Ana Sayfa Blog Sayfa 3270

Biz öğrendik

Hatırlayalım; ne olmuştu Çeşme’de? 18 Aralık’ta Çeşme’nin turistik Ildırı Mahallesi açıklarında Pırasa adası yakınlarında yabancı bandıralı Lady Tuna isimli bir gemi karaya oturmuştu. Başlangıçta sık sık karasularımız içinde ‘bu tip kazaların olması nedeni ile’ kimsenin dikkatini çekmeyen bu ‘olay’ ancak gemiden 50 tonu aşkın akaryakıtın denize sızması ve ülkemizin en önemli turistik merkezlerinden olan Çeşme’nin doğa harikası sahil ve plajlarına ulaşması sonucu kamuoyu tarafından fark edilebilmişti… ‘Kazadan’  günler sonra ancak temizlik çalışmalarına başlanabilmiş; o temizlik çalışmaları da konu ile ilgili bilim adamlarına göre ‘bilimsel’ değildi…

Akaryakıt nedeni ile siyaha boyanan kumlar basitçe oldukları yerden sıyrılarak; gözlerden uzak yerlerde çukurlara gömülüyor; kirlenen kayalara ise neredeyse hiç dokunulmuyordu.  Deniz de yayılan ve ekosistemi yıkan akaryakıta ise ‘bir şey’ yapılamıyordu…

İşte bu Çeşme kazası bizlere; en azından bana çok şey öğretti: Denizlerimiz ve kıyılarımız sahipsiz; her yaştan, her tür gemi kıyılarımızda rahatça dolaşabiliyor ve ‘kazalar’ yapıp çevreyi kirletip; ekosistemleri yıkıp; elini kolunu sallayıp gidebiliyor… Çeşme kazası ile öğrendik ki; üç tarafı denizlerle çevrili ülkemizde denize yayılan akaryakıtı temizleyebilecek tek bir gemi var; o da İstanbul’da…  Ya kaza bölgesine hiç gitmiyor; ya da Çeşme kazasında olduğu gibi iş işten geçtikten sonra ulaşabiliyor…  Yine bu kaza bize öğretti ki koca limanlarımızda; tertemiz sahillerimizde bu tip ‘kazalar’ olduğu zaman müdahale edecek eğitimli elaman ve yeterli malzeme de yok… Kirlenen kayaların sıcak basınçlı su ile yıkanması gerektiğini; siyaha boyanan kumların sıyrılıp; gözlerden uzak bir yere gömülmesi yerine yıkanıp; tekrar aynı bölgeye serilmesi gerektiğini bilen veya bilip de uygulayan yok… Baksanıza Türk turizminin en önemli merkezlerinden Çeşme’de denize yayılan, karaya ulaşan akaryakıta ancak altı gün sonra; Çeşmelilerin baskısı nedeni ile yarım-yamalak müdahale (!) edilebildi…

Başka şeyler de öğretti Çeşme ‘kazası’ bize; bizi yönetenler; merkezi otoritesi ile yerel otoritesi ile sorunu çözmek ile değil; ‘duyurmamaya’ çalışıyorlar; adeta ört-bas ediyorlar… Bu ‘kazalardan’ etkilenen insanların yasal haklarını savunmak yerine hiçbir şey olmamış gibi hareket ediyorlar; buna da ‘turizmi korumak’ kılıfını giydirmeye çalışıyorlar; asıl turizmin o kıyıları gerçekten temiz tutabilmekle doğru orantılı olduğunu gözden kaçırarak…

Ama Çeşme kazası belki de bir dönüm noktası oldu; olacak… Yerel yöneticileri ile merkezi yöneticileri ile yönetenlerin sahip çıkmadığı Çeşmelilere İzmirli iki çevreci avukat el uzattı ve yasal süreci başlattılar… Olaydan zarar gören tüm Çeşmeliler için ulusal ve uluslararası hukukun verdiği tüm haklar sonuna kadar kullanılacak… Bu dava süreci belki de bu tip ‘kazalarla’ sık sık karşılaşan; insanı ile canlı-cansız ekosistemleri ile büyük zararlar gören ülkemizde bir ilk olacak… Ama kesinlikle son olmayacak; baksanıza Çeşme kazasından kısa bir süre sonra Dilovası’nda, İstanbul’da yaşananlara… Adeta kısa bir süre içinde yönetenlerin bu ‘kazalara ilgisizliğini’ ispatlarcasına ortaya çıktılar…

Biz öğrendik; bundan sonra bilmeyenlere de; öğrenmek istemeyenlere de öğreteceğiz; denizlerimizi ve kıyılarımızı temiz tutmanın yollarını…

 

 

Ahmet Soysal

Petrol şirketleri yaya kalacak – Balkan Talu

Bu yazı gazeteduvar.com.tr/ den alınmıştır

Elektrikli araba ve güneş enerjisi teknolojisi geliştikçe fosil yakıtlara talep de azalacak. Kömüre talep tamamen ortadan kalkabilir.

İngiltere merkezli  Imperial College London’a bağlı Grantham Enstitüsü ve Karbon Girişimi tarafından  yayınlanan Beklenmeyeni Beklemek başlıklı rapor, düşük karbona geçişi hafife alan geleneksel işletmeleri dönüşümün hızlanmasıyla birlikte atıl konuma düşebilecekleri konusunda uyarıyor. Sadece elektrikli otomobillerde (EV) yaşanacak teknolojik gelişmelerle beraber 2025 yılına kadar (aynen 2014-2015’te petrol fiyatlarının çöküşünde yaşandığı gibi) pazar talebinde iki milyon varillik bir düşüş yaşanabilir. Böylesi bir durumda 2040 yılında 16 milyon, 2050 yılında 25 milyon varile ulaşacak petrol talep tahminlerinin tamamen boşa çıkacağı öngörülüyor.

Enerji ve kara ulaşımı sektörleri fosil yakıt tüketiminin hemen hemen yarısını oluşturuyor. Bundan dolayı da güneş enerjisi  ve elektrikli otomobillerdeki büyümenin fosil yakıta yönelik talep üstünde dramatik bir etki  yaratacak anlamına geliyor. Rapor, bu yüzden artık geleneksel iş senaryolarının kullanılmaması gerektiğini savunuyor. İş dünyasının yeni senaryoları, artık, en azından, güneş enerjisi ve elektrikli otomobiller için öngörülen en son maliyet düşüş öngörüleri ve ülkelerin Paris İklim Anlaşması çerçevesinde Ulusal Katkı Niyet Beyanları’nda (INDC) belirttikleri emisyon taahhütlerini içermeli.

Kömürden tamamen vazgeçilebilir, doğalgazın payı %1’e inebilir 

Bu yeni kıstasların güneş enerjisi ve elektrikli  arabalar sektöründe büyük bir yükseliş yaratacağı öngörülüyor. Küresel enerji üretiminin 2040 yılında yüzde 23’ü, 2050 itibarıyla da yüzde 29’u güneş enerjisi tarafından karşılanabilir. Bu öngörü gerçekleştiği zaman güneş,  kömürden tamamıyla vazgeçilmesini ve doğalgazın sadece yüzde 1’lik bir piyasa payına sahip olmasını sağlayabilir. Buna karşın, ExxonMobil’in projeksiyonlarına göre 2040 yılı itibarıyla tüm yenilenebilir kaynaklar küresel enerji üretimin sadece yüzde 11’ini karşılayabilecek. Beklenmeyeni Beklemek raporuna göre elektrikli otomobiller 2035 itibarıyla kara ulaşımı piyasasının üçte birini, 2040 itibarıyla yüzde elliden fazlasını ve 2050 itibarıyla pazar payının üçte ikisini oluşturabilir. BP’nin 2017 projeksiyonlarında ise elektrikli otomobillerin 2035 itibarıyla piyasanın sadece yüzde 6’sını oluşturması bekleniyor.

