Ana Sayfa Blog Sayfa 2975

Buğday’dan SYFF 2017’de kaçırmamanız gereken film önerileri

Sürdürülebilir bir yaşam umuduyla yola çıkan Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali bu yıl 10. kez 22-26 Kasım tarihleri arasında gerçekleşecek. 10. yılında 10 farklı şehirde (Antalya, Balıkesir, Bursa, Eskişehir, İstanbul, İzmir, Kayseri, Kırklareli, Manisa ve Mersin) aynı anda düzenlenen Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali’ndeki (SYFF) tüm film gösterimleri ücretsiz olacak.

Karmaşık küresel sorunları ve bu sorunlara yerel ölçekte çözüm üretmeye çalışanların ilham verici hikayelerini anlatan kısa ve uzun metraj belgesellerden oluşan film seçkisinde İran, Kanada, Hollanda, Kongo, Fransa, Rusya, Türkiye, Hindistan, İspanya, İsrail, Filistin ve İngiltere’den filmler bulunuyor.

Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği, 22 filmin seyirciyle buluşacağı SYFF 2017 film seçkisinden Buğday takipçilerinin kaçırmaması gereken 5 filmi seçti.

SYFF2017 Tanıtım Filmi from SYTV on Vimeo.

1 – Mutluluk Şehri / City Of Joy

74 dk / ABD, Demoktarik Kongo Cum. / 2016
Yönetmen: Madeleine Gavin
Dil: Fransızca, İngilizce / İngilizce, Türkçe altyazılı
Çevirmen: Ece Pürtaş

20 yıllık şiddetle yıkılmış Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nin doğusu sıklıkla “Kadın olmak için dünyanın en kötü yeri” olarak nitelendirilir. Bu film o bölgeden, çok daha farklı bir hikaye anlatıyor. Madeleine Gavin’in ilk yönetmenlik deneyimi olan Mutluluk Şehri, Kongo’nun doğusunda yer alan ve filme ismini veren devrim niteliğinde bir liderlik merkezi olan City of Joy’un ilk mezunları olan kadınları izlerken onların filizlenen liderlikleriyle merkezin kurucularının hikayelerini aktarıyor. Dr. Dennis Mukwege (2016 Nobel Barış Ödülü adayı), kadın hakları aktivisti Christine Schuler-Deschryver ve radikal feminist Eve Ensler (Vajina Monologları’nın yazarı)… Film, korkunç tecavüzlere ve istismara maruz kalmış kadınların iyileşebileceği; açgözlülük, ekonomi ve sömürgeciliğin sebep olduğu bir savaşın içinde liderliği öğrenebileceği ve ülkeleri için değişimin güçlü birer sesi olabileceği bir yeri hayal etmiş bu üç kişiyi anlatıyor. İnsan ruhunun derin dayanıklılığını anlatan Mutluluk Şehri, Kongolu kadınların umudu geri kazanmak için azim ve iradelerine tanıklık ediyor; hem de onlar için değerli olan her şey ellerinden alınmış olmasına rağmen.

 2 – Plastik Okyanus / A Plastic Ocean

102 dk/ ABD, Birleşik Krallık, Hong Kong / 2016
Yönetmen:  Craig Leeson
Dil: İngilizce / Türkçe altyazılı
Çevirmen: Faruk Berk

Plastik Okyanusu, gazeteci Craig Leeson’un, nadiren görülebilen Mavi Balina’yı ararken el değmemiş okyanusun ortasında plastik atıklar bulmasıyla başlıyor. Craig bu macerada serbest dalış şampiyonu Tanya Streeter ve uluslar arası araştırmacı ve bilim insanlarından oluşan bir ekiple birlikte 4 yıl boyunca dünyanın farklı bölgelerinde 20 noktaya seyahat ediyor ve okyanuslarımızın kırılgan durumunu araştırıyor. Plastik kirliliği ile ilgili alarm veren gerçekleri ortaya çıkarıyor ve acilen devreye sokulabilecek çözümleri gözler önüne seriyorlar.

