Ana Sayfa Blog Sayfa 3000

Bugün Van depreminin 6’ncı yıl dönümü

Van’da 23 Ekim 2011 tarihinde meydana gelen depremin üzerinden 6 yıl geçti. Depremde evlerini kaybedenler hala konteynerlerde yaşamaya devam ediyor.


Fotoğraf: Ayşegül Kaycı

Merkez üssü Tabanlı köyü olan 7.2 büyüklüğündeki depremde 644 kişi yaşamını yitirmiş binlerce kişi yaralanmıştı.

2 bin 262 binanın yıkıldığı depremde 5 bin 739 bina hasar görmüş ve oturulamaz hale gelmişti. En az 72 bin kişi kenti terk etmek zorunda kalmıştı.

Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD), geç müdahalesi ve bilinçsiz kurtarma yönetimi nedeniyle çokça eleştirilmişti.

Kentin “Afet bölgesi” kapsamına alınması için muhalefetin Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne (TBMM) sunduğu öneri reddedilmişti.

Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan konuya ilişkin “Erciş’i afet ilan edersek buraya gelen paraların kimlerin cebine gireceğini tahmin ediyor musunuz?” ifadelerini kullanmıştı.

 

(Gazete Karınca)

Her yıl 9 milyon kişi kirlilik nedeniyle yaşamını yitiriyor

Lancet Kirlilik ve Sağlık Komisyonu tarafından yayınlanan yeni bir çalışma zehirli hava, su, toprak ve çalışma alanlarının yılda en az 9 milyon kişinin yaşamını yitirmesine yol açtığı ve trilyonlarca dolara mal olduğunu ortaya koydu.

Raporda, sigara, açlık ve doğal afetlerden daha ölümcül olduğuna dikkati çekilen çevre kirliliğinden en kötü etkilenen ülkelerin başında Bangladeş ve Somali’nin bulunduğu kaydedildi. 2015’te her 6 prematüre doğumdan birinin çevre kirliliğinden kaynaklanan rahatsızlıklarla ilişkilendirilebileceği, çevre kirliliği kaynaklı ölüm, hastalık ve refah seviyesinin maliyetinin, küresel ekonominin yüzde 6,2’sine tekabül ettiği belirtildi.

Çevre kirliliğinden en fazla etkilenenler yoksullar

Çevre kirliliğine bağlı ölümlerin en fazla görüldüğü ülkelerin sırasıyla Bangladeş, Somali, Çad, Nijer, Hindistan, Nepal, Güney Sudan, Eritre, Madagaskar ve Pakistan olduğu bildirildi. Çevre kirliliğiyle bağlantılı en az ölüme de Brunei, İsveç, Barbados, Yeni Zelanda, Trinidad ve Tobago, Kanada, İzlanda, Bahamalar ve Norveç’te rastlandığı ifade edildi.

Ölümlerin, kirliliğin yol açtığı, kalp rahatsızlığı, inme ve akciğer kanseri gibi rahatsızlıklardan kaynaklandığı da aktarıldı. Raporda, çevre kirliliğinden en fazla etkilenenlerin yoksullar olduğuna, refah düzeyi yüksek ülkelerde de yine yoksul bölgelerde yaşayanların mağdur duruma düştüğüne vurgu yapıldı.

 

(Birgün)

Mitoloji, din ve bilim: İnsan kaynaklı iklim değişikliğinin politikası – Çağdaş Dedeoğlu

Biz, insan türüne mensup canlılar, çoğunlukla fiziksel ve psikolojik varoluşsal ihtiyaçlarımıza bağlı olarak, hayata dair sürekli bir anlam arayışı içerisindeyiz. Söz konusu arayışımız, bazı varsayımlar üzerinden şekilleniyor, başkalarıyla paylaştığımız gerçeklikler üzerinden… Bu durum, felaketlerin açıklanması açısından da geçerli. Her birimiz, karşılaştığımız felaketi, gerçeklik algımız çerçevesinde ele alıyoruz. Grandjean vd. (2008: 195) “felaketin anlamını değerlendirmek” hakkındaki makalede, “sebebe uygun bir sonuç beklentisinin, insanın adalet algısının temelini oluşturuyor olabileceğini” ifade ederler. Bir başka deyişle, adalet algımız, gerçekliği kavrayışımızla yakından ilişkili. ‘Bu durumla niye karşılaştım’ sorusu, aslında, adalet algısına bağlı bir soru. İma ettiği ise açık: Bunu hak ettim mi?

Irma Kasırgası

Eylül ayında, Irma Kasırgası Orta Florida’ya doğru ilerlerken Florida Üniversitesi yerleşkesinde (ikisi köpek, dördü insan) altı arkadaşımla birlikteydim ve insan ile insan olmayanın etkileşimi hakkında düşünüp dünyada ekolojik adaleti tesis edebilmek için gerçekliği nasıl çerçevelememiz gerektiğini sorguluyordum. Şimdi, Irma’nın da, kendisinden önce Harvey ve birçok başka kasırganın, sonrasında ise Maria’nın yaptığı gibi, insan ve insan olmayanlar üzerinde ağır bir yük bıraktığına üzülerek şahit oluyoruz. Birleşik Devletler’de ve Karayipler’de 50’nin üstünde insan artık hayatta değil ve çok daha fazlası büyük bir ekonomik sorunla karşı karşıya. Hayvanlar, ağaçlar ve ekosistemlerin diğer üyeleri de kayıplar arasında sayılmalı! Ne uğruna? Bunu gerçekten hak ettiler mi? Toplumun farklı kesimlerinden insanların bu sorulara birbirine tamamen zıt cevaplar vermeleri şaşırtıcı değil. Bu açıdan, burada önce söz konusu görüşleri sınıflandırıp ardından bir sentezde bulunmayı deneyeceğim.

Irma sırasında ve sonrasında, birbiriyle çelişen görüşler ifade eden haberler okuduk, videolar izledik. Örneğin, bir tarafta felaketi Tanrı’nın günahkar insanları cezalandırma biçimi olarak görenler vardı (Milbank, 2017), diğer taraftaysa iklim olaylarının bilimsel yorumunda ısrar edenler ve bunları iklim değişikliğine bağlayanlar (Lewis, King and Perkins-Kirkpatrick, 2017; King, 2017). İnanç ve ifade özgürlüklerinin demokratik toplumun ayrılmaz parçaları oldukları aşikar ve insanlar da görüşlerini istedikleri gibi ifade edebilirler. Öte yandan, vatandaşların, cehalet, kibir ve nefret söylemine karşı sağlam biçimde bilgilendirilmeleri gerekmektedir. Bu yüzden de düşünce yapılarımızı eleştirel biçimde gözden geçirmeliyiz.

Çocukluğumuzun erken dönemlerinden itibaren, çevremizde olup biteni anlamak ve hikayelerimizi anlatmak için farklı zihinsel çerçeveler kullanıyoruz. Bugüne kadar, insan türünün, Evren ile (ve onun içindeki) ilişkisini açıklayıp deneyimine anlam vermekte en azından üç farklı çerçeve geliştirdiği görülmekte. Bu çerçeveler, mitsel, dinsel ve bilimsel olarak sınıflandırılabilir ve bunların ilk ikisi genellikle bilim-dışı olarak nitelendiriliyor. Dahası, bugün mitoloji dediğimiz, antik dönem insanının diniydi ve mitler bir zamanlar insanların insan olmayan dünyayla ilişkilerini açıklamakta kullandıkları inanç sistemleriydi. Ayrıca bilim de bazen mitsel bir olgu gibi sorgusuz sualsiz kabul edilebiliyor. Ancak dinsel, metafizik ve pozitif-bilimsel şeklinde ortaya konulan “üç hal yasası”ndan (Comte, 1988) farklı olarak gerçekliğin ve de bilginin çerçevelenmesi doğrusal değil. Mitoloji, din ve bilim insanların düşünce yapılarında yan yana bulunabilir.

Peki, söz konusu üç zihinsel çerçeve temelinde, felaketi nasıl açıklayabiliriz? Aşağıda bir deneme sunuyorum.

  1. Felaketin mitsel açıklamasına dair Mezopotamya mitolojisinden bir örnek (Grandjean vd. 2008: 189):

“İnsanlar, her defasında gürültü yapıp Tanrı Enlil’in (Yeryüzü-tanrı) uyumasına engel oluyorlardı. Bıkkın ve kızgın vaziyetteki tanrı, insanlara (kıtlık ve salgın gibi) doğal felaketler göndererek onların sayılarını azaltmaya çalıştı. Bunlardan sakınmak için insanlar Enlil’i sakinleştirmeye çalışmadı veya gürültü yapmaktan vazgeçmediler. Bunun yerine, bir sürü kurban sunarak kötü şanstan sorumlu tanrıyı sakinleştirmeye çalıştılar.”

