Ana Sayfa Blog Sayfa 3009

Türkiye’de kömürlü termik santrallerin atıl bırakılmasının ekonomik maliyeti 152,8 milyar dolar

Fosil yakıtlara dayalı enerji politikaları ve iklim eylemsizliği pahalıya mal olduğunu ortaya çıktı. Enerji talebinin yüzde 75’ini ithal kaynaklardan karşılayan Türkiye’nin mevcut enerji ve iklim politikaları milyar dolarlık finansal riskler taşıyor. Yeryüzü Derneği, WWF-Türkiye ve E3G tarafından hayata geçirilen “Türkiye için Düşük Karbonlu Kalkınma Patikaları ve Uygulamaları Projesi” kapsamında gerçekleştirilen analizler, Türkiye ekonomisini iklim değişikliğinin yıkıcı etkilerinden korumak için yenilenebilir enerjiyi ve iklim değişikliğine uyumu önceliklendiren politikalara ihtiyaç duyulduğunu ortaya koyuyor.

WWF-Türkiye, Yeryüzü Derneği ve İngiliz düşünce kuruluşu E3G’nin iş birliğiyle hayata geçirilen “Türkiye için Düşük Karbonlu Kalkınma Patikaları ve Uygulamaları Projesi” kapsamında enerji sektörü başta olmak üzere düşük karbonlu ekonomiye geçişte gecikmenin maliyetleri ele alındı. Proje kapsamında, aynı zamanda, Paris Anlaşması’nda üzerinde anlaşılan sıcaklık artışını 1,5 – 2°C bandında sınırlama hedefine ulaşılamadığı takdirde Türkiye ekonomisini bekleyen riskler de ortaya koyuldu.

Proje kapsamında Türkiye’nin düşük karbonlu ekonomiye geçişe önündeki engel ve fırsatları değerlendirilen analiz, Türkiye’nin kömür politikalarının uzun vadede önemli ekonomik riskler barındırdığını ortaya koyuyor. Analize göre enerji piyasalarındaki gelişmeler sonucunda kömürlü termik santraller giderek daha fazla mali külfet doğuruyor.

Rüzgar ve güneş gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının en ucuz elektrik üretim teknolojileri haline gelmeye başlaması, enerji depolama gibi alternatif teknolojilerdeki ilerleme, fosil yakıt kullanımının getirdiği sosyal, ekonomik ve çevresel maliyetler ile iklim değişikliği hedefleriyle bağlantılı olarak politika ve düzenlemelerdeki değişiklikler sonucunda kömürlü termik santrallerin atıl duruma düşme riski artıyor. Söz konusu yatırımların, ekonomik ömürleri dolmadan kapılarına kilit vurmak zorunda kalınabilir.

152,8 milyar dolarlık atıl varlık riski

Türkiye’nin mevcut kömür kurulu gücü 17,3 GW civarında. Planlama aşamasında ise, elektrik üretimi için devreye alınacağı belirtilen yeni kömür sahalarıyla beraber ithal ve yerli kömüre dayalı toplam 60 GW civarında bir kurulu güç söz konusu. Analize göre bu projelerin devreye girmesi ve 10 yıl içerisinde atıl duruma düşmesinin toplam maliyeti 152,8 milyar dolara ulaşabilir. Bu, 2016 yılındaki milli gelirimizin beşte biri. Başka bir yol ise mümkün. Yapılan değerlendirme, enerji verimliliği ve yenilenebilir enerjiye öncelik veren politikalar ve düşük karbonlu ekonomiye geçişin bu riskin önemli ölçüde azaltılmasını mümkün kılabileceğini gösteriyor.

E3G’den Sabrina Schulz’a göre rekabetçi ve sürdürülebilir bir ekonominin inşası için aşırı enerji talep tahminleri üzerine politikalar geliştirmekten kaçınılması, kömür projelerine ilişkin risklerin ise göz ardı edilmemesi gerekiyor. Schulz, “önce verimlilik” prensibiyle uyumlu olarak enerji verimliliğinin bir altyapı önceliği haline getirilmesi, yenilenebilir enerjiye  öncelik verilmesi ve iddialı ve bağlayıcı hedeflerin konulması, enerji güvenliğini sağlama, rekabetçiliği ve istihdamı arttırma, vatandaşlara düşük maliyetli enerji sunma hedeflerine ulaşılmasını sağlayacaktır,” dedi.

İklim değişikliğiyle mücadelede güvenli eşik aşılırsa ekonomik daralma yaşanabilir

Proje kapsamında yapılan ikinci analizde ise iklim değişikliği hedeflerine ulaşılamamasının sektörel ve makroekonomik etkileri incelendi. Paris Anlaşması’nda belirlenen 1.5 derece hedefine ulaşılmamasının Türkiye ekonomisi için sonuçlarını inceleyen çalışma çarpıcı sonuçlar içeriyor.

Türkiye iklim değişikliğinden en çok etkilenecek bölgelerden birisi olan Akdeniz Havzası’nda yer alıyor. Emisyonlardaki mevcut gidişat sonucunda havzada sıcaklık artışının 4°C’yi  aşabileceği öngörülüyor. Analiz, böyle bir senaryonun, sosyal ve ekonomik faturasının hayli yüksek olacağını gösteriyor.

İklim değişikliği, 2050 milli gelirimizi yüzde 50 daraltabilir!

Bulgulara göre, iklim değişikliğiyle mücadele hedeflerine ulaşılamaması durumunda en kötü senaryo altında 2050’de gerçekleşmesi beklenen milli gelir düzeyinde yüzde 50’lere ulaşan bir düşüş ile karşı karşıya kalınabilir. İyi senaryoda ise yüzde 10 düzeyinde bir milli gelir kaybı olası. Böyle bir negatif şokun sonucunda kayıtlı istihdam ve ücretlerde düşüş yaşanabilir, bu düşüş düşük gelirli bölgelerden yüksek gelirli bölgelere göçü tetikleyebilir. Sonuçlar, etkilerin düşük gelirli bölgelerde yüksek gelirli bölgelere göre çok daha şiddetli bir şekilde hissedileceğini, istihdamda ciddi düşüşler yaşanabileceğini ortaya koyuyor.