3 – Kokota: Umut Adacığı / Kokota: The Islet Of Hope

28 dk/ Kanada / 2016
Yönetmen: Craig Norris
Dil: İngilizce / Türkçe altyazılı
Çevirmen: Berk Coker

Mbarouk Mussa Omar, Pemba adında küçük bir Doğu Afrika Adası’ndan geliyor. Yaklaşık on yıl önce Kokota adlı küçük bir komşu adayı ziyaret etti ve gördüğü şeyden şaşkına döndü. Kokota çöküşe doğru gidiyordu ve Mbarouk, bunun sorumlusunun iklim değişikliği ve ormanların yok edilmesi olduğunu biliyordu. Çaresizce Kokota’ya yardım etmek istedi, fakat Pemba’dan bir zavallı adam ne yapabilirdi? Kokota: Umut Adası, Mbarouk’un Kokota’ya yardım arayışı hikayesini anlatıyor. Bu kısa film, iklim değişikliğinin ön saflarında yaşayan dirençli insanları izleyicilere tanıtmakta ve bu beklenilmedik kahramanların adalarını ağaçlandırırkenken ısınan iklime yenilikçi bir şekilde adapte olmalarının hikayesini anlatmaktadır. Bu ilham verici film, izleyenleri basit çözümlerin gerçekten büyük etkilere sahip olabileceğine inandırmayı vaat ediyor.

 4 – Çikolata Davası / The Chocolate Case

90 dk/ Hollanda / 2016
Yönetmen: Benthe Forrer
Dil: Flemenkçe, Fransızca, İngilizce, Almanca / İngilizce ve Türkçe altyazılı
Çevirmen: Didem Çoban

Çikolata Davası, Hollandalı bir grup genç gazetecinin kakao endüstrisindeki çocuk köleliği ile mücadelesini konu alıyor. Kölelik olmayan bir kakao endüstrisine yolculukları 2003’de “Keuringsdienst van Waarde” isimli bir tv programı ile başlıyor. Film, arşivlenen eski çekimlerle yeni çekimleri birleştirerek ilham verici bir hikaye inşa ederken içinde yaşadığımız küresel sistemdeki temel hataları ve adaletsizlikleri bertaraf etmenin ne kadar zor olduğunu gözler önüne seriyor. Ancak imkansız değil! Mizahi yaklaşımları ve pes etmeyen azimleri ile ilk defa kendini “kölesiz çikolata” olarak ilan eden ürünlerini pazara sunmayı başarıyorlar. Geçtiğimiz 10 yılda “Tony’s Chocolonely” markası büyüyerek Hollanda’nın en büyük çikolata firması oluyor.

 5 – Küçük İnsanlar Büyük Ağaçlar / Small People Big Trees

45 dk / Rusya / 2016
Yönetmen: Vadim Vitovtsev
Dil: Rusça, İngilizce / Türkçe, İngilizce altyazılı
Çevirmen: Aykut İstanbullu

Orta Afrika Cumhuriyeti. Burada, yağmur ormanlarının gölgesinde, dünyanın en kısa insanları yaşıyor – Baka pigmeleri. Yüzlerce yıl önce olduğu gibi et için avlanıyor ve büyük ağaçların meyvelerini topluyorlar. Ormanın ruhlarına dua ediyor ve çocuklarına doğaya saygı duymayı ve sadece ihtiyaçları kadar almayı öğretiyorlar. Ama yavaş yavaş bu geleneksel modelleri “Büyük Dünya” kültürünün baskısıyla değişiyor.

Festivaldeki diğer filmleri ve festival programını buradan inceleyebilirsiniz.

 

(Buğday.org)

Ankara Valiliği, Alman LGBTİ Film Günleri’ni yasakladı

Ankara Valiliği, 16-17 Kasım 2017 tarihlerinde Büyülü Fener Sinema Salonu’nda yapılması planlanan Alman LGBT Film Günleri’n, yasakladı.