2.1. Felaketin dinsel açıklamasına dair Kuran’dan bir örnek (Şûrâ, 42/30):

“Başınıza gelen herhangi bir musibet, ellerinizle işlediklerinizden ötürüdür. Allah yine de çoğunu bağışlar.”

2.2. Felaketin dinsel açıklamasına dair İncil’den bir örnek (Yaratılış 6, 5-6):

“Tanrı, insanların yeryüzüne çok fazla kötülük yaptığını, düşünce ve eğilimlerinin her daim kötü olduğunu gördüğünde, insanı yarattığına pişman oldu ve çok üzüldü.”

  1. Felaketin bilimsel açıklamasına bir örnek:

“İçinde bulunduğumuz çağın adı Antroposen. Bu yeni çağda, biz, insanlar, gezegeni fosil yakıtlara dayalı yıkıcı bir ekonomik modelle  şiddetli biçimde dönüştürüyoruz. Bunun bir sonucu olarak, iklimi de değiştiriyoruz. Bu yüzden artan oranlarda iklim olaylarına maruz kalıyoruz. Halihazırda, küresel sıcaklık artış ortalamasını 2 derecenin, ideal olarak ise 1,5 derecenin altında tutma hedefine ulaşmayı başaramazsak gelecekte çok daha fazla felaketle yüzleşmek zorunda kalacağız.”

Yakın zamanda, Paris sonrası dönem için yeni bir iklim ekonomisi modeli de tartışmaya açıldı (Thompson, 2017). Yine de yukarıda ifade edilen üç açıklama türünün nasıl da aynı mesajı verdiğini görmek ilginç değil mi? Gezegenin dengesini bozma! Mezopotamya hikayesindeki gürültü, Kuran’daki musibet veya İncil’deki kötülük ve de bilimsel açıklamadaki gezegenin dönüştürülmesi ifadeleri farklı çerçevelerde aynı soruna dikkat çekiyor. Belli ki Papa Francis’in Irma sonrası açıklamaları da (Horowitz, 2017) bu çerçevelerden besleniyor. Tüm bunlara rağmen, neden bir fikir birliğine varamıyoruz?

Görünen o ki farklı çerçeveler temelinde cereyan eden mücadele, politikacılar veya kamuoyuna yön veren diğer aktörler tarafından popülist amaçlarla körükleniyor. Herhangi bir iktidarın gücünü pekiştirmesinin, belirli sembolleri kullanmaktaki becerisine bağlı olduğu aşikar. Son yıllarda, iklim değişikliği de sembolik savaşın bir başka cephesi haline geldi. Harvey, Irma ve diğer deneyimler demokrasiye ilişkin ciddi zafiyetleri, özellikle yönetim yetenekleri ve şeffaflık açısından, yeniden gözler önüne serdi. Böylesi bir politik iklimde, iklim değişikliği tartışması da maalesef yetersiz kalıyor. Tabii ki mitler ve dinsel yorumlar da bu yetersizliğin bir parçası oluyor.

Atalarımız, iklim olaylarını  mitsel ve dinsel çerçeveler kullanarak açıklamış olabilirler. Doğanın neredeyse tamamen bilinemez olduğu bir dönem için bu kabul edilebilir bir durum. Fakat bugün bilimsel veri analizi, modelleme ve tahmin yapabilmekteyiz. Yapmamız gereken tek şey, veriyi okumayı öğrenip bilgiyi sentezlemek. Bunun önündeki tek gerçek engel ise politik olan. Çünkü politika, ekonomik karar verme süreçlerinin işlediği ortam ve iklim değişikliği kesinlikle sağlam ekonomik kararlar gerektiriyor.

Sonuç olarak, baştaki soruya geri dönelim: Bunu gerçekten hak ettik mi? Cevap, hem Evet hem Hayır. Evet çünkü Evren’e, dolayısıyla da doğaya ilişkin hakim gerçeklik algımız, çoğumuzu, ekolojik açıdan adil davranışlar geliştirip kararlı adımlar atmaktan alıkoyuyor. Yakınlarımıza, arkadaşlarımıza ve sevdiklerimize özen göstersek bile, birçok başka canlının haklarını önemsemiyoruz. İtiraf edelim, önceliklerimiz farklı. Her bir insanı kazandığından azına razı olmaya ve başkalarının koşullarını iyileştirmek üzere çaba göstermeye ikna etmek kolay değil. Öte yandan, cevap aynı zamanda Hayır. On yıllardır, insanlar, kurumlar yaratıp iklim değişikliğine karşı etkili aksiyonda bulunmak üzere birtakım yollar arıyorlar. Geçen sürede, sağlam bir aksiyon için gereken bilgi ve deneyim oluşmuş durumda. Şu anda, ihtiyacımız olan şey ise uzlaşı. Bunun için öncelikle gündelik dilimizde değişikliğe gitmek zorundayız. Örneğin, “doğal felaket” ifadesini ele alalım. Eğer iklim olayı doğalsa, felaket olamaz; yok, bir felaketse bu sefer de doğal olamaz. Sistemde, felaketi hak edecek bir yanlışa yol açmış olmalıyız! Bu açıdan, hakim dışlayıcı gerçeklik algısından kurtulmamız şart. Bunun için, arkadaşlarımızdan başlayarak yeni bir diyalog yolu açabilir ve önce onları ekolojik vatandaşlık konusunda ikna etmeyi deneyebiliriz. Neye, nasıl inandığımızdan bağımsız olarak tüm canlılar için adalet fikrinin yaygınlaşmasını destekleyebilir ve akranlarımızı adalet için kollayabiliriz. Bunu yaptığımızda, ekolojik adalet zaten kendiliğinden gelecektir.

Not: Bu yazının İngilizcesi CRR Blog’ta yayımlanmıştır.

* Çağdaş Dedeoğlu, Florida Üniversitesi Din Bölümü’nde araştırmacı ve İstanbul Arel Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde yardımcı doçent. Çalışma ve projelerine www.cagdasdedeoglu.com adresinden ulaşabilir, Twitter’da ise @CagdasDedeoglu profilini takip edebilirsiniz.

 

Çağdaş Dedeoğlu

Tokyo’nun sellere karşı aldığı dev yeraltı sarnıçları önlemi iklim kaynaklı felaketlere çare olur mu?

The New York Times’da Hiroko Tabuchi imzası ile yayınlanan haberi Yeşil Gazete gönüllü çevirmeni Oğuzhan Yaman’ın çevirisi ile paylaşıyoruz.

***

Japonya, başkentin çevresindeki suları kontrol etmeye yarayan bir yeraltı sistemi için milyarlar harcadı fakat küresel ısınma daha sert hava şartlarına sebep olurken kimileri şehrin savunmasız kalmasından korkuyor.

Kuzey Tokyo, Kasukabe’deki devasa yeraltı taşıntı tankının dibindeki ziyaretçiler.

Burada, Tokyo’nun kuzeyindeki mağaralarla dolu yeraltı sarnıçları Özgürlük Anıtı’nı içine alabilir, bu kıyas ise tesisin muazzam görevini vurguluyor: dünyanın en kalabalık metropolünü selden korumak.

2006 yılında tamamlanan, suyu bölgenin en savunmasız taşkın yataklarından başka yönlere çeken tünellerle birbirine bağlanmış, 2 milyar dolarlık yeraltı sel önleme sistemi, küresel şehirlerin iklim değişikliğiyle gelen sert hava şartları çağıyla yüzleşirken hazırladığı savunma sistemlerinin sıra dışı bir örneği.

Amerika Birleşik Devletleri’nde bir dizi yıkıcı kasırganın vurduğu kasaba ve şehirler, fırtına koruma sistemlerini güçlendirmek için neler gerekebileceğini anlamaya başladılar. Houston şehir yetkilileri, yağmur suyunun akıntı yönündeki mahallelerde sel baskınlarının olmasını engelleyecek 400 milyon dolarlık yeni bir rezervuar inşa etmek için devlet ve federal fonları talep ettiler.