İklim değişikliği tarımsal verimliliği düşürebilir

Çalışmada yer verilen bulgular, iklim değişikliği hedeflerine ulaşılamaması  sonucunda ülkemizdeki şeker pancarı üretiminde yüzde 5, mısır üretiminde ise yüzde 10’u bulan verimlilik kayıpları yaşanması, buğday, arpa ve mısırda verim artışının durmasının olası olduğunu gösteriyor. En kötü senaryo altında, yüzyıl ortasına geldiğimizde gıda fiyatlarında yüzde 250’yi bulan artışlar yaşanabilir.

Analiz, halk sağlığı açısından da yeni tehditler ortaya çıkabileceğine dair kuvvetli uyarılar içeriyor. Yıllık sıcaklık artışının 4°C’yi bulması halinde ısı stresine bağlı ölümlerin yüzde 400 oranında artış göstermesi bekleniyor. Bununla beraber, sivrisinek ve kene gibi taşıyıcılarla yayılan hastalıkların etki alanında genişleme, su ile bulaşan hastalıklarda, alerji dönemlerinin uzaması ve alerjik sorunlarda artış yaşanabileceği belirtiliyor.

Yeryüzü Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Aytaç Timur, “tarım, gıda güvenliği ve halk sağlığının yanı sıra enerji, sigorta, turizm, su yönetimi gibi pek çok sektördeki orta ve uzu vadeli planlamaları yaparken iklim değişikliğinin etkilerini, farklı senaryolar çerçevesinde ele almamız gerekiyor,” dedi.

WWF-Türkiye Genel Müdürü Aslı Pasinli ise “Türkiye sürdürülebilirlik açısından bir yol ayrımında. Bu projenin bulguları, iklim değişikliğiyle mücadele ve uyumu politika tasarlama süreçlerimizin merkezine almazsak ne denli yüksek maliyetlerle karşı karşıya kalacağımızı gösteriyor. Bu çalışmadaki “fırsat maliyeti” yaklaşımının daha detaylı çalışmalara ön ayak olmasını, ülkemizin bilimsel temelli çalışmalara dayanan proaktif bir iklim ve enerji politikası izlemesini umuyoruz,” dedi.

Proje hakkında:

“Türkiye için Düşük Karbonlu Kalkınma Patikaları ve Uygulamaları Projesi” Türkiye Cumhuriyeti ve Avrupa Birliği tarafından ortak finanse edilen Sivil Toplum Diyaloğu Programı çerçevesinde gerçekleştiriliyor. Program, Türkiye ve Avrupa Birliği üyesi ülkelerden sivil toplum kuruluşlarının, ortak bir konu etrafında bir araya gelerek, toplumların birbirini tanımaları, karşılıklı bilgi alışverişi ve kalıcı diyalog kurmalarını sağlayan bir platform olarak geliştirildi. Programın teknik uygulamasından Avrupa Birliği Bakanlığı sorumlu. Merkezi Finans ve İhale Birimi ise Programın sözleşme makamı.

 

(Yeşil Gazete)

“Kayıp Balık Nemo” animasyonu ile popülerleşen palyaço balığı iklim değişikliği kurbanı oldu

2003 yılında çekilen “Kayıp Balık Nemo” animasyon filmiyle geniş kitlelerce tanınan palyaço balığı küresel ısınma ve çevresel stres kurbanı…

Nature Communications Dergisi’nde yayımlanan yeni bir çalışma yürüten bilim insanları, Güney Pasifik’teki Moorea Adası’nda yaşayan 13 çift palyaço balığını gözlemledi.

Araştırma sonuçlarına göre palyaço balıklarının yaşadığı anemonların yarısı beyazladı ve üzerlerindeki bütün algler yok oldu.

Sonuçlar okyanus sıcaklığının artması  ve kirlenmesinin balıkları etkilediğini ortaya çıkardı.

Balıkların kan örneklerinde stres hormonu kortizoldan olumsuz etkilendikleri bu sebeple doğurganlıklarının azaldığı ortaya çıktı. 2015 Paris İklim Antlaşması’na göre, yaklaşık 200 ülke küresel ısınmayı 2 derece’nin altında tutmak için anlamıştı.

 

(Guardian)

Kanada Başbakanı’ndan feminizm açıklaması: “Erkek çocuklarınızı feminist yetiştirin”

Kanada Başbakanı Justin Trudeau, dün Uluslararası Kız Çocukları Günü için ‘feminizm’ üzerine bir makale yayımladı.

Trudeau makalede “Erkek çocuklarınızı da aynı kız çocuklarınıza yapmanız gerektiği gibi feminist yetiştirin, çünkü cinsiyetçilik kültürünü değiştirmek erkek çocuklarının sorumluluğudur” dedi.

“Erkek çocuklarına feminizm öğretmenin onların adalet ve empati duygularının gelişmesine yardımcı olduğunu” kaydeden Trudeau, “İlla maskülen olmaları gerektiği baskısını dinlemeyin, bu etraflarındaki kadınlara ve erkeklere zarar veriyor” dedi:

Erkek çocuklarının kendilerini hissettikleri gibi ifade edebilmelerini isterim, ve feminist olmalarını. Feministler doğru olanın ve gözlerine onurla bakabilen herkesin yanında durur.

“Feminizm sadece kadın erkek eşitliği değil, aynı zamanda hepimizin özgürlüğü”

İngiliz Guardian gazetesine göre, Trudeau aynı zamanda kızı Ella-Grace’i nasıl yetiştireceği hakkında düşündüğü sırada, bir feminist olan eşi Sophie’nin kendisine erkek çocukları Xavier ve Hadrien’in de kadınlara karşı sorumlulukları olduğunu hatırlattığını belirtti:

“Kadınlar ve kız çocukları, erkekler ve erkek çocukları ile eşit haklara sahip olduğunda, bundan hepimiz yarar sağlarız; bunu gerçeğe dönüştürmek bizim elimizde. Erkek çocuklarımız, cinsiyetçilik kültürünü değiştirecek güce sahiptir.

Bunun yanında Kanada Başbakanı, feminizmin sadece “kadın erkek eşitliği” olmadığını, “hepimiz eşit olduğumuzda aynı zamanda daha da özgür olacağımızı” da kaydetti.

Ne olmuştu?

Kendisini bir feminist olarak nitelendiren Trudeau, 2015’te başbakan olduğunda kabineye eşit sayıda kadın ve erkek atayarak uluslararası arenada dikkat çekmişti.

İki yıllık başbakanlığı boyunca Trudeau ve hükümeti, bahsettikleri eşitliği ‘uygulayamamak’ dolayısıyla eleştirildi.

