Ana Sayfa Blog Sayfa 3022

Cerattepe’de Cengiz Holding ile Bizim Artvin Platformu arasında sözleşme iddiası

Cerattepe’de madencilik faaliyeti yürüten Cengiz Holding’in, Artvin’deki maden karşıtı direnişi kırmak için Bizim Artvin Platformu Derneği Başkanı Mehmet Ali Ergül ile bir sözleşme imzaladığı ve direnişin büyümesini engellemek için oluşturulan komiteye her ay 70 bin TL ödeme taahhüdünde bulunduğu iddia edildi.

Birgün Gazetesi’nden Burcu Cansu’nun, “Cerattepe için kirli ortaklık” başlıklı özel haberine göre sözleşmenin şirket tarafında ise Cengiz Holding’e bağlı Eti Bakır Maden İşletmeleri Koordinatörü Ünsal Arkadaş var.

Konu hakkında Yeşil Gazete adına kendisinden bilgi aldığımız Yeşil Artvin Derneği Başkanı Nur Neşe Karahan da sözleşme iddiasını doğrulayarak, “Elimizde konuya dair belgeler var. Salı günü (3 Ekim 2017) bir basın açıklaması ile hem bu durumu hem de son gelişmeleri kamuoyu ile paylaşacağız” şeklinde konuştu.

İkili arasındaki  sözleşmeye göre Cerattepe projesine yönelik Artvin’in tümünü kapsayan bir direniş ortaya koyan halkı ikna etmesi için Eti Bakır A.Ş’nin, Mehmet Ali Ergül başkanlığı’nda oluşturulan komitedeki 14 isme her ay toplam 70 Bin TL ödeme yapmayı taahhüt ettiği bilgisi de veriliyor.

Sözleşmede komite üyelerinden beklenenler de şu şekilde sıralanıyor

-Eti Bakır A.Ş.’ye ait yeraltı işletmeleri gezilerek yapılan bu çalışmaların yerinde görülmesi sağlanarak, kendilerine verilen teknik bilgiler ışığında Cerattepe projesini Artvinlilere anlatmak,

-Artvin’de faaliyet gösteren derneklere, sendikalara, sivil toplum örgütlerine, resmi kurum ve kuruluşlara gezmek sureti ile projenin anlatılmasını sağlamak,

-Bu projenin Artvin halkının sosyal ve ekonomik yönden gelişmesi yönündeki katkılarının anlatılması ve etkilerin artırılması yönünde görüş alışverişinde bulunmak.

5 yıl süreli olduğu belirtilen sözleşmede Cerattepe’de madencilik faaliyetlerinin mahkeme kararıyla kesin bir şekilde iptal edilmesi durumunda bu sözleşmenin kendiliğinden feshedileceği  de ayrıca belirtildi.

(Birgün, Yeşil Gazete)

İklim değişikliğinin yol açtığı Irma ve Maria’nın vurduğu Porto Riko’daki insani krize dair

20 Eylül 2017’de Kategori 4 olarak sınıflandırılan ve saatte 281 kilometre hızla ABD’ye bağlı özerk Karayip adası Porto Riko’yu vuran Maria Kasırgası’nın yarattığı yıkımın bilançosu her geçen gün artıyor. Yetkililerin “kıyamet” olarak tanımladığı kasırganın vurduğu günden bu yana kaderlerine terk edilen ada halkı hayatta kalma mücadelesi veriyor.

Felaketin 10. gününde Porto Riko’daki son durum şöyle:

  • Adada sadece hastaneler gibi yüksek öncelikli binalara güç veren jeneratörler devrede.
  • Birçok yerde içmek, yıkanmak ve tuvalet ihtiyaçları için su yok.
  • Yeterli gıda, yakıt ve telekomünikasyon imkanı yok.
  • Gazetecilerin ve yardım görevlilerin merkez dışındaki bölgelere ulaşımları birkaç gün sürüyor.
  • 3,4 milyon Amerikan vatandaşı adada yaşıyor ve acil yardım bekliyor.
  • Federal hükümetin desteği zayıf, ABD Başkanı Donald Trump’un Salı günü yaptığı “Burası okyanusun ortasında oturan bir adadır ve bu büyük bir okyanustur. Çok büyük bir okyanus. Biz gerçekten de çok iyi bir iş çıkartıyoruz. ” açıklamaları kamuoyunda güven vermiyor.

  • Adayı 50 mil genişliğinde bir kasırga vurdu. 1 milyon kişiyi elektriksiz bırakan Irma’dan sonra Maria geldiğinde 60 bin kişi hala elektriksizdi.
  • Maria, resmi kayıtlara göre ABD’yi vuran beşinci en güçlü fırtına ve 80 yılda Porto Rico’yu yıkan en şiddetli fırtına oldu.
  • Kasırga adanın elektrik hatlarının yüzde 80’inin yok etti. Adada 1,57 milyon elektrik kullanan müşterilerin neredeyse tamamı hala elektriksiz.
  • Federal Acil Durum Yönetim Kurumu (FEMA), dün yaptığı açıklamada adada yaşayanların yüzde 42’sinin içme suyu olmadığını açıkladı.
  • Kasırga, adadaki 1,600 cep telefonu kulübesinden 1,360’ı devirdi.

  • Dünyadan soyutlanmış bir şekilde yaşam mücadelesi veren ada halkı haberleri radyodan takip edebiliyor.
  • Hastanelerin birçoğu jeneratör ile çalışıyor ancak dizel yakıt sorunu var. Yakıt bulunamadığı için 2 gün önce hastanelerden birinde 2 ölüm yaşandığı kaydedildi.
  • Maria Kasırgası, adadaki mahsul değerinin yüzde 80’ini yok etti. Bu 780 milyon dolarlık bir zararı karşılık geliyor. Porto Riko yiyeceklerinin yüzde 85’ini ithal ediyor.
  • Radar sistemin kasırgada zarar gördüğü için yeni fırtınaları tahmin etmek zor.
  • San Juan Havaalanı Pazar günü ticari uçuşlara açıldı. Her gün adaya limitli sayıda uçak inip kalkıyor.

  • Depolarında akaryakıt bulunan az sayıda istasyonun önünde uzun kuyruklar oluşuyor. Porto Riko’ya akaryakıt ABD’den tanker gemilerle getiriliyor.
  • 103 milyar dolarlık bir ekonomiye sahip olan Porto Riko, iflas ettiğini ilan etti. Afetten bu yana 70 milyar doları aşkın borcunu yeniden yapılandırmaya çalışıyor.
  • AP’ye göre şu ana kadar Porto Riko’da en az 16 kişi hayatını kaybetti. Ancak uzmanlar ilerleyen günlerde bu sayının yüzleri bulacağını söylüyor.
  • Federal Acil Durum Yönetim Kurumu’nun (FEMA) adaya yardımları koordine eden 600 çalışanı bulunuyor. 4.4 milyondan fazla yemek, 6.5 milyon litre su, 300 bebek için çocuk kiti gönderildi.

 

(VOX, Yeşil Gazete)

2017 Dünya Nükleer Enerji Durum Raporu yayınlandı ve bir “ilk”i başardı!

Her yıl Dünya genelinde nükleer santrallerin üretimine, operasyonuna ve inşaat süreçlerine dair bilimsel araştırmalara dayanarak hazırlanan  Dünya Nükleer Enerji Durum Raporu(WNISR),* 2016 yılına  ait verilerle ve gelecek dönem projeksiyonlarıyla bu yıl Eylül ayında yayınlandı. Orjinaline şuradan ulaşabileceğiniz rapor,  operasyonda olan nükleer reaktörlerin gerçek sayısının nükleer otoritelerce kabulüyle ve yenilenebilir enerjilerin engellenemeyen yükselişine dair yaptığı analizlerle dikkat çekiyor, geçen senelerde olduğu gibi  bu sene de değerlendirmemizi paylaşıyoruz.

2011 yılında Fukuşima Nükleer Santrali’nde on hatta yüz yıllarca sürecek bir ekolojik yıkımı başlatan nükleer felaket toplumları hiç olmadığı kadar daha fazla nükleer santraller üzerine düşünmeye itti. Kendinden önceki nükleer felaketleri ve etkilerini de hatırlatarak nükleer santrallerin alt yapısal yetersizliklerine, uygunsuzluklarına, barındırdığı riski daha da arttıran operasyonel risklerin büyüklüğüne dikkat çekilmesine kapı araladı. Japonya, böyle bir süreç başladığı içindir ki coğrafi ve jeolojik niteliklerine hiç de uygun olmadığını keşfettiği tüm nükleer santrallerini bir yıl içinde devreden çıkardı;Dünya genelinde nükleer santrallerin güvenlik ve emniyet açıkları masaya yatırıldı; denetimler arttırıldı; başka ülkelerde de uygunsuzlukların tespit edilmesiyle bir çok reaktör kapatıldı. Dahası, Fukuşima gibi benzer bir felaketin müsebbibi olmayı göze alamayan bazı ülkeler nükleer santralleri programlarından çıkarmayı düşünmeye başladı ve bu kararlarını uygulamaya koydu. Nihayet dünya genelinde 446 olarak bilinen toplam reaktör sayısında  ciddi bir düşme gerçekleşti. Halihazırda  bu gün 31 ülkede toplam 403 reaktör operasyonda bulunuyor. Buna rağmen dünya genelinde nükleer santrallere istinaden bir otorite olan Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA), Dünyadaki nükleer reaktör sayısını bir değişiklik olmamış gibi 446 olarak açıklamaya devam etti. Oysa Japonya’da Fukuşima Nükleer Felaketi’nin başlamasının ardından kapatılan reaktörlerden altı yıl içinde  yalnızca  Eylül 2013 , Ağustos 2015 ve 1 Temmuz 2017 de  tarihlerinde devreye alınanlarla  altı yıl sonra bugün Japonya’da bugün  5 reaktör  (Sendai-1 and -2, Takahama-3 and -4, Ikata-3) faaliyette bulunuyor. Fukuşima Daichi ve Daini nükleer tesislerindeki 10 reaktör ve Monju Yeniden İşleme Tesisi  tekrar açılmamak üzere kapatılmışken ve geriye kalanların tekrar devreye alınması ise deprem ve tsunamiye yönelik iyileştirmelerin tamamlanması açısından şüpheliyken rakamın güncellenmesi şarttı.

Şekil 1: Dünya genelinde operasyonda olan reaktör sayıları ve kapasiteleri

Rapor bir “ilk”i başardı!

