek şenlikli oldu girişimiz köye. Alkışlarla, kollarımızı havaya savura savura yürürken, köylülerin ‘Dondurma bizimdir, bizim kalacak’ sloganları karıştı davul, zurna, teneke seslerine. Çanakkale, Bayramiç, Biga, Küçükkuyu, Bozcaada,  Kaz Dağları çevresinden gelenlerle sığıştık meydana. Kalabalık buluşmanın niyetini, Aziz Amca anlatmıştı gün boyu elinden bırakmadığı pankartıyla.

10947869_10153059059191585_2144806723_n

Yetkililer çoktan girmiş kahvehaneye. Jandarmalar çevremizde, altın madeni istemeyen köylülerle birlikte biz de kahvehanenin önünde. Meydanı çınlatan “Altıncı şirket dondurmayı terk et”, “Madenci şirket, dışarı!” “Madeni dondurmaya geldik” sloganları anlatıyordu bu köyde altın istenmediğini. Çevre mücadelesinin emekçilerinden Hicri Nalbant sordu oradan köylülere, siz bu ÇED toplantısının yapılmasını istiyor musunuz diye. Alkışlarla hayır sesleri yükselince bu kez içeriye seslendi: ‘Halk bu toplantının yapılmasını ve köylerinde altın madeni aranmasını istemiyor. Lütfen gereğini yapın, toplantı yapılamadı diye tutanağı tutun ve köyü terk edin.’

14896_712651178854953_1394312771197575025_n

Görevliler bir süre çıkmayınca, dışarıda sloganların, teneke seslerinin dozu gittikçe arttı. İçlerinden birkaç kadın dayanamadı, birden içeri daldı. Tenekeler bu kez kulaklarının dibinde, altın madeni istemiyoruz, gidin, köyümüzü terk edin sloganlarıyla çınladı. Sobanın kapağı da açılmasın mı? İçeriyi yavaş yavaş bir duman sardı. Göz gözü görmez, öksürükten konuşamaz olduk da görevliler çıkmadı dışarı, kadınlar da. Doktor İlhan Pirinçciler yetkilileri hepimizin sağlığı için dışarı çıkmaları ve bu şartlarda zaten toplantı yapılamayacağı konusunda ikna edince attık kendimizi dışarı.

Böyle olur ‘Çanakkale Karşılaması’

Köylülerin toplantıyı yaptırmadığı, kadınlarla o ilk akşam toplandığımız küçük kahvenin önünde tutanaklara geçti. Yetkililer gitti, işte o zaman direnişten  şenliğe geçildi. Köy meydanı oldu yine düğün yeri. Tesadüf bu ya, onlar gider gitmez taktığımız oyun havalarıyla dolu CD’den “Hamamcı Teyze” şarkısı yükselmez mi? Altınlarım çalındı, bulamadım kısmında bir oynadık ki sormayın kadınlarla. Halaylar çektik davulla zurnayla. Çanakkale karşılaması bir düğünlerde oynanır bizim buralarda, bir de ÇED toplantısı yaptırmayıp, madencileri uğurladıktan sonra.

ÇED toplantısı zaferinden birkaç akşam sonra yine gittik Dondurma’ya. Söz verdiğimiz gibi, köyümüzden madencileri yolladıktan sonra birlikte içeceğimiz çaya vesile oldu sobadan çıkan dumanla kararan kahvehanenin duvarlarının boyanması da. Kadınlar ilk akşam toplandığımız kahvede yine. Sarılıyoruz özlemle. İsimlerimizle değilse de kollarımızın coşkuyla açılmasından, birbirimize ışıl ışıl bakmamızdan tanıyoruz hep birbirimizi. Yine bir telaşlı, heyecanlılar. Her zamanki halimize verip çok da merak etmiyorum, zaten karşı kahveden bekleniyormuşum.

Duvarlar tertemiz olmuş. Kahve ahalisi ÇED toplantısını nasıl yaptırmadıklarını konuşup dururken, o gün ortalığı dumana boğan sobanın üzerinde çaydanlık kaynıyormuş. Meğer oralarda içi oyuk ağaçların içine porsuk girdi mi, duman verirlermiş çıksın gitsin diye. Madem ki madenciler de altın aramak için köylerine gelmiş, kahvehanelerine kadar girmiş… Bu hikaye, Çanakkale’nin sözlü çevre eylemi tarihine geçip anlatılıp duracakmış köylerde.