Geçtiğimiz 30 yılda Kanada’da 4 bin yerli kadın kaybolur ya da öldürülürken, binlerce yerli kadın da tutuklandı.

Dünyada ‘çocuk yetiştirme’nin maliyetinin en yüksek olduğu yerlerden biri hala Kanada.

Trudeau, federal olarak yönetilen yerlerde de eşit temsil sağlayacağını söylemesine rağmen, sonradan 2018’e kadar bunun sağlanamayacağını açıklamıştı.

 

(Gazete Karınca)

Kadıköy’de Gıda Şenliği’ne davetlisiniz!

Kadıköy Dünya Gıda Günü kapsamında 14-15 Ekim 2017 tarihlerinde düzenlenecek olan Gıda Şenliği’ne ev sahipliği yapıyor. Bu yılki şenliğin teması “Üşenme hazırla, geleneksel gıdadan şaşma” olarak belirlendi. 

Göztepe Selamiçeşme Özgürlük Parkı’nda gerçekleştirilecek Kadıköy Gıda Şenliği’nin destekçileri arasında Kadıköy Kent Konseyi, Kadıköy Belediyesi ve Buğday Derneği de bulunuyor. Şenlikte geleneksel gıda üretimi ve gıda güvenliği üzerine seminerler ve söyleşiler düzenlenecek.

Şenlikte glutensiz, vejetaryen, vegan, unlu ve fermente ürünlerin hazırlanışına dair atölye çalışmaları yapılacak.

14 Ekim Cumartesi günü saat 12.00’da başlayacak etkinliğin detaylı programı ise şöyle:

 16 Ekim BM Dünya Gıda Günü / 14-15 Ekim Kadıköy Gıda Şenliği / Göztepe Özgürlük Parkı

Program:
14 Ekim 2017 Cumartesi
Saat: 12.00 Açılış Konuşmaları

Atölyeler (14 ve 15 Ekim’de gün boyu) Cumartesi 12.30, Pazar 12.00’den sonra
1.        Fermente Ürünler (Sirke, Turşu, Boza, Kombu Çayı, Şalgam)
2.        Süt Ürünler (Ayran, yoğurt mayalama, kefir, peynir yapımı)
3.        Unlu Ürünleri (Ekşi maya, nohut mayası, ekşi mayalı ekmek, ev eriştesi)
4.        Pişirilerek yapılan ürünler (Salça, reçel, konserve, aşure, şekersiz reçel yapımı)
5.        Çocuklara Seçenekler (kurabiyeler, soğuk çaylar, balık köftesi, ev burgerler)
6.        İçecekler (limonata, şerbet, şıra, likör)
7.        Özel Ürünler (şeker hastaları, çölyak hastaları ve vegan/vejeteryanlar için özel gıda üretimi)

Söyleşiler
14/10 Cumartesi
1. Tarımsal Alanların Küçülmesi, Sağlıklı Gıdaya Erişime Etkileri, Örgütlenme Modelleri 13.00-14.30
Moderatör: Hüseyin VARIŞ – Kadıköy Kent Konseyi Gıda Çalışma Grubu Sözcüsü
Konuşmacılar:
Abdullah Aysu (Çiftçi Sendikaları Başkanı)
Murat Kapıkıran (TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası)
Müge Alaboz (Yeryüzü Derneği)
Prof. Dr. Alper Yılmaz (İÜ Veterinerlik Fakültesi)
Av. Elifsu Dilek Şen

2. Kent’te Toprak ve Ekim  15.30-17.00
Moderatör: Defne Koryürek (Fikir Sahibi Damaklar Hareketi)
Konuşmacılar:
Özkan Ökten  (Yedikule Bostanları)
Petek Çırpılı (Kuzguncuk Bostanı)
Sevil Baştürk (Roma Bostanı)
Defne Aksel (Fenerbahçe Permakültür Topluluk Bahçesi)

15/10 Pazar
3. Gıda Güvenliği ve GDO  13.00-14.30
Moderatör: Kemal Kutlay / KKK Gıda Çalışma Grubu
Konuşmacılar:
Ahmet Atalık (TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası)
Petek Ataman (TMMOB Gıda Mühendisleri Odası)
Dr. Can Demir (İstanbul Veteriner Hekimleri Odası)
Melahat Cengiz (İstanbul Tabip Odası)
Aziz Koçal (Tüketiciyi Koruma Derneği)
Ayşe Bereket (Yeşil Gazete)

4. Forum: Sağlıklı Gıda Nedir?   15.00-17.00
Moderasyon:
Gürol ŞİMŞEK (TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası)
Nuray Güngöroğlu (TMMOB Gıda Mühendisleri Odası)
Neşe Cesur (İstanbul Veteriner Hekimleri Odası)

Konser: Beton Orman ve Ahmet Beyler (14/10 Cumartesi 17.00)
DJ. King Seroman (Şenlik boyunca, söyleşi aralarında)  

Stantlar:
Kadıköy Belediyesi
Kadıköy Kent Konseyi
Tabipler Odası
TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası
TMMOB Gıda Mühendisleri Odası
İstanbul Veteriner Hekimler Odası
Buğday Derneği
Yeryüzü Derneği
Fenerbahçe Topluluk Bahçesi
Erenköy Şerbet
TİDER (Temel İhtiyaç Derneği)
Çölyakla Yaşam Derneği
NeosBiome Naturel Ürünler
GEKOO Gıda ve Ekolojik Ürünler

Good4Trust.org
İksir Resort Town
Ahmet Aybey
Eğriçayır Organik Ürünler
Alerji İle Yaşam Derneği
Yeşil Gıda Topluluğu
Taze Taze Gıda İşletmesi
Muaffak Özdil
Şafak Çömertoğlu
Nejla Mert
Necla Dizen
Selçuk Türköz

 

(Yeşil Gazete)

Dış politika ve kadınlar – Sermin Özürküt

Geçtiğimiz günlerde, dünya ölçeğinde bir ’ilk’ gerçekleşti. Ilk kez, bir dışişleri bakanı, feminist politika uyguladığı için ödüllendirildi. Ödülü veren, Birleşmiş Milletler. Alan, Isveç Dışişleri Bakanı Margot Wallström. Ödülün veriliş nedeni, politikada feminizmi başarı ile uygulaması. Ödül verilen alan, dış politika.