Yeraltı tesisini yöneten Kuniharu Abe, “Şimdiye dek gördüklerimizin ötesinde bir sel için hazırlanıyoruz, en azından şu ana kadar başarılı olduk” diyor.

Kuniharu Abe, Kasukabe’de Tokyo’yu selden korumak için tasarlanmış yeraltı sisteminin yöneticisi.

Fakat Tokyo’da dahi, daha sık ve yoğun fırtınaların başlaması yetkilileri bölgenin koruma sistemlerinin yeteri kadar güçlü olup olmadığını sorgulamaya itti, bu endişe şehrin 2020 Olimpiyat Oyunları’na ev sahipliği yapmaya hazırlanmasından dolayı daha önemli hale gelmiş durumda.

Japonya Meteoroloji Ajansı, Japonya genelinde saatte 5 santimetreden (2 inç) fazla ölçülen yağış miktarının önceki otuz yıl boyunca yüzde 30 oranında arttığını tahmin ediyor. Saatte 7,5 santimetrenin (3 inç) üzerindeki yağış miktarı sıklığı ise yüzde 70’e sıçradı. Kuruluş, bu yoğun yağışlardaki artışı, hali hazırda dünyanın en çok yağış alan ülkeleri arasında olan ve dilinde ‘yağmur’ için düzinelerce kelime bulunan ülke için yeni bir çağı haber vererek, küresel ısınmaya dayandırıyor.

Büyük yeniden geliştirme projelerinin eski sanayi limanını, yeni konutlara ve iş yerlerine açmasına rağmen, yükselen okyanuslar da 38 milyon insana ev sahipliği yapan Tokyo metropoliten bölgesini fırtına dalgalarına karşı savunmasız kılıyor. Yıllarca yeraltı suyunun pompalanması, son yüzyılda şehrin bazı bölümlerinin 4,5 metre (15 feet) kadar çökmesine sebep olmuştur. Şimdilerde, eskimiş setlerle korunan Tokyo’nun geniş bölümleri deniz seviyesinin altında bulunuyor.

Yeraltı sisteminin bir bölümü. 2014’te yapılan bir çalışmaya göre aşırı yağış, deprem ve tsunami olasılığıyla beraber Tokyo ve komşusu Yokohama’yı dünyanın en tehlikeli metropoliten alanı haline getiriyor.

2014’te İsviçreli Re mükerrer sigorta şirketi tarafından yapılan doğal afet riskleri çalışmasına göre aşırı yağış, yıkıcı depremler ve tsunamiler olasılığıyla beraber Tokyo ve komşusu liman şehri Yokohama’yı dünyanın en tehlikeli metropoliten alanı haline getiriyor.

2015 yılının sonlarında, şiddetli tayfun yağmurları büyük Tokyo’da tahribata neden oldu ve rekor seviyede 19 milyon metreküp (670 milyon kübik fit) su Metropolitan Area Outer Underground Discharge Channel olarak bilinen yeraltı tesisine girdi. Tesisin dört büyük pompasının -ki bunlar Boeing 737 jetinde kullanılan motorlara benzer motorlarla çalışır- baskını temizlemesi dört gün sürdü.

Sel önleme uzmanı ve Tokyo’nun sel-eğilimli bölgesi Edogawa’nın inşaat mühendisliği eski başkanı Nobuyuki Tsuchiya, “Tokyo her yandan tehlikelerle karşı karşıya ve yeteri kadar baş edebildiğini söylemek zor” diyor.

Japonya hükümetinin kötüleşen mali durumu da diğer bir büyük zorluk.

Abe’nin yardımcısı, Yasuyuki Osa tünel sisteminin kontrol odasında

 

2015 yılının sonlarında, tayfun yağmurları rekor seviyede 19 milyon metreküp (670 milyon kübik fit) suyu yeraltı tünellerine akıttı. Tesisin dört büyük pompasının baskını temizlemesi dört gün sürdü.

Kasukabe’deki tesisin yapımı 1990’ların başlarında, Japonya’nın büyük bayındırlık hizmetleri projelerine para ve beton döktüğü bir zamanda başladı. Ancak şimdi, ekonomisinin iki katı büyüklüğünde bir hükümet borcu ve yaşlanan nüfusun bakımının katlanan maliyeti ile ülkenin artık bu gibi iddialı projeleri finanse etmek için daha az kaynak toplama olanağı var.

Kasukabe tesisini yöneten Abe dahi, büyüyen operasyonun tek seferlik bir başarı olabileceğini kabul ediyor. Gelişmekte olan ülkelerden gelip, tesis hakkındaki bilgilerle ilgilenen ziyaretçilerin yapım maliyetlerini öğrendiklerinde çoğu kez kaşlarını kaldırdıklarını söylüyor.

“Japonya’nın bir daha böyle bir şey inşa edebileceğinden emin değilim” diyor Abe.

Uzmanlar zaten çoğu büyük nehir sistemine set çekmiş, tüm kıyı şeridini dalgakıranlar ve beton bloklarla güçlendirmiş bir ülkede daha fazla beton savunma sistemi kurmanın mantığını sorguladılar. Bu korumalardan bazıları yalnızca gelecek seller için hala savunmasız olabilecek bölgelerde gelişmeyi teşvik ediyor diyorlar.

Bazıları, sel savunma sistemlerinin sahte bir güven duygusu yaratıp yaratmadığını ve savummasız kalmış olabilecek bölgelerde gelişmeyi teşvik ediyor. Bir uzman “Malzeme ile yapabileceklerinizin bir sınırı vardır” diyor.

Kasukabe tesisinin, selleri en çok önlediği Doğu Saitama’da yerel sanayi gelişti; bölge birkaç büyük e-ticaret dağıtım merkezi ile yeni bir alışveriş merkezini başarıyla kendine çekti.

Tokyo Üniversitesi, afet önleme profesörü Toshitaka Katada: “Malzeme ile yapabileceklerinizin bir sınırı vardır ve bu sahte bir güven duygusuna sebep olur. Altyapı yatırımları, yerel sel tehlike haritalarına veya tahliye protokollerine aşinalık gibi afette hayatta kalma becerisi konusunda daha fazla halk eğitimi ile birlikte ele alınmalı” diyor.

(Profesör Katada’nın ikna edici bir sicili var. Kıyı şehri Kamaishi’de yürüttüğü, bir tsunami sırasında okul öğrencilerine yüksek bölgelere doğru koşma tatbikatı yaptıran programı, 2011 yılında 15 metrelik (50 fit) tsunami dalgaları şehre vurduğunda 3,000 civarında hayat kurtarmasıyla biliniyor. )

Ziyaretçiler, 2 milyar dolara mal olan ve 2006 yılında tamamlanan sistemi gezebiliyorlar.

Tesisi yöneten Japonya Arazi Bakanlığı yetkilileri: “Yine de, Kasukabe işletmesi Tokyo’nun savunma sistemlerinin kritik bir parçası olmaya devam ediyor” diyorlar. Yaklaşık 76 metre (250 fit) derinliğinde, beş adet dikey yeraltı su deposu, Tokyo’nun kuzeyindeki dört nehirden yağmur suyunu içine alıyor.

Su depolarını bir futbol sahasından daha büyük, geniş bir tanka bağlayan ve tavanları 18 metreye kadar (60 fit) sütunlarla tutulan bir dizi tünel, mekâna bir tapınak hissi veriyor. Endüstriyel pompalar, bu tanktan sel suyunu kontrollü bir hızda, Tokyo Körfezi’ne suyunu boşaltan daha büyük bir nehir sistemi olan Edo Nehrine tahliye ediyor.

Taşkınlar arasında tesis yöneticileri, halkı geniş tank zemininde yürümeye ve karanlık su depolarına bakmaya davet ederek tesis turları düzenliyorlar.

Abe’nin yardımcısı Yasuyuki Osa, yeni bir turun ardından: “Bu, insanları sel baskını tehlikesi ve nasıl uyum sağlayabileceğimiz hakkında düşündürten diğer bir önemli görev” diyor.

 

Haberin İngilizce orijinali

Muhabir: Hiroko Tabuchi

Yeşil Gazete için çeviren: Oğuzhan Yaman

 

(Yeşil Gazete, The New York Times)

Çiftçiler, mahsullerini tahrip eden Monsanto tarım ilacı Dicamba’dan şikâyetçi

Mother Jones’da Tom Philpott imzası ile yayınlanan haberi Yeşil Gazete gönüllü çevirmeni Şeyma Masca‘nın çevirisi ile paylaşıyoruz

                                                                                        ***

Dicamba efsanesi hala gündemde.