Yasak gerekçesinde “Paylaşımlarla, halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep ve bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimin aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik edeceği, bu nedenle kamu güvenliği açısından açık ve yakın tehlikenin ortaya çıkabileceği göz önünde bulundurulduğunda, yapılmak istenen film gösterimi etkinliğinin, organizasyona katılacak olan grup ve şahıslara yönelik olarak birtakım toplumsal duyarlılıklar nedeniyle bazı kesimler tarafından tepki gösterilebileceği ve provokasyonlara neden olabileceği değerlendirilmektedir” denildi.

Kuirfest’den açıklama

Alman LGBTİ Film Günleri’ni düzenleme komitesinden Pembe Hayat Kuirfest ise Ankara Valiliği’nin Almanya Büyükelçiliği, KuirFest ve Büyülü Fener Sinemaları işbirliğiyle 16-17 Kasım 2017 tarihlerinde Ankara’da düzenlenmesi planlanan Alman LGBTİ Film Günleri’ni yasaklamasına ilişkin açıklama yayınladı.

Kuirfest, Valiliğin görevinin yürüyüşleri ya da etkinlikleri yasaklamak değil, onların güvenli bir şekilde gerçekleştirilmesini sağlamak olduğunu hatırlattı.

Kuirfest’in açıklamasının tam metni şöyle:

“Almanya Büyükelçiliği, KuirFest ve Büyülü Fener Sinemaları işbirliğiyle 16-17 Kasım 2017 tarihlerinde Ankara’da düzenlenmesi planlanan Alman LGBTİ Film Günleri, sosyal medyada #LGBTfilmgünleriiptaledilsin ve #İstiklalimizeKaraLeke hashtagleriyle gerçekleştirilen nefret saldırılarının ardından 15 Kasım 2017’de  Ankara Valliliği’nin Büyülü Fener Sineması’na gönderdiği bir tebligatla  yasaklanmıştır. Valilik internet sitesi üzerinden de duyurduğu açıklamada ‘halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep ve bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimin aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik edeceği, bu nedenle kamu güvenliği açısından açık ve yakın tehlikenin ortaya çıkabileceği’ gerekçesiyle etkinliği yasaklamıştır.  Son yıllarda keyfi ve hukuksuz bir biçimde yasaklanan onur yürüyüşlerinde de olduğu gibi bu film gösterimlerinde de terör ve provakasyon tehdidinin öne sürülmesi, varlığımızı tehdit olarak gören ve bizlere dair nefret söylemi üreten kişi ve kurumları meşrulaştırmakta ve anayasal haklarımızdan bizleri ‘koruma’ adı altında mahrum etmektedir. Valiliğin görevi yürüyüşleri ya da etkinlikleri yasaklamak değil, onların güvenli bir şekilde gerçekleştirilmesini sağlamaktır.

“Etkinliğin yasaklanması için basın açıklaması yapan İHH basın metnini ‘tüm insanların akıl, nesil, can, mal ve din emniyetlerinin sağlandığı’ bir dünya temennisiyle bitiriyor. Göstermeyi planladığımız Kabuğunu Kırmak, Romeolar, Adı Konmamış ve Dördümüzün Çocuğu Oluyor adlı filmler, benzer gerekçelerle yasaklanan onur yürüyüşlerinin de amaçladığı gibi eşit, bir arada ve onurlu bir yaşamı savunmaktadır. Bizler de tüm bunların yanında Marie ve Sarah’nın aşklarını özgürce yaşayabildikleri, 17 yaşındaki Milan’ın ailesine ve kendine karşı açık olabildiği, Kalle ve Jens’in çocuklarını mutlu bir şekilde yetiştirebildiği, Fabio’nun transfobiye maruz kalmadığı bir dünya istiyoruz.