Dünya genelinde nükleer santrallerin üretimine, operasyonuna ve inşaat süreçlerine dair veriler paylaşan Dünya Nükleer Enerji Durum Raporu, IAEA’nın beyanlarındaki eksiklikleri yıllardır açıkça  ve eleştirel olarak ortaya koyuyor. Nihayet ilk kez geçen sene Dünya Nükleer Enerji Durumu Raporu ile birlikte yayınlanmış olan Dünya Nükleer Birliği(WNA)’nin hazırladığı Performans Raporu tarihte ilk defa nükleer santralleri  “operasyonda olan” ve “operasyonda olmayan” şeklinde ikiye ayırmış oldu.

Bu güne dek  IAEA’nın  Japonyada  dünadaki reaktörlerin %10 una tekabül eden 42 reaktörün devre dışı olduğu gerçeğini dünya nükleer  istatistiklerine yansıtmaması nedeniyle endüstriler, kurumlar, enstitüler, hükümetler, çeşitli örgütler gerçeği yansıtmayan çarpıtılmış verileri kullandılar. Nitekim  Akkuyu Bilirkişi İncelemesi’nin karar raporunda da  Dünyadaki nükleer santrallerin sayısı  yanlış beyan edilmiş olduğuna yazımızda dikkat çekmiştik.   Fukuşima Nükleer Felaketi’nin ardından kapatılan nükleer reaktörlerin sayısı otoriteler tarafından sürekli  gözardı edildiği için bizlere  rakamların yanlışlığına vurgu  yapmak düşmüştü . Neticede diyebiliriz ki, güncel veriler üzerinden  hazırlanan Dünya Nükleer Enerji Raporu  sayesinde nükleer otoriteleri de artık gerçeğe uygun rakamları telaffuz edecek.

Yenilenebilir enerjilerin önlenemez yükselişi!

Dünya Nükleer Enerji Durum Raporu’nun son yıllarda yaptığı diğer bir katkı ise yenilenebilir enerjilerin nükleer enerjiden elde edilen üretimle rekabet eder bir hale geldiğini  somut olarak göstermesi. Buna göre, 2016 yılında  nükleer santrallerden  elde edilen elektrik üretimi 2476 Teravatsaat olurken dünya genelinde bu artışta rüzgar enerjisinin payı  %16, güneş enerjisinden üretimin payı  %30  nükleer enerjiden üretilenin payı ise %1,4 olmuş bulunuyor.  Nükleerde sözkonusu bu %1,4’lük artışın nedeni ise Çin’in tek başına  nükleer enerji yatırımlarına 25 Teravatlık yani %23’lük bir ilave yapmış olması. Tüm bu  artış oranlarını ilave üretim miktarı ile  ifade edersek: Nükleer enerji alanında  toplam 35 Teravatsaatlik yapmış bulunuyor,buna mukabil  rüzgar enerjisinde ise    nükleerin  3.8 katı olmak üzere 132 Teravatlık bir artış, güneşte  ise  nükleer enerji üretim miktarının 2.2 katı olmak üzere 77 Teravatsaatlik bir artış meydana gelmiş bulunuyor. Raporda bu şekliyle yenilenebilir enerji üretimindeki artışın küresel enerji üretimine yapılan  ilavelerin 62%’sine denk geldiği ifade edilirken  yenilenebilir enerji kaynakları üzerine yapılan yatırımların Şili, Meksika, Fas, Birleşik Arab Emirlikleri ve ABD’de 30$’ın altına düşen rekor ihale fiyatlarıyla gerçekleştirildiği belirtiliyor. Tam da bu noktada 2030 yılında yaş haddinden kapatılması öngörülen 163 reaktörün kapasitede meydana getireceği  144,5 Gigavatlık düşüşün  yenilenebilir enerjilerden kompanse edileceği düşünülebilir. Zira raporda  1997’den bugüne yenilenebilir enerjilerden elde edilen her yeni kilowatsaatlik üretimin  nükleer enerjinin ürettiğinden  4 kat fazla olduğunun altı çizilmiş.

Şekil2 :Dünya genelinde elektrik üretim kapasiteleri açısından rüzgar-güneş-nükleer enerji karşılaştırması

Esas neden Çin !

Bununla birlikte, nükleer enerji üretiminde başı çeken 5 ülke ABD, Rusya, Çin, Güney Kore ve Fransa  ve bu ülkelerin 2016 yılında nükleer enerjiden ürettiği elektrik miktarı ise 2476 Teravatsaat olmak üzere dünyada  nükleer enerjiden elde edilen elektriğin %70’ini oluşturuyor ki bu orana en çok katkıyı yapan ülke  nükleer enerji üretiminde  %23 artış gerçekleştiren Çin!

10 Yeni reaktör üretime başladı

Nükleer reaktörlerden elde edilen enerji miktarına ülke bazında bakıldığında  2016 yılında ise  nükleer enerjiden elektrik üretiminin 15 ülkede arttığı görülüyordu. Bu rakam 2017 yılında 12 ülkede  düşmüş , 4 ülkede ise aynı kalmış bulunuyor. Rapor, 2016 yılında  Çin, Hindistan, Pakistan ve Rusya’da olmak üzere toplam 10 reaktörün üretime başladığını gösteriyor.  Buna göre Çin 5 ünite devreye almış  ve 2016 yılında nükler enerjiden ürettiği elektrik miktarını  %20 arttırmış görünüyor.  Ayrıca Hindistan’da (Kudankulam-2), Pakistan’da  (Chasnupp-3), Rusya’da  (Novovoronezh-2-1), Güney Kore’de (Shin-Kori-3) ve ABD’de  (Watts Bar-2,43 yıl süren inşaattan sonra) 1’er reaktörün üretime başlatıldığı belirtiliyor. 2017’nin ilk  yarısında ise  biri Çin’de (Yangjiang) diğeri  Pakistan’da (Çin tarafından kurulan Chasnupp-4)olan iki reaktörün faaliyete geçirildiği belirtiliyor.

Şekil3 : Dünya genelinde yıllara göre operasyona başlatılan-kapatılan reaktörlerin sayısı

3 reaktör devreden çıkarıldı

Diğer taraftan Rusya’daki Novovoronezh-3 ile  ABD’deki Fort Calhoun-1 olmak üzere 2 reaktörün 2016 yılında kapatılmasına karar verilmiş bulunuluyor. 2017 yılında ise Dünyanın en eski reaktörlerden Güney Kore’deki  (Kori-1,  40 yıllık operasyondan sonra) ve İsveç’teki (Oskarshamn-1, 46 yıl operasyondan sonra) kapatılmış bulunuyor.

Projelerde ertelemeler

Öte yandan Bangladeş, Mısır, Ürdün, Polonya, Suudi Arabistan ve Türkiye’deki İnşaat süreçlerinde bazı ertelemeler yapıldı. Örneğin Vietnam nükleer santral projesinden elektrik üretimi talebindeki düşüş,  yüksek güvenlik gereksinimi ve yükselen inşaat maliyetleri nedeniyle vazgeçmiş bulunuyor.

Şekil4: Dünya genelinde reaktörlerin yaş durumu

Yaşlanan, ömrü uzatılan reaktörler

Rapora göre Çin dışında dünyada operasyonda olan nükleer santrallerin  yaş ortalaması yükselmeye devam ediyor ve 2017’de  29,3’e ulaşmış durumda. 234 reaktörün 31 yıldır operasyonda olduğu, 64’ünün ise 41 yıldan uzun bir süredir çalıştırıldığı anlaşılıyor. ABD’de faaliyette olan 99 reaktörden 84’ünün lisansı bir reaktörün ömrü için biçilen 40 yıldan 60 yıla yani uzatılmışken Fransa bu konuda daha hassas yaklaşıyor ve reaktörlerinin ömrünü yalnızca ilave bir 10 yılla sınırlıyor ki tüm reaktörlerin ömrünün uzatılacağına dair bir garanti bulunmuyor. Öte yandan raporda  2025’e kadar enerji üretiminde nükleer enerjinin payını düşüreceğini ilan etmiş olan Fransa açısından yaşlanan reaktörlerin ömrünü uzatma girişimi nin politikasıyla ters de düşeceğine de dikkat çekilmiş.

Nükleerde finansal darboğaz!

Rapor, nükleer endüstrinin içinde bulunduğu krizi de değerlendirerek  Nükleer santral inşat işlerinden dolayı yaşadığı kayıplarla adından söz edilen Nükleer Enerji Devi  Toshiba’nın satın almış olduğu ABD menşeili Westinghouse için iflas duyurusunda bulunduğuna da yer vermiş. Benzer şekilde Areva’nın  geçmiş  6 yıl içinde 12,3 Milyar Dolar kaybı olduğundan ve Fransız Hükümeti’nin 5,3 Milyar Dolar ödeyerek bu açığı kapatmaya çalıştığına,  bir yazımızda değerlendirdiğimiz gibi Areva’nın Cresuot Forge fabrikasındaki bu büyük kalite skadalının endüstriye olan güveni sarstığına da değiniyor.

Türkiye dosyasında İğneada!

Raporda gelecek dönem projelerine istinaden ülke dosyalarına yer verildiği  üzere Türkiye’deki nükleer santral projeleri hakkında da bir değerlendirme  yapılmış. Buna göre Türkiye’de kurulumu, dizaynı  bakımından hükümetin farklı devletlerle anlaşarak kurma girişiminde bulunduğu üç nükleer santral projesinin olduğundan ve Türkiye’deki nükleer endüstri için yasal altyapıda ciddi eksiklikler bulunduğundan bahsediliyor. Bu bağlamda nükleer santralin teknolojisinin farklı ülkelerden gelecek olması gerek operasyon gerekse regülasyonlarda  farklı ülke stratejilerinin uygulanmasından mütevellit karışıklıkların olabileceğine işaret ediliyor.

Öte yandan raporda Akkuyu NGS’den halihazırda kağıt üzeride anlaşılmış ve inşaat lisansını beklediğine, Sinop hakkında  yer lisansının henüz alınmadığı bununla beraber Mitsubishi ve Areva ortaklığında üretilecek hiç denenmemiş olan reaktörlerin kurulmasının planlandığına değiniliyor. İlaveten raporda  henüz ticari bir anlaşma yapılmamış dolayısıyla resmiyete dökülmemiş olsa da İğneada Nükleer Santral Projesi’nden de bahsediliyor: Proje için Çin Nükler Güç Teknoloji Şirketi ile Westinghouse ile imzalanacak 22 Milyar Dolarlık bir anlaşmanın öngörüldüğü fakat  projenin önündeki engelin Westinghouse şirketinin içinde bulunduğu finansal darboğaz olduğu ifade edilmiş.