Rapora göre kömür talebi 2020 yılında tepe noktaya ulaşıp, 2050 itibarıyla 2012 seviyelerinin yüzde 50 altına düşebilir. Petrol talebi 2020 ile 2030 arası sabit kalabilir ve ardından 2050’ye kadar sürekli bir düşüş yaşayabilir. Çoğu büyük petrol ve kömür şirketi kömürün 2030’dan, petrol talebinin de 2040 yılından önce tepe yapmasını beklemiyor.

Bu yazı gazeteduvar.com.tr/ den alınmıştır

 

Balkan Talu

Varlık Fonu’na hisse devirleri ne anlama geliyor?

Analistler Varlık Fonu’na yapılan hisse devirlerinin şirketler üzerindeki siyasi kontrolü arttıracağını ve yavaşlayan ekonominin canlandırılması için mega projelerin finansmanında kullanılacağını savunuyor.

Aktif büyüklüğü bakımından Türkiye’nin en büyük bankası Ziraat Bankası da dahil olmak üzere, THY , Halkbank, Türk Telekom, Borsa İstanbul, BOTAŞ ve TPAO gibi bazı kuruluşların kamuya ait ve değeri milyarlarca doları bulan hisseleri Türkiye Varlık Fonu’na (TVF) devredildi.

Deutsche Welle Türkçe’den Seda Sezer Bilen’in haberine göre Analistler hisse devirlerinin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yetkilerini genişletecek başkanlık sistemi referandumu yaklaşırken hükümetin şirketler üzerindeki siyasi kontrolünü arttıracağı ve yavaşlayan ekonominin canlandırılması için mega projelerin finansmanında kullanılacağı görüşünde.

Siyasi kontrol

Teneo Intelligence Analisti Wolfango Piccoli TVF’ye devrolan şirketlerle ilgili olarak Deutsche Welle Türkçe’ye “Bu adımın şirketler üzerindeki siyasi kontrolü arttırma ihtimali kuvvetli” dedi. Piccoli sözlerini şöyle sürdürdü. “Hükümet şu anda bir dizi yüksek profilli altyapı projesini finanse etmekte sıkıntı çekiyor. Erdoğan bunların, onun yurtiçindeki prestijini arttıracağını ve iktidarını, neredeyse hiç kontrol ve denge mekanizması olmayan bir başkanlık sistemini getirmek için pekiştireceğini umuyor” dedi.

Piccoli “Devlet varlıklarının TVF’ye devri ekonomiye siyasi müdahalenin arttığı bir dönemde gerçekleşti” diyerek Varlık Yatırım Fonu’na devirlerin son 18 ayda 600’den fazla özel şirketin Fethullah Gülen ile bağlantısı olduğu iddiasıyla hükümet tarafından el konulduğu bir dönemde meydana geldiğine dikkat çekti.

Ekonomi üçüncü çeyrekte 27 çeyrektir ilk kez daraldı. Merkez Bankası (TCMB) geçen ay açıkladığı yılın ilk enflasyon raporunda büyümede aşağı yönlü risklerin devam ettiğinin altını çizerek ekonominin 2017’de ılımlı bir büyüme sergilemesini beklediğini açıklamıştı.

Risk araştırma şirketi Verisk Maplecroft Direktörü Anthony Skinner Deutsche Welle Türkçe’ye “Varlık Fonu’nun oluşturulması büyük olasılıkla Erdoğan ve ekibinin devletin büyük hisselere sahip olduğu şirketler üzerinde Türkiye’deki siyasi muhalefetin (CHP) talep ettiği saydamlık seviyesi olmadan daha büyük kontrol uygulamasını sağlayacak” dedi.

Mega projeler

Analistler Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 15 Temmuz darbe girişimi sonrası yavaşlayan ekonomik büyümeyi mega projelerle canlandırmayı amaçladığını söyledi. Hükümet, 2023 hedefleri kapsamında 2013 yılında ulaştırma alanında altyapı için 200 milyar dolarlık yatırım planı açıklamıştı. Planlanan projeler arasında Kanal İstanbul projesi ve İstanbul’a dünyanın en büyük havalimanın yapılması da bulunuyor.

Verisk Maplecroft Direktörü Skinner “Fonun oluşturulması hükümetin gelecek yıllarda büyümeyi arttırmak için büyük projeleri ilerletmek hedefinde olduğunu teyit ediyor. Mega altyapı projeleri ve hükümetin ihracatı arttırmak için başlattığı diplomatik atak 2017’de düşen yurtiçi tüketim ve talebi dengelemeyi amaçlıyor” dedi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan yavaşlayan ekonomiye destek olması için son dönemde ticari bankaların özel sektöre verdikleri kredileri arttırması için de çağrıda bulunmuştu. Erdoğan uzun süredir büyümeyi desteklemek için Merkez Bankası’nın de faizleri indirmesi gerektiğini savunuyor.

Capital Economics gelişen piyasalar kıdemli ekonomisti William Jackson Deutsche Welle Türkçe’ye, “Fonun devredilen şirketlerdeki payının hükümet projelerini finanse etmede kullanılabileceği görüşleri var. Ancak endişe yaratan birkaç nokta var. Birincisi Türk devletinin bir çıkarı olduğu bazı anahtar şirketleri özelleştirme olasılığının bulunmadığına işaret ediyor. Bu da reform gündeminin tekrar başlama olasılığının olmadığına kanıt oluşturuyor. Diğer bir neden de tekrar mali gevşeme için olanak sağlaması” dedi.

Jackson, “Bizler (Körfez ülkelerindeki gibi) varlık fonlarının daha sonra satılarak ödemeler dengesinin iyileşmesine katkıda bulunacak, önemli derecede döviz varlıkları içerdiğini düşünüyoruz. Fakat Türkiye’nin varlık fonunda lira varlıkları olacak, o yüzden bir ödemeler dengesi şokunun yaşanması durumunda kullanılamaz” dedi.

TVF ne için kuruldu?

TVF, 19 Ağustos 2016 tarihinde 6741 sayılı kanun ile sermaye piyasalarında araç çeşitliliği ve derinliğine katkı sağlamak, yurtiçinde kamuya ait olan varlıkları ekonomiye kazandırmak, dış kaynak temin etmek, stratejik, büyük ölçekli yatırımlara iştirak etmek için ve bu fona bağlı alt fonları kurmak ve yönetmek üzere kurulmuştu.

TVF’in kurulmasına dair kanuna göre, varlık fonu ve fon tarafından kurulacak diğer şirketler, TVF ve fon bünyesinde kurulacak alt fonların bağımsız denetime tabi olduğu belirtiliyor.