Monsanto’dan öğrendiğimize göre, en son çıkan genetiği değiştirilmiş soya fasulyesinin tanıtımı hadisesiz geçti. İki farklı herbisite dayanacak şekilde tasarlanan yeni soya fasulyesi, 2016’da piyasaya sunuldu. Ardından hemen bir yıl sonra, ABD’nin toplam ürününün yaklaşık dörtte birine denk gelen 20 milyon dönümlük alana ekildi.

Şirket, Çarşamba günü yayınladığı son üç aylık kâr raporunda bu kadar hızlı satışın, ürün yeni olmasına rağmen bir “rekor” olduğundan bahsetti. Hepsi bununla da sınırlı kalmıyordu. Şirket, ABD’li yetiştiricilerin büyük çoğunluğunun soya fasulyelerinde kullandıkları yeni formüle edilmiş bir herbisit ile  “muazzam başarı elde ettiklerini” söyledi.

Uzmanların hesaplarına göre dicamba*ya dirençli olmayan 3 milyon dönümlük soya fasulyesi, 2017’de yabani otları öldüren kimyasallar tarafından tahrip edildi

Ürünün çıkışı büyük başarılar elde etti. Monsanto, çiftçilerin 2018 yılında daha fazla ekim yapmak isteyeceklerini ileri sürerek ürünü yatırımcılara ısrarla sundu ve yeni soya fidelerinin dikildiği arazilerin gelecek yıl ikiye katlanmasını beklediğini söyledi.  Bu hissedarlar için iyi bir haberdi, çünkü Monsanto’nun Roundup Ready 2 Xtend tohumları için dönüm başına 5 ila 10 dolar ücret talep ettiğini biliyorlardı. Yani, eğer çiftçiler gelecek yıl 40 milyon dönümlük iki kat dayanıklı fasulyeden ekerlerse, Monsanto’nun kârı 400 milyon dolara çıkacaktı.

Ancak gerçekte, Roundup Ready 2 Xtend tohumlarının piyasaya sürülmesi, meslektaşım Josh Harkinson‘un Temmuzda belirttiği gibi bir felaket oldu.

Felaket olan şey ne mi? Aslında tohumlar, Monsanto’nun önceki ürettiği genetiği değiştirilmiş glifosat bazlı bir herbisit olan Roundup’a direnen soya fasulyelerinin neden olduğu bir problemi düzeltmek için piyasaya sürülmüştü. Fakat çiftçiler bu tohumları o kadar çok ekip o kadar çok Roundup (glifosat) kullandılar ki, yabani otlar beklendiği üzere direnç gösterdi.  

Bunun üzerine, tam anlamıyla felakete dönüşen vahşi otlarla savaşmak için Monsanto sadece Roundup’u değil aynı zamanda daha eski ve toksik bir herbisit olan dicambayı da etkisiz hale getiren Roundup Ready 2 Xtend soya fasulyesini üretti. Yani çiftçilere tarlalarında direkt olarak glifosat kullanmaktansa, glifosatlı dicamba karışımını kullanabileceklerini söyledi.

İyi de ne yanlış gidebilir ki? İki durumdan bahsetmek mümkün. Tarım ülkelerinde aşağıdan seyreden tarım uçağı görme ihtimalimiz ne kadar fazlaysa, işte bu iki durumun da böyle sonuçlarının olacağı başından bellidir. Birincisi, Pennsylvania Devlet Üniversitesi bitki bilimcisi David Mortensen 2013 yılında ürün piyasaya sunulmadan çok önce, zaten glifosata dirençli olan yabani otların dicambalı karışıma da direnmek için hızla değiştiğini söylemişti. Tam da o aralar dicamba direnci artmaktaydı.

İkincisi ise, dicambanın oldukça uçucu olduğu bilinmektedir.  Yani uygulandıktan sonra gaza dönüşüp rüzgârla taşınması bu kara belanın hedeflenen bölgeden uzaklara taşınması anlamına gelmektedir.

Bu sıkıntıyı gidermek için Monsanto, VaporGrip adlı uçuculuğu az olan yeni bir dicamba yöntemi geliştirdi. Şirket yeni yöntemine o kadar güveniyordu ki Louisiana’daki tesisini genişletmek için 975 milyon dolar harcadı.

Geçen yıl, Monsanto Roundup Ready 2 Xtend soya fasulyesi tohumlarını ilk defa piyasa sürdüğünde işler ters gitmeye başladı. Şirket, Çevre Koruma Ajansı (EPA)‘ndan VaporGrip teknolojisi ile dicamba karışımını dağıtmak için onay almamasına rağmen ürünü piyasaya sürmüştü. Yeni soya fasulyesini kullanan çiftçilerin bunları eski dicamba formülleriyle beraber kullanmaları kimseyi şaşırtmadı. Sonunda da hedefinden şaşan dicamba diğer insanların arazilerine sürüklendi.

Çevre Koruma Ajansı, “Etken dicamba bileşenleri içeren herbisitlerin yanlış kullanımına bağlı olarak ortaya çıkan ürün tahribatıyla ilgili yüksek sayıda rapor” aldığını açıkladı. Soya ülkesinde bulunan Missouri’nin en büyük şeftali çiftliğinin zararı o kadar büyük oldu ki, Monsanto’dan askıda bekleyen bir dava ile suç duyurusunda bulundu. Missouri-Arkansas sınırında ise dicamba hasarıyla ilgili bir anlaşmazlığın ölümle sonuçlandığı rapor edildi.

Derken Çevre Koruma Ajansı, Monsanto’nun yeni dicamba dağıtma yöntemini ve rakip BASF’den daha az uçucu olduğu iddiasını doğruladı. Sorun çözüldü değil mi?

Monsanto, hedefinden şaşan dicambanın insanların hatası olduğunda ısrarcı.

2017’de 20 milyon dönüme yükselen fasulyelerin artmasıyla beraber, komşuların hasar gören bitkileri için tuttukları raporlar da arttı.

Dicamba krizini yakından takip eden Missouri Üniversitesinde bitki bilimci Kevin Bradley, dicambaya dirençli olmayan 3 milyon dönümden fazla soya fasulyesinin 2017 büyüme mevsimi süresince yabani otları öldüren kimyasallar tarafından tahrip edildiğini hesapladı. Arkansas’ta durum o kadar kötüye gitti ki, devlet Temmuz ayında dicambayı yasakladı.

Ağustos ayında bir Reuters raporu, Obama Çevre Koruma Ajansı’nın herhangi bir uçuculuk testi yapmadan az uçucu olduğu kabul edilen formülleri onayladığını ortaya çıkardı. Monsanto, Bradley ve diğer bitki bilimcilere yeni formülden örnekleri verdi fakat örnekler “kesin olarak uçuculuk testini yasaklayan sözleşmelerle geri geldi.”

Monsanto, hedefinden şaşan dicambanın insanların hatası olduğunda ısrarcı. Temmuz 2017 de yaptığı basın açıklamasında “Çiftçiler ve diğer kullanıcılar talimatlara uyduğu sürece formül etikili” dedi.

Fakat Missouri’den Bradley, Tennessee Üniversitesi’nden Larry Steckel ve Illinois Üniversitesi’nden Aaron Hager gibi bağımsız bitki bilimciler bu değerlendirmeye itiraz ettiler. Bradley, Ağustos ayında yaptığımız bir röportajda “Dicambanın doğası gereği uçucu bir madde olduğunu düşünüyorum” dedi. Yeni formülün eskisinden daha iyi olmasına rağmen, uçuculuğunun “azaltıldığı ancak ortadan kaldırılmadığı” söyledi.

Çiftçilerin, komşularının mülküne zarar verdikleri zaman doğan sıkıntılardan kaçınmak için 2018’de Xtend soya fasulyesinden uzak durup durmamaları gerektiğini sordum. Çiftçilerin gelecek yıl komşularına zarar verme korkusuyla daha az dicamba püskürtebileceklerini söyledi. Ancak çiftçilerin kendilerini başkalarının püskürttüğü dicambaya karşı korumak için çift dirençli tohumları alabileceklerini de düşünmekte. “Bu sadece bir tahmin, insanların kendilerini korumak isteyecek” dedi.

Bu analiz, Monsanto’nun Xtend soya fasulyesinin satışının 2018 yılında şimşek gibi bir hızla 40 milyon hektara çıkarabileceği anlamına geliyor. Brad’den yorum yapmasını istediğimde “40 milyon dönümlük bir alan görürsem hiç de şaşırmam” diye cevap verdi.