Biz LGBTİ+’lar, hayatın her alanında nefreti değil yaşamı ve özgürlüğü savunacağımızı, sokaklar rengarenk olana kadar ırkçılığa, cinsiyetçiliğe, homo-bi-kuir-transfobiye ve cinsellik, yaş, toplumsal cinsiyet, etnisite ve sınıf kaynaklı bütün ayrımcılıklara karşı mücadele etmeye devam edeceğimizi basına ve kamuoyuna duyuruyoruz.”

 

(Kaos GL)

Demokratlar kin tutmaz – Sezgin Tanrıkulu

Bu yazı cumhuriyet.com.tr/ den alınmıştır

Artık yargıda da, ‘faili meçhuller’ yaşanıyor. Kavala, adeta 1990’ların ‘Beyaz Toroslarına’ bindirilir gibi, birden alındı götürüldü ve ‘sır oldu’.

İşadamı Osman Kavala, herkesin bildiği ve çok rahatlıkla ulaşabileceği, Türkiye’de de, dünyada da demokrasiye, Anadolu kültürüne, barış çabasına verdiği katkılardan dolayı takdir edilen, tanınan, sevilen bir kişi. İktidardan da, kendisini çok iyi tanıyanlar, bilenler var. Peki ne oldu da, Kavala bir anda karanlık işler yapan biri olarak sunulmaya başlandı? Hem de, Kavala’nın ne yaptığını, kim olduğunu bırakın istihbaratçıları, onu uzaktan bile tanıyanlar çok iyi bilirken?

Kavala, Türkiye’de olağan faaliyetlerini yürüten, bütün işlerini şeffaflıkla sürdüren bir kültür adamı. Emniyet veya savcılık pekâlâ Kavala’yı davet edip sorularını sorabilir, hakkındaki iddiaları soruşturabilirdi. Ama bunun yapılması yerine Kavala, adeta 1990’ların “Beyaz Toroslarına” bindirilir gibi, birden alındı götürüldü ve “sır oldu”.

Osman Kavala, uzatmalı gözaltı süresi bitecekken 14. günde ifadeye alındı. 10 saat boyunca ifade alma işlemi yapıldı. Daha sonra da, şimdiye kadar eşine rastlanmamış bir biçimde, sabaha doğru saat 04.00 sularında, uyumasına bile imkân tanınmadan, akşamdan itibaren adliyede tutulmuş olan hâkim ve savcıların karşısına çıkartılıp tutuklatıldı. 14 gün boyunca yüzünü bile görmemiş olan savcı ve hâkimler, polis sorgusunu yeterli bularak Kavala’yı hapse gönderdiler. Bir kere şunu sormak lazım: Madem polis sorgusu yetiyor, o zaman savcılara ne hacet? Bundan böyle polisler sorgularını yapsın, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın tepkisine göre de gözaltındaki kişi ya tutuklansın veya serbest bırakılsın.

Savcılıktan hâkimliğe terfi

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Fethullahçılarla ittifak halindeyken beraber yürüttükleri Ergenekon davasında savcıydı. FETÖ’cü hakim ve savcılara ihale edilen Ergenekon davasının en hararetli savuncusu olan Erdoğan, zamanla savcılıktan hâkimliğe terfi etti. Eskiden iddia eden Erdoğan şimdi artık hükmü de veriyor. Türkiye’de darbe dönemlerini hariç tutarsak, yargı ile siyasi iktidarın şimdiki kadar iç içe geçtiği başka bir dönem olmadı. Keza, yargının verdiği neredeyse bütün kararları hiç sektirmeden destekleyen, hararetle savunan başka bir iktidar da yoktur. Çünkü yargı, iktidarın istediği kararları veriyor. Yargıçlar iktidarın rahatsız olacağı bir karar vermeyegörsün, hemen troller devreye giriyor, yaygara kopartılıyor, “kripto” avı başlıyor ve hâkimsavcıların hükümeti rahatsız eden kararı başka hâkim-savcılar eliyle “düzeltiliyor, kararı veren yargıçlar da yerinden ediliyor.