Köylülerin kendi bilgilerinden, kendiliğinden geliştirdikleri eylemi şaşkınlıkla dinlerken Ebru, Sedef ve Lütfiye gelip çağırdılar beni geri. Işıklar sönmüş. Bir pasta ellerinde, mumu da üzerinde. Meğer doğum günüm olduğunu bilirlermiş de bizim geldiğimizi duyunca sürpriz yapalım, bizim kahvede toplanalım demişler. Ben hem ağlar hem güler, canım kadınlara sımsıkı sarılır fotoğraflar çekerken, onlar çoktan organize olup pastayı kesmeye, tabakları hazırlamaya giriştiler.

16507832_10154944264101585_6213972272952653717_n

Dondurma’daki bu direniş hikayesi, kadınların çocuklarıyla birlikte en önde oluşuyla, çevre köylerden gelenlerin dayanışmasıyla, köylülerin kararlılığı, cesareti, birbirlerine güveni, kendilerine özgü bir yöntemi ortaya koyma halleriyle  hepimize çok şey öğretti. Çanakkale’deki çevre mücadelesine umut, altın madencilerinin iştahını kabartan başka köylerdeki direnişlere, kadınlara da ilham verdi.

İDK toplantısı öncesi ses vermeli

Aradan tam iki yıl geçti. Bundan iki ay önce, projenin İnceleme ve Değerlendirme Komisyonu (İDK) toplantısının yapılacağı haberi geldi. Elden geçirilen ÇED raporu bin yedi yüz sayfaya çıkmıştı. Altın madenciliğinin toprağa, havaya, suya, yaşama nasıl da zarar vermeyeceği sayfalarca anlatılırken, bizim saatlerce anlatabileceğimiz ÇED halkın katılımı toplantısı günü sadece bir cümleyle, o da köylülerin bilgilendirilmek istemediği için toplantının yapılmadığı şeklinde yer almıştı. Dondurma köyüne doğru üçüncü kez yola çıkışımız da bu cümleye rastladı, madem ki şirket altın madeni istemeyen köyün sesini, tepkisini yok saydı, o ses İDK toplantısı öncesi Ankara’ya ulaşmalı, hatırlatılmalıydı.

Çanakkale’den İda Dayanışma Derneği ve Küçükkuyu’dan Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği‘nin öncülüğünde yüze yakın kişi buluştuk toplantıdan iki gün önce Dondurma’da. Gün yine dayanışma günüydü ve bizim de ihtiyacımız vardı yeniden buluşmaya, altın madencilerinin karşısında dostlarımızın yanında yer almaya. Özlemle kucaklaştık bizi bekleyen kadınlarla. Bulgur pilavı yapacaklardı ve akşam saati herkes işten döndükten sonra yine kahvelerde toplanılacaktı. Merak ediyorduk, yine kalabalık olacak mıydı?

Bahçelerden birinde kurulan ocakta bulgur pilavı ağır ağır pişerken, hazır gün ışığı varken biraz dolaşalım istedik. Köyde olduğumuz için aldığımız kokuları içimize çeke çeke yürürken, ağır adımlarla evlerine dönen sürülerinden topladıkları sütü kooperatife yetiştirme telaşındaki köylülerle pilavda buluşmak için sözleştik. Duvarlarda, köy çeşmesinde, hatta köyün girişinde Diren Dondurma, Defol Koza yazıyordu hala. Madeni dondurmaya niyetli bir köydeydik ne de olsa.

“Direştik, kazandık. Yine direşiriz”

Hava karardı, camiden anons yapıldı, bizim kahve yavaş yavaş dolmaya başladı. Birbirimizi iki yıl sonra yine görmenin tarifsiz mutluluğuyla sımsıkı sarıldıktan sonra pilavları koyup dağıtmaya giriştik, önceden pasta dağıttığımızdan bu konuda deneyimliydik. Aziz Amca bizi görünce iki kolunu yukarı kaldırdı, “Direştik, kazandık. Köyler bir araya geldik mi yine direşiriz, altın madencilerini istemeyiz, madene geçiş vermeyiz. Kadınlar bu köyde öndedir, erkekler de onlara dayalıdır” deyince yürekten alkışladık.