Raporun, Türkiye açısından nasıl okunabileceğine değinerek bu değerlendirmeyi toparlarsak, yetkililerin nükleer reaktör sayılarını ifade ederken bilgilerini güncellemeleri gerektiğini, aksi halde komik duruma düşebileceklerini söyleyebiliriz. Dünya genelinde nükleer enerjiden elektrik üretiminde artış olduğunu iddia edersek de bu oranda Çin’in belirleyici olduğunu fakat, aynı Çin’in yenilenebilir enerji yatırımlarını da arttırdığını kabul etmemiz gerekir. Son olarak Dünyadaki nükleer santrallerin yaşlandığını, bunların devreden çıkarılmasıyla nükleer saantrallerin sökümü gibi netameli ve riski devam eden süreçlerle uğraşılacağını öngörebilir hatta bir de batmak üzere olan nükleer şirketlerine  niçin Türkiye’de projelerin verildiği üzerine sorular üretebiliriz.

*Her yıl yayımlanan Dünya Nükleer Endüstrisi Durum Raporu Paris’te uluslararası bağımsız enerji danışmanlığını icra eden Mycle Schneider’ın,  ekibiyle birlikte 24 yıldır hazırlayıp dünya ile paylaştığı rapordur, adını veren yıldan bir önceki yılın verileri kullanılarak hazırlanır. Kısa adı World Nuclear Status Industry Report (WNSIR) olan rapor, mevcut nükleer tesislerin ve yeni kurulması planlanan potansiyel santrallerin durumu ve proje gelişimlerine dair bilgileri ve ek olarak meydana gelişleri itibariyle her yıl etkisi değişebilen 1986 Çernobil Nükleer Faciası ile 2011 yılında meydana gelen Fukuşima Nükleer Felaketinin sonuçlarına da değiniyor.

Pınar Demircan     

 

 

Akgün İlhan: Su Hakkı Mücadelesi, evrensel bir insan hakkı için atılan kilometre taşları

1. Gıda Toplulukları Çalıştayı kitabının okurlar ile buluştuğuna dair müjdeli haberi daha çok yeni sizlerle paylaşmıştık. Şimdi ikinci müjdeli haberle karşınızdayız. “Türkiye’de ve Dünya’da Su Krizi ve Su Hakkı Mücadeleleri” kitabı da dileyen herkesin rahatça erişebilmesi için pdf formatında yayınlandı.

Kitaba bu bağlantı üzerinden erişebilirsiniz.

Sivil ve Ekolojik Haklar Derneği tarafından yayına hazırlanan 114 sayfalık kitapta su hakkı mücadelesinin içinden 8 kişinin yazıları yer alıyor. Dr. Akgün İlhan, Dr. Ayman Rabi, Efe Baysal, Ercan Ayboğa, Maude Barlow, Prof. Dr. Murat Güvenç, Dr. Özdeş Özbay ve Doç. Dr. Pınar Uyan Semerci’nin yazıları gezegen çapında su krizi ve bu krizle başedebilmek için tarihin başından bu yana süregiden su hakkı mücadelesini tüm yönleri ile ele alıyor.

Kitap hakkında detaylı bilgiyi almak için gazetemiz yazarları arasında da bulunan, Sivil ve Ekolojik Haklar Derneği’nden Su Hakkı Kampanyası aktivisti Dr. Akgün İlhan ile Yeşil Gazete adına bir görüşme yaptık.

 Akgün merhaba, öncelikle seni tanıyabilir miyiz?

Akgün İlhan: Merhaba. Paris UNESCO Genel Merkezi’nin Su Departmanı’nda yaptığım staj sırasında (2004) su kriziyle yakından tanışma fırsatım oldu. Dünyanın en önemli 100 civarındaki nehir havzasının yönetimine halkın katılımı temalı HELP adlı bir projede çalışıyordum. Bu proje suyun sadece doğanın değil, toplumunda nasıl merkezinde yer aldığını daha iyi anlamama vesile oldu.

25 – 27 Ağustos’ta Büyükada’da gerçekleşen “Yaşam için Su Kampı”ndan bir fotoğraf (Akgün İlhan ön sırada oturan pembe süveterli aktivist)

Su tutkusu beni daha sonra Barselona Otonom Üniversitesi’nde Çevre Bilimleri doktorası yapmaya yöneltti. Doktorayı 2010 yılında tamamlayıp bir sene sonra da Türkiye’ye döndüm.

Su krizi üzerine çalışmalarıma Su Hakkı Kampanyası (İstanbul) ekibiyle tanıştıktan sonra birlikte devam ettim.

2012 yılından bu yana Nuran Yüce ile birlikte hazırlayıp sunduğumuz “Su Hakkı” adlı programımız Açık Radyo’da Salı günleri saat 16.00-16.25 arası canlı olarak gerçekleşiyor. 2010’dan beridir su krizi ve su hakkı mücadeleleri üzerine yazdığım yazılar çeşitli dergi, gazete ve kitaplarda yayınlandı. Yeşil Gazete’de de aynı sorunları dile getiren yazılar yazmaya devam ediyorum.

Su Hakkı Kampanyası’ndan ve çalışmalarınızdan bahsedebilir misin?

Su Hakkı Kampanyası, 2009’da İstanbul’da Dünya Su Konseyi tarafından düzenlenen 5. Dünya Su Forumu sonrasında ortaya çıkmış bir oluşum.

Dünya Su Konseyi, suyun ticarileştirilmesi ve özelleştirilmesi için 1996 yılından bu yana çalışan bir devletler ve şirketler birliği. Konseyin yaptığı forumlarda ekolojik krizin yaratıcısı neoliberal aktörler kafa kafaya verip su varlıklarının küresel bir piyasa mekanizması içinde metalaşması için politikalar belirleyerek bunları dünyaya yayıyor.

Her üç senede bir yapılan bu forumlarla eş zamanlı olarak yapılan alternatif forumlar da oluyor. Halkın sesi olan alternatif forumlarda suyun bir ekonomik meta değil, tüm canlıların en temel yaşam hakkı olduğu savunuluyor. İşte Su Hakkı Kampanyası İstanbul’da yapılan Alternatif Dünya Su Forumu’na katılan akademisyenler, aktivistler ve vatandaşların başlattığı bir kampanya olarak kuruldu.

Su Hakkı Kampanyası 2010 yılından beri Türkiye’nin ve dünyanın su gündemini takip edebileceğiniz bir web sitesini devam ettiriyor. 2012’ten itibaren her Salı saat 16.00 ile 16.25 arasında Açık Radyo’da yayınlanan Su Hakkı adlı bir programımız da var.  Ayrıca şimdiye kadar su krizi ve su hakkı mücadeleleri üzerine altısı kitap olmak üzere onlarca özgün içerikli yayın, dünyadaki su meselesini anlatan çeviriler, yorum yazıları ve raporlar yayınladık. Böylece Türkiye’deki su meselesi üzerine oldukça zengin bir arşiv de yaratmış olduk.

Buna ek olarak Su Hakkı Kampanyası su meselesiyle ilgili çeşitli konferanslar, belediyelerle birlikte atölyeler, toplantılar, imza kampanyaları, film gösterimleri ve yaz kampları da gerçekleştirdi. Kampanya onlarca etkinlikte stant açtı, konuşmalarda bulundu ve sokak eylemlerinde yer aldı. Gittikçe büyüyen aktivist ağımızla faaliyetlerimize devam edeceğiz.

Su Hakkı Kampanyası, Sivil ve Ekolojik Haklar Derneği’nin bir projesi mi? Dernek başka ne gibi çalışmalar yapıyor?

Su Hakkı Kampanyası Sivil ve Ekolojik Haklar Derneği’nin (SEHAK) bünyesinde yürüyor.

Ancak pratikte çalışanlarının ve gönüllülerinin çabalarıyla bir projeden çok katılımcı bir kampanya diyebiliriz. İsminin içinde “kampanya” kelimesinin geçmesi de bu yüzden. Nitekim kampanya dâhilinde gönüllü olarak yürüttüğümüz pek çok çalışma var.

SEHAK bünyesinde ise sadece ekolojik değil sivil hakların önünde engel olan ırkçılık, milliyetçilik ve militarizm gibi sorunları çalışan projeler de mevcut. Derneğin çalışmalarına www.sehak.org adresinden erişebilirsiniz.

“Türkiye’de ve Dünya’da Su Krizi ve Su Hakkı Mücadeleleri”nin hazırlık süreci nasıl oldu?

Dünyanın içinde bulunduğu ekolojik krizin tüm bileşenleri doğrudan ya da dolaylı olarak su sorunuyla ilişkili. Nasıl doğada suyun ulaşamadığı bir yer yoksa, toplumsal yaşam pratiklerinde de suyun değmediği bir alan yok. Ancak buna rağmen Türkiye’de su krizi dediğimizde, meselenin toplumsal ve politik boyutları büyük oranda es geçilip, akıllara siyaset dışı yüzeysel bir çevre mücadelesi geliyor. Oysa su, gelişmekte olan ülkeleri gelişmiş ülkelerden, aynı ülke içindeki yoksulları zenginlerden, insan dışındaki canlıları insanlardan ve gelecek nesilleri günümüzde yaşayanlardan çok daha olumsuz bir biçimde etkiliyor. Ekolojik adaletsizliğin aracı haline getirilen su, neoliberal düzende devletlerin hegemonya kurma silahı, şirketlerin ise kâr etme makinesi haline geliyor. Tam ortasında adaletsizliğin yer aldığı bu tabloya bakıp ta mevcut düzeni eleştirmekten kaçınan bir çevre mücadelesi her zamankinden daha fazla başarısızlığa mahkûm.