*Dicamba yapraklara veya toprağa uygulanabilir, benzoik asit herbisittir.

 

Haberin İngilizce orijinali

Muhabir: Tom Philpott

Yeşil Gazete için çeviren: Şeyma Masca

 

(Yeşil Gazete, Mother Jones)

Gazeteci Murat Çelikkan tahliye edildi

Gazeteci ve insan hakları savunucusu Murat Çelikkan tahliye edildi.

Çelikkan ‘terör propagandası’ gerekçesiyle kapatılan Özgür Gündem’in nöbetçi genel yayın yönetmenliğini yaptığı için bir yıl altı ay hapis cezasına çarptırılmıştı.

14 Ağustos’ta Kırklareli Cezaevi’ne giren Çelikkan, denetimli serbestlikten yararlanarak tahliye edildi.

İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen duruşmada mahkeme, 16 Mayıs 2017 tarihinde Çelikkan’ı ‘terör propagandası’na ilişkin Terörle Mücadele Kanunu 7/2 maddesince mahkum ederek cezada indirime gitmemiş ve cezayı, benzeri yargılamalardaki durumun aksine, ertelememişti.

 

(Diken)

Bir güzelleme: Mardin Masalcılar Buluşması anısına – Beyza Akyüz

Bir hikayeye olayların neresinden tutup başladığınız ve hikayeyi nerede bitirdiğiniz mühim mevzu. Masalcılar hikayeye mutlu bir anda son verdikleri için, masalların her dem mutlu sonla bittiğine inandı ademoğlu, havvakızı. Oysa artık öyle olmadığını biliyoruz hepimiz.

Ateşin içinden geçip bir dostun koynuna sığınan kuş gibiyim, ancak kendime geldim. Geri sarıp düşünüyorum beş gün boyunca süren Mardin yolculuğumuzu; gecesi seyranlık gündüzü gerdanlıktı ve o eski şehir kapılarından geçtiğimizde bir ikindi vakti, zaman uzadı uzadı uzadı.

Yüksek tavanlı taş bir konakta açtım gözlerimi her sabah, alışık olmadığım şekilde yatağın tam karşısında saraylara layık bir boy aynası vardı. Hiç bakmadığım kadar baktım suretime, aynaya yaklaşıp göz bebeklerime, içindeki sırlı pırıltıya merhamet ettim.

Her gün erken saatte mihmandarlarım Asiye ve Aysun ile yollara düştüm. Okullara masal anlatmaya gittim, eş zamanlı olarak diğer masalcıların çoğu da başka okullarda başka çocuklarla yüz yüze diz dize buluştu. Mezopotamya’nın çocukları hikaye dinlemeye aşinaydı, hala her evde anlatıcı anneler, babalar, neneler var belli ki, bu haseple en çok da bu topraklarda kendimi has bir masalcı gibi hissettim.

Binlerce çocuğa masal anlattık, geriye kalan zamanlardaysa dar sokaklarda kendi hikayemi kovaladım. Yollarda karşılaştığım, selamlaştığım insanların “gel bi çay iç” davetine icabet ederek nice acayip hikayenin önünü açtım, şimdilik bende sırlandılar.

Geceleri damlarda buluştuk, her masalcı başka bir evin damına konuk olduk, çoluk çocuk büyük küçük bir arada… Güneş’in dediği gibi sanki televizyonun icat edilmediği zamanları yaşıyorduk. Muhtar’ın damında çayların biri gidiyor diğeri geliyordu, masalcı dede Yücel, meydanı açmıştı, yine Keloğlan’ın anasına sarıldı, kartal diye bir çocuğun omzuna bindi de hepimizi kahkahalara boğdu. Sonra Özlem anlattı, nasıl da seviyordu çocukları, ruhun görünmezliği büyük bir yalan. İri gözleri, yaşama sevinci veren neşesiyle Gökçe aldı masal sazını eline, sonra da ben… daha o anın içindeyken dedim, hey Allahım bu nasıl güzel bir gece yıllar sonra bile hatırlayacağız. Bir gece önce sesiyle aşka gelip pervane olduğum dengbej Abdurrahman Amca da oradaydı, Kürtçe bilmiyordum ama onun sesine takılıp uçmaya engel değildi bu. Sahi artık neden ağıt yakmıyorduk, insanın kendi sesinin kendine şifa olduğunu ne zaman unutmuştuk. Ağıtla kovduk korkularımızı, kötü anılarımızı ve işte genç rebabi girdi kapıdan, oyun havalarıyla halaya durduk. Kürt bir ananın duasını yaşıyorduk, “Her şeyden evvel Allah yaşama sevinci versin.” İşte veriyordu.

O gece Mardin’in dar, ışıklı sokaklarında ben bir gölge oldum, Abdurrahman amca ses… iki aşık yorulmadan dolandık durduk. Belli ki bir yitiği vardı onun da, aşık derdiyle coşar en azından bunu biliyorum.

Damlarda nice masalcı dinledim akşam vakitleri, Sıla’nın sakin sakin anlatışına, Arbil’in güzel sesine, ipuçlarını toplayan rikkatine, Argın’ın içinden öylece çıkan içgüdüsel müziğe, gözlerindeki güzelliğe, Göksel’in gerçek hikayelerindeki hikmetine, Kenan Bey’in Teo emmisinin mizah gücüne, Deniz ve Ebuburak’ın yoldaşlığına, Deniz’in masala yakışan doğallığına, Ebuburak’ın sessiz ama ağır tavrına şahit oldum. Oda arkadaşım Arzu’yu yoğunluktan dinleyememiştim, üşenmedi gece uyumadan evvel bana pullu masalını anlattı; ilk defa birisi bana özel masal anlattı, avucuma sıkıştırdığı pullar, koluma taktığı renkli bileziklerle döndüm Mardin’den.

Festivalle eş zamanlı olarak açılan bir de sergimiz vardı; Derler Ki. Hayatımda ilk defa bir sergiye katıldım, bir eser ürettim. Masalcılara çağrı gönderen, birliğe davette usta Güneşin ve Muteber sayesinde ben de daha evvel tecrübe etmediğim bir şeyi deneyimledim. Sergi, bir kasnak ya da eleğe derdimizi, acımızı nakşetmemizi istiyordu. Festivalden aylar önce üzerinde düşünmeye başladım ve nihayetinde kendi eleğimi Mardin Müzesi’nin sergi salonunda tavandan aşağı bir misinayla sallanırken gördüm. Ama beni etkileyen bu değildi, onlarca kasnak, iki tane elek vardı ve her biri nasıl da eşsizdi. Son güne kadar sergiyi gezmeye vakit bulamamıştım, ben gezerken güneş içeriyi öyle bir aydınlatıyordu ki Ömer’in hazırladığı festival tanıtım videosundaki hakikat kapısının gerçekten aralandığını o an gördüm. Hakikat; çoklukta birlikti. Sanata, insana, doğaya başka gözle bakan Güneşin ve Muteber’in mütevazi ve mütemadiyen devam eden güzel eylemlerine yakışan bir haldi. Bu sergi, dağlar denizler aşıp çok yer gezecek, bu sergi dertlere derman olacak çünkü bir başkasının hikayesi aslında hepimizin hikayesi.

Günlerce masal anlatmaktan sesimiz soluğumuz kesildi lakin çölde kendini arayan insanın coşkusuyla devam ettik yola, dönmeden bir gün önce tarihi yerleri gezmeye gittik büyük bir konvoyla. Yüzlerce yıl önce yapılmış medreselerde, sarnıçlarda, manastırlarda, antik kentlerdeki ruhlarla bağ kurdum. Biz de kendimizden bir parça bıraktık ayağımızın değdiği her yere, sarnıçta Lazca destan okuyan mabira Refika ve Güler’in sesi, müze müdürü Nihat Bey’in kamıştan çıkan nefesi o kadim taşların kalbine sindi.