Adı üstünde, dış politika, her devletin dışa dönük yüzü. Bu yüzü, iç politikadan farklı olarak tüm dünya görür. Bu nedenle de, dışişleri bakanları, hükümetlerin en önemli bakanlarındandır. Önemi, yükümlülük türünden ileri gelir. Yükümlülüğü ise, söz ve eylemleriyle, sınıf-cinsiyet-din farkı gözetmeksizin tüm ulusun çıkarını korumaktır. Bu sorumluluğu, dışişleri bakanlığı çalışanları ve meclils  dışişleri komisyon üyeleri ile işbirliği içinde yerine getirir. Bakan başta olmak üzere hep birlikte ülke ve ulusu, yurt dışında ilk elde, temsil ederler.

Bu denli önemli bir işlevi olan dışişleri bakanlarının ezici çoğunluğu, dünyamızda, erkekler arasından seçilmektedir. Dışişleri bakanı olan kadınlar parmak ile gösterilecek kadar azdır.  Bazı ülkelerde hiç yoktur, hiç olmamıştır. Örneğin Türkiye’de olduğu gibi. Bazı ülkelerde de bir değil birkaç tane vardır.  Isveç’teki gibi.

Isveç parlamento tarihinde yedi kadın dışişleri bakanı vardır. Ilk kadın dışişleri bakanı, bir sağ kanat partisinden seçilen Karin Söder’dir. Söder,  aynı zamanda ülkenin ilk kadın parti başkanıdır. Daha sonra merkez sağdan bir kadın daha dışişleri bakanı olmuştur.

Bu konuda, sol kanadın sicili çok daha iyi.  Sosyal demokratlar, beş kadın dışişleri bakanı çıkarmıştır. Bunların sonuncusu olan Margot Wallström, bugünkü sosyal demokrat parti (socialdemokratiska arbetarpartiet) liderliğindeki azınlık hükümetinin 2014’den bu yana dışişleri bakanıdır. Wallström’ü hem ülkesinde hem de dünyadaki diğer kadın dışışleri bakanlarından ayıran çok önemli bir özellik var. O da, Wallström’ün dünyanın ilk feminist dış politika uygulayan dışişleri bakanı olmasıdır.

Neden feminist dış politika ? Dünya genelinde, hala grup olarak kadınların, her alanda ve koşulda ikinci planda kalmayı kabul etmeleri beklenir.  Ekonomide böyle…Öyle olmasaydı kadın, dünyadaki mal varlıklarının sadece üçte birine sahip olmazdı. Sosyal alanda da böyle… Öyle olmasaydı kadın, çocuk ve yaşlı bakımının bir numaralı sorumlusu olarak görülmezdi. Psikolojik olarak da durum aynı. Öyle olmasaydı kadına yönelik  ayrımcılıktan hiç söz edilmezdi.

Kadın, bu ikinci planda kalmaya ’eyvallah’ demediğinde, ekonomik-sosyal ve psikolojik şiddete maruz kalıyor. Aile içi şiddet, aşağılamadan dayağa kadar uzanıyor ve cinayet ile sonuçlanabiliyor. Barış dönemlerinde aile içi şiddete karşı mücadele eden kadının savaş dönemlerindeki durumu daha da vahim. Seks kölesi olarak kullanılabiliyor. Cinsel taciz ve şiddete uğruyor. Düşmanı çökertme yöntemi olarak kadınlar, toplu tecavüzlere maruz kalıyorlar. Bu gerçekler ışığında feminist dışpolitika, barışta cinslerarası eşitliği hedefliyor. Savaşta ise, kadının salt kadın olmaktan dolayı karşılaştığı insan hakkı ihlallerine karşı güvenliğini sağlamayı amaçlıyor.

Kadınlar, dünya nüfusunun yarısını oluşturuyor. Ancak, barış ve savaş gibi önemli konuların karar mekanizmalarında bu oranda temsil edilmiyorlar. Bu eşitsizlik, parlamentolardaki kadın sayısının az oluşundan kaynaklanıyor. Temelde, parlamenter politikadaki kadın temsil oranının artışı amaçlanırken feminist dışpolitika uygulamasında önemli bir adım atılıyor. Kadın politikacılar, barış elçiliği ve iç savaş ile savaş tehlikesi içeren büyük uzlaşmazlıklarda arabuluculuk yapabilmek için özel olarak eğitiliyor. Ulusal ordu mensuplarına da cinslerarası eşitliğin önemi ve uygulama yöntemleri konusunda verilen eğitim kursları var. Ayrıca, her ülkeye yaklaşımda kadının karar organlarındaki temsil oranı ve buna ayrılan kaynaklar gözden geçiriliyor. Örneğin proje ortaklığından insani yardıma kadar yapılan her katkıdan ne kadarının kadınlara ayrıldığı sorgulanıyor. Her dış politika ögesinin sorgulanması sonucunda küçük de olsa başarı elde ediliyor. Örneğin BM üyesi yirmi ülke, daha şimdiden cinslerarası eşitliği yasalaştırmış durumda. Bu ülkelerdeki yüze yakın yerel yönetim de kadına yönelik bir şiddet türü olan kadın sünnetini yasaklamayı gerekli görüyor.

Devlet yönetimleri, feminist dışpolitikaya olumlu yaklaştıkça bu ve benzeri örnekler de artacaktır kuşkusuz. Ancak, Birleşmiş Milletler (BM) üyesi devletlerin çoğunluğunda dış politika, feminizm açısından değerlendirilmiyor. BM’e üye 153 ülke arasında feminist dış politikayı beğenen de var yeren de. Beğenenler, sosyalist-feminist ve çevreci sol kitle partilerinin bulunduğu ülkeler. Feminist dışpolitikanın dünya barışına ve cinslerarası eşitliğe katkıda bulunacağına inanıyorlar.  Iskandinav ülkeleri başı çekiyor. Yerenler, sosyalist-feminist ve çevreci düşünce sistemlerinin parlamentolara hiç yansımadığı ülkeler. Kadının dünyadaki militarizme ayak uyduramayacağını öne sürerek  feminist dışpolitikayı saflık ve ikiyüzlülük olarak niteliyorlar. Suudi Arabistan ve benzeri ülkeler başı çekiyor.