TVF Genel Müdürlüğü’ne ve Yönetim Kurulu Başkanlığı’na bankacılık kökenli eski Özelleştirme İdaresi Başkanı Mehmet Bostan atanmıştı. Türkiye Sicil Gazetesi’ne göre fonun yönetim kurulu üyeliklerine Yiğit Bulut, Kerem Alkin, Himmet Karadağ ve Oral Erdoğan atandı.

Diğer taraftan muhalefet de varlık fonuna hisse devirlerini eleştirdi. CHP Tekirdağ Milletvekili ve eski Hazine Müsteşarı Faik Öztrak fonun Sayıştay denetimine tabi olmadığını söyledi. Öztrak “Hükümetin bu parayı referandumdan ‘Hayır’ çıkmasını önlemek için harcayacağından endişe ediyoruz” dedi.

Dünyada Norveç, Çin ve Körfez ülkelerinde mevcut ulusal varlık fonları büyük projeler, emeklilik fonlarının yönetimi veya ulusal refah programları için kullanılıyor. Norveç 900 milyar dolara yaklaşan değeriyle dünyadaki en büyük ulusal varlık fonuna sahip ülke konumunda bulunuyor.

 

(Deutsche Welle Türkçe)

Af Örgütü: Suriye’deki gizli hapishanede binlerce kişi asıldı

Uluslararası Af Örgütü, Suriye’deki gizli bir hapishanede, çoğu sivil muhaliflerden oluşan 13 bin dolayında kişinin infaz edildiğini söyledi.

Af Örgütü Saydnaya Hapishanesi’nde 10 ila 20 bin kişinin tutuluyor olabileceğini söylüyor.

Örgütün hazırladığı yeni raporda, Eylül 2011 ve Aralık 2015 arasında Saydnaya Hapishanesi’nde her hafta toplu idamların yaşandığını iddia edildi.

Af Ögütü, iddia ettiği idamlara Suriye hükümetinin en üst düzey seviyeleri tarafından onay verildiğini belirtti.

Suriye hükümeti daha önce mahkûmların infaz edildiği veya kötü muamele gördükleri iddialarını reddetmişti.

Ancak BM’nin insan hakları uzmanları bir yıl önce, tanıklıklar ve belgesel kanıtların, onbinlerce kişinin gözaltına alındığını ve gözaltındayken “çok büyük sayıda ölümlerin” olduğunu gösterdiğini duyurmuştu.

Af Örgütü raporunu, aralarında eski gardiyanlar, tutuklular ve hapishane yetkililerinin de bulunduğu 84 kişiyle görüşerek hazırladı.

Raporda, Şam’ın hemen kuzeyindeki hapishanede “her hafta, sıklıkla da haftada iki kez 20 ila 50 kişinin tam bir gizlilik içinde infaz edildiği” söyleniyor.

Eski Mahkum Ömer El Şükrü’nün tutuklanmadan hemen önceki ve, Saydnaya’dan salıverildikten kısa süre sonraki hali.

Rapora göre tutuklular, infaz edilmeden önce başkent Şam’ın Kaboun bölgesindeki “askeri sahra mahkemesine” getiriliyor ve bu mahkemelerdeki duruşmalar bir ila üç dakika sürüyor.

Af Örgütü’nün açıklamalarına yer verdiği eski bir askeri mahkeme yargıcı, tutuklulara yöneltilen suçlamaların işlenip işlenmediğinin sorulduğunu söylüyor. Yargıç, “Cevap ‘hayır’ veya ‘evet’ olsa da mahkûm ediliyorlar. Mahkemenin hukukla ilgisi yok” diyor.

Raporda, infaz günlerinde tutuklulara bir sivil hapishaneye nakledileceklerinin söylendiği, sonra da bodrumdaki bir hücrede iki ila üç saat dövüldükleri anlatılıyor.

Rapora göre daha sonra gece yarısı, gözleri bağlı bir şekilde hapishanenin farklı bir yerine götürülüyorlar ve boyunlarına ilmik geçirilmeden dakikalar önce, bodrum katındaki bir odada ölüme mahkûm edildikleri kendilerine söyleniyor.

İnfaz edilenlerin cesetlerinin de kayıt için Şam’daki Tişrin askeri hastanesine götürüldükleri daha sonra da askeri arazilerde açılan toplu mezarlara gömüldükleri kaydediliyor.

Af Örgütü, tanıkların ifadelerine dayanarak, Saydnaya’da beş yılda 5 ila 13 bin kişinin asıldığını tahmin ediyor.

Tanık ifadeleri

İdamları gören eski bir yargıç

“10 ila 15 dakika asılı kalırlardı. Bazıları ölmezdi çünkü çok hafiflerdi. Gençler ağırlıklarıyla ölmezlerdi. Subayların yaverleri tutup aşağı doğru asılır ve boyunlarını kırarlardı.”

‘Hamid’, Saydnaya’da ceza yatan eski bir subay

“Kulaklarınızı yere dayarsanız bir gurultu duyardınız. Bu, 10 dakika kadar sürerdi. İnsanların boğularak ölme sesleriyle uyurduk. O zamanlar bu benim için normaldi.”

Eski Saydnaya mahkûmu Samir işkenceyi şöyle anlatıyor;

“Dayak çok ağırdı. Sanki tırnağınızı bir taşa geçirmeyi tekrar tekrar deniyor gibiydiniz. İmkânsızdı ama devam ediyorlardı. Daha fazla vuracaklarına, bacaklarımı kesmelerini diliyordum”

Kaynak: Uluslararası Af Örgütü


Af Örgütü, Aralık 2015’ten sonra infazların devam ettiğine dair bir kanıtlarının olmadığını söylese de, durduğuna inanmak için bir nedenleri bulunmadığını ve binlerce kişinin de ölmüş olabileceğini söylüyor.

Af Örgütü, yaşananların savaş suçu ve insanlığa karşı suç olduğunu ifade ediyor.

Raporda ayrıca, ölüm cezalarının baş müftü veya Cumhurbaşkanı Beşar Esad adına yetki kullanan savunma bakanı ya da genelkurmay başkanı tarafından onaylanması gerektiği ifade ediliyor.

Örgüt, Ocak başında iddialarla ilgili olarak Suriye hükümetiyle görüşmeye çalıştıklarını ancak bir yanıt alamadıklarını da söylüyor.

Af Örgütü geçen Ağustos’ta da Cumhurbaşkanı Esad yönetimine karşı isyanın başladığı Mart 2011 ve Aralık 2015 arasında gözaltındaki 17 bin 723 kişinin, işkence, gıda, su veya tıbbi bakım verilmemesi nedeniyle öldüğünü duyurmuştu. Bu sayıya Saydnaya Hapishanesi’nde asıldığı iddia edilenler dâhil değil.

 

(BBC Türkçe)

Kadınlardan ‘Hayır’ şarkısı: ‘Bir yerine bin #HAYIR’la hakkından geleceğiz senin!’

Ankara Nar Kadın Dayanışması’nın “ha ha ha hayır” şarkısının ardından, İstanbul Nar Kadın Dayanışması’ndan da renkli bir ‘HAYIR’ çalışması geldi.

Anayasa değişiklik paketi ile hayata geçirilmeye çalışılan “Başkanlık” sistemine karşı hazırlanan şarkıda, İstanbul Nar Kadın Dayanışması ‘Bir yerine bin #HAYIR‘la hakkından geleceğiz senin!’ dedi.