Su Hakkı Kampanyası olarak su meselesini sadece fiziksel değil siyasi ve toplumsal boyutlarıyla da ele alan bir çalışmaya Türkiye’de acilen ihtiyaç olduğunu saptadıktan sonra konunun farklı boyutlarını gündeme taşıyacak bir konferans planladık. Hem uzmanları hem de su hakkı mücadelesi içinde yer alan aktivistleri bir araya getirerek daha bütüncü bir su krizi çözümlemesi yapmayı amaçladık. 12-13 Kasım 2016 tarihlerinde Boğaziçi Üniversitesi’nde gerçekleştirdiğimiz “Uluslararası Su Mücadeleleri Konferansı”nda Kuzey Kıbrıs, Brezilya, ABD, İrlanda, Filistin ve İspanya’dan su hakkı mücadeleleri içinde olan aktivistlerin yanı sıra Türkiye’nin dokuz ayrı ilinden çevre aktivistlerini ve çeşitli üniversitelerden bilim insanlarını bir araya getirdik. Böylece su meselesinin salt fiziki bir çevre sorunu olarak ele alınması geleneğini bükerek meseleyi militarizm, kalkınmacılık, demokratik katılım, insan hakları ve mültecilik gibi eksenlerde değerlendirmiş olduk. Bu konferansta ayrıca su meselesinin sadece Türkiye’ye has olmadığını, küresel neoliberal düzenin yansımalarını yaşadığımızı uluslararası su hakkı mücadelesi pratiklerini Türkiye’ye de taşıyarak anlatmış olduk.

Konferans iki günlük bir etkinlik olduğu ve sınırlı sayıda insan katılabildiği için ele alınan konuları daha geniş bir kitleyle paylaşmak ve tartışmaya açmak istedik. Bu nedenle konferansta ele alınan bazı meseleleri, bu konuları tamamlayacağını düşündüğümüz ek konularla birleştirip bir kitap halinde yayınladık.

“Türkiye’de ve Dünya’da Su Krizi ve Su Hakkı Mücadeleleri” kitabına nasıl erişebileceğiz?

Su Hakkı Kampanyası’nın bütün yayınları ücretsiz. Kitabın pdf formatındaki halini www.suhakki.org sitesinden hemen indirebilirsiniz.

Kitabımız tıpkı diğer yayınlarımızda olduğu gibi üniversite kütüphanelerine ve çeşitli STK’lara gönderilme aşamasında.

Pankartta, “Suyu korumak için buradayız. Su bizim yaşam kaynağımız” yazıyor. ABD yerlilerinin Standing Rock’ta başlattıkları ve tüm dünyanın yerel halklarından destek gören #NODAPL (No Dacota Accsess Pipeline – Dakota Access Boru Hattına Hayır) kampanyası da suyun kullanımı üzerine doğmuştu

Ancak beklemek istemez ve kitabın basılı örneğini isterseniz bizi internet sitesinde (www.suhakki.org) yazılı olan adresimizde ziyaret edebilirsiniz. Böylece hem kitabınızı alırsınız hem de tanışmış oluruz.

Kitap sekiz uzmanın yazılarından oluşuyor, kendi yazından kısaca bahsedebilir misin? Artık suyu tüketme raddesinde miyiz cidden?

Kitapta benim yazım dışında Dr. Ayman Rabi, Efe Baysal, Ercan Ayboğa, Maude Barlow, Prof. Dr. Murat Güvenç, Dr. Özdeş Özbay ve Doç. Dr. Pınar Uyan Semerci tarafından yazılan birbirinden ilginç makaleler var.

Benim yazdığım “Suya Erişim Hakkından Suyun Akma Hakkına” isimli yazı, suya erişim hakkının aslında insanlık tarihi kadar uzun bir geçmişi olduğunu ve bir evrim geçirdiğini anlatıyor.

İklim değişikliği ve su krizinin neoliberal reçetelerle daha da şiddetlendiği son birkaç on yıl içinde toplumsal mücadeleler de hızla yükseliyor. Bu sayede su hakkı çeşitli uluslararası anlaşmalar ve ulusal yasalarda bir hak olarak tanınmaya başlanıyor. Bunun yanı sıra su hakkı zamanla sadece günümüz insanlarının suya erişim hakkının ötesine geçip, diğer canlıların ve gelecek kuşakların suya erişiminin ve hatta nehirlerin akma hakkının da hesaba katıldığı bir evrensellik kazanmaya başladı. Su hakkının tarihçesinde aslında doğayla devlet aygıtı vasıtasıyla olan ilişkimizin özetini de gözden geçirmiş oluyoruz. Ekolojik krizden sağ çıkıp gelecek kuşaklara yaşanabilir bir dünya bırakabilmek için bu gözden geçirmeyi acilen gerçekleştirmemiz ve derhal harekete geçmemiz gerekiyor.

Meselemiz suyun tükenmesi değil. Dünyada sabit miktarda su sürekli bir döngü içinde. Dünya yaşam bu döngünün sayesinde devam ediyor. Mesele su varlıklarının endüstriyel tarım, sanayi faaliyetleri ve kentleşme ile birlikte hızla kirleniyor oluşu.

Üstelik üçünün de ortak noktası olan fosil yakıt kullanımı sayesinde sadece su varlıkları değil hava ve toprak ta kirleniyor. Kirlendikçe temizlenmesi zorlaşan, arıtma vb. maliyetleri yükselen, pahalandığı için erişimi kısıtlanan ama vazgeçilmesi mümkün olmayan en temel yaşam kaynağı olan sudan bahsediyoruz. Bu yaşam kaynağını korursak, yaşamı da koruyacağız. Koruyamazsak su Ergene Nehri’nde, Kurbağalıdere’de ve daha pek çok akarsuda gölde denizde olduğu gibi zehir taşıyacak, ölüm saçacak. Devletler kalkınma yarışı içinde yaşam varlıklarını şirketlerin emrine amade ederken insanlara, gelecek nesillere ve doğaya su kalmıyor. Bu kalkınma değil aslında yıkım olacak.

Son olarak su hakkına dair hangi aşamadayız, umut var mı?

Gerek dünyada gerekse Türkiye’de su hakkı mücadeleleri devam ediyor. 1990’lardan bugünlere Hindistan, Bolivya, Güney Afrika, İtalya, Yunanistan, İrlanda ve ABD gibi dünyanın bir birinden farklı onlarca ülkesinde önemli su hakkı mücadeleleri ortaya çıktı.

Bu mücadeleler suyun evrensel bir insan hakkı olarak kabul edilmesine giden süreçte önemli kilometre taşlarını oluşturdu. Hindistan’daki baraj karşıtı hareketlerden tutun da ABD’nin petrol boru hatlarına karşı mücadelelerine kadar insanlık suyla olan ilişkisinde araya giren devletlere ve şirketlere “artık yeter” dedi.

Hepimiz için çok önemli dersler taşıyan bu mücadelelerin tarihçesini Özdeş Özbay’ın “Uluslararası Su Hakkı Mücadeleleri” adlı yazısında daha detaylı okuyabilirsiniz.

Benzer biçimde Türkiye’de de 2000’li yıllarda başını baraj ve HES karşıtı mücadelelerin çektiği madencilik karşıtı mücadeleleri de içeren bir toplumsal hareket ortaya çıktı. Tamamlanırsa 12 bin yıllık kesintisiz tarihiyle Hasankeyf’i sular altında bırakacak Ilısu Barajı’ndan Karadeniz bölgesinde inşaat ya da planlama aşamasında olan yüzlerce küçük ölçekli HES’e kadar sayısını bile net olarak bilmediğimiz hidrolik projeler kırsaldaki direnişin sembolleri oldu. Bu hidrolik tesisler, iptal edilsin ya da tamamlansın, ülkede önemli bir sosyal öğrenme sürecini tetikledi. Kalkınma ve onun vazgeçilmez ayağı olan suyu H2O’dan öte bir varlık olarak görmeyen “hidrolik paradigma” sorgulanmaya başlandı. Türkiye’deki su eksenli ekolojik mücadeleyi de Efe Baysal’ın “Türkiye’nin Yüksek Enerjiye Dayalı “Kalkınma” Hamlesi: Ölü Toprak Ölü Su” başlıklı yazısından takip edebilirsiniz.

İşte tüm bu mücadelelerin birbirine eklemlenmesi sonucu 2000’li yıllarda esasen insanlarının suya erişim hakkını ele alan su hakkı kavramı, günümüz insanlarının haklarının ötesine geçip, diğer canlıların ve gelecek kuşakların suya erişiminin ve hatta nehirlerin akma hakkının da hesaba katıldığı bir evrensellik kazanmaya başlıyor.

Ekolojik krizin büyümesiyle su hakkı mücadelesi daha da çetinleşecek. Ancak insanlığın ortak kazanımı ve mirası olan su hakkının içinde olduğu ekolojik mücadele de güçlenecek. Dolayısıyla yaşam oldukça su hakkı mücadelesi, mücadele oldukça umut var olmaya devam edecek.

 

Röportaj: Alper Tolga Akkuş

(Yeşil Gazete)

İngiltere’de gıda güvenliği skandalı: Son kullanma tarihi geçen tavukları satıyorlar!

İngiliz Guardian gazetesi ve ITV kanalının birlikte yürüttüğü bir araştırma, İngiltere’nin en büyük tavuk eti üreticisinin tarihi geçmiş tavuk etlerini piyasaya sürdüğünü ortaya koydu.

Guardian’ın birinci sayfasından tam sayfa yayınladığı habere göre ülkedeki tavuk eti üretiminin üçte birini yapan 2 Sister Food Group adlı şirket, etlerin üzerindeki tarihlerle oynayarak piyasaya son kullanma tarihi geçmiş etler sürüyor.

Simon Goodley imzalı haberde İngiltere’nin büyük market zincirleri olan Tesco, Sainsbury’s, Marks & Spencer ve Aldi’ye de et üreten şirketin, tavukların kesildiği tarihlerin kayıtlarıyla da oynadığı belirtiliyor.

12 gün boyunca kaydedilen gizli kamera görüntüleriyle de desteklenen araştırmada, şirket çalışanlarının yere düşen tavuk etlerini tekrardan üretim bandına koyduğu, farklı tarihlerde kesilen tavukların etleri karıştırılırken ürünün ambalajındaki en taze etin tarihine yer verildiği aktarılıyor.

Guardian’ın ulaştığı 2 Sisters şirketi, iddiaları yanıtlamak için yeterli zamanı olmadığını belirtirken şirketin avukatları ise “Gıda güvenliği ve hijyen 2 Sisters’ın en temel öncelikleridir. Bu vakalar izole örnekler olabilir ve şirket bunları araştıracak” açıklamasında bulundu.

Gazeteye konuşan bir şirket çalışanı, müdürünün tavuk etlerinin tarihini değiştirmeleri konusunda kendilerine direktif verdiğini söyledi.

İngiltere’de tavuk etlerinin son kullanma tarihi hayvanın kesilmesinden yaklaşık 10 gün sonra olarak belirleniyor.