“Siz istemedikçe maden çıkaramaz kimse”

İda Dayanışma Derneği’nden Hicri Nalbant, “ÇED halkı bilgilendirme toplantısı günü deyim yerindeyse madencileri püskürtmüştük buradan birlikte. O günden bu yana hiç ses yoktu. Madeni işletmek üzere harekete geçecekleri öğrendik, biz de harekete geçtik. Hukuk kuralları içinde mücadelemizi sürdüreceğiz. İDK toplantısında ÇED olumlu kararı aldıkları takdirde dava açacağız. Maden ve termiklere karşı şimdiye dek altmıştan fazla dava açtık. Bu yöre istemedikten sonra hiç kimse buradan maden çıkaramayacak, bunu da böyle bilsinler” dedi.

Yine gelirlerse, yine göndeririz!

Mikrofon sonra kadınlara geçti. İki yıl önceki direnişi ve dayanışmayı hatırlamanın coşkusu, heyecanı hepimize can vermişti: “Kadını erkeği hep beraber olup yine madene karşı duracağız. Biz burada rahat ve huzurlu yaşıyoruz. Suyumuz, havamız tertemiz. Kimseyi istemeyiz, el birlik oldukça madencileri köyümüzden içeri sokmayız. Madene hayır diyoruz. Teneke çalarak, sobada saman yakarak gönderdik, gelirlerse aynısını yaparız.” Yeni ÇED raporundaki o tek cümleye de değindiler:

“Yanlış söylemişler.”

“İki yıl önce onları buradan davullu zurnalı gönderdik. Hep beraberdik. Ayrılmadık devrilmedik.  Acı biber yiyeceklerse yine gelsinler. Daha önce kovduk, sopalarla bastonlarla yine kovarız.  İş falan da istemeyiz. İşimiz yetiyor bize. Köyde bir şey kalmaz gelirlerse. Burası bize ait. Devam direnmeye onlar vazgeçene kadar, hep birlikte.”

İDK toplantısına ulaştırmak üzere 150 imza toplandı köyde. Kadınlar bizi kahvenin önünde toplanıp el sallayarak uğurladılar, yine gelmemiz, güzel haberler getirmemiz temennisiyle. 22 Kasım 2016’da Ankara’da yapılan İDK toplantısına o imzalar ve itirazlar ulaştırıldı. Toplantının yanıtını soran Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği Başkanı Süheyla Doğan şu yanıtı aldı: “Yapılan İDK toplantısında komisyon üyelerinin belirtmiş olduğu eksiklerin tamamlanması amacıyla süreç durdurulmuştur.”

Sürecin şimdilik durdurulmuş olması derin bir nefes aldırsa da Dondurma’ya, kimse tam rahatlamadı projeden vazgeçildiği açıklanmadığı için daha. Köy halkı üç, beş kişi kalsa da kararlı, gerekirse ağaçlara sarılmaya, madencileri köye sokmamaya. Çevre dernekleri ve köyün sıkı sosyal medya kullanıcıları da devam ediyor gözünü kulağını gelecek haberlerde tutmaya. Diren Dondurma! Hepimizin öyle ihtiyacı var ki beklediğin güzel haberleri alıp yeniden inanmaya, böyle kalabalık ve güzel olmana, devam edebilmek için umutlu bir hikaye anlatmaya…

Haber: Güneş Dermenci

(Yeşil Gazete )

[Dünyadan Kent Bahçeleri] Berlin

[Dünyadan Kent Bahçeleri] yazı dizisindeki tüm yazıları buradan okuyabilirsiniz

2030 yılında, dünya nüfusunun %60’ının şehirlerde yaşıyor olacağı öngörülüyor. Şu anda, gıdanın sadece %15’inin kentsel alanlarda üretildiği düşünüldüğünde ve uzaklardan taşıma yapmaya imkan sağlayan enerji kaynaklarının da azaldığı gerçeği hesaba katıldığında bir şeyleri değiştirmenin vaktinin geldiğini görmek gerek.

İstanbul’da yer alan Roma Bostanı İnsanlarından biri olarak, dünyada kent bahçeleri örneklerini bir yazı dizisi ile incelemek istedim.