Erdoğan hükmü ilan ediyor

Türkiye’de kanun, hükümete hizmet ettiği ölçüde geçerli. Hükümetin aleyhine olabilecek her türlü kanun işlevsizleştirilmiş durumda. Bunun OHAL’le bir ilgisi yok. Son yıllarda kritik gözaltılar söz konusu olduğunda derhal devreye Cumhurbaşkanı Erdoğan giriyor. Henüz yargı aşaması devam ederken, gözaltındaki kişiyle ilgili hiçbir hüküm verilmemişken, Cumhurbaşkanı Erdoğan genellikle gözaltı süreci devam ederken suçu tespit ediyor, hükmü de ilan ediyor. Erdoğan’ın bu ilanından sonra herhangi bir mahkemenin farklı bir karar vermesi söz konusu bile olamıyor. Erdoğan’ın kurduğu son cümle neyse, yargıçların da verdiği hüküm öyle oluyor. Bunun yakın tarihli örneklerini Büyükada operasyonunda, Cumhuriyet gazetesi davasında ve son olarak Osman Kavala’nın gözaltı sürecinde gördük.

Resmileşmiş zulüm hukuku

Bunun adı OHAL hukuku filan değil. Basbayağı resmileşmiş zulüm hukukudur bu. Hatta hukukun adını da buna bulaştırmayalım. Bu kelimenin saf haliyle zulümdür.

Tabii bu zulüm uygulanırken elbette ahlaki bir yola başvurulmuyor. Bir zamanların FETÖ yargısının bütün uygulamalarına ihanet, kumpas, komplo diyen iktidar, tümü FETÖ’cülükten ihraç edilmiş veya tutuklanmış hâkim, savcı ve polis şeflerinin dinleme kararlarından yararlanıyor.

Osman Kavala da, FETÖ’cü hakim ve yargıçların görevde olduğu 2013 döneminde verilmiş olan dinlenme kararları üzerinden hedefe konarak hapse yollandı. Oysa bu kararların hiçbir hukuki dayanağı yok. FETÖ adı verilen ve “terörist olduğu” kabul edilen bir örgüte mensup hâkim, savcı veya polis şeflerinin yasadışı yollarla elde ettiği ne varsa, imha edilmek zorunda. Eğer imha edilmeyip de bugünün yargı kararlarında kullanılacaksa, o zaman FETÖ’cülerin hedef aldığı AKP’liler için de bu sözde delillerin geçerli kılınması gerekmez mi?

Öte yandan, AKP hükümeti 2013’te de iktidardaydı, 17-25 Aralık operasyonu sürecinde de. Keza 15 Temmuz darbe girişiminden sonra da AKP iktidarda kalmayı sürdürdü. Peki, Osman Kavala’nın Gezi olayları sırasında herhangi bir suçu tespit edildiyse, neden bu operasyon 4 yıl bo- yunca bekletildi? Eğer o dönemki dinlemeyi yapan FETÖ’cülerin dinleme kararlarını bugünün yargısına malzeme yapıyorsanız, o halde FETÖ’cülerle ittifakınız fillen devam ediyor demektir.

İhtiyacınız olduğunda

“Önce hapse atalım, nasılsa bir suç buluruz.” AKP’nin yaptığı şey tam olarak bu! Osman Kavala’ya atfedilen suçlardan biri, Henry Barkey isimli kişinin telefonuyla kendi telefonunun aynı baz istasyonundan sinyal vermiş olması. Düşünün ki, siz Beyoğlu’ndasınız. Farklı mekânlarda birbiriyle alakalı veya alakasız yüzlerce insan bulunuyor. Kimi AKP milletvekili olabilir, kimi CHP’li, kimi suçlu olabilir, kimi turist. Şimdi bu birbirine benzemez yüzlerce insanı, telefonları aynı baz istasyonundan sinyal verdi diye bir örgütle irtibatlandırmak ne kadar saçmaysa, Kavala’nın Barkey’le ilişkilendirilmesi de o kadar saçma ve zorlama. Aynı baz istasyonundan sinyal suçunu icat etmek FETÖ’cülerin bile aklına gelmemişti.