Etlerin satıldığı market zincirleri de olay hakkında soruşturma başlattıklarını duyurdu.

 

(BBC Türkçe)

 

CAT: “Türkiye’nin iklim çalışmaları kritik derecede yetersiz”

Ülkelerin iklim değişikliği alanında yaptıkları bildirimleri inceleyerek raporlayan uluslararası sivil toplum kuruluşu Climate Action Tracker (CAT), hükümetlerin iklim eylemlerini derecelendirme sistemini Paris Anlaşması’nın 1.5°C derecelik uzun dönemli ısınma limitini daha iyi yansıtması için güncelledi. Çalışmada; ABD, Rusya, Türkiye ve Suudi Arabistan gibi ülkeler “kritik derecede yetersiz” şekilde tanımlandı.

33 ülkeyi kapsayan güncellemede kategori sayısını dörtten altıya çıkardı. Bu kategoriler şöyle: Rol model;

1.5°C derece Paris Anlaşması ile uyumlu

2°C derece ile uyumlu;

Yetersiz; Çok yetersiz;

Kritik derecede yetersiz.

Yeni kategoriler hükümetlerin Paris Anlaşması çerçevesinde sundukları iklim taahhütlerinin yeterlilik ve adaletliliğinin vurgulanmasına katkıda bulunmayı amaçlıyor. CAT’in değerlendirmesi, ABD, Rusya, Türkiye ve Suudi Arabistan gibi ülkeleri “kritik derecede yetersiz” ve Japonya ve Güney Afrika’yı “çok yetersiz” kategorisinde tanımlıyor.

“Yeterli” kategorisi “1.5°C derece Paris Anlaşması’yla uyumlu” ve “2°C derece ile uyumlu” olarak iki kategoriye ayrılmış durumda.

Tüm hükümetler 2°C derece ile uyumlu hedefler ortaya koydukları takdirde, ısınma 2°C derecenin altında tutulabilecek, ancak 2°C derecenin oldukça altında tutulması mümkün olmayacak. Bunun sonucunda da Paris Anlaşması’nın 1.5°C derece limitiyle uyumlu olamayacak kadar yüksek bir sonuç ortaya çıkacak.

12 ülkenin eylemsizliği ile dünya 3 dereceden fazla ısınacak

CAT değerlendirmesi, hükümetlerin Paris Anlaşması çerçevesinde verdikleri Ulusal Katkı Beyan’larında (NDC) belirttikleri taahhütlere dayandırılıyor. Fakat, ne yazık ki, birçok ülkede iklimle mücadele eylemlerinin Ulusal Katkı Beyanları’ndan daha zayıf olduğu izleniyor.

New Climate Institute uzmanlarından Hanna Fekete’nin değerlendirme hakkında yaptığı yorumlar pek umut verici değil: “33 ülkelik listemizde yer alan 12 ülkenin eylemsizliğiyle, dünya 3°C dereceden fazla ısınacak. Burada yapılması gereken daha çok iş var.”

En az çaba gösterenin kim olduğu daha net görülüyor

Climate Analytics uzmanlarından Bill Hare ise, yeni değerlendirme hakkında şu bilgileri veriyor:

“Bu yeni kategorileri oluşturmamızın nedeni hükümetlerin iklim taahhütlerinin Paris Anlaşması’nın 1.5°C derecelik ısınma limiti hedefini tutturmak için yeterli olup olmadığını daha kesin bir biçimde göstermek ve eylemlerini değerlendirmek için bir referans çizgisi sağlamak. Bir önceki derecelendirme sistemimizde, 33 ülkenin çoğu iki kategoriye giriyordu: ‘Orta’ ve ‘Yeterli değil”. Bu derecelendirme bir hükümetin göreceli ve mutlak performansının değerlendirilmesini zorlaştırıyordu. ‘Orta’ kategorisi yedi yıl kullanıldı. Bu kategorideki bir iklim taahhütünün, ısınmayı Paris Anlaşması’ndaki 1.5°C derece ile sınırlandırmak bir yana, 2°C derecenin altında tutmak için yetersiz kaldığını gördük. Böylece bu kategorinin adı ‘yetersiz’ olarak değiştirildi. Aynı şekilde, geniş bir küresel ısı artış aralığını kapsayan ‘yeterli değil’ kategorisinde o kadar çok ülke vardı ki, bunu da, ’Çok yetersiz” ve ‘Kritik derecede yetersiz’ olarak iki kategoriye ayırdık. Artık en az çaba gösterenin kim olduğu ve çaba arttırılmadığı takdirde sonuçların ne olacağı daha net görülüyor.”

İklim mücadelesinde ‘rol model’ yok

33 ülkenin küresel ısınma mücadelesinin değerlendirildiği çalışma şöyle:

-Kritik derecede yetersiz: Şili, Rusya, Suudi Arabistan, Türkiye, Ukrayna, ABD.

-Çok yetersiz: Arjantin, Çin, Japonya, Singapur, Güney Afrika, Güney Kore

-Yetersiz: Avustralya, Brezilya, Kanada, AB, Endonezya, Kazakistan, Meksika, Yeni Zelanda, Norveç, Peru, İsviçre, BAE.

-2 derece ile uyumlu: Kosta Rica, Etiyopya, Hindistan, Filipinler, Gambia.

-1.5 derece Paris Anlaşması ile uyumlu: Fas

-Rol Model: –

Çin ve Hindistan hedeflerinin ilerisinde

Her ne kadar “çok yetersiz” kategorisinde yer alsa da, Çin yenilenebilir enerji gelişiminde ulusal planlarının ilerisine geçmiş durumda. İlk başta belirlediği hedefleri planlanandan dört yıl önce gerçekleştiren Çin, 2020 fotovoltaik gelişim hedefini kısa bir süre önce iki kat arttırdı. Hindistan ise hem elektrikli araç hedeflerinde, hem de yenilenebilir enerjilerin artışında pozitif bir gelişme gösteriyor.

 

(Dünya)

GDO devi Monsanto artık Avrupa Parlamentosu’na giremeyecek

Tohum ve biyoteknoloji devlerinden Monsanto’nun, Avrupa Parlamentosu’na girişi yasaklandı. Karar, ABD’nin kanser izleme listesine aldığı yabani ot öldürücü tarım ilacı (glifosatlı herbisiti) Roundup ile ilgili görülen davanın duruşmasına üretici Monsanto’nun katılmayı reddetmesinden sonra alındı.

Böylece Avrupa Parlamentosu üyeleri ilk kez şirketlerin meclise erişimlerini engelleyecek karara imza atmış oldu.

Alınan karara göre, Monsanto yetkilileri artık Avrupa Parlamentosu’nda düzenlenen toplantılara katılamayacak, komite toplantılarında yer alamayacak ve Fransa’nın Strasburg kentindeki meclis binasında bulunan dijital kaynaklara erişemeyecek. Avrupa Parlamentosu Başkanı Antonio Tajani, dün sabah alınan kararın parlamentodaki liderler tarafından desteklendiğini söyledi.

Aktivistler, Temmuz 2017’de Brüksel’de bir araya gelerek geçtiğimiz yıl Alman kimya ve ilaç devi Bayer’in 66 milyar dolara satın aldığı Monsanto’nun yabani ot öldürücü tarım ilacını (glifosatlı herbisiti)  protesto etmişti.

 

(Guardian, Yeşil Gazete)

 

İklim değişikliği el rehberi: Tanım, sonuçlar ve çözüm yolları!

The New York Times’da Justin Gillis imzası ile yayınlanan haberi Yeşil Gazete gönüllü çevirmeni Hilal Işık‘ın çevirisi ile paylaşıyoruz

***

Biliyoruz ve farkındayız. “Küresel ısınma” hepimizin gözünü korkutuyor. Size konuyla ilgili bir başlangıç yapmak için fırsat sunuyoruz:

Sıkça sorulan 17 soru, bazı basit cevaplarla yazımızda.

Bölüm 1 – Olan ne? İklim değişikliği ya da Küresel Isınma dediğimizde aslında ne oluyor?

1 – İklim değişikliği? Küresel ısınma? Hangisini kullanmalıyız?

Her ikisi de doğru, ancak farklı anlamlara geliyorlar.

Küresel ısınmayı iklim değişikliğinin bir çeşidi olarak düşünebilirsiniz. Daha geniş bir terim olan iklim değişikliği, sadece hava sıcaklığının artmasını değil, örneğin yağış modellerindeki değişiklikleri de kapsar.

ABD Başkanı Trump, bilim insanlarının küresel ısınma terimini kullanmaktan vazgeçip iklim değişikliği terimini kullanmaya başladıklarını ifade etti. Çünkü kışın “hava çok soğuktu”. Ancak bu iddia doğru değil. Bilim insanları her iki terimi de onlarca yıl boyunca kullandı.

2 – Dünya ne kadar ısınıyor?

İki derece ve durum göründüğünden daha da ciddi.

2017 yılının başlarında Dünya, kayıtların global ölçekte tutulmaya başlandığı 1880 yılından bu yana yaklaşık 2 derece Fahrenheit (1 derece Celsius) kadar ısınmıştı. Sayı düşük gibi görünebilir, ancak tüm gezegenin yüzeyi boyunca ortalama olarak bakıldığında oldukça yüksek olduğunu söyleyebiliriz. Bu durum bize,  dünyanın kıta buzullarının neden erimeye başladığını ve okyanus seviyelerinin neden hızla artışa geçtiğini açıklıyor. Bilim insanları, sera gazı emisyonlarının kontrol edilmemesi durumu devam ederse, küresel ısınmanın en nihayetinde 8 derece Fahrenheit’i aşabileceğini ve bu da gezegenin büyük bir insan nüfusunu barındırma kapasitesine zarar verebileceğini belirtti.

3 – Sera etkisi nedir ve küresel ısınmaya nasıl sebep olur?

Yüzyılı aşkın bir süredir bu sorunun cevabını biliyoruz. Gerçekten.

19. yüzyılda bilim insanları, havadaki bazı gazların, ısıyı uzaya kaçmadan yakalayıp yavaşlattığını keşfetti. Karbondioksit bu konudaki baş aktörlerden biri; havada hiç karbondioksit olmaasaydı, Dünya donmuş bir çölden ibaret olurdu. İnsanlık daha fazla gaz salımı yaptıkça, yer kürenin ısınacağı tahmini ilk kez 1896 yılında yapıldı. Bu gazların salım oranı şimdiye kadar sanayi öncesi seviyenin yüzde 43 üzerine çıktı ve Dünya, bilim adamlarının kabaca tahmin ettiği miktar kadar ısındı.