Kent bahçeleri, gıda yetiştirmenin yanı sıra, topluluk oluşturma, bilgi paylaşma, betonlaşan şehirlerde azalmakta olan yeşil alanları koruma için gittikçe önem kazanmakta. Peki dünyada bu hareket hangi noktada?

***

İlk konuk Berlin.

Berlin denince kafalarımızda ilk olarak barları, klüpleri, sokak sanatı, tarihi canlansa da, şehrin daha yeşil ve taze bir tarafı da var. Sadece her yerde karşınıza çıkabilecek parklar ve bahçelerden sözetmiyorum. Son birkaç yıldır, komün kent bahçeleri şehirde popülerlik kazanıyor. Bu bahçeler sadece birkaç sebze-meyve yetiştirmekten ibaret değil: Topluluk olmak, ekolojik ve sosyal girişimler oluşturmak için birer alan. Şehrin her yanına serpiştirilmiş bu alanlar sakinleşmek, toprağa değmek, doğayla bağ kurmak için ve taze gıda tadabilmek için ideal alanlar haline geliyor.

Prinzessinnengarten (Prensesler Bahçesi)

Berlin’de kent bahçeleri trendi, büyük olasılıkla Kreuzberg’de yer alan Prinzessinnengarten (Prensesler Bahçesi) projesi ile başladı.

Prinzessinnengarten (Prensesler Bahçesi)

Bahçecilik hakkında hiçbir tecrübesi olmayan Marco Clausen ve Robert Shaw, 2009’da Moritzplatz meydanında terk edilmiş bir alanda bostan yapmaya karar verdi. Terkedilmiş, çöplük bir alan, ilk tohumların atılmasıyla evrilmeye başladı. “Kendin yap” ruhuyla gönüllüler tarafından tahta paletler, plastik sandıklar, atılmış çuvallar gibi malzemelerin geri dönüştürülerek yükseltilmiş sebze yatakları yapılmasıyla başlayan hareket, yıllar içinde bit pazarlarına, konserlere ve daha pek çok etkinliğe ev sahipliği yaparak popülerleşti. Bahçenin içinde bulunan kafe, bahçenin hasadıyla yapılan ürünleri servis ediyor. Bu şekilde elde edilen gelir ile bahçe kendi sürdürülebilirliğini sağlıyor.

Prinzessinnengarten (Prensesler Bahçesi)

Perşembe ve Cumartesi günleri bahçe herkese açık: isteyen gidip tohum ekebiliyor, hasat edebiliyor. İnsanlara kendi gıdalarını yetiştirebileceklerini anlatmanın yanı sıra; ilkim değişikliği, sağlıklı yaşam gibi konularda bilgi paylaşımına da alan oluşturuyor. Clausen ve Shaw, Berlin gibi sürekli değişen bir şehirde, bir gün bahçeyi terketmek zorunda kalmaları ihtimalini düşünerek, her şeyi portatif olarak düşünmüş; yani bir gün Prensesler Bahçesini başka bir alanda aynen devam edebilir.

Himmelbeet Bahçesi

Himmelbeet Bahçesi

Kuzey Wedding bölgesinde yer alan Himmelbeet Bahçesi, merkezden daha uzak olmasından dolayı daha “mahalle” hissine sahip olmasıyla birlikte benzer bir konseptte. Atalık ve yerel tohumlarla ekim yapılıyor. Ayrıca arıcılık da yer alıyor ve her sene az da olsa bal elde ediliyor.

Kafesinde oturup güneşin tadını çıkarmaya alan yaratıyor, yaz aylarında Pazar günleri vejeteryan brunch veriyor. Sürdürülebilirlik, vejeteryan yemek yapımı ile ilgili düzenli olarak atölyeler veriliyor.

Cafe Botanico

Bu iki bahçeden farklı olarak, özel bir mülkiyet olan Cafe Botanico, Neukölln’de yer alıyor. Permakültür ile ilgilenen, bahçecilik tutkusu olan herkese kapıları açık. Sahipleri İtalyan olan kafede, olabildiğince kendi bahçelerinden aldıkları ürünleri kullanıyorlar. Bahçeyi ziyarete gelen herkese kapıları açık.