Yüce bir dağın eteğindeki Mor Augin Manastırı’nın dar yoluna girdiğimizde kalbim hızlı atmaya başladı, manastırın damından çöle baktığımda lal oldum, yüksek ve derin bir sükunet vardı hiçlikte. Tüm sırların çöle gizlenmesi boşuna değildi. Günlerce dilsiz kalmak isteyeceğim bu yerde nasibe bakın ki hikaye anlatmak düştü payıma. Yorgun ve hastaydım, ağır bir örtünün altından ölmeden evvel son hikayemi anlatmalıymışım gibi son bir güçle anlattım. Hikayem bittiğinde dengbej Abdurrahman amca sessizce ayrıldı halkadan ve dakikalar sonra avazının ateşi düştü kulağımıza. Yüksek bir kayaya çıkmış, eli kulağa atmış çöle doğru haykırıyordu. Manastırdan ayrılırken; “hikayeni dinleyince anam düştü aklıma, tüylerim diken diken oldu, ona ağıt yakmak istedim ondan çıktım tepeye,” dedi.

Suriye sınırından sarı mayın tarlalarının yanından geçtik, barışa açılamayan şehir kapılarını gördük. Adnan abi yol boyunca babasından anasından dinlediği Arapça masalları anlattı bana, bu ne cömertlik! Dönüş yolunda Marin köyünde çay molası verdik. Eskiden boşaltılmış bir köy; hayat ağacının kırık dalı olan ne Yezidiler ne Süryaniler var artık. Bir amca hikayesini anlatırken arkada sessizce oturan beyaz tülbentli, fıstık yeşili elbise giymiş teyzeyi gördüm, yanına gidip dövmeli elini öptüm. Adı Seyran’mış, o Kürtçe konuştu ben Türkçe. Gözleri öyle güzeldi ki dizinin dibine gömüldü ayaklarım. Dua etti bana, sana, hepimize; “Allah dünyaya öyle bir iyilik versin ki artık, herkesin üzerinde bir nişanesi görülsün.”

Köyden ayrılırken Seyran teyzenin torunu Rozalin koşarak arabanın yanına geldi, utana sıkıla, “saçların çok güzel, al bunu saçına tak” dedi, avucunun içine sıkıştırdığı boncuklu yeşil örgüyü uzatarak. Adının anlamı ne dedim, “Güneşin doğuşu” dedi.

Ve biz güneş batarken ayrıldık çölden.

Mardin’de medeniyeti gördüm, Mardin’de başka dilleri işittim, Mardin’de birliğin çokluktan geçtiğini bir kez daha teyit ettim. Sezai Bey’in okuduğu şiirlerin biriydi Mardin; “Bütün bahçeler sende toplanmış gül müsün nesin?”

Metin-Kemal kardeşlerin dediği gibi,  “Sözlü hafıza duru ve sahicidir, birinin eksiğini diğer söz ile tamamlayabilirsiniz. Söz, en hakiki olandır. “ Bu hikayede bir eksik varsa tamamlasın başka bir dil, başka bir masalcı gönül.

Mardin’in kadirşinas halkına, hizmet ehli, cömert tüm müze çalışanlarına selam olsun. İstanbul’a yolunuz düşerse başım üstünde yeriniz baki.

 

 

 

Beyza Akyüz

Şifahen Masallar

Çevresel Sanat / Enviromenrtal Art – Kübra Köprülüoğlu Aşanlı

Ana hatlarıyla çevresel sanat “landart, ecoart, earthart” gibi akımları da bünyesinde barındıran bir sanat akımıdır. Sanatçının ve izleyenin doğa ve çevreyle ilişkilerini irdeler, kimi zaman doğayı sanat objesine dönüştürürken, kimi zaman da doğanın rastlantısal değişkenliklerini malzeme olarak kullanır. Doğaya müdahalede bulunarak ya da doğada yeni bir “çevre” oluşturarak eserler üretir.

İnsan varoluşunun başından beri mağaralarda, toprakta, yemeğini koyduğu kapla, suyunu içtiği testiyle, doğadan aldığı feyzle, içini dökmüş, sanatsal üretimler yapmıştır. Sanat hep çevresiyle ilgili olmuş, zaman zaman konusu çevre iken zaman zaman da öznesi o olmuştur. Lascaux mağarasındaki duvar resimleriyle başlayan süreç, Sanayi Devrimi sonrası yeni keşifler ve şehirleşme sonucu kimi sanatçıların, insanların doğayla bağının kopmamasını savunması ve doğaya büyük hayranlık besleyen Neo Romantizm akımını doğurarak, doğayı idealize eden eserler üretmesiyle devam eden doğa-sanat-çevre ilişkisi olmuştur. Tarihsel süreçte sanat içinde ortaya çıkan bu akımların bir çoğu geniş bir perspektifle bakıldığında çevresel sanat akımına dahil bile edilebilir. Bu açıdan düşündüğümüzde çevresel sanat akımının tarihçesini, başlangıç noktasını kesin olarak belirlemek pek doğru değildir.

John Constable, Salisbury Cathedral from the Meadows, 1829. Fotoğraf: tate.org.uk

Çevresel sanat akımının ismen dile getirilmesi 1960’larda Amerika’da olmuştur. Siyasal ve sosyal ayaklanmalar döneminde resim sanatında bazı yasaklara maruz kalan sanatçılar yeni ve radikal bir mecra arayışına girdiler ve sonucunda sanatçılar dışarı çıktı. Dışarı çıkmaktan kastettiğim şey şu; sanatçılar işlerini stüdyolarda, kapalı ortamlarda üretmeyi bıraktı, sadece tuvale resmetmek yerine toprağa, ağaca, ormana resmetmeye, kayaları yontmaya başladılar. Özellikle heykel sanatını etkileyen bu akım insanın araziyle ilişkisini sorgulayan, döneminde avangart bir bakış açısı getirmişti.

Bu akımın çıkış sebebini sadece doğayla bağ kurmak fikrine bağlamak, yalnızca doğa insan ilişkisini irdelemesi veya insan yapısı ile doğal yapıların karşılaştırmaları gibi konularda ele almak arazi sanatını kavrayışımızı zayıflatır. Bu akım aynı zamanda sanatın galerilerin dışına taşması, sadece kapalı alanlarda, insandan ve doğadan uzak mekanlarda izlenebilirliğine bir tepki olarak da doğmuştur. Dönemin önde gelen belli başlı galerilerinin statükolaşmış yapısına bir tepkidir aynı zamanda. Kapalı mekanlara bağımlılığı kıran bu yaklaşım sanat eserinin izlenmekten çok içine girilebilen, etkileşim kurulabilen bir “iş” olmasını sağlayarak insanın sanat eseriyle yakınlaşma durumunu da sorgulamıştır. Böylesine büyük, uygulanış biçimi sebebiyle geçici olan üretimler aynı zaman sanatın alınıp satılabilirliğini de sorgulamış, buna bir tepki de doğurmuştur. Dönemin önde gelen sanatçılarından bazıları Walter De Maria, Nancy Holt, Robert Morris, Michael Heizer, Dennis Oppenheim ve Robert Smithson’dır.

 

Michael Heizer – Circular Surface, Planar Displacement Drawing (El Mirage Dry Lake Bed), 1969. (www.socks-studio.com)

70’lerin sonu 80’lerin başında bazı sanatçılar yüzlerini kırsal alanlardan şehir mekanlarına/alanlarına çevimiştir. Robert Morris zarar görmüş şehir alanlarında enstalasyonlar üreterek yeniden kullanım, restorasyon gibi konulara dikkat çekmiş, Alan Sonfist “Time Landscape” adlı yaşayan anıt heykeliyle şehire doğayı tekrar taşımak gerekliliğini vurgulayan çevreci bir fikirle iş üretmiştir.

Bazı sanat kuramcıları ve tarihçileri çevre sanatını arazi sanatı ile eş tutarken, bazıları arazi sanatını çevre sanatının bir kolu olarak görür. Bu konuda bir çok tartışma ve bakış açısı vardır. Bazı sanatçılar doğayı sadece malzeme olarak görürken, bazıları verdiği zararı da düşünerek işler üretir. Bir sanatçı olarak benim bakış açım ise çevresel sanat büyük bir şemsiye gibidir. Bahsettiğim tarihsel süreçte bir çok dönemin, aslında çevresel sanat /environmental art  akımına dahil olduğu düşünülebilir. Yaşanılan dönemin etkileri düşünüldüğünde bu akım zaman zaman biçemle, zaman zaman içerikle uğraşmış. İnsanın mağruz kaldığı durumlar çerçevesinde yeni bakış açıları, malzemeler ve konular üretmiştir. Zaten önemli olan akımların isimleri değil üretilen eserlerin etkileridir.