(Birgün)

Prof. Dr. Yalçın Karatepe Varlık Fonu’yla ilgili merak edilenleri anlatıyor

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yalçın Karatepe, Varlık Fonu’nu ve THY, Ziraat Bankası, BOTAŞ, PTT, TÜRKSAT, ETİ Maden ve Çaykur gibi kamuya ait şirketlerin Varlık Fonu’na devredilmesini değerlendirdi.

Karatepe’nin bu konuda yayınladığı video sosyal medyada yaygın ilgi topladı. Aşağıda izleyebilirsiniz.

https://www.youtube.com/watch?v=PpqB9gaK0sI

(Yeşil Gazete)

Yediklerimizle Kürt meselesinin ilişkisi: Türkiye’de endüstriyel hayvancılık

Toplum Bilim Dergisi’nin Ekolojinin Politikası: Piyasa, Mekân, Gıda başlıklı son sayısında geniş makale olarak ele alınan “Yediklerimizle Kürt meselesinin ilişkisi: Türkiye’de endüstriyel hayvancılık” konusu hakkında Sivil Sayfalar’dan Mehmet Ali Çalışkan’ın Sezai Ozan Zeybek ile gerçekleştirdiği röportajı paylaşıyoruz.

Bu devirde yemek yemek mide ister yazı dizisi için tıklaynız

***

Türkiye’de hayvancılığın geçirdiği evreler, endüstriyel hayvancılık ve hayvancılığın coğrafyası hakkındaki sorularımız üzerine Sezai Ozan Zeybek’le konuştuk. Zeybek yanıtlarıyla “Bu devirde yemek yemek mide ister” adlı gıda dosyamıza katkıda bulunuyor.

-Türkiye’de hayvancılığın yakın zamanlarda büyük bir dönüşüm geçirdiği, endüstriyelleştiği görülüyor. Bu değişim Türkiye hakkında ne anlatıyor?

Bu aslında 30 senelik büyük bir dönüşümün hikâyesi. Bu dönüşümün iki ayağı var. Bunlardan ilki ekonomik. Sermayenin daha az elde, daha hızlı bir şekilde birikmesini hedefliyor. İneklerin, balıkların, tavukların kapalı alanlarda yetiştirildiği, kendi başına çiftleşemediği, kendini besleyemediği endüstriyel hayvancılık ortaya çıkıyor. Bu süreçte üretim ilişkileri tümüyle değişiyor. Diğeri ise Türkiye’nin bilhassa güneydoğusundaki şiddet ortamından kaynaklanıyor, etkileri günümüze kadar devam eden demografik bir kırılmaya sebep oluyor. Hayvancılık özelinde bu iki hattı takip etmek suretiyle hem bir yandan yediklerimizin-içtiklerimizin nasıl değiştiğini hem de Türkiye’deki şiddet sarmalının buna bağlı olarak nasıl tırmandığını analiz etmek mümkün. Diğer bir deyişle, Türkiye’nin yakın tarihine hayvancılığın değişimini takip ederek yeni bir ışık tutmanın imkânları var.

-O hâlde işin önce ekonomik boyutunu konuşalım. Herkesin ilk aklına gelecek soru şu: Endüstriyel hayvancılık daha kârlı ve daha verimli değil mi? Sonuçta sınırlı alanlarda sınırlı kaynaklarla büyük nüfusları beslemek gibi bir zorunluluk var.

Doğru. Ancak bunun için günümüzde uygulanan verimlilik hesabına nelerin katıldığını ve nelerin katılmadığına yakından bakmamız lazım. Şöyle bir örnek vereyim: Şu an devletin ithalât desteği verdiği kültür ırkları (Holstein-Jersey) senede ortalama 5900 litre kadar süt veriyor. Buna mukabil yerli ırklar 1800-1900 litre seviyesinde. Böyle bakıldığında Holstein ineği yetiştirmeye geçmek akla yakın görünür, Türkiye’de yapılan da bu. Oysa ineklerin verimini süt miktarıyla ölçmek, çok sayıda etkeni dışarıda bırakmak anlamına geliyor, çünkü canlının ve yapılan işin kendine has bir mahiyeti var. En basitinden Yerlikara ineği 8-9 tane yavru verebilirken kültür ırkı Holstein ömrü boyunca 2-3 buzağı yavrular. Üstelik ithal edilen ineğin sütü birkaç sene içinde %40 civarında düşer. İneğin süt verimi, yediği proteinli gıda miktarına bağlıdır; yani ineğe saman değil hububat vermek gerekir. Bunun için de dünya ölçeğinde ekilebilir arazilerin yaklaşık üçte biri hayvan yemi üretimine tahsis edilmiştir. Diğer bir deyişle, insanları beslemek için kullanabileceğimiz suyu, araziyi, mısırı, soyayı hayvanlara veriyoruz. Bize karşılığında daha az gıda veriyorlar. Kendinizden düşünün: 70 kiloya ulaşmak için kaç kilo yemek yediniz? Dolayısıyla hayvansal gıdadan elde edilen kalori miktarı, girdiler ve kullanılan arazi büyüklüğü ile beraber düşünüldüğünde bir hayli düşük aslında.

Ayrıca verimliliğin devamı için bu hayvanlara hayvana hormon takviyesi yapılıyor. AB’de kullanımı yasak olan (ama Türkiye’de hâlâ kullanılan) BST isimli bir hormon ineğin enerjisini süt üretmeye yönlendiriyor. Elli yıl öncesine kıyasla bu tasarım harikası inekler artık üç kat fazla süt veriyor. Dolayısıyla süt üretimindeki mucizevî artış (ve kârlılık), endüstriyel yem kullanımı ve bilgisayar destekli beslenme gibi maliyeti bir hayli yüksek tekno-biyolojik araçlarla; petrolle, kimyasallarla ve ucuzlatılmış işgücü ile mümkün.

Oysa ‘verimsiz’ yerli türler uygun koşullarda yol kenarındaki otları yer. Tezeği gübre olur, yakıt olur; toprağı besler, kömür veya doğalgazın yerine geçebilir. Holstein’ın gübresi ise tarlada kullanılamaz; antibiyotiklidir, bitkileri tahrip eder. Çok sayıda hayvanın görece dar bir mekânda kapatılmış olmaları yüzünden dışkılar birikir, toprağın emebileceği hacmi kat kat geçer. Arıtılması gerekir (ki bu da bir maliyettir) yahut Türkiye’de bazen olduğu gibi uzak bir yere götürülüp bırakılır. Bu önemli bir kirliliğe yol açar. Yer altı sularını, nehirleri zehirler.

Verimlilik bu olmasa gerek. Bunun adı tarımın yüksek girdili bir sanayi koluna, sermaye yoğun bir sektöre dönüşmesi. Bu maksatla, girdilere, en başta da tohuma ve hayvanlara küçük çiftçinin yapamayacağı şekilde ilave değer ekleniyor. Böylelikle (tüketici açısından) gıdanın maliyetleri düşse dahi artı değer daha az elde, daha çok miktarda toplanabiliyor.

-O zaman bu verimlilik hesabı üretilen süt miktarını arttırıyor, yatırımcısı için kârlı bir olanak da sunuyor; ancak kaynaklar açısından tahripkâr sonuçlar üretiyor diyebiliriz.