Allmende-Kontor

Allmende-Kontor

Berlin’deki kent bahçelerinden söz ederken, kendi kişisel favorimden bahsetmemek olmaz: Tempelhofer Park’taki Allmende-Kontor bahçeleri. 355 hektarlık park, aslında eski bir havaalanı. Şimdi ise uçsuz bucaksız yeşillikler içinde halkın yürüyüş yaptığı, bisiklete bindiği, evcil hayvanlarını gezdirdiği bir park.

Bu parkın bir bölümü de, belediye tarafından bostan olarak ayrılmış. Atılmış küvetler, botlar, hatta daktilolar sebze yatağı olarak kullanılıyor. Her sene, kura ile kiralanan alanlarda halk istediğini yetiştiriyor. Kapısı, kilidi yok. Etrafında piknik masaları, çardaklar var. Berlin’in yeşil tarafını deneyimlemek için en ideal yerlerden biri.

Mauergarten

Mauergarten

Yıkılan Berlin Duvarının yerinde yer alan Mauerpark’taki Mauergarten, 2013’te farklı kültürlerden insanların oluşturduğu bir komünite tarafından başlatılan bir başka bostan. 50’den fazla yükseltilmiş sebze yatağı ile, herkese açık.

Bauer Mette

Farklı bir örnek: Hala Berlin şehir sınırlarının içinde yer alan, ve 6 kuşaktır sürdürülen Bauer Mette adlı çiftlik, son kalan bir avuç geleneksel tarım yapan yerlerden biri. Atalarından kalan çiftliğin sahibi Walter Mette, çiftçilik ve organik gıda ile ilgili bilgi almak isteyen herkesi kabul ediyor. Ürünler, şehirde satılıyor.

Berlin’de öne çıkan kent bahçelerinde ortak nokta herkese açık olması, bilgi paylaşımının ön planda olması ve geri dönüştürülmüş malzemeler kullanılması.

 

Rana Söylemez

Maçka Parkı: İstanbul’un altı üstüne getirilen yeşil alanları

Yoğun trafik yüzünden karşıdan karşıya geçmenin cesaret istediği yolların arasında sıkışıp kalmış bir kaç yeşil alandan biri Maçka Demokrasi Parkı. 1940’lı yıllarda kurulduğu Maçka Vadisi 19. yüzyılda at sürme, piknik ve mesire alanı olarak kullanılan yemyeşil ve sulak bir alanmış. Öyle ki vadiden geçen akarsuda kayık gezileri bile düzenlenirmiş.

O günlerden bu yana sular yerini vızır vızır akan araçlara bırakırken, o güzelim yeşil alan parçalana bölüne beton denizinin ortasında bir adacığa dönüşmüş. Bu yetmezmiş gibi şimdi de bir kısmı paravanlarla bölünmüş durumda. Parkın güney bölümünün altından geçen bir tünel inşaatı için kolları sıvayan İstanbul Büyükşehir Belediyesi, geçtiğimiz günlerde bir kez daha sahnede. İnsanlar nefes alabilecekleri bir avuç alana bile göz dikilmiş olmasından rahatsız. “Parkımızı kimseye vermeyiz” diyorlar.

Maçka Parkı’nda neler yapılabilir?

Yeşil alanlar bakımından dünyanın en fakir kentlerinden biri olan İstanbul’un sakinleri koşu, yürüyüş, çocuk ve köpek gezdirme gibi pek çok faaliyeti Maçka Parkı’nda yapıyor. 102 bin m2’lik bu park sadece civardaki mahallelerin değil, İstanbul’un pek çok yerinden gelen insanın hafta sonlarını çimlerin üzerinde kimi zaman slacklining ve yoga, kimi zaman da piknik yaparak geçirdiği bir yer.

Bu park, flora zenginliği bakımından da önemli bir yeşil alan. Burada Ihlamur, Kavak, Gürgen, Kestane, Meşe, Akasya, Çınar, Şimşir, Kızılağaç, Ceviz ve Dişbudak ağaçlarının dışında yüzlerce çeşit bitki var. Doğayla hemen hiç bağı kalmamış pek çok İstanbullu ve onların doğayla iletişimi hemen hiç olmamış çocukları için bu kent parkları paha biçilmez öneme sahip. Maçka Parkı’nda kargalarla göz göze gelebilir, minik bir serçeye elinizdeki poğaçadan bir kırıntı verip yanınızda yiyişini izleyebilir, yoldan geçen kediler ve köpeklerle oynayabilirsiniz.