Gelelim Kavala’nın Avrupa’dan fon alması veya birilerine fon vermesi “suçuna”. Devletin bütün kurumları, AKP’ye yakın tüm STK’ler Avrupa fonlarından pay, kurumlarından yardım almak için kuyduğa girerken Kavala şahsında fon alma-verme suçu da icat edilerek literatüre kazandırıldı. Sormazlar mı o zaman size, madem fon alıp vermek suç, bunun neden bir kanunu yok? Getirin Meclis’e, zaten çoğunluk sizde: Türkiye’de içeriden veya dışarıdan fon almak yasaktır diye bir kanun çıkarın gitsin. Tabii, bu arada AB fonlarının tahsis edildiği ve bu kaynakların aktarımı yapan tüm bakanlıklar ve AKP’li bakanlar da yargı önüne çıksın.

Osman Kavala bu toplumun tanıdığı en mütevazı, en temiz, en demokrat, en diğerkâm, en önyargısız, en pozitif yurttaşlardan biridir. Ona yönelik vicdansız, izandan yoksun zulmü, Kavala’yı tanıyan kimse unutmayacaktır. Ama Kavala’yı tanıyanların bildiği bir şey daha var. O da, yarın adalete ve hukuka ihtiyacınız olduğunda yanınızda yine Osman’ı göreceğiniz gerçeği. Çünkü Osman, gerçek bir demokrattır ve gerçek demokratlar kin tutmaz.

Bu yazı cumhuriyet.com.tr/ den alınmıştır

 

Sezgin Tanrıkulu

CHP Milletvekili

COP23’de yerel boyuttaki eylemlerin ulusal taahhütlere etkisi değerlendirildi – Oral Kaya

Bu yazı iklimpostasi.org/ dan alınmıştır

Fiji başkanlığında Bonn’da gerçekleşen COP23 zirvesinde tüm etkinlikler belirlenen iki merkezin dışında da gerçekleşiyor. Bunlardan biri Alman Çevre Bakanlığı ve 100% Renewables tarafından ortak düzenlenen bir günlük bir etkinliğiydi.

The Local Dimension of NDCS: 100% RE” isimli bu etkinliğin temel amacı, ülkelerin Paris zirvesi için verdikleri taahhütleri yerellerde gerçekleşen hareketlerin ne kadar etkilediğini tartışmaktı. Destekleyici olarak ICLEI, Renewable Cities, Cities&Regions, World Future Council, World Wind Energy Association ve deENet gibi kurumsal yapılar öne çıkıyordu. İlk oturumun başlığı %100 yenilenebilir enerjiye geçişte yerel örnekler idi. Bu oturumda konuşan eski Birlik 90/Yeşiller partisini 15 yıl boyunca mecliste temsil etmiş bir milletvekili Hans-Josef Fell idi. Energy Watch Group olarak hazırladıkları raporda 2050 yılına kadar tüm enerji ihtiyacımızı yenilenebilir kaynaklardan sağlayabileceğimizi belirten raporu anlattı. Rapor daha önce de ülkemizde de haber oldu [1]. Bu raporun tüm sonuçlarının ulaşılabilir olduğunu ve yerine getirebilmek için de iki temel hedefin politik olarak verilmesi gerekliliğidir şeklinde konuşan Fell, “ilk olarak fosil yakıt tüketimini durdurmalıyız; ikinci olarak ise atmosferdeki CO² seviyesini kesinlikle azaltmamız gerektiğidir. Bu da Rio zirvesinde alınan sürdürülebilirlik kararının %100 Yenilenebilir olarak değiştirilmesi ile gerçekleşecektir.” dedi. Kanada Vancouver ve İsveç Vaxjö kentlerinin belediye başkanları da kentsel düzenleme yapılarak ülkenin genel politikasının değiştirilmesi için yerellerindeki örnekleri verdiler. İlk kez ihtiyacının tamamını yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlayan tek ülke konumundaki Kosta Rika BM Daimi Temsilcisi William Calvo ise, ülke olarak 5 temel hedefi belirlediklerini ve bunu uygulamaya koyduklarını belirtti. Bu hedefler; 2030’da %100 Yenilenebilir Enerjiye geçişi sağlamak, düşük emisyonlu sanayi ve tarım, ormancılık planlaması, Ulaşımda sıfır emisyon ve çevre koruma olarak belirlenmiş.