Kesinlikle. Bu tek örnek bile, verimlilik hesabının ne kadar sınırlı bir çerçevesi olduğunu gösteriyor. Süt verimi, et üretimi gibi teknik kıstaslar  ve büyüme, ilerleme gibi normatif söylemler aracılığı ile sektör verimsiz görülen üreticinin aleyhine büyüyor. Adalet, sağlık veya ekolojik hassasiyetler bu normatif düzenin ana eksenlerini oluşturmuyor. Bol süt elde etmek için gereken arazinin alternatif maliyetleri; hayvancılığın tohuma, gübreye, ziraî ilaca, antibiyotiğe ve petrole bağımlı hâle gelmesi yahut kirlenen sular hesaba dahil edilmiyor. Bu tarz üretimin yol açtığı sağlık harcamaları görmezden geliniyor. Örneğin hayvanların dip dibe yaşamasından ötürü daha sık hastalanmaları ve daha çok antibiyotik kullanılması ilaç sektörünü büyütüyor. Bu da ekonomik büyüme olarak telakki ediliyor. Bu yolla yaşanan kamusal zarar bile birinin kârı olarak hesaplara geçebiliyor.

Üstelik bu “büyüme” eşit dağılmıyor. Zengin girişimcilerin yüz binleri aşan meblağlarla sürdürebileceği, birtakım maliyetleri ise başkasının sırtına yıkabileceği bu güya daha kârlı üretim, işte bu tarz yüksek girdi maliyetleriyle ve oldukça sınırlı tutulmuş muhasebe kalemleriyle ortaya çıkıyor.

-Bu anlattıklarınızdan son 30 yılda tarım ve hayvancılık alanında hem başarı kriterlerinin değiştiğini hem de politikanın değiştiğini anlıyoruz. Peki bu durum, bu dönemde nasıl bir seyir izledi, bugüne nasıl yansıdı?

TÜİK istatistiklerine göre, yakın zamanlara kadar Türkiye ihracatının önemli bir bölümü (1957’de %93’ü ve 1970’te %73’ü) tarım ve hayvancılık ürünlerinden oluşurken, 2015’te bu oran %3.7’ye kadar geriledi. 1980-90 aralığında iç piyasanın korunması öncelikli bir amaç olmaktan çıkıp “serbest” ticaretin desteklenmesi, tarım ve hayvancılıkta ihracatın % 24 artmasına sebep oldu. Fakat aynı dönemde ithalât %1440, yani yaklaşık 14 kat arttı. Günümüzde tarım giderek daha uzaktaki üretim ağlarına bağımlı hâle geldi.

-Bu durumun asıl müsebbibi tarımda iç piyasanın korunmasından vazgeçilmesi, onun yerine serbest ticaretin teşvik edilmesi mi oldu?

Bu dönüşümü tek bir kırılma noktası üzerinden açıklamak doğru olmaz. Yine de kriz pazarlıkları esnasında IMF’ye verilen 1999 tarihli niyet mektubunu önemli bir dönüm noktası olarak görüyorum. Buna göre var olan alım-destekleme programlarının ve diğer bütün desteklerin kademeli olarak kaldırılacağı ve yerine fakir çiftçilere yönelik olarak doğrudan gelir desteği (DGD) verileceği taahhüt edildi. Reform paketini destekleyen mazeretlerin başında, piyasada fiyatın serbestçe belirlenememesi ve verilen yardımların küçük çiftçilere değil büyük çiftçilere gitmesi yer aldı. Bunlar ilk anda verimliliği arttırmaya yönelik Türkiye’ye has hamleler olarak gözükse de aslında temel olarak matbu iddialardı. Yani IMF’nin dünyanın hemen her yerinde uygulamaya soktuğu politikalar için aynı gerekçeler ileri sürüldü. Oysa işin mahiyeti gene kendine has bir sürü çetrefil nokta içeriyor. Bir kere uygulanan yöntem Avrupa’da dahi bu şekilde uygulanmadı. Farklı destek araçları orada muhafaza edildi/ediliyor. Türkiye’de DGD’nin tarım desteklerindeki payı %83’e çıkarken AB’de bu oran %30’da kaldı. AB ülkelerinde doğrudan gelir desteğinin yanında girdi desteği, pazar fiyat desteği gibi enstrümanlar “piyasa bozulacak” endişesi olmadan hâlâ kullanılıyor.

Bir diğer husus, verilen DGD’lerin dağıtımında eşitsizliğin devam etmesiydi. Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın 2006 yılındaki bir raporuna göre DGD ödemelerinin %51’i 100 hektardan daha büyük toprağı olan %17’lik bir kesime giderken, paranın %49’u çiftçilerin geri kalan %83’ü tarafından bölüşüldü. Mart 2004 tarihli bir Dünya Bankası raporuna göre DGD programı diğer desteklerin kesilmesiyle oluşan net gelir kaybının en fazla %50’sini karşılayabildi. Bu verileri aktaran Oğuz Oyan’a göre programın temel amacı tarımı desteklemek değil, üretimden düşmesi beklenen küçük çiftçilerin toplumsal tepkilerini dizginlemekti. Yani verilen daha ziyade bir sosyal yardımdı. Bu program beş sene gibi kısa bir zamanda sürdürülemez hâle geldi, kısmen rafa kaldırıldı. Bunun haricinde devletin tarımsal sanayi üretiminde doğrudan rol almaması ve sektördeki devlet varlıklarının özelleştirilmesi kararlaştırıldı. Mezbahalar, yem üretim tesisleri, gübre fabrikaları, vb. özel sektöre satıldı, daha doğrusu çoğu sembolik fiyatlar karşılığında devredildi. Bütün bunlar hayvancılığın çehresini ve genel olarak kırsal nüfusun yapısını hızla değiştirdi. Küçük ölçekli üretimi sürdürmek zorlaştı. Kaynaklar daha az bir gruba dağıtılmaya başlandı. Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın destek programları buna göre yeniden yapılandırıldı, büyük işletmelerin kurulması teşvik edildi. Örneğin Bakanlık tarafından yıllık kaynağın %40’ının elli-yüz arasında büyükbaş hayvana sahip işletmelere, %60’ının ise yüz baş ve üzerinde kapasiteye sahip işletmelere kullandırılması karara bağlandı. 10 ila 50 hayvan kapasiteli işletmeler ise Kalkınma Ajanslarının kapsamına alındı. Oysa Ziraat Mühendisleri Odası verilerine göre örneğin, süt sığırcılığında var olan işletmelerin %76’sında 10’dan daha az hayvan bulunuyordu, dolayısıyla çoğunlukta olan bu üreticiler iki kurumun da desteğini alamadı.

-Bu neye yol açtı? Küçük işletmelerin tasfiyesine ve kırsal alandaki nüfusun azalmasına mı?