Beğenilse de yerilse de yadsınamayacak bir gerçek var. Dünyamızda ilk kez bir dışişleri bakanı feminist dış politika uyguluyor. Kendi alanındaki her ’ilk’ gibi bugüne dek hiçbir hükümet üyesinin yapmadığı, yapamadığı bir şeyi yapıyor.  Ve gene her ’ilk’te olduğu gibi, açılan yeni yolda ağır aksak ilerlenilecek. Zaman içinde değeri anlaşılacak ve uygulama yaygınlaşacak. Wallström, bu gerçeği, Mahatma Gandhi’nin sözleriyle açıklıyor: ”Önce görmezden gelirler. Sonra küçümser ve alay ederler. Sonra yenik düşmen için herşeyi söyler ve yaparlar. Sonra; sonra yenersin”.

 

Sermin Özürküt

İsveç Sol Parti eski milletvekili

Isveç Parlamentosu Dışişleri Komisyonu eski üyesi

 

Almanya seçimlerinin ardından: Yeşiller bu riski neden alıyor? (2) – Kömürden çıkış

Yazının birinci bölümünü okumak için TIKLAYIN

Almanya’da geçen ayın 24’ünde yapılan federal seçimlerden çıkan tek koalisyon ihtimalinin Hıristiyan Demokratlar-Liberaller-Yeşiller ortaklığı olmasının ardından Yeşiller Partisi’nin sağ partilerle bir koalisyona girmesinin hangi ilginç sonuçları doğuracağı, hatta koalisyon müzakerelerinde neler yaşanacağı merak konusu olmayı sürdürüyor. Ancak mesele henüz ısınmadı, zira koalisyon görüşmeleri başlamadı. Sosyal Demokratlar’ın muhalefette kalma kararı nedeniyle (son anda fikri değiştirmedikleri sürece) Yeşiller’in olmadığı bir hükümet kurulması imkânsız olduğu için bu üçlü (hatta dörtlü) koalisyonda küçük ortak olan Yeşiller Partisi kilit parti konumunda. Koalisyon görüşmeleri başlamadığı için henüz konu hakkında yazacak fazla bir yeni bilgi yok, ancak bu enteresan koalisyon ihtimali hakkında birkaç fikir yürütmeye devam edebiliriz.

Dün akşam Avrupa Yeşiller Partisi, Almanya’da Yeşiller’in koalisyon ihtimali üzerine web üzerinden bir tartışma oturumu düzenledi. Avrupa Yeşilleri’nden yüzün üzerinde kişiyle birlikte benim de katıldığım ve birkaç da soru yönelttiğim bu tartışmayı Avrupa Parlamentosu’ndaki yeşil milletvekillerinin sözcüsü Sven Gigold yönetti ve soruları yanıtlamak üzere Almanya Yeşiller Partisi eş başkanı Cem Özdemir ile Avrupa Yeşil Partisi eş sözcüsü ve Almanya Yeşilleri Avrupa Milletvekili Reinhard Bütikofer konuşmacılardı. Reinhard Bütikofer aynı zamanda Almanya Yeşilleri’nin kurduğu 14 kişilik koalisyon müzakere komitesinin de üyesi. Bu yazıda bu toplantıda edindiğim bazı bilgi ve izlenimleri paylaşacağım. Ayrıca önceki yazımda söylediğim gibi bu koalisyon ihtimalinin özellikle iklim politikaları için çok önemli bir dönüm noktası olma ihtimalinin önemini bir kez daha vurgulamaya çalışacağım.

Reinhard Bütikofer, Sven Gigold ve Cem Özdemir EGP tarafından web üzerinden düzenlenen tartışma oturumunda

Öncelikle koalisyon müzakerelerinin henüz başlamadığını, ancak gelecek haftadan itibaren üç parti arasında (CDU/CSU, FDP ve Yeşiller) ikili ve üçlü ön görüşmeler yapılacağını öğrendik. Cem Özdemir bu ön görüşmelerin tamamlanmasının ardından Yeşiller Partisi’nin büyük kongresini toplayacağını ve partinin resmi müzakerelere girip girmemesi konusundaki kararı partinin 60 bin üyesinin büyük kongrede vereceğini açıkladı. Bana sorarsanız bu parti içi demokrasi açısından müthiş bir uygulama.

Eğer kongre tamam derse, resmi müzakereler sözünü ettiğim bu 14 kişilik, isimleri şimdiden belirlenmiş komite tarafından yürütülecek. Bu komitede partinin çeşitli kanatlarından, farklı görevlerde deneyimli isimler var.

Reinhard Bütikofer, bu koalisyonun Yeşiller açısından daha önce denememiş yepyeni bir tecrübe olacağını, “ayak basılmamış topraklara girmek üzere oldukları” vurguladı. Gerçi bu üç parti Schleswig-Holstein eyaletinde geçen Haziran ayından beri eyalet düzeyinde koalisyondalar, ancak hem bu kısa bir deneyim, hem de federal hükümet bambaşka bir şey. Zaten en sorunlu muhtemel ortak olarak görülen FDP’nin federal partisiyle Schleswig-Holstein’daki FDP arasında da fark olduğu söyleniyor. Eyalet düzeyinde işlerin daha kolay olduğu açık.

Yeşiller’in büyük ortakları iki sağ parti olan bu olası koalisyonda üç konunun temel sorumlusu olacakları söyleniyor: Çevre politikaları, sosyal politikalar ve Avrupa politikaları. Müzakerelerdeki kırmızı çizgiler bu üç konudan çıkacak, çünkü hükümet kurulduğu takdirde hem iklim ve enerji politikalarında, hem sosyal haklar alanında (örneğin yoksul ailelerin yararlanacağı imkânlar, yaşlıların hakları, emek piyasasına erişim, vb.), hem de ayrışmış değil daha birleşik bir Avrupa fikrinin savunulmasında (aşırı sağın Brexit gibi ayrılıkçı müdahalelerinin önlenmesinde veya örneğin AB çapında bir Maliye Bakanlığı kurulması gibi konularda) fark yaratacak politikalar Yeşiller tarafından üretilecek ve bu konularda hükümetin yapıp yapmadıkları konusundan herkes dönüp Yeşiller’e bakacak. Bir sosyal hak tırpanlanmak istendiğinde buna Yeşiller direnecek; enerji politikalarında bir değişiklik olduğuna Yeşiller ön plana çıkacak, vb. Diğer iki partinin mevcut durumu sürdürmeye yönelik politikalarına karşı değişimi simgeleyen Yeşiller olacak yani. Bu da bir yandan işlerinin ne kadar zor olduğunu gösteriyor.