Çevre sanatı ilk çıkış döneminde mekanla, mekansızlıkla, doğanın insanla olan ilişkileriyle ilgilenirken son dönemde daha çok yaşadığımız dönemin getirileri olan iklim değişikliği, çevre kirliliği gibi sorunlar nedeniyle daha çok doğa sorunlarını gündeme getirmeye başlamıştır. Bunlara en iyi örneklerden biri ekolojik bir hareket olarak Joseph Beuys’un Kassel şehrine 7000 meşe dikerek gerçekleştirdiği “7000 Oaks “ adlı işidir. Bir diğer örnek ise sanatçı Aviva Rahmani’nin, doğal dünyayla olan ilgisizliğimizi yansıtan ve dönüşüm ya da ıslah üzerine odaklanan bilinçli sanat eserleri yaratmakta olan işleridir. Bir başka sanatçı Rosalie Gascoigne, kırsal alanlarda bulunan çöp ve geri dönüştürülmüş malzemelerden heykeller yapmaktadır. Malzemeleriyle dikkatli bir şekilde ilgilenen bir başka sanatçı olan Sarah Sze, kirliliği gidermek niyetiyle, yeniden kullanmayı vurgulayan ve atıklardan gelen zararlılara ve tüketim kültürümüze dikkat çeken işler üretir.

Alan Sonfist “Time Landscape” eskiz.
Alan Sonfist “Time Landscape” yerleştirme. 1965 www.alansonfist.com

Sonuç olarak baktığımızda çevresel sanat; yaşadığımız dönemin etkilerine göre yön değiştirebilen çok geniş yelpazeye sahip bir akımdır. Doğayı malzeme olarak kullanmaktan, doğayı esas konu olarak ele almaya uzanan bu yelpazede sanatseverlere kendilerine göre bir parça bulabilecekleri bir akım olurken aynı zamanda günümüzde ele aldığı konular ve geldiği son nokta düşünüldüğünde temiz su kaynakları, hayvan türleri, bitki türleri, ormanlar, nehirler, okyanuslar gibi yok olma tehlikesindeki canlıların sorunlarını ele alan, zaman zaman bu konulara çözüm getirebilen, farklı düşünce kapıları açan faydalı ve belki de hayati olarak tanımlayabileceğimiz bir sanat akımıdır.

Bu yazı, yazarının da onayı ile harmoniaekotopya.blogspot.com.tr/ den alınmıştır

 

Kübra Köprülüoğlu Aşanlı

[Çocuklar İçin Yeşil Kitaplar] Evini Arayan Ardıç Tohumu – Nazan Önenç Sönmez

Amerikalı doğabilimci John Burroughs, “Sevgi olmadan bilgi kalıcı olmaz. Fakat sevgi önce gelirse bilgi kesinlikle arkasından gelecektir,” diyor. Çocuklarımızı üzerinde yaşadığımız gezegene saygı duyan bireyler olarak yetiştirebilmek için biz ebeveynlerin öncelikli görevi, erken dönemde doğa sevgisi verebilmek. Onların minik omuzlarına taşıyabileceklerinden fazla yük ve korku bindirmeden, doğayla oyun arkadaşı olmalarını sağlamak, bu yolda atacağımız ilk adım. İkinci adım ise doğayla ve yaşadığımız çevreyle uyumlu, sürdürülebilir yaşam tarzı benimsemeleri için doğru rol modelleri sunan çocuk kitapları seçmek.

Yeşil Gazete, “Çocuklar için Yeşil Kitaplar” yazı dizisi illüstrasyonu için Gonca Mine Çelik’e teşekkür ederiz

Bu amaçla biz [Çocuklar İçin Yeşil Kitaplar] adını verdiğimiz bir diziye başladık. Çocuklara çevre bilinci aşılayan, farklılıklarımızla bir arada yaşamanın mümkün olduğunu gösteren kitapları derlemeye karar verdik. Bildiğimiz kitapları anımsamaya, bilmediklerimizle tanışmaya, tanıtmaya niyet ettik.

***

Evini Arayan Ardıç Tohumu

Bir ardıç tohumunun kökleneceği yer arayışı ve diğer ağaç aileleri ile tanışma merakı sayesinde, ağaç gönlünü keşfe çıktığımız bir kitap “Evini Arayan Ardıç Tohumu “.

Bu muhteşem serüvende konuşan ağaçlar ve onların hikayelerini bulacaksınız. Her bir ağaç kendi hikayesini anlatıp kendi içkin yanından bahsediyor.Ve elbet kitabın sonuna doğru çocuklar meydana çıkıyor, ca’nım çocuklar. Ağaç türlerini bilen ve onların lisanından anlayan çocuklar. Dünyayı onaracak, huzur, şefkat, ilim dağıtacak çocuklar ile aynı soydan geliyorlar. Doğanın kurtarılma endişesi olduğundan değil de çocuğun içinde doğa olduğu için kitabı ca’nım çocuklara okuyun ve okutun derim.

Ardıç tohumunun neden diğer ağaçlardan farklı olduğunu bililyor musunuz? Çünkü tohum ardıç kuşunun tohumu yemesi, midesinde öğütmesi ve tekrar toprağa geri bırakması sonucu filizleniyor ve çoğalıyor. Bu nedenle farklı ardıç ağacı, diğer ağaç türlerinden.

Ardıç ağacının tohumu merakla kendini ardıç kuşunun midesinde buluyor ve sarıyor içini bir merak “Acaba ardıç kuşu onu nerede bırakacak doğaya?” ve serüvenimiz böyle başlıyor. Yola koyulan ardıç tohumu ilk soylu ulu çınar ile karşılaşıyor ve derin sohbet başlıyor aralarında.

Sonra yolu fıstıkçamı yamacına düşüyor, ardından servi ağacının eski topraklarda neyi simgelediğini, sakız ağacı  çeşitlerini, meşe ağacı müdavimleri ve aynı zamanda çiftçileri olan sincap ve alakarganın meşe için önemini, mis kokulu defnenin Yunan mitolojisindeki yerini, şifalı ıhlamurun insan ve hayvanları yamacına çekme davetiyesi olarak hangi yönünü kullandığını, bilgin göknarın, ardıçın ve söğütün hikayesini, türlerini, kavak ağacına neden titrek kavak dendiğini ve erguvanın Bizans İmparatorluğunda ki önemi ve simgesel kullanımını öğrenen ardıç tohumu yoluna devam ediyor. Bilgin göknarın yanından ayrılırken yoluna eşlik eden yoldaşı ile göknar tohumu. 

Son durak kayın ağacı yamacı. Birden köşede oyun oynayan çocuklara takılıyor tohumların gözleri ve onları seyretmeye başlıyorlar. Bir de ne görsünler! Çocukların ellerinde kartonlar her birinde bir ağaç resmi çizili ve ağaçların türlerini tahmin edip özelliklerini anlatan bir oyun oynuyorlar. Bu durum bizim tohumların çok hoşuna gidiyor ve çocukları gittikleri yere kadar takip ediyorlar.

Çocukların hep oyun oynadıkları yerde bulunan kayın ağacı ile sohbete başlayan ardıç ve göknar tohumu hem kayının hikayesini hem de yaşadığı yeri çok seviyorlar. Ve kök salacakları yeri bulmanın vermiş olduğu huzurla kendilerini toprağa bırakıyorlar. Artık kendi hikayelerini yazıp yaşama zamanı gelmiştir.

Rast gele ! Sevgili göknar ve ardıç tohumu suyunuz ve toprağınız bol ve şifalı olsun.

 

Evini Arayan Ardıç Tohumu

Yazar : Servet Yanardağ

Resimleyen : Zeynep Özatalay

Doğan Egmont Yayıncılık

9,10,11,12 Yaş aralığı

 

 

Nazan Önenç Sönmez

Dünya yerinden oynar kadınlar yürüyünce: Women Wage Peace – Gülengül Anıl

Tamera’da bir öğlen yemek sonrası, “açık alan” tekniğiyle yapılan çalışmaya katılmak üzere Kültür Merkezine gelmiştim. Belki yine Orta Doğu bölgesine dair bir alan açılır da ona katılırım diye asılı olan alan isimlerine bakıyordum. Çekildiğim alan, “Polonya-İsrail-Filistin, bir aşk hikâyesi” başlığıydı.