Maçka Parkı’ndaki kaydıraktan kayan çocuğunuzun diğer çocuklarla nasıl da güzel iletişim kurduğunu izleyip keyiflenebilirsiniz. Maçka Parkı’nda insanların AVM’lere tıkılıp tüketmeden, para harcamadan ve çevrelerine zarar vermeden bir araya gelip pek ala da mutlu olabildiğine şahit olabilirsiniz. Burası, insanın doğaya ve kendisine yaklaştığı müşterek bir yaşam alanı.

Müştereğimize göz dikenler ne yapmak istiyor?

Peki, bu kadar önemli bir parka çakılmış bu paravanlar da nerden çıktı? Geçtiğimiz yılın Mayıs ayında Belediye Meclisi’nde kabul edilen Dolmabahçe-Levazım-Baltalimanı-Ayazağa Tünelleri Projesi’nin inşaatı başlıyor. 7,42 km uzunluğunda olması planlanan tünel Maçka Parkı’nın giriş kapısından başlayıp Sarıyer’e kadar uzanacak. Beşiktaş’tan Sarıyer’e kadar aralıklı olarak yer üstünden de ilerleyecek olan yol Zekeriyaköy’ün altından geçip 3. Köprü’yle birleşerek yer üstüne çıkacak. Karadeniz sahilindeki Kumköy koyuna da çıkış veriliyor. Levazım’dan başlayacak bir diğer tünel ise Cendere yolu Ayazağa’dan Baltalimanı’na oradan da Çayırbaşı’na kadar uzanacak.

Parkın bir kısmı paravanlarla çevrilirken, Vodafone Arena girişi tamamıyla kapatıldı. 50’ye yakın ağaç kesilirken bazıları işaretlenmiş bir şekilde bekliyor. Parkta anıt ağaç olacak yaşta ağaçlar da var. Halkın tepkileri üzerine İBB, ağaçların kesilmeyip söküleceğini, tünel çalışması bittikten sonra nakledilen ağaç sayısı kadar ağaç dikileceğini ve inşaatın parkın toplam alanının sadece %3,4’ünü oluşturması dolayısıyla parka zarar vermeyeceğini iddia etti.”

Ancak bu proje sadece ağaçların kesilmesi ve parkın bütünlüğünün bozulması ile sınırlı kalmayacak. Maçka Parkı, İstanbul’da gelecekte olabilecek bir depreme karşı çadır kent alanı ve afet toplanma alanı olarak belirlenmiş durumda. Parkın bütünlüğüne verilen zarar, olası bir depremde halkın can güvenliğini de tehlikeye atacak. Üstelik bu proje “Tarihi ve Kentsel Sit Alanı” sınırından da geçtiği için sadece Maçka Parkı’na değil, Maçka Caddesi güzergâhında yer alan Tarihi Maçka Maden Fakültesi, Maçka Teknik Lisesi gibi önemli kültür miraslarına da zarar verecek.

Tek hedef Maçka Parkı değil

Tünelin bir başka çıkış yeri de Ortaköy Vadisi’ne çıkacak. 2010 yılında vadiden geçtiği için iptal edilen proje mahkeme kararına rağmen aylar öncesinden başlamıştı. İstanbul en yoğun yerleşme alanlarının altını bir ağ gibi saracak olan tüneller depremle birlikte büyük tehlikeleri tetikleyecek gibi görünüyor.  İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın “ustalık eserim olacak” dediği Haliç-Unkapanı Su Altı Karayolu Tüneli Geçiş Projesi, 3. Köprü ve benzeri ulaşım projelerini de bu tabloya eklediğimizde oluşacak kümülatif etkiyi şimdiden kestirmek zor olsa da karanlık bir tabloyla karşı karşıya olduğumuz kesin.

Halk parkına sahip çıkıyor

Maçka Parkı ağaçları kesilip, paravanlarla bölündüğünden bu yana Gezi Direnişi döneminde kurulan Maçka Forumu’nun 26 Ocak’ta düzenlediği bir toplantıda bir araya geldi. 28 Ocak’ta 10.30’da parkın içinde koşuyla başlayan etkinliklerle devam eden tepkiler, İBB’ye verilen ıslak imzalı bir imza kampanyasına dönüştü. 6 Şubat Pazartesi gününe kadar sürecek olan kampanyaya imza atmayı unutmayın. Dilekçeyi indireceğiniz web adresi için bu linki tıklayabilir ya da Osmanbey’de bulunan Tatavla Dayanışma Pazarı’na uğrayıp dilekçenin basılı haline imza da atabilirsiniz.