Toplantıda ben de söz alarak iklim politikalarında nasıl bir fırsat aradıklarına dair bir soru sordum. Yeşiller’in Almanya’da daha önce SPD ile girdiği iktidar deneyiminin (1998-2005) ayırt edici yanı hiç beklenmedik bir zamanda Almanya’daki nükleer santralların tamamını (o sırada sanırım çalışan 19 nükleer reaktör vardı) bir takvim dahilinde kapatmayı öngören bir yasayı koalisyon şartı yapmaları ve başarmalarıydı. (Bu tek şartları değildi elbette.) Daha sonraları Merkel bu kararı geri almayı denediyse de Fukuşima kazasından sonra 2011’de tekrar yürürlüğe koymak zorunda kaldı ve bugün Almanya’da henüz kapatılmamış sadece 7 nükleer reaktör var ve 2022’ye kadar onların da tamamı kapanacak. Ben şimdi aynı şeyi kömürden çıkış için yapıp yapamayacaklarını sordum. Çünkü bunun hem tam sırası hem de artık bu nükleerden çıkıştan bile daha acil bir konu haline geldi. Merak ettiğim şey bu kez de bir yasa yoluyla, yani piyasa şartlarına ve zamana bırakmadan, mesela 2030’a kadar hepsinin kapanmasını sağlayacak bir yasa yaparak kömür santrallarının kapanmasını sağlamanın koalisyon şartları olup olamayacağıydı.

Bu soruma hem Özdemir, hem de Bütikofer kömürden çıkışın koalisyon müzakerelerinin en önemli şartı olacağını söyleyerek cevap verdiler. Hatta Bütikofer kömürden çıkışı anlaşmanın bir parçası yapamazlarsa koalisyonun bir anlamı kalmayacağını bile söyledi. Bütikofer’e göre aslında kömürden çıkışın önündeki en önemli engel Hıristiyan Demokratlar ve Hür Demokratlar değil, Sosyal Demokratlar ve sendikalar. Kömür sendikalarının madenleri ve termik santralları kapattırmamak için büyük çaba gösterdiği biliniyor. Sonuçta Yeşiller kömürden tamamen vazgeçen bir enerji sistemini koalisyon şartı yapmaya kararlı, ama toplumu da ikna etmek için engellerin aşılması lazım. Ayrıca sadece elektrik üretiminde kömürün bırakılması değil, elektrikli araçlara ve diğer motorsuz hareketlilik biçimlerine dayanan bir ulaşım sisteminin kurulmasının da Yeşiller’in koalisyon şartları arasında yer alabileceği anlaşılıyor.

Bence bu son derece önemli bir kararlılık. Dünya enerji piyasalarının bugünkü koşullarında Almanya için kömürden 10 küsur yıl içinde çıkmak aslında son derece mümkün. Dünyanın dördüncü büyük ekonomisinin ve Avrupa’nın en büyük sanayi ülkesinin termik santrallarla kömür madenlerinin kapatılmasını ve içten yanmalı motorların (mevcut otomobillerin) yasaklanmasını hükümet protokolü içinde bir takvime bağlaması küresel iklim politikalarındaki ataleti kökünden sarsabilir. Bana sorarsanız sırf bunun için bile Yeşiller’in bu koalisyona girmesine değer. Zaten Cem Özdemir iklim krizinin aciliyeti artarken bu politikaları hayata geçirme fırsatı bulmaları halinde sorumluluk üstlenmelerinin zorunlu olduğunu da söyledi.

Bu konuda neden bu kadar iyimser olduğumu açıklamak için biraz daha Almanya enerji politikasının detaylarına girmem gerekiyor. Onu da izninizle bir sonraki yazıya bırakayım.

Ümit Şahin – Yeşil Gazete

 

Fiji’nin iklim liderliği: “Hepimiz aynı kanonun içindeyiz.”

Climate Change News’da Megan Darby imzası ile yayınlanan haberi Yeşil Gazete gönüllü çevirmeni Onur Akdağ’ın çevirisi ile paylaşıyoruz.

***

Başbakan Frank Bainimarama, COP23 iklim görüşmeleri başkanlığına ilişkin planlarını açıklarken, New York’taki liderleri bağnaz kişisel çıkarlarının ötesini gözetmeye çağırdı.

Fiji Başbakanı Frank Bainimarama (Fotoğraf: COP Paris)

Eylül ayında yapılan BM genel kurulunda, Fiji’nin başbakanı Kasım ayında yapılacak olan iklim görüşmelerine ilişkin planlarını açıklarken, iklim iş birliği için de çağrıda bulundu.

Frank Bainimarama, Irma ve Maria kasırgalarının sebep olduğu yıkıcı tahribattan bahsederken, liderleri küresel ısınmayı göz ardı etmenin ekonomik maliyetlerini göz önünde bulundurmaya çağırdı.

Bainimarama: “Bunu her ülkenin kendi ulusal çıkarlarını korumaya çalıştığı bir müzakere olarak görürsek, hepimiz kaybederiz. Kendi insanlarımızı iklim değişikliği sonuçlarından korumaya gücümüz yetmez.” diye konuştu.

ABD Başkanı Donald Trump’ı üstü örtülü bir şekilde yererken, ulusal sanayi ve kısa vadeli ekonomik çıkarları korumanın pahalıya mal olacağı konusunda uyarıda bulundu.

Trump kömür işçilerini işlerine geri döndürmeye söz vererek ve Paris İklim Anlaşması’ndan çekilmeye yönelik gözdağı vererek, ABD için daha elverişli olan koşulları yeniden yaratmaya çalışıyor.

Trump BM genel kurulunda kendi önceliklerini evde bıraktığını vurgulayarak “Amerika’da halk yönetir, halk hükmeder ve halk egemendir.” dedi. “Amerika başkanı olarak önceliği daima Amerika’ya vereceğim, tıpkı sizin de ülkelerinizin lideri olarak önceliği daima kendi ülkenize vereceğiniz ve vermeniz gerektiği gibi.”

Buna karşın COP23 Bonn iklim müzakerelerine başkanlık yapacak olan Bainimarama, kayıtlara geçen en kötü fırtınalardan bazılarının geçtiğimiz haftalarda ABD’nin güneyini vurmasının üzerinde durdu. Bu arada Fiji de, 2016’da ekonomisinin üçte birini silip süpüren Winston Siklonu’nun etkilerinden toparlanma sürecinde. Bilim insanları, ısınan denizlerin tropik fırtınaları daha da yıkıcı hale getirdiğini belirtiyor.