4 – Karbondioksit artışından insanların sorumlu olduğunu nasıl biliyoruz?

Bu konu kesin olarak açıklığa kavuşturuldu.

Endüstriyel emisyonları doğal emisyonlardan ayırmak için ,radyoaktivite kullanılan çalışmalar da dahil olmak üzere, bir çok güçlü kanıt, havada bulunan bu ekstra gazın insan faaliyetleri sebebiyle oluştuğunu göstermektedir. Karbondioksit seviyesi, uzun zaman önce doğal sebeplerle arttı ve tekrar düşüş gösterdi. Ancak bu değişiklikler binlerce yıl sürdü. Jeologlar, insanların bu gazları havaya, doğanın şimdiye kadar yaptığından çok daha hızlı pompaladığını ifade ediyor.

5 – Doğal faktörler ısınmanın nedeni olabilir mi?

Hayır!

Teorik olarak, mümkün. Örneğin, Güneş daha fazla radyasyon üretmeye başlarsa, bu durum kesinlikle Dünya’mızın ısınmasına sebep olur. Ancak bilim adamları, gezegen sıcaklığını etkilediği bilinen doğal faktörleri dikkatlice inceledi ve aslında yeterince değişmedikleri sonucuna vardı. Isınma, jeolojik zaman ölçeğinde son derece hızlı ilerliyor ve insanların sera gazı emisyonlarının dışında, bu hızlı ısınmayı açıklayacak başka bir faktör de bulunmamakta.

6 – İnsanlar neden iklim değişikliği bilimini inkar ediyor?

Çoğunlukla ideolojik sebeplerle.

İklim değişikliği politikaları üzerine müzakere yapmak yerine bu politikaları pazar odaklı hale getirmeye çalışan bakış açısı, bazı siyasi muhafazakârların, bilimi baltalamaya çalışarak bilim insanlarını engelleme yaklaşımını benimsemelerine sebep oluyor.

ABD Başkanı Trump bazen bilim insanlarının halkı kandırmak için dünya çapında bir kandırmaca içerisinde olduğunu, ya da küresel ısınmanın Çin tarafından Amerikan endüstrisini devre dışı bırakmak için icat edildiğini iddia etti. İklim inkarcılarının argümanları o kadar zorlama bir hâl aldı ki, petrol ve kömür şirketleri bile kendilerini bu politikacılardan uzaklaştırdı. Ancak bazı şirketler halen bu görüşleri savunan politikacıların kampanyalarına finansal destek veriyor.  

Bölüm 2 – Peki önlem alınmaz ise neler olabilir?

1 – Ne kadar büyük bir sorunla karşı karşıyayız?

Çok büyük.

Bilim insanları, önümüzdeki 25-30 yıl içinde, iklimin aşırı hava şartlarıyla ile yavaş yavaş ısınabileceğini söylüyor. Mercan resifleri ve diğer hassas ortamlar zaten çoktan yok olmaya başladı. Daha uzun vadede, eğer emisyonlar kontrol edilmezse, bilim insanları iklim etkilerinin, hükümetleri istikrarsızlaştırabileceğinden, mülteci dalgaları üretebileceğinden, Dünya tarihindeki 6. kitlesel yok oluşu gerçekleştirerek bitki ve hayvanların soylarının tükenmesini hızlandırabileceğinden ve kutup buz küplerini eriyerek denizlerin dünyanın kıyı kentlerinin çoğunu sular altında bırakacak kadar yükselebileceğinden oldukça büyük endişe duyuyorlar. Tüm bu riskleri yaratan emisyonlar tam da şu anda oluyor ve gelecek nesiller için derin ahlaki sorular ortaya atıyor.

2 – İklim değişikliğinin bana doğrudan etkileri konusunda ne kadar endişelenmeliyim?

Neslinizi korumak için yeterince zengin misiniz?

Gerçek şu ki insanlar bilerek ya da bilmeden, zaten etkilerini hissediyorlar. Örneğin, deniz seviyesindeki yükselmeden dolayı, Sandy Kasırgası sırasında New York ve New Jersey’de, bilim insanlarının hesaplamalarına göre sabit bir iklimde yaşanması gerekenden yaklaşık 83.000 daha fazla kişi daha şiddetli bir şekilde sel felaketinden etkilendi. On binlerce insan, küresel ısınmanın daha da kötüleştirdiği sıcak hava dalgaları sebebiyle zaten hayatını kaybediyor. Tüm dünyayı etkileyen mülteci akımları kısmen de olsa, iklim değişikliği sebebiyle gerçekleşmeye başladı. Elbette, hemen hemen tüm diğer sosyal problemlerde olduğu gibi bu durum da, öncelikli olarak ve daha şiddetli bir biçimde yoksul insanlar etkilenecek..

3 – Denizler ne kadar yükselecek?

Asıl soru: Ne kadar hızlı?

Okyanusların yükselmesi ivme kazandı ve her yüzyıl yaklaşık 30 cm.’lik bir oranla yükselmekte. Bu durum hükümetlerin ve mülk sahiplerinin kıyı erozyonuyla mücadele için onlarca milyar dolar harcamasına sebep olmakta. Uzmanlar, bu oran aynı şekilde kalırsa, muhtemelen başa çıkılabilir olacağını söylüyor.

Risk ise oranın hâlâ artıyor olması. Dünya tarihini inceleyen bilim insanları, olası görülmese de suların en kötü senaryoda on yıl başına 30 cm yükselebileceğini söylüyor. Birçok uzman, emisyonların hemen yarın durdurulsa bile, 4,5 ilâ 6 metre  arasındaki deniz seviyesi yükselişinin zaten kaçınılmaz olduğunu, bu nedenle trilyonlarca dolar harcanmadıkça birçok şehrin sel altında kalacağına inanıyor. Bu durumun ne kadar zaman alacağı ise belirsiz. Ancak emisyonlar devam ederse, nihai artış 24 ilâ 30 metre arasında olabilir.

4 – Yakın zamandaki çılgın hava şartları iklim değişikliğiyle mi alakalı?

Bazıları evet.

Bilim insanları, ısınan iklimin sıcak hava dalgalarını daha sık ve yoğun hale getirdiğine dair güçlü kanıtlar yayımladılar. Bu ısınma ayrıca şiddetli yağmur fırtınalarına neden oluyor. Okyanusların, insanların sebep olduğu emisyonları nedeniyle yükselmesi nedeniyle kıyı selleri daha da kötüye gidiyor. Küresel ısınma, Ortadoğu gibi bölgelerdeki kuraklığın şiddetini artırdı. Kaliforniya’daki son kuraklığı ise artırmış olması muhtemel.

Diğer pek çok durumda, örneğin kasırgalarda, belirli eğilimlerin küresel ısınmayla bağlantısının kurulması belirsiz veya tartışmalı. Bilgisayar analizleri geliştikçe, bilim insanları iklim hakkındaki bilgileri de gittikçe güçleniyor. 

Bölüm 3 – Çözüm yolları var mı? Neler yapabiliriz?

1 – Bu soruna gerçekçi çözümler var mı?

Evet, ancak değişim oldukça yavaş.

Bilim insanları, toplumun harekete geçmeyi çok fazla ertelediğini ve artık risklerin çok ciddi boyutlara ulaştığını söylüyor. Ancak, yer altında hâlâ yanmamış fosil yakıtlar bulunduğu sürece, harekete geçmek için çok geç değildir. Isınma, ancak insan emisyonları sıfıra indirildiğinde, potansiyel olarak başa çıkılabilir bir tempoda yavaşlayacaktır. İyi haber şu ki, otomobiller için yakıt ekonomisi standartları, daha katı bina kodları ve santraller için emisyon sınırları gibi programların bir sonucu olarak insan emisyonları pek çok ülkede azalmakta. Ancak uzmanlar, iklim değişikliğinin kötü etkilerini önlemek için enerji geçişinin hızlanması gerektiğini söylüyor.

2 – Paris Anlaşması nedir?

Neredeyse her ülke gelecekteki emisyon salımlarını sınırlamayı kabul etti.

Bir dönüm noktası niteliğindeki bu anlaşma, Aralık 2015’te Paris’in dışına uzandı. Emisyon azaltımları gönüllülük esasına dayanıyor ve verilen sözler ciddi etkileri ortadan kaldırmak için yeterli değil. Fakat anlaşmanın her birkaç yılda bir gözden geçirilmesi gerekiyor. Böylelikle ülkelerin taahhütlerini hızlandırması sağlanabilir. ABD Başkanı Trump, bu durum yıllar sürecek olsa da, 2017’de Amerika Birleşik Devletleri’ni anlaşmadan çekeceğini açıkladı. Anlaşmaya taraf diğer ülkeler, Amerikan niyetlerinden bağımsız olarak bu konudaki çalışmalarına devam edeceklerini belirttiler.

3 – Temiz enerji ekonomiye katkı ya da zarar sağlar mı?

Yenilenebilir enerjide istihdam artışı oldukça yüksek.

En düşük emisyona sahip olan enerji kaynakları arasında rüzgâr türbinleri, güneş panelleri, hidroelektrik barajlar ve nükleer enerji santralleri bulunmaktadır. Doğal gaz yakan elektrik santralleri de kömür yakanlardan daha az emisyon üretmektedir. Bu dönüşüm kısa vadede biraz daha maliyetli olabilir, ancak iklimsel zararları gidermek ve kirli havayla ilişkili sağlık sorunlarını azaltmak suretiyle bu maliyet kendi kendini karşılayacaktır. Aynı zamanda pazarın genişlemesi, yenilenebilir enerji maliyetlerini o kadar hızlı düşürüyor ki, kirli enerjiyi sadece fiyatıyla bile alt edebilir– kaldı ki bazı alanlarda bu süreç çoktan başladı.

Temiz enerjiye geçiş süreci kesinlikle kömür şirketleri gibi kaybedenler olacaktır, ancak bu süreç iş imkânı da yaratmaktadır. ABD’deki güneş endüstrisi artık kömür madenciliğinden iki kat fazla insanı istihdam etmekte.

4 – Peki ya hidrolik kırılma ya da ‘temiz kömür’ konuları?

Her ikisi de enerji sistemini temizlemeye yardımcı olabilirler.