Polonya’nın konuyla ilgisi nedir diye merak ederek Karo isimli Polonyalı kadının masasına doğru gidip oturdum. Başlama saati geldi ama benden başka gelen olmadı masaya. Karo biraz daha bekledi, yine değişen bir şey olmadı, sadece ikimizdik. Çaresiz, “başlayalım o zaman” dedi ve neden bu alana geldiğimi sordu bana. Ben de Türkiye’nin çatışma bölgelerinden toplantıya katılan kimse olmadığı için, kendime en yakın hissettiğim bölgenin çalışmalarına katıldığımı anlattım. Zaten öteden beri de İsrail – Filistin barışının önemine inandığımı söyledim. Türkiye’de çatışmanın neden kaynaklandığını sordu. Ona, geçmişin travmalarla dolu olduğunu, inkâr aşamasından çıkıp da görmek, tanımak, kabullenmek aşamalarına geçemediğimiz için çatışmaların devam ettiğini, barışın kurulamadığını anlattım özetle. O da bana, açtığı bu alanın adını nasıl seçtiğini, arkasındaki hikâyeyi anlatmaya başladı.

Henüz ilk cümlelerini söylerken masamıza Filistinli bir kadın geldi ve  yanıma oturdu. Hikâye baştan alınıp neredeyse aynı noktaya gelindiğinde masaya en uzak köşesinden İsrailli bir kadın yaklaştı ve o uzak köşeye oturup dinlemeye başladı. Yüzünde Polonyalı Karo’ya karşı sert bir ifade taşıyor gibi hissettim. İsrailli kadını aynı küçük grupta çalıştığımız için daha önceden tanıyordum. Klinik psikolog olarak çalıştığı ülkesinde yaşananların ağırlığına dayanamayarak bir süre önce Berlin’e taşınmış olduğunu biliyordum. Barış’a inanıyor ve Filistinlilerle beraber barış için çalışıyordu. “Defend the Sacred-Kutsalı Savunmak” toplantısına katılan tüm İsrailli ve Filistinliler sık sık birbirlerine sarılıyor, sürekli beraber olmaya gayret ediyorlardı, amaçları Ortadoğu Barış Araştırma Köyü Projesi için çalışmaktı. Ama bugün nedense masaya otururken beden dili barıştan izler taşımıyordu.

Karo, Yahudilerin Polonya ile ilişkisinin çok eskiye dayandığını, Yidiş dilinde Poliş kelimesinin vaat edilen toprak demek olduğunu ve Polonya’da bir zamanlar yaşayan Yahudi nüfusun çok yüksek olduğunu anlattı. Henüz Naziler ortaya çıkmadan Polonyalı Katolik Hristiyanların Polonyalı Yahudilere karşı kitle halinde şiddet (pogrom) uyguladığını ve bu olayı kendisinin de son zamanlarda öğrendiğini söyledi. Geçen sene Tamera’ya eğitim için geldiğinde Tamera topluluğunda yaşayan İsrailli bir adama aşık olduğunu ve tarihin bu üstü örtülü hikâyesini ondan öğrendiğini, daha sonra ülkesinde yaptığı araştırmalarda kendi evlerinin de bir zamanlar pogroma uğramış Yahudi bir ailenin evi olduğunu keşfettiğini anlattı. Karo o noktadan sonra kendini Polonyalılarla İsraillilerin barışına adadığını söyledi. Karo’nun inancına göre; Polonyalı Hristiyanların, Yahudilere uyguladıkları pogromu tanıyıp, kabul etmeleri halinde travma karşılıklı olarak şifalanacak, ve bu şifanın da İsrail-Filistin çatışmasına etkisi olacaktı.

Karo hem benim hem de Filistinli kadının hiç duymadığımız bir hikâye anlatmıştı. Tarihin bize anlattığıysa, vaat edilmiş topraklar diye bildiğimiz Filistin topraklarının bir kısmının Birleşmiş Milletler tarafından 1948’de kurulan İsrail devletine sunulduğu üzerinedir. Yahudilerin yetmiş yıldır, yanlış yerde konumlandığını duymuştuk birdenbire. İkinci dünya Savaşından sonra soykırımdan kurtulan Yahudilere uygun görülen toprakta o günden sonra başlayıp hiç dinmeyen kavganın, çatışmanın ve savaşın arka planında  bambaşka bir hikâye çıkmıştı.

Karo’nun anlattıkları doğruysa savaşın galipleri Yahudilere vaat edilmiş toprak olan Polonya topraklarında, yani Avrupa’nın içinde bir İsrail devleti istememişlerdi. Bu hikâye dillendirilmemiş olduğu için inandırıcılığı da zayıf gelmişti ilk anda bana. Ama İsrailli psikolog, Karo’yu dinledikçe masanın en uzak köşesinden yavaş yavaş kayarak ona doğru yaklaştı ve sonunda tam yanına oturdu. Gözleri yaşlarla dolmuştu. Annesinin Polonya Yahudi’si olduğunu, pogromdan kaçtıklarını anlattı. Annesi, Polonyalı Hıristiyanları hiç affetmemiş ve bir daha o topraklara hiç gitmemeye yemin etmiş. Annesinin acısını üstüne giymiş olan İsrailli kadın öfkeyle karışmış göz yaşlarıyla Karo’ya bunları anlatırken, Polonyalıların kendi topraklarını işgal ettiklerini söyledi. Filistinli kadın, “aynı bizim topraklarımız gibi” diye lafı yapıştırdı. İsrailli kadın o anda yaşadığı farkındalıkla kendisine aynalık yapan Filistinliye, “senin buradaki varlığın benim Karo’yla konuşmamı engelliyor” dedi. Hepimiz travmalarımızı, ve birbirimizle olan bağlarımızı görmüştük. Hiçbir şey birbirinden ayrı değildi. Barış tam da buradan başlıyordu: Hikâyelerimizi paylaşmaktan.

Ben o gün o masada üç kadının yaşadığı bağlantıya şahit olmuştum. Dördümüz göz yaşlarıyla birbirimize kenetlenirken ben de kendi ülkemin hikâyelerini düşünüyordum. İşin sonu nasıl bitti derseniz, sadece sarılmakla kalmadık. İsrailli, annesiyle konuşacağını ve onu alıp Polonya’ya götüreceğini ve Karo’nun kendisini adadığı bu yolculukta onunla beraber çalışacağını söyledi. Kadınlar acılarını dönüştürmüş, barışla şifalandırmışlardı.

Bu hafta, iki ay önce yaşadığım bu anıyı bana hatırlatan bir gelişme oldu da onun için yazıyorum bu satırları. Birkaç gün önce İsrailli ve Filistin’li kadınlar birlikte “Women Wage Peace” hareketinin düzenlediği iki hafta süren yürüyüşlerini tamamlayıp Kudüs’e ulaştılar. “Barışa Yolculuk” isimli yürüyüşlerine 24 Eylül’de başlamışlardı, 10 Ekim’de Kudüs’te tamamladılar. 8 Ekim’de Ürdün sınırındaki Ölü Deniz’de (Dead Sea) çok büyük bir çadırda buluştular. Her iki taraf da kendi yönetimlerine Barış Anlaşması isteklerini ilettiler. “Barış Mümkün” dediler. “Daha fazla gencin ölmesini istemiyoruz” dediler.

Binlerce kadın barışı temsilen beyazlar giymişti. Birlikte eğlenerek, çölleri geçerek “Barış yolculuğu yaptılar”. Erkeklerin dünyasına karşı seslerini yükseltip görünür olmaya çalıştılar. “Artık yeter, Barış istiyoruz” dediler.

Elli gün süren son Gazze savaşından sonra 2014’de kurulan bu hareketle bir araya gelen kadınlar, bir sonraki savaşı durdurabiliriz inancıyla organize olmuşlar, birbirlerini tanıyıp, dinlemişler, kalpten kalbe anlaşmışlardı. Anlaşmayan, anlaşmak istemeyen politikacılarına sesleniyorlar, “yeter artık” diyorlar ama sesleri ana akım medyada ne yazık ki gerekli yeri bulmuyor. Bilakis görmezden geliniyorlar diye düşünüyorum. Mesela biz Türkiye’de ana akıma dair TV veya gazetelerde tek satır okuduk mu, tek kare gördük mü bu eyleme dair?

Bu iki hikâyeyi  yazarken fark ettiğim şey, işimizin, birilerinin işine gelmeyen durumları görünür kılmak için yollar bulmak olduğudur. Yürüyüş düzenleyici ekipten Filistinli Hüda Abuarquob’un söylediği gibi, “Bu yürüyüş sadece yeni bir protesto değil, Barış istiyoruz ve beraberce bunu elde edebiliriz demenin bir yolu”.

 

 

Gülengül Anıl