Bainimarama; “Önümüzdeki COP başkanı olarak, bu felaketlerin altında yatan nedenlere yönelik küresel bir çözüme öncülük etme ihtiyacının son derece farkındayım.” dedi.

Bainimarama aynı zamanda Fiji’nin, ilk kez bir Pasifik ada ülkesi öncülüğünde gerçekleştirilecek COP23 hakkındaki görüşlerini  ortaya koydu. Toplantı,  lojistik nedenlerden dolayı Almanya’nın Bonn kentindeki BM iklim merkezinde gerçekleştirilecek olmasına rağmen, Pasifik’in kültürel geleneklerinin sergiliyor olacak.

Temsilcilere Bainimarama’nın deyişiyle “hepimizin aynı kanoda olduğu”nu hatırlatmak için Fiji’nin geleneksel açık deniz kanosu olan “Drua” ana salonda sergilenecek.

Elçi Nazhat Shameem Han, Bula bölgesinin resmi müzakerelerini yönlendirmek için Pasifik’in yaratıcı diyalog ruhu olan “Talenoa”yı ortaya koymak üzere kürsüye çıkacak.

Bonn bölgesi, “iklim şampiyonu” Inia Seruiratu’nun çağrısıyla, katılımcılara, iş adamlarına ve ulusüstü politikacılara bir araya gelmek için alan sunacak.

Bainimarama, aynı zamanda eyalet ve bölgelerin temsilciliğine atanan California valisi Jerry Brown’a da şükranlarını dile getirdi. Brown, küresel ekonominin %39’unu kapsayan “2 derecenin altı” koalisyonunu bir araya getirmişti.

 

Bu haberin İngilizce orijinali

 

Muhabir: Megan Darby

Yeşil Gazete için çeviren: Onur Akdağ

 

(Yeşil Gazete, Climate Change News)

Hayvancılıktaki antibiyotik kullanımını yüzde 80 oranında azaltabilecek plan

New Scientist’da Debora Mc Kenzie imzası ile yayınlanan haberi Yeşil Gazete gönüllü çevirmeni Deniz Menteşeoğlu’nun çevirisi ile paylaşıyoruz.

***

Bakteriler git gide ilaçlara karşı daha dirençli hale gelirken, antibiyotik kullanma şansı dünyanın ellerinden kayıp gidiyor. Tarımda antibiyotik kullanımı bu direncin evrimini kolaylaştırırken, ülkelerin kullanımı nasıl kesebileceği akıllarda soru işareti yaratıyor. Bu nedenle yakın zamanda epidemiologlar, antibiyotik kullanımını yüzde seksene varan oranda azaltabilecek bir plan geliştirdiler.

 

Bakteriler antibiyotiklerle karşılaştıklarında direnç geliştiriyor veya başka bakterilerden dirençli genleri kopyalıyorlar. Bu nedene bazı enfeksiyonlar artık tedavi edilemiyor. Durumu “Küresel Bir Sağlık Krizi” olarak adlandıran Dünya Sağlık Örgütü ise enfeksiyonların bazılarıyla savaşmak için yeni ilaçlar geliştirmeye çalıştıklarını açıkladı.

Washington DC, George Washington Üniversitesi’nden Lance Prince, besi hayvanlarına verilen antibiyotiklerin, insanlarda antibiyotiklere dirençli enfeksiyonların gelişmesinde doğrudan etkili olduğuna dair önemli kanıtlar olduğuna dikkat çekiyor. Tüm dünyada bu konudaki farkındalık artarken Çin, KFC gibi önemli aktörler de “medikal önemi olan” antibiyotiklerin et üretiminde kullanımını durdurmak için planlamalar yapıyorlar.

Bardağı Taşıran Son Damla

Antibiyotikler sıklıkla çiftlik hayvanlarının gelişimini desteklemek için kullanılıyor. Yakın zamanda yayınlanan küresel satış raporlarına göre, çiftlik hayvanlarına yılda yaklaşık 130.000 ton antibiyotik veriliyor. Bunun 78.000 tonu tek başına Çin tarafından kullanılıyor.

Bu durum nedeniyle hayvanlardaki antibiyotik kullanımının bu yıl içinde insanlarda önemli boyutlarda yansımaları olacağı tahmin ediliyor. İçlerinde İsviçre, Zürih Federal Teknoloji Enstitüsü’nden Thomas Van Boekel’in de yer aldığı bir araştırma ekibinin tahminlerine göre, yeni direnç mutasyonlarının insanlarda değil ama diğer hayvanlarda görülmesi daha olası. Ancak bu şekilde devam edilirse, 2030 yılına geldiğimizde hayvanlara her yıl 200.000 ton antibiyotik veriyor olacağız

Oysa bunu önleyebiliriz. Boekel’in ekibinin hesaplarına göre, Çin gibi zengin ülkeler,

antibiyotik kullanımını küresel ortalamalar düzeyine indirirlerse – ki bu, bir kilogram süt, et veya yumurta başına yıllık 50 Miligrama denk geliyor-  2030 ‘a gelindiğinde çiftliklerde ilaç kullanımı tahmin edilenden yüzde 60 daha az olacak.

Araştırmacılar bunun gerçekçi bir çözüm olduğunu ve üretimde çok da azalma yaşanmadan uygulanabileceğini iddia etmekte. Örneğin AB gelişim destekleyici antibiyotikleri yasakladıktan sonra, antibiyotik kullanımını yarı yarıya azaltan Danimarka, aynı üretim miktarlarına ulaşmayı kolaylıkla başardı.

Daha az miktarda hayvansal gıda tüketmek de bir çözüm olabilir. Eğer 2030 yılında herkes günlük 165 gram hayvansal protein tüketirse – ki bu beklenen AB ortalamasına denk geliyor – araştırma ekibinin hesaplarına göre, besi hayvanı başına düşen antibiyotik tüketimi şimdikinden yüzde 22 daha düşük olacak.

Acil Vergilendirme

Araştırma ekibinin hesaplarına göre, son hamle olarak ise hayvanlarda kullanılan antibiyotik ilaçlardan, fiyatlarının yarısı oranında vergi alınabilir. Bu şekilde küresel olarak antibiyotik tüketiminin neredeyse üçte biri kesilebiliyor. Aynı zamanda gelirlerden artacak milyon dolarlar, yeni ilaçlar geliştirmek için kullanılabilir ve bu sayede daha fakir ülkelerdeki çiftçiler de antibiyotiklere gerek kalmaksızın hijyen uygulamalarını hayata geçirebilirler.