İhtiyacımız olan tüneller değil, yeşil alan!

Halktan gelen tepkilere karşı tünel bittiğinde 1,5 saatlik yol 10 dakikada geçilebileceğini söyleyen İBB’ye bir cevabımız var. Bizim kentin altını üstüne getirecek yeni tünellere değil, nefes alıp insan olduğumuzu hatırlayacağımızı parklara ihtiyacımız var. Üstelik deprem kuşağında olan bir kent olarak İstanbul’un çadır kent ve afet toplanma alanlarına ihtiyacı var. Bomonti-Dolmabahçe Tüneli ve Vodafone Arena gibi mevcut mega yapılar, metro ve Martı Projesi gibi mega projeler toprağın altını üstüne getirip, denizi doldurup ekosistemi yok etmekle kalmıyor, tarihi dokusuyla Dolmabahçe ve Kabataş hattı üzerindeki bütün tarih ve kültür miraslarımızı deprem tehlikesine karşı savunmasız hale getiriyor. Tüm bu projeler araç trafiğini bu zaten hassas olan bölgeye çekiyor. Bu bölgeye yapılacak ek bir tünel ateşle oynamakla eştir. Eğer amaç halka hizmetse, parklarımızın bir metrekaresine bile dokunmayın, artan nüfusa yeni yeşil alanlar yaratın ve “kestiğimiz kadarını dikiyoruz” diyerek yeşile boyadığınız yalanlarınızı bir zahmet kendinize saklayın!

 

Akgün İlhan

Kızıltepe’de doğal yapı atölyesi

Amerika’yı yeniden keşfediyoruz…

Betonlar içindeki yaşamlarımızı nefes alan malzemelerle örerek devşirmeye başlıyoruz. Eskiler doğal yöntemleri zaten kullanırmış da, biz özümüzü yeni yeni hatırlıyoruz.

Doğal yapı inşasıyla ilgili birçok atölye düzenleniyor artık ne mutlu ki. Bir tanesi de Oba Ruhu ekibi tarafından 16-23 Eylül’de Bayramiç’teki Kızıltepe Permakültür’de yapıldı. Uygulamalar arazide yapımı daha önceden başlamış olan doğal yapı üzerinde gösterildi.

Kaba sıva yapılıyor

Kalabalıkla beraber çok hızlı ve keyifli ilerleyen bir süreçti. Obaruhu ekibini tanımalısınız. İşlerine aşık, yüzlerinde her daim gülümsemeyle, gözlerinde parıltılarla ahenk içinde ve disiplinle çalışan, yirmilerindeki gençlerden oluşan bir bomba ekipten bahsediyorum. Ekibin enerjisi atölye katılımcıları, Kızıltepe kolektifi ve biz gönüllülerle de birleşince ortaya acayip bir sinerji çıktı. İşin yanı sıra, evin henüz takılmamış camlarından dışarı yayılan müzik, müzik eşliğinde bir ağızdan söylenen şarkılar, yan duvardaki sıvacıya laf atmalar, çay-kahve molaları ve aralarda oynanan oyunlarla tamamdı atölye.

Earthbag (toprak torba), kob (karışım da denebilir), arkada da ince sıva karışımı yapılıyor. Fotoğraf: Tolga Sezgin
Topraktaki kil oranı ölçülüyor. Fotoğraf: Tolga Sezgin
Fotoğraf: Tolga Sezgin

Evin inşa adımlarından kabaca bahsedeyim. 

Kaba sıva (dış ve iç cephe):

Evin duvarları, ahşap kalıplar arasına sıkıştırılan, belli miktarda su ve kille karıştırılmış saman balyasından oluşuyor (bu yöntemin adı slip-straw). Sonra buğday samanı, su ve killi toprak karışımıyla kaba sıva yapılıyor. Karışımın hazırlanma süreci çok zevkli. Bir branda üzerine kova kova killi toprak ve saman katman katman konarak -arada su da eklenerek ayaklarla çiğneniyor. Saman çamur halindeki toprağa iyice karıştıktan sonra karışım balinaya benzer koca bir kütle haline geliyor. Kütleden koparılan parçalarla sıvama işi başlıyor.