Sonuç bekleneceği üzere büyük üretim tesislerinin sayısındaki hızlı artış oldu. 2002 yılında elliden fazla hayvan barındıran çiftliklerin sayısı 4000 civarındaydı. On senelik bir dilimde %550’lik bir artışla bu sayı 24 bine ulaştı. Buna mukabil bu sürecin sonunda tarımda bir çözülme yaşandı. Yaklaşık 2.5 milyon insan topraklarından koptu. Türkiye’nin ekili tarım arazisi bu on beş yıllık dilim içinde Belçika’nın yüzölçümü kadar azaldı. 4 milyon hektarlık arazi ekilmez oldu. Sertifikalar, hibe programları, faiz oranları, danışmanlık şirketleri, İl Tarım Müdürlükleri ve benzeri araçlar bütün bu yeni üretim ağının kurulmasında etkin bir rol üstlendiler. Sağlık, güvenlik ve verimlilik gibi anahtar kelimeler bu dönüşümün temel payandaları olarak iş gördüler. Birikimin yoğunlaşmasına meşruiyet sağladılar. Hayvanlar kapalı mekânlara alınıp verimlilik arttırıcı çeşitli biyo-kimyasal süreçlere ve disiplin mekanizmalarına maruz kalırken eski model hayvancılık yapan insanlar güvencesizleştiler, yaşam alanlarını kâh ekonomik baskılarla kâh silah zoruyla terk etmek durumunda kaldılar.

-Peki, bu noktaya kadar hayvancılığın ekonomisinden bahsettik. Fakat bunun dışında özellikle Türkiye’nin son 30 yılının en önemli sorunlarından birini oluşturan Kürt meselesinin de bu dönüşüm ile ilişkisi olduğunu ileri sürüyorsunuz. Biraz da bu çerçevede konuşalım mı? Nedir Türkiye’nin hayvancılık politikalarıyla Kürt meselesini bir araya getiren bağlam?

Türkiye’de 90’lar, bilhassa Kürt coğrafyasında önemli bir kırılma ortaya çıkardı. Yıllara yayılan çatışma ortamında PKK’nin lojistik desteğini kesmek için bir yandan zorunlu köy boşaltmaları, diğer yandan güvenliği sağlamak maksadıyla koruculuk sistemi devreye sokuldu. Bu sürecin sonunda Doğu ve Güneydoğu’da ‘güvenlik nedenleri’ ile 1 milyondan fazla insanın göç ettirildiği tahmin ediliyor. Göçün bir kısmı yine aynı bölgedeki şehir merkezlerine yöneldi. Örneğin Hakkâri’nin şehir nüfusu on senede yaklaşık iki katına çıktı. Keza Batman, Kızıltepe, Şırnak gibi yerleşim yerleri kısa bir dönemde büyük şehirlere dönüştü. Bu süreçteki şiddet sadece insanların bedenlerine yönelik değildi; yaşam ağları tahrip edildi. Geri dönüşleri engellemek amacıyla boşaltılan köylerde kimi durumlarda evler yıkıldı, hayvanlar öldürüldü, bahçeler-ağaçlar ateşe verildi, ormanlar yakıldı. Hayvanların bir kısmı ise meraların mayınlanması veya göç gibi süreçlerin sonucunda haraç mezat elden çıkarıldı. Diğer bir kısmı ise insanlarla beraber şehre göç etti. Çeşitli raporlarda şehir merkezlerinde sanki kedi-köpek gibi sokaklarda dolaşan çok sayıda küçükbaş ve büyükbaş hayvanın varlığından söz edilir. O dönem 110 bin insanın yaşadığı Siirt’te 41 bin, 195 bin kişilik Batman’da 83 bin büyük ve küçükbaş hayvan birikmişti. Dolayısıyla savaşlar bir yönüyle de ekolojik ağlara, yani insanları yaşam alanlarına bağlayan unsurlara yöneliktir diyebiliriz. Zorunlu göç anlatılarının derlendiği Malan Barkirin isimli kitapta bu konuda pek çok tanıklık var. Tanıklıklarda hayvanlara yönelik şiddet dile getirilir. Birini aktarayım:

Bir karakol da bizim köyün arkasındaki köyde vardı. Kürtçe adı Cêleka idi o köyün. Köyümüz yakılmadan önce gelip o karakolu basıyorlar, bilmem kaç tane asker şehit oluyor. Sadece bir kişi mi iki kişi mi kurtuluyor. Hepsi ölüyor o karakolda. Hayatta kalanlar da yardım istiyor. Helikopterler, askerler geliyor. Çocuk, kadın, erkek kim varsa o köyde, kaçıyorlar. [Kalan sekiz kişi öldürülüyor]. Sonra [askerler] binlerce hayvanı öldürüp salgın hastalık olmasın diye suya atıyorlar. O kadar hayvan leşi vardı ki suda, su durmuştu, akmıyordu.

(Cemile- Siirt, aktaran Yağız vd., 2012: 165-166)

Bu istisnaî bir uygulama değil. Kolonyal yayılmacılığın ve devletlerin geçmişi, insanların direncini kırmak için işlenmiş hayvan cinayetleriyle dolu. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri’nde yerlilerle 250 yıldan uzun süren karşılıklı çatışmalara son veren, yani Beyazların nihaî zaferini ilan etmesini sağlayan, bizonların 19. yüzyılın ikinci yarısında Beyazlar tarafından toplu şekilde öldürülmüş olması. Bugün Türkiye’deki çatışma ortamının benzer bir dönüşüme yol açtığını söylemek mümkün. Üstelik aynen Beyazların yaptığı gibi, yok edilenin yerine bir başka üretim modeli, bir başka hayvan ve üretici geçirilerek… Dolayısıyla belli bir nüfusun çoğaltılması, öncesinde var olan ‘etkisiz’, ‘verimsiz’ ve hattâ ‘tehlikeli’ nüfusu bozmak suretiyle mümkün.

-Türkiye’nin tarım ve hayvancılık politikaları ile Kürt meselesi arasındaki bu ilişkinin izlerini nasıl sürüyorsunuz, hangi göstergeler bu bağı kanıtlıyor?

1990’lardan günümüze yaşanan dönüşümü takip etmeye yarayacak önemli göstergelerden biri yıllara, bölgelere ve türlere göre hayvan sayılarındaki değişim. Bilhassa küçükbaş hayvan sayılarında önemli bir düşüş gözleniyor. 90’ların başına 50 milyondan fazla olan küçükbaş hayvan sayısı 2010’a geldiğimizde 30 milyonun altına inmişti. 2010’dan sonra yeniden yükseliş eğilimi başladı. Bunun ne anlama geldiğini birazdan anlatacağım.

Büyükbaş hayvancılıkta ise toplam rakamlarda bu kadar sert düşüş olmadı. 90’ların başında 12 milyon civarında olan sayı 2010’a gelindiğinde 11 milyon seviyesine inmişti. Ancak hayvan ırkları açısından bakıldığında yerli ırkların yaklaşık 7 milyondan 2 milyona düştüğünü, buna karşılık ithal ırkların 1 milyon civarından 6 milyon civarına çıktığını görüyoruz. Dolayısıyla yerli ırklar %30 seviyesine gerilerken, ithal ırkların % 400’den fazla arttığını görüyoruz.

Bölgeleri kıyasladığımızda ise başka bir fotoğrafla karşılaşıyoruz. Küçükbaşta Güneydoğu Anadolu’da düşüş oranı yaklaşık % 50’den fazlayken, Ege Bölgesinde % 20 seviyesinde. Belirli bölgeler arasındaki genel eğilimlerden açık bir fark var.