Washington DC’deki “Center for Disease Dynamics, Economics and Policy” (Hastalık Dinamikleri, Ekonomisi ve Politikaları Merkezi) üyesi Raman Laxminarayan’a göre “Bu tedbirlerin uygulanması yalnızca mümkün değil, zamanda acil ve zorunlu”. Laxminarayan’a göre vergi almak kolaylıkla hayata geçirilebilecek bir çözüm.

Planın üç parçasından her biri diğerleriyle etkileşim içinde ve araştırma ekibinin hesaplarına göre, tek başına her bir aşama dahi, antibiyotik kullanımını yüzde 80 azaltabilir.

Bu tedbirlerin insanlardaki dirençli enfeksiyonları nasıl etkileyeceğini tahmin etmek ise daha zor, çünkü bu tür enfeksiyonlar hem çiftlik hayvanlarında hem insanlarda görülebiliyor. Ne var ki bu senenin başında yapılan bir modelleme çalışması gösteriyor ki, çiftlik hayvanlarında antibiyotik kullanımını sınırlandırmaksızın sadece insanların antibiyotik kullanımını azaltmak dirençli enfeksiyonlar üzerinde ancak çok az bir etki yaratabiliyor.

Laxminarayan, Birleşmiş Milletler’in Antibiyotik Direncine Karşı Küresel Mücadele” ilan etmesinin üzerinden bir yıl geçtiğini hatırlatarak şunları ekliyor: “Ancak hayvancılık sektöründe antibiyotik kullanımı konusunda çok az değişiklik var. Acil olarak hareket etmezsek, antibiyotiklerin etki gösterebilmesi konusunda kapılar tamamen kapanacak.”

 

Bu haberin İngilizce orijinali

Muhabir: Debora Mc Kenzie

Yeşil Gazete için çeviren: Deniz Menteşeoğlu

 

(Yeşil Gazete, New Scientist)

UNICEF: Her 10 dakikada bir kız çocuğu şiddet yüzünden ölüyor

Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF) dünya üzerinde kız çocuklarının yaşadıkları hak ihlallerini açıkladı.

UNICEF verilerine göre dünyada 1,1 milyar kız çocuğu var ve aralarından 62 milyonu okula gitmiyor.

6 ila 11 yaşlarındaki 16 milyon kız çocuğu ise okula bile başlayamama riskiyle karşı karşıya.

UNICEF tarafından açıklanan verilere göre dünya üzerinde 10 dakikada bir kız çocuğu maruz bırakıldığı şiddet yüzünden hayatını kaybediyor.

Dünyada 15-19 yaş arası her 7 kız çocuğundan biri zorla evlendiriliyor.

Gelişmekte olan ülkelerde her 3 kız çocuğundan biri, 18 yaşına gelmeden zorla evlendiriliyor.

Yine verilere göre her 9 kız çocuğundan biri de 15 yaşından küçük yaşta zorla evlendiriliyor.

Toplamda her gün, 18 yaşının altında 47 bin 700 kız çocuğu evlendiriliyor.

Kız çocuklarının büyük bir kısmı ise evin sorumluluklarını üstlenmek zorunda kaldıkları için eğitim hayatlarını sona erdiriyor.

 

(Gazete Karınca)

Koç Holding’e ait Tüpraş Aliağa rafinerisinde patlama: 4 ölü, 2 yaralı

İzmir’in Aliağa ilçesindeki TÜPRAŞ Rafinerisi’nde, bugün saat 09.25 sıralarında, boş nafta tankındaki bakım sırasında, gaz sıkışmasının neden olduğu sanılan patlama meydana geldi. Patlama ile birlikte yüklenici firma çalışanları Kemal Şaşmazer, Yusuf Kepenek, Mehmet Karademir ve Mehmet Dere yaşamlarını yitirdi, Halil İbrahim Kavlak ile birlikte 2 işçi yaralandı.

Tüpraş’tan ilk açıklama

Patlama ardından ilk müdahaleyi TÜPRAŞ kendi itfaiye ekibi yaptı. İzmir Büyükşehir Belediyesi ile Aliağa Grubu’ndan çok sayıda itfaiye ekibi çalışmalara destek için rafineriye sevk edildi. İtfaiye ekiplerinin çalışması sürerken tankın bulunduğu bölge giriş çıkışlara kapatıldı, bölgedeki yol da trafiğe kapatıldı. TÜPRAŞ’tan yapılan açıklamada, “Bugün saat 09.25’de İzmir Rafinerisi ürün tankında bakım çalışmaları sırasında patlama meydana gelmiştir. Rafineri teknik ekiplerinde olaya müdahale edilmiştir” denildi.

Aliağa Kaymakamı Yılmaz: “İş kazası, dışarıdan bir müdahale, saldırı yok”

Aliağa Kaymakamı Bayram Yılmaz, patlamanın meydana geldiği tankta bakım için işçilerin çalıştığını belirtip, 4 çalışanın öldüğünü 2 kişinin yaralandığını söyledi. Kaymakam Yılmaz, iş kazasının gaz sıkışması nedeniyle meydana geldiğinin değerlendirildiğini, rafinerinin diğer birimlerinde faaliyetlerin sürdüğünü bildirdi. Kaymakam Yılmaz, anlık patlamanın iş kazası olduğunu ve herhangi bir yangın olayı bulunmadığını, tesisin üretimine devam ettiğini bildirdi.

1972’de kuruldu

TÜPRAŞ verilerine göre Aliağa Rafinerisi’nde 1353 kişi çalışıyor. 1972 yılında 3 milyon ton/yıl ham petrol işleme kapasitesiyle üretime başlayan İzmir rafinerisi, önemli kapasite artırımları ve ünite modernizasyonlarıyla gelişerek 1987 yılında 10 milyon ton/yıla ulaştı. 2007 yılında destilasyon kapasitesindeki revizyonlar da göz önüne alınarak rafinerinin ham petrol işleme kapasitesi 11 milyon ton/yıl olarak tescil edildi. Verilere göre, İzmir Rafinerisinde, 2016 yılında 7.3 milyon tonu yurt içine olmak üzere toplam 10.4 milyon ton ürün satışı yapıldı.

 

(Hürriyet)