Dış cephe-İnce sıva:

Karışım listesi.

İnce sıva en dıştaki katman olacağı için içeriği biraz farklı ve hassas; killi toprak, kum, granit tozu, kül, at tezeği, peynir altı suyu, bezir yağı ve su kullanılıyor.

Ekip kalabalık olunca karışıma kimin ne eklediği karışmasın diye yapılan listede Obaruhu nüktedanlığı kendini gösteriyor.

Earthbag:

Earthbag duvarın öncesi, sonrası, daha da sonrası.

Evin istinat duvarı earthbag (toprak torba) yöntemiyle yapıldı. Boş un çuvallarına killi toprak doldurulup çuvallar yan yana diziliyor, birkaç kat çıktıktan sonra en son üstleri de killi toprakla sıvanıyor ve tüm çuval sırası boyunca dikenli tel çekiliyor ki her biri, üstüne gelen çuvalla beraber daha da sabitlensin (burada bahsetmediğim başka püf noktaları da var).

Tadelakt:

Merve, malzemeyi sıvadıktan sonra taşla parlatıyor.

Tadelakt su geçirmez bir yöntem olduğu için genelde banyo, lavabo gibi yerlerde de kullanılabiliyor. Obaruhu bu tekniği evin dışındaki süslemede kullandı. İçerik şöyle: ince kum, un, kil, eşek tezeği (lifli ve yapışkan yapısından dolayı), mermer tozu, odun külü, keten yağı, bezir yağı. Tadelakt uygulamasını görmek için Obaruhu’nun ‘Topak’ uygulamasına bakabilirsiniz: https://obaruhu.org/built/cappadocian-topak-kapadokyali-topak/

Terra-cotta:

Evin bazı yerlerinde kullanılması planlanan seramikler terra-cotta (pişmiş toprak) yöntemiyle yapıldı.

Tuğba, terra cota yapımını anlatıyor: “Tarihte bildiğimiz ilk toprak ürünler açık ateşte pişirilerek elde edilmiş, bugün sırlanmamış tüm ürünlere terra cota deniyor.”

Yine çok detayı olmakla beraber kabaca anlatmak gerekirse; killi toprak ince elekten geçirildikten ve balçık kıvamına geldikten sonra geniş tahtalar üzerinde fazla suyunu bırakması için serilip bırakılıyor. Ardından, elastiklik kazanması için bir miktar yoğruluyor. Burada hem ele yapışmayacak hem de toprağı dağıtmayacak bir kıvam tutturmak gerekiyor. İstenilen kıvamdaki çamur, et kalınlığı eşit iki tahta parçası arasına basılıyor, fazlalıklar istenen boya göre kesiliyor. Böylece herkes aynı boyda birer karo üretmiş oluyor.

Bu atölye, kırsalda yaşamak, yeni yuvalar kurmak isterken, şehir alışkanlıklarımızın ne kadarını şehirde bırakıp ne kadarını yanımızda taşıdığımızla ilgili kendimizi sorgulama imkanı da veriyor. Bir evi yoktan var etmek emek ve yaratıcılık açısından çok meşakkatli fakat diğer yandan malzeme açısından olabildiğince ucuz; çünkü tüm malzemeler doğadan.

Obaruhu’nun Merve’si diyor ki:

“Doğal malzeme+doğal içgüdü+doğal matematik=bütünün parçası, bütünün yüce ritmi ile uyumlu, yani yaşamın kendisi gibi eşsiz, yekpare, doğal yuvalar olabilir bence. İpuçları her yerde. Yuvamızı yapmak istediğimiz yerin toprağı, bitki örtüsü, canlısı, suyunun akışı, güneş ışınları, rüzgarın dokunuşu ve yıldız oyunları… hepsi bulmacanın parçaları ve oynaması çok zevkli.”

Obaruhu’yla ilgili daha fazla bilgi için bu linkleri ziyaret edebilirsiniz:

https://obaruhu.org/

https://www.youtube.com/watch?v=RqnNXY5qdFM

 

Ceylan Yurdakuler