Hidrolik kırma veya “çatlatma”, Amerika Birleşik Devletleri’nde ve diğer bazı ülkelerde yeni bir doğal gaz bolluğu yaratan sondaj teknolojilerinden biridir. Enerji santrallerinde kömür yerine yakıcı gaz kullanımı kısa vadede emisyonları azaltır, ancak gaz hala bir fosil yakıttır ve uzun vadede aşamalı olarak kullanımından vazgeçilmesi gerekecektir. Çatlatma işleminin kendisi de yerel kirlilik yaratabilir.

“Temiz kömür”, kömür yakan elektrik santrallerinden gelen emisyonların yakalanacağı ve yeraltına pompalanacağı bir yaklaşım. Ekonomik olarak işe yararlığı henüz kanıtlanmış olmadığı halde, bazı uzmanlar temiz kömürün sorunu çözmede önemli bir rol oynayabileceğini düşünüyorlar.

5 – Elektrikli otomobillerin son durumu nedir?

Genel olarak satışlar hâlâ oldukça az ancak hızlı bir şekilde artış gösteriyor.

Elektrikli araçlar elektrik şebekesinden geceleri elektrik alır ve gün içerisindeki kullanımları boyunca doğaya hiçbir kirlilik vermezler. Doğal olarak benzinli arabalara göre daha etkilidirler ve kullandıkları bu enerji kömür yakmak suretiyle üretilmiş olsa da, emisyon konusunda bir ilerleme sağlayabilirler. Elektrik şebekesi yenilenebilir güçle daha yeşil hale gelmesiyle, elektrikli araçların önemi daha da artacaktır. Bu araçlar hızla gelişiyor ve bazı ülkeler 2030’dan sonra benzinli araç satışını yasaklamaktan bahsetmeye çoktan başladılar.

6 – Karbon vergisi, karbon ticareti ve karbon telafisi nedir?

Kirlilik üzerinde bir fiyat koymak sadece bir jargon.

İnsan etkinliği ile salınan sera gazlarına kısaca “karbon emisyonları” denir. Bunun sebebi, en önemli gazlardan ikisi olan karbondioksit ve metan gazlarının karbon içermesi. (Bazı diğer kirleticiler, aslında karbon içermeseler de aynı kategoriye girmektedir.) Karbon vergileri, karbon ticareti vb. gibi ifadeler, ekonomistlerin bu kirliliği sınırlamak için  toplumun atabileceği en önemli adımlardan biri olduğunu belirttiği emisyonlara fiyat koyma yöntemlerinin kısa tanımlarıdır.

7 – İklim değişikliği konusu oldukça sıkıntılı görünüyor. Kişisel olarak bu konuda neler yapabilirim?

Bu yazıyı 50 arkadaşınızla paylaşarak başlayın.

Uzmanlar sorunun ancak büyük ölçekli, kolektif bir çalışmayla çözülebileceğini söylüyor. Bütün devletler ve uluslar, mevcut tüm araçları kullanarak ve mümkün olduğu kadar çabuk hareket ederek enerji sistemlerini temizleme kararı almalıdır. Yapabileceğiniz en önemli şey, bir vatandaş olarak haklarınızı kullanmak, ses çıkarmak ve bu konuda değişiklik talep etmektir.

Aynı zamanda, karbon ayak izinizi basit bir şekilde azaltarak paradan tasarruf etmenizi sağlayacak doğrudan kişisel eylemlerde de bulunabilirsiniz. Enerji tasarrufu yapmak için evinizin yalıtımını artırabilir, akıllı termostat kullanabilir, enerji tasarruflu ampullere geçebilir, kullanılmayan ışıkları kapatabilir, kişisel araç kullanımınızı azaltabilir ya da daha fazla toplu taşıma kullanabilir, yiyecek israfını azaltabilir ve daha az et tüketebilirsiniz.

Yılda bir veya iki kez daha az uçakla seyahat etmek, yukarıda sayılan diğer tüm eylemlerin toplamı kadar çok miktarda  emisyon tasarrufu sağlayabilir. Bu konuda daha keskin adımlar atmak isterseniz, elektrikli veya hibrid bir otomobil satın alabilir veya çatınıza güneş panelleri koyabilirsiniz. Eğer bulunduğunuz ülke rekabetçi bir elektrik piyasasına sahipse, yüzde yüz yeşil enerji satın  almanız da mümkün olabilir.

Otomobil üreticileri gibi büyük üreticileri de içeren önde gelen şirketler, faaliyetleri için temiz enerji talep ediyor. Şirket politikalarına dikkat edebilir, bu konuda öne çıkan şirketleri destekleyebilir ve diğer şirketlere de bu konuda daha iyi adımlar atmaları yönünde beklentiniz olduğunu belirtebilirsiniz.

Bahsettiğimiz bu kişisel adımlar küçük bir düzeyde görünebilir, ancak sorun hakkındaki kendi bilincinizi ve çevrenizdeki kişilerin farkındalığını artırabilirler. Aslında bu konuyu arkadaşlarınızla ve ailenizle tartışmak, atabileceğiniz en büyük adımlardan biridir.

 

Haberin İngilizce orijinali  

Muhabir: Justin Gillis

Yeşil Gazete için çeviren: Hilal Işık

 

(Yeşil Gazete, The New York Times)

Aynı gün içinde hem Nobel Barış ödülü adaylığı hem de kırmızı bültenle yakalama kararı

Almanya’da bulunan Cumhuriyet gazetesi eski genel yayın yönetmeni Can Dündar için ‘kırmızı bülten’ talep edildi. Dündar, Oslo’da ise Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterildi.

Cumhuriyet gazetesi eski genel yayın yönetmeni Can Dündar aynı gün hem Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterildi, hem de hakkında kırmızı bülten ve iade talep edildi.

Can Dündar haberi Twitter hesabından da duyurdu

Nobel Barış Ödülü Adaylığı

Nobel Barış Ödülü adaylarının belirlenmesinde rol oynayan Oslo Barış Araştırmaları Enstitüsü, 2017 ödülleri için kendi listesi açıkladı. Beş adayın bulunduğu listenin üçüncü sırasında Cumhuriyet gazetesi ve Can Dündar birlikte yer aldı.

Kırmızı Bülten

Diğer yandan Can Dündar hakkında kırmızı bülten ve iade de talep edildi.

Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’nın yürüttüğü ‘terör’ soruşturmasında hakkında yakalama kararı verilen gazetenin eski genel yayın yönetmeni Dündar hakkında kırmızı bülten çıkarılma ve iade talebinde bulunuldu.

Başsavcılığın yürüttüğü soruşturmada Dündar 24 Nisan 2016’da Diyarbakır’da düzenlenen bir konferansta yaptığı konuşmada ‘terör örgütü propagandası yapmak’la suçlanıyor.

Soruşturma kapsamında Başsavcılığın talebi üzerine Dündar hakkında ‘yakalama’ kararı çıkarttı. Karar doğrultusunda yapılan aramada, Dündar’ın Türkiye’de kayıtlı adresinde bulunmadığı ve Almanya’da olduğu tespit edildi. Başsavcılık, bunun  üzerine Dündar ile ilgili ‘kırmızı bülten’ ve ‘iade talepnamesi’ düzenleyerek,  Adalet Bakanlığı Uluslararası Hukuk ve Dış İlişkiler Genel Müdürlüğüne gönderdi.

Dündar tutuksuz yargılandığı MİT Tırları davasında 5 yıl 10 ay hapis cezasına çarptırılması üzerine yurtdışına çıkmıştı. Dündar Alman makamlarının verdiği geçici bir pasaportla Almanya’da ikamet ediyor.

 

(DW, Cumhuriyet)

Her Musul-Kerkük dendiğinde hortlayan ulusalcı yalanları teşhirimdir – Baskın Oran

Bu yazı artigercek.com sitesinden alındı

Bu trajikomik yalanları teker teker ele alacağım. Ama önce, arşivinizde kullanırsınız diye bir toparlama girizgahı yapayım. (Bunlar benim malumum diyorsanız, aşağıda “Sadede gelelim”le başlayan paragrafa kadar atlayınız)

Barzani’den ciddi para kazanıyordu AKP. Özellikle petrolden; nasıl olduğu herkesin malumu. Erdoğan, Barzani’yle can ciğer kuzu sarmasıydı; aynen bi zamanlar Esad’la olduğu gibi. Referandum işi duyulduğunda da dikkat ettiyseniz AKP’nin tüm itirazları hep çeyrek ağızlaydı.

Ama fazla sürmedi. Koalisyon ortağı Bahçeli, bir yandan emperyalist ideolojisi bir yandan da Akşener korkusu nedeniyle bayrağı açıverdi. İslamcı ideolojisi çoktandır İslam-Türk Sentezi’ne dönüşmüş olan AKP de, referandumu gayrimeşru ilan ederek katıldı kampanyaya.

Hem de ne katılmak. Erdoğan sözünü dinletemeyip sinirlendiği zaman kendini durduramıyor. Buna kamuoyunun “milli hisler”ini tahrik “avantajı” da eklenince, müzik terminolojisinde “kreşendo” tabir edilen perde perde yükseliş başladı:

***

“Bakalım petrolünü nereye akıtacak ya da satacak? Vana bizde”  dedi. Bunu, Türkiye’yi “enerji merkezi” (hub) olarak düşünen devletler de duymuş vaziyette.

“Yaptırımlar başladığında yiyecek dahi bulamayacaklar”  dedi. Yani, açlıkla terbiye ederim, diyor.

“Askerî seçeneklere kadar her şey masada” . Hemen ardından; sözleri Ümit Yaşar’dan, bestesi Rüştü Şardağ’dan, icrası Emel Sayın’dan, Musul konusunda artık klasikleşmiş bir şarkı: “Bir gece ansızın gelebiliriz” .

Bu arada Erdoğan, mazlumiyet faktörünü de ihmal etmeyeyim derken, aldatılmaları listesine bir madde daha ekledi: “Barzani’nin böyle yanlışa düşeceğine ihtimal vermiyorduk, demek yanılmışız” .  Şimdi düşmanları yine kalkıp, ‘Bu kaçıncı! Aldatılmadığın ne kaldı, sen onu söyle’ diyebilirler. Ama böyle olası bir girişim, 25-26 Eylül’de İstanbul’da düzenlenen Uluslararası Ombudsmanlık Konferansı’nda kendisine “insanlığa yaptığı katkılar” nedeniyle Nobel Barış Ödülü verilmesi çağrısıyla şimdiden dengelenmiş sayılabilir.