İkinci oturum ise belediyeler ve kamu kurumlarının ortak çalışması üzerine oluşturuldu. Burada da Çanakkale kardeş kenti Osnabrück belediyesinden Deflet Gerdts, özelikle belediye olarak kazanılan başarıların devletlerin politikasını oluşturmada da etkilerini süreç içinde anlatarak geliştirdi.

Öğleden sonra yapılan 3 paralel oturum “Vertical Integration”, “Tracking and quantifying local action” ve “Community Energy” başlıklarını taşıyor idi. Benim de katıldığım ve en kalabalık konuşmacı grubuna sahip olan topluluk enerjisi oturumunda, yerel girişimler ve oluşumlar, belirlenen emisyon hedeflerinin düşürülmesinde nasıl etki edebilirler tartışıldı. Almanya Kooperatifler Birliği DGRV, Avrupa Yenilenebilir Enerji Kooperatifleri Birliği REScoop, Almanya, Danimarka, Türkiye ve Hırvatistan’dan enerji kooperatifleri ve Japonya, Mali, Meksika, Japonya’dan da yenilenebilir enerji merkezleri de kendi ülkelerindeki deneyimleri ve farklı uygulamaları tartışıp diğer ülkelerdeki örnek deneyimleri paylaştılar. Yerel inisiyatifleri ve toplulukları harekete geçirerek yapılacak eylemlerin ancak başarı kazabileceği ve geliştirilebileceği belirlendi.

İkinci gün ise Alman Kooperatifler Birliği DGRV ve Avrupa Yenilenebilir Enerji Kooperatifleri Birliği REScoop işbirliğinde DGRV’nin binasında gerçekleşen toplantıda yereldeki enerji üretimine etki eden kurum ve yapıların neler istediği, dağıtım ve üretim şirketleri ile yerelde enerji üretimi yapan gruplar arasında nasıl bir işbirliği olabileceği tartışıldı. Özellikle enerji naklinde önemli yer tutan dağıtım şirketlerinin, kooperatifler ve topluluklar aracılığı ile üretilen enerjinin dağıtılmasında uyguladıkları farklı yaptırım ve etkilere karşı etkin bir şekilde politika geliştirmek ve bunu da iklim temelli yapabilmek en önemli tartışma konusu idi. Özellikle ülkemizdeki uygulamalara ilgi gösteren katılımcılar, diğer deneyimleri de tartıştılar.

[1] http://t24.com.tr/haber/yenilenebilir-enerji-tum-dunyanin-elektrik-ihtiyacini-karsilayabilir,486445

 

Bu yazı iklimpostasi.org/ dan alınmıştır

 

 

Oral Kaya

Küresel ısınmanın sağlığa etkileri ekonomiyi yıkıma uğratabilir

Think Progress’de Joe Romm imzası ile yayınlanan haberi Yeşil Gazete gönüllü çevirmeni Cansu Yılmaz’ın çevirisi ile paylaşıyoruz.

                                                                                                      ***

Tıp dergisi Lancet, iklim eylemsizliğinin getirdiği “insan sağlığına geri döndürülemez ve kabul edilemez bedel” konusunda uyarıyor.