Büyükbaş hayvancılıkta da her yer aynı şekilde etkilenmez. Örneğin büyükbaş hayvancılığın eski merkezlerinde (Doğu Anadolu) bilhassa yerli hayvanların sayıları ciddi oranda gerilerken Trakya’da kültür ırkları aynı dönemde dört kat artar; bu bölge büyükbaş hayvancılığın merkezlerinden biri hâline gelir.

Özetle, Türkiye’de büyükbaş hayvancılıkta sayıdan çok hayvan cinslerinde bir dönüşüm yaşanmış, bu da bölgelere eşit dağılmamıştır. Hayvancılığın merkezleri değişmiştir. O hâlde varılacak sonuçlardan biri şudur diyebiliriz: Hem küçükbaş hem de büyükbaş hayvancılıkta 2005 sonrasındaki artış eski düzenin yeniden tesisi değil, yeni bir düzenin kurulmasının sonucudur. Bu yeni üretim şeklinin belki de en büyük emaresi, 2009 tarihli 27402 sayılı yönetmelikle yasal mevzuatı oluşturulan Tarıma Dayalı İhtisas Sanayi Bölgeleridir. Bu bölgelerin temel hedefi, dar alanlarda “güvenli” ve “verimli” üretim yapmak, tarım ve endüstriyi birleştirmektir. Bundan böyle binlerce hayvan kapalı alanlarda endüstriyel şekilde üretilecek, kültür ırklarıyla beraber sermaye ve enerji yoğun üretim yapılacak.

-Bu söylediklerinizden küçük üreticinin tarımdan tasfiye edildiği sonucunu çıkarabilir miyiz? Bu durum onların hayatına nasıl yansıdı peki?

2013’te Diyarbakır Organize Hayvancılık Bölgesi’ne gittim. Yaptığım bir mülâkatta orada işçi olarak çalışan Yahya [gerçek ismini gizliyorum], bana zamanında kendi köylerinin merası olan 2750 dönümlük arazinin üstüne bu tesisin nasıl yapıldığını anlattı. Köylülere istimlâk bedeli ödenmemiş; ancak yapılan uzun pazarlıkların sonucunda köydeki ailelere sanayi bölgesindeki arazi tahsisinde öncelik tanınmış. Örneğin dokuz kardeşli Yahyalara altı dönüm arazinin işletme hakkı verilmiş. Fakat belli bir süre oraya tesis kuramayan ailelerden bu hak geri alınmış. Köylüler arasında organize hayvancılık gibi maliyetli bir işe girebilen olmamış. Zira bu iş için gereken sosyal, kültürel, ekonomik sermaye türlerinin köylülerde bulunması zor. Önce proje çizilecek yahut bir danışman şirkete çizdirilecek, Avrupa Birliği destekli fonlar için bir sürü doküman doldurulacak, yurt dışından bir hayli pahalı hayvanlar ithâl edilecek, soğutma sistemleri ve yem depoları için ayrı ödenekler gerekecek ve ucuza işçi bulunacak. Üstelik bu saydıklarım işin ancak küçük bir kısmı. Yahya koyunlarını satmış, 800 liraya burada işçi olarak çalışmaya başlamış. Ancak bir senedir maaşını alamıyormuş. Sanayi bölgesindeki diğer tesislerde çalışan Suriyeliler gibi o da karın tokluğuna çalışıyormuş. İneklere bu yeni koşullarda nasıl bakılacağını kendisinin de bilmediğini anlattı. Yem başka yerden geliyor, dışkılar vidanjörle çekiliyor.

Yukarda anlattığım süreç bir yanıyla yatırım olarak değerlendirilebilir, ancak bir yanıyla da bütün bunlar Yahya’nın bu işe girmesinin önünde engel teşkil ediyor. Dahası, bu yeni üretim modelinde katedilen mesafeler, dolayısıyla gıdanın karbon ayak izi artmakta; otlaklar işlevsizleşirken bazı diğer coğrafyalarda yoğun kimyasal tarıma geçilmesi gerekiyor. Hattâ bu maksatla hayvanlara vermek üzere genetiği değiştirilmiş (GDO’lu) yem kullanılıyor. Arazi yapısından, iklimden, bitki örtüsünden bağımsız olarak herhangi bir mekânda aynı tür hayvanların üretimi işte ancak bu yolla mümkün. Bu da başta verimlilik üzerine konuştuğumuz gibi, “yatırım” kelimesinin üstünü örttüğü daha fazla kaynak harcaması anlamına geliyor. Oysa başka kriterlerle ele alınan bir verimlilik anlayışı, hangi hayvanın nerede yetiştirilebileceği konusunda oldukça farklı çıkarımlar yapmayı gerekli kılar. Örneğin inek uzun ot ister. Diliyle otu sarar, çekerek koparır. Anatomisi bu şekildedir. Türkiye’de (iklim gereği) birkaç bölge hariç uzun ottan ziyade kısa çayırlar bulunmaktadır. İneğe çok uygun değildir. Daha çok koyuna-keçiye uygundur. Buna rağmen inek ithalâtı (bambaşka bir üretim ilişkisi kapsamında) destekleniyor.

-Bu durumda küçük çiftçiler açısından baktığımızda yeni tarım ekonomisi politikalarında üretici olarak gözden çıkarıldıklarını, üstüne üstlük siyasî meseleler nedeniyle bir kısmının yerinden edildiğini görüyoruz.

Öyle. Bu durum belli açılardan bir taşla iki kuş vurmak olarak değerlendirilebilir belki. Zira hem müteşebbisler için yeni zenginleşme araçları sunulmuş (ve bu maksatla küçük köylünün rekabet etmesi imkânsız hâle getirilmiş) hem de PKK’nin lojistik desteği kesilmiş. Devlet nezdinde bu bir başarı hikâyesidir. Fakat bu süreçte bu yoğun yıkımı yaşayan insanların Diyarbakır’ın Sur ilçesine, Cizre’ye, Silopi’ye, Nusaybin’e, Kızıltepe’ye göç etmek zorunda kaldığı ve uzun süre geçim sıkıntısı çektiği düşünülecek olursa ülkenin fay hatlarını anlamak da kolaylaşır. Dolayısıyla burada anlatılan nüfus politikalarının birbirine bağlı olduğunu görmek gerekir. Bahsi geçen sermaye birikimin arkasında milyonlarca insanı  ve hayvanı etkileyen işte böyle bir tahribat vardır.

-Peki bu durum gıda tüketimi anlamında büyük şehirlerde yaşayanlara nasıl yansıyor?

Bu tarz bir birikimi kurmak kadar sürdürmek de “zor” ister. Sermayenin birikmesi için üretim ayağında insanlar yerinden edilip hayvanlar kapalı mekânlarda hapis hayatı yaşarken, işin tüketim ayağında da milyonlarca insanın yeme rejiminin değişmesi öngörülüyor. Diğer bir deyişle endüstriyel hayvancılığa bir de pazar yaratılması gerekiyor. Et tüketimi konusunda Türkiye önemli bir potansiyel barındırıyor. Organize Hayvancılık yönetmeliğinin yürürlüğe girdiği sene olan 2009’da kırmızı et tüketimi AB ülkelerinde 62 kiloyken Türkiye’de yalnızca 12 kilo idi. Dolayısıyla bu sayının yukarı çekilmesi, herkesin daha fazla et yemeye başlaması (bunun için harcanan enerji, su, toprak hesaba katılmaksızın) kayıtlara “büyüme” olarak geçer. Kasaplar Federasyonu Başkanı Fazlı Yalçındağ Ulusal Kırmızı Et Konseyi’nin bir toplantısında, dünyayı ot yiyenlerin değil et yiyenlerin yönettiğini ileri sürerek milliyetçi/emperyal arzularla et tüketimini buluşturmuştu. İşte böyle hayvanlar üstünden dünyalar yönetilecek güya.