***

Bu kreşendo fevkalade tatsız sonuçlar getiriyor:

1) OHAL kararnameleriyle tüm hukuk düzenini silip atmış bir AKP’nin komşudaki düzeni “gayrimeşru” ilan etmesi Türkiye’yi uluslararası planda çok acayip bir yere koyuyor;

2) Türkiyeli Kürtleri alabildiğine yabancılaştırarak milleti bölüyor. Üstelik Barzani’yle ticaretin kesilmesi üzerine şimdi Güneydoğu daha da fukaralaşacak ve bunun sonuçları olacak;

3) K. Irak’ta er geç kurulacak ve Arap okyanusu içinde en çok Türkiye’ye muhtaç olacak Kürdistan gibi bir müttefiki şimdiden kendisine düşman ediyor;

4) Milliyetçi oyları avlayacağım derken, antlaşma metinleriyle hiçbir ilgisi olmayan ulusalcı yorumlarla kamuoyunu ve kendisini aldatıyor.

***

Şimdi bunları teker teker görelim. Fakat görmeden önce, dayanamayacağım, lütfen son bir parantez daha açmama izin veriniz:

Washington’da büyükelçiliğin karşı kaldırımında pankart açan protestocuları dövmekten tutuklu iki Türk’ü hapiste ziyaret ederek “milletimizin sevgi ve selamlarını ileten”  Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu şöyle dedi: “Türkmenlere müdahale olursa askerî operasyon yapılır”  .

Keşke, bunu söylerken diplomatlarımıza danışsaydı. En az iki sebepten:

1) Irak ile Türkiye arasında Irak Türkmenlerini güvenceye alan iki taraflı bir antlaşma yok;

2) Daha önemlisi: Irak’taki Türkmenlerin hakları, Türkiye’deki Kürtlere oranla (en azından kağıt üzerinde) epey çok:

Irak Anayasası Md. 121’de idarî, siyasal, kültürel ve eğitsel hakları adları zikredilerek teminat altına alınmış bulunan Türkmenler kendi etnik kimlikleriyle siyasal faaliyette bulunabiliyorlar (milletvekilleri var), kendi dillerinde eğitim görebiliyorlar. Md. 4/4 ve 44/5’e göre, nüfus çoğunluğu oluşturdukları idari bölgelerde Türkmencenin resmî dil olarak kullanılması mümkün. Md. 7/iv’e göre Türkmence, IKBY’deki eğitim dilleri arasında. Md. 26/ii,  belediye meclislerinde Türkmenlerin de dahil olduğu ulusal azınlıkların adilane temsil edileceğini söylüyor .

***

Sadede gelelim. Bizzat Başbakan B. Yıldırım’ın ileri sürdüğü “kanıt”ları  numaralayalım ki atlamaksızın inceleyelim:

1) Lozan Md. 3 ve 16; 2) 1926 Ankara Anlaşması; 3) 1946 Irak Dostluk ve İyi Komşuluk Anlaşması; 4) 1983 Türkiye-Irak Sınır Güvenliği ve İşbirliği Anlaşması.

Numaralamaya, Havuz Medyası’nın ve kendilerini “uzman” sayanların “Türkiye’nin müdahale hakkı vardır”ı destelemek için icat ettiği ısmarlama gerekçelerle devam edelim:

5) “Kürt devleti kurulursa, 1926 öncesine (status quo ante) dönülür yani Musul-Kerkük Türkiye’ye verilir”; 6) “1926’da Musul-Kerkük, ‘ancak Irak’ın toprak bütünlüğüne zarar gelmemesi’ kaydıyla Irak’a bırakılmıştır”.

***

Antlaşmaların tam metinlerini de vererek bütün bunların ipliğini teker teker pazara çıkaralım şimdi:

1) Lozan Md. 3: “Türkiye ile Irak arasındaki sınır, işbu Antlaşmanın yürürlüğe girişinden başlayarak 9 aylık bir süre içinde Türkiye ile İngiltere arasında dostça bir çözüm yoluyla saptanacaktır. Öngörülen süre içinde iki hükümet arasında bir anlaşmaya varılamazsa, anlaşmazlık MC Meclisine götürülecektir” (…) “Kesin sonuç bu karara bağlıdır”.

Netice-i kelam: 9 ay derken Haliç Konferansı toplandı, bir anlaşmaya varılamadı, konu Milletler Cemiyeti’ne (MC) gitti, orası “kesin sonuç” olarak Musul-Kerkük’ü İngiltere’nin mandası Irak’a verdi.

Türkiye ses çıkaramadı çünkü: 1) Savaşa devam gücü yoktu; 2) Çok daha önemlisi, M. Kemal son derece gerçekçi idi: Türkiyeli Kürtlere ilaveten bi de çok daha bilinçli/kavgacı olan Iraklı Kürtleri Türkiye’ye dahil etme hatasını yapamazdı. Şeyh Mahmut Berzenci’nin kendini “Kürdistan Kralı” ilan ederek 1918’de başlattığı isyan İngilizlere kök söktürmekteydi. Kaldı ki Türkiye’de de Şeyh Sait isyanı vardı.

Lozan Md. 16: “Türkiye işbu Antlaşmada belirlenen sınırları dışındaki tüm topraklar[da] (…) sahip olduğu tüm hak ve senetlerden vazgeçtiğini açıklar (…)  İşbu maddenin hükümleri, Türkiye ile sınırdaş olan ülkeler arasında komşuluk durumları yüzünden kararlaştırılmış ya da kararlaştırılacak olan özel hükümlere halel vermez” . Hadi şimdi bunun Türkiye’ye nasıl müdahale hakkı verdiğini bi anlatın.

2) 1926 Ankara Antlaşması: Bizi burada Md. 5 ve İkinci Fasıl’ı oluşturan 6. ilâ 13. maddeler ilgilendiriyor. Md. 5: “Taraflar sınır hattının kesin ve bozulmaz olduğunu kabul eder, bunun değiştirmeye yönelik her türlü teşebbüsten sakınır”. Bu madde Türkiye ve Irak’ı bağlıyor, ama ör. Barzani’yi bağlamıyor.

İkinci Fasıl’ı oluşturan 6. ilâ 13. maddelerde ise sadece Kürtlerin hareketlerine karşı her iki tarafın 75 km. içinde ortak tedbirler alması var, o kadar. Türkiye’ye tek taraflı müdahale hakkı veren hiçbir hüküm yok .

3) 1946 Antlaşması: Bu metin 1926’dan çok daha yumuşak. Tipik Md. 4: “Taraflardan birinin ülke bütünlüğüne veyahut hudut dokunulmazlığına karşı herhangi bir saldırma tehlikesi görüldüğünde veya saldırma yapıldığında BM’ye hemen haber vermeyi taahhüt ederler”.

Çok daha önemlisi, buna bağlı 6 Numaralı Hudut Protokolü Md. 25, 1926’nın İkinci Fasıl’daki hükümlerini kaldırıyor .

Dışişleri bakanlığı da yapmış olan seçkin diplomat İlter Türkmen de tam on yıl önce, 02.10.2007 tarihli Hürriyet’te yazdı bunu: “Başka bazı yorumlarda ise Irak ile imzalanan 1926 tarihli anlaşmanın da bize müdahale hakkı verdiği vurgulanıyor. Doğru değil. Kaldı ki o anlaşmanın sınır bölgesinde işbirliğine ilişkin hükümleri 1946 tarihinde akdedilen bir anlaşmayla yürürlükten kaldırılmıştı”.

4) 1983 Anlaşması: Kürtleri gaza boğan Saddam’la yapılan bu anlaşma 1983-84’te TSK’nin Kürtleri takip için Irak topraklarına 10 km girmesini sağladı. Ertesi yıl Saddam’la yapılan bir Güvenlik Protokolü, 1984-88 arasında her iki tarafa “Sıcak Takip” olanağı sağladı. Ama 1988’de kaçan Kürtlerin izlenmesine Türkiye engel olunca Saddam bu protokolü feshetti. Üçüncü evreye atladık ve 1991-95 arasındaki sıcak takiplerimizi “meşru müdafaa”ya dayandırdık. Sonunda o da yetmeyince 1995-2003 arasındaki sıcak takiplerimiz için “Türkiye’nin bekası” diye bir gerekçe icat ettik. Nereden nereye indik. Farkındaysanız, şu anda da aynı çaresizlik noktasına dönmüş vaziyetteyiz.

5) Geriye dönüp Türkiye’ye verme meselesi (status quo ante): Tamamen uydurma. Sınır anlaşmaları uluslararası hukukta “objektif statü” yaratır  ve bu yüzden de “halef devlet” (ör. Kürdistan) tarafından uygulanmaya devam eder. Komşuların da (ör. Türkiye) itiraz hakkı yoktur. Ayrıca, SBF’den KHK’yle atılan profesör arkadaşım İlhan’ın (Uzgel) dediği gibi, SSCB 1991 sonunda dağılınca yerine kurulanlardan Azerbaycan ve Ermenistan’ın bizimle olan sınırlarına itiraz ettik mi? Barzani Türkiye sınırını ihlal etmedikçe hukuken yapılacak hiç-bir-şey yok.

6) “Irak’ın toprak bütünlüğüne zarar gelmemesi” kaydı ise ne 1926’da var ne de 1946’da. Her ikisinde de sadece “sınır çizgisinin bütünlüğü” ve “hududa riayet” var. Buradan Türkiye’nin müdahale hakkı olduğunu çıkarmak büyük marifet. Böyle şeyler anca ısmarlama yapılabilir, benim çocukluğumdaki iskarpinler gibi. Veya şimdi iktidara yalakalık için.

***

Bitirirken, tezkereye olumlu oy veren CHP’ye bi çift lafım olacak.

Erdoğan’ı anladık, nereye elini atsa kötüye gitmekte. Bahçeli’yi daha da iyi anladık, altındaki toprak kayıyor. İkisi açısından da “milli hisler”e doping yararlı.

Ama CHP, senin kendini kendinden kurtarman lazım artık. Bu “ulusolculuk”u nereye kadar sürdürebileceğini sanıyorsun?

Grup Başkan Vekili Engin Altay açıklıyor: “Tezkere TSK’nın elini güçlendirecekse destekleriz” . Davutoğlu’nun o tarihte alnından öptüğü Musul eski başkonsolosu, şimdi CHP Genel Başkan Yardımcısı Öztürk Yılmaz açıklıyor: “Bölgemizde savaşın olmasını asla istemeyiz. Ama Barzani’nin bu sorumsuz adımına karşı da sessiz kalınmaması gerekir” .

Demek böyle ha?

Oha!

Baskın Oran – Artı Gerçek