 

(Sivil Sayfalar)

 

THY, Türk Telekom ve Halkbank’ın hisseleri de Varlık Fonu’na devredildi

Türk Hava Yolları, Halkbankası ve Türk Telekomünikasyon Anonim Şirketinin Hazine’deki hisseleri de Türkiye Varlık Fonu’na devredildi. Buna göre THY’nin yüzde 49.12’si, Halkbank’ın yüzde 51.11’i, Türk Telekom’un ise yüzde 6,68 Varlık Fonu’na devredildi.

Dün de Bakanlar Kurulunca, bazı şirket hisseleri Türkiye Varlık Fonuna aktarılmıştı.

Türkiye Cumhuriyet Ziraat Bankası AŞ, Boru Hatları ile Petrol Taşıma AŞ (BOTAŞ), Türkiye Petrolleri AO (TPAO), Posta ve Telgraf Teşkilatı AŞ (PTT), Borsa İstanbul AŞ, Türksat Uydu Haberleşme Kablo TV ve İşletme AŞ’nin (TÜRKSAT) sermayelerinde bulunan Hazineye ait hisselerin tamamı, Türk Telekomünikasyon AŞ’nin yüzde 6,68 oranındaki Hazineye ait hissesi ile Eti Maden İşletmeleri Genel Müdürlüğü ve Çay İşletmeleri Genel Müdürlüğünün (Çaykur) Türkiye Varlık Fonuna aktarılmasına ilişkin Bakanlar Kurulu Kararı, Resmi Gazete’nin mükerrer sayısında yayımlanarak yürürlüğe girdi.

Özelleştirme İdaresi ve Hazine Müsteşarlığı tarafından Merkezi Yönetim Kurulu AŞ Genel Müdürlüğü’ne gönderilen yazıda şu ifadelere yer verildi:

“Özelleştirme Yüksek Kurulu’nca, özelleştirme kapsam ve programında bulunan Türk Hava Yolları A.O.’nun %49.12 ve Türkiye Halkbankası A.Ş.’nin %51.11 oranındaki hisselerinin özelleştirme kapsam ve programından çıkartılarak gerekli izinlerin alınmasına müteakip Türkiye Varlık Fonu Yönetimi Anonim Şirketinin Kurulması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair 19.08.2016 tarih ve 6741 sayılı Kanun uyarınca Türkiye Varlık Fonu’na devrine karar verilmiştir.”

“Bakanlar Kurulu’nca, Türk Telekomünikasyon Anonim Şirketinin Hazine Müsteşarlığına ait %6.68 (B Grubu %4.999660429, D Grubu %1.680339571) oranındaki hisselerinin Türkiye Varlık Fonu Yönetimi Anonim Şirketinin Kurulması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair 19.08.2016 tarih ve 6741 sayılı Kanun uyarınca Türkiye Varlık Fonu’na devrine karar verilmiştir.”

 

(T24)

Astana’da Suriye’de ateşkes için ikinci zirve

Suriye savaşının tarafları ve BM, Rusya, İran ile Türkiye’den temsilciler, ateşkes ve çözümü konuşmak için Kazakistan’ın başkenti Astana’da ikinci kez bir araya geldi.

Taraflar Astana’da daha önce de Astana’da 23-24 Ocak’ta görüşmüştü.

Toplantıya Suriye, İran ve ABD’nin yanı sıra Suriye’de savaşan silahlı grupların temsilcileri katılmıştı.

Suriye muhalefetinin temsilcileri de 3 Şubat’ta Ankara’da, bu ay içerisinde Cenevre’de yapılması planlanan Suriye görüşmelerini istişare etmişti.

BM yetkilileri de katılıyor
Kazakistan Dışişleri Bakanlığı Anadolu Ajansına yaptığı açıklamada, Kazakistan Silahlı Kuvvetleri Askeri Müzesi’nde gerçekleşen görüşmelerde, Türkiye, Rusya ve İran tarafından kurulması kararlaştırılan üçlü mekanizma ele alınacak.

Görüşmelere Birleşmiş Milletler yetkilileri de katılıyor.

Kazakistan Dışişleri Bakanlığı 2 Şubat’taki açıklamasında, görüşmeye Birleşmiş Milletler (BM) Suriye Özel Temsilcisi Staffan De Mistura’nın da katılacağını ifade etmişti.

 

(Bianet)

İsveç İklim Bakanı’ndan Trump’ın imza pozuna nazire

İsveç İklim Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Isabella Lovin, ABD Başkanı Donald Trump’ın kararname imzalama pozunu taklit ederek çektirdiği fotoğrafı Facebook’ta paylaştı.

Trump, Barack Obama’dan görevi devraldıktan üç gün sonra kürtajı destekleyen uluslararası sivil toplum kuruluşlarının federal fonlarla finanse edilmesini yasaklayan bir kararname çıkartmıştı.

İmza sırasında Trump’ın çevresinde hiçbir kadının olmaması tartışma yaratmıştı.

Lovin’in iklim değişikliği yasasını imzalarken, bu fotoğrafa gönderme yaparak verdiği “erkeksiz” poz, Facebook’ta binlerce beğeni aldı.

Bir kullanıcı, fotoğrafın altına “Muhteşem fotoğraf. Umarım bu fotoğrafı okyanusun karşı tarafındaki adama da göndermişsinizdir” diye yazdı.

‘Gezegeni yeniden büyük yap’

Başka bir kullanıcı ise Donald Trump’ın “Amerika’yı yeniden büyük yapacağım” sözüne atfen “Gezegeni yeniden büyük yap” dedi.

Lovin, iklim yasasını imzalarken, Avrupa ülkelerine küresel ısınmayla mücadeleye liderlik etme çağrısında bulundu, Trump’ın iklim değişikliğiyle ilgili görüşlerine atfen “Çünkü artık ABD liderlik edecek durumda değil” dedi.

Bakan’ın imzaladığı yasa, iklim değişikliğinden sorumlu tutulan sera gazları salımının azaltılmasını öngörüyor. Uzun vadeli hedefler içeren yasa, yeni hükümetler için de bağlayıcı olacak.

Lovin, “Dünyada iklim değişikliğine şüpheyle yaklaşanların yeniden güç kazanmaya başladığı bir dönemde, İsveç örnek ülke olmalı” dedi.

Trump daha önce küresel ısınmayı “Çinliler tarafından uydurulmuş pahalı bir aldatmaca” olarak nitelemişti. Trump’ın bu sözleri, ABD’nin sera gazlarınının salımının azaltılmasını öngören Paris anlaşmasından çekilebileceği endişelerine yol açmıştı.

Kendisini “dünyanın ilk feminist hükümeti” olarak tanımlayan İsveç Hükümeti ayrıca, cinsiyet eşitliğinin ana önceliklerinden biri olduğunu yeniden teyit eden bir açıklama yayımladı.

 

(BBC Türkçe)