İşçiler, gündüz 43 °C’ı aşan yüksek sıcaklıklarda çalışmamak için Arizona’da yeni bir ev inşaatı alanında gün doğarken toplanıyor. Kaynak: AP/Matt York.

Pazartesi günü saygın tıp dergisi Lancet tarafından yayınlanan önemli yeni bir araştırmaya göre, iklim değişikliği hâlihazırda hem kamu sağlığına hem de iş gücü üretkenliğine ciddi şekilde zarar veriyor.

Dünya genelinde iki düzine üniversitenin ve hükümetler arası kuruluşun ortak projesi olan geniş kapsamlı Lancet Countdown, “iklim değişikliğine gecikmiş yanıtın… insan yaşamını ve geçim kaynaklarını tehlikeye attığı” sonucuna vardı. Sadece 2000 yılından bu yana ısınma, “dünya ölçeğinde dış mekân el emeğine dayalı iş gücü verimliliğinde % 5,3 oranında tahmini bir azalmaya” sebep oldu.

Yazarlar, “gecikecek bir diğer yanıt, insan sağlığına geri döndürülemez ve kabul edilemez bir bedel ile sonuçlanacak” diye ekliyor.

Rapor, küresel ısınmanın hastalık taşıyan böceklerin yayılmasına nasıl yardımcı olduğu, alerjileri kötüleştirdiği ve giderek daha da kötüleşmekte olan ısı dalgalarına çarpıcı biçimde maruz kalmayı nasıl arttırdığını belgeliyor. Bulguların çoğu şok edici: “65 yaş üstü 125 milyon daha fazla savunmasız insan, 2016’da sıcak dalgalarına 2000 senesinden daha çok maruz kaldı.”

Isı dalgasına maruz kalan 65 yaş üstü insan sayısındaki değişim

Bu, yazarların işaret ettiği gibi “ısıl stres ve sıcak çarpmasına, önceden var olan kalp yetmezliğinde şiddetlenmelere ve böbrek hastalığına neden olan” aşırı ısıya maruz kalan yaşlıların sayısında tehlikeli bir artış.

Ne yazık ki, daha güçlü ısı dalgalarına ve daha geniş ölçekte savunmasız nüfusla karşı karşıya kalmaya doğru eğilimin devam edeceği kesindir. Gerçekten de, Avrupa Birliği bilim ve araştırma laboratuvarı tarafından Ağustos ayında yapılan bir araştırma, “eğer küresel sıcaklıklar 4 °C [7 °F] artarsa, 55 °C [131 °F] olan yeni bir süper sıcak hava dalgasının düzenli olarak Avrupa dâhil olmak üzere dünyanın pek çok yerini ve dolayısıyla Amerika Birleşik Devletleri’ni de vurabileceğini” bulguladı.

4°C’lik bir ısınma, ABD’deki üst düzey bilim insanlarının, eğer Trump yönetiminin iklim politikalarını köklü biçimde tersine çevirişi hüküm sürmeye devam ederse trajik olarak beklememiz gerektiğini söylediği şey ve bu hem yurt içi hem de küresel iklim hareketinin zayıflaması anlamına geliyor.

Bu raporun odak noktası halk sağlığı olmasına rağmen, Lancet bunun yanı sıra küresel ısınmanın ekonomik etkilerini de inceliyor. Kırsal alanda yaşıyor ve çalışıyorsanız –örneğin birçok Trump seçmeni gibi– etki özellikle sert olacaktır. Gerçekten de, bu ülkedeki ve dünyadaki pek çokları için zaten geçerli.

Çalışma, “çiftçiler gibi kırsal emekçilerin küresel iş gücü kapasitesinin, yükselen sıcaklıklar ve çok sıcak olduğu zamanlarda çalışılamaması nedeniyle 2000’den 2016’ya kadar yüzde 5.3 oranında düştüğünü” buldu. İş gücü kapasitesi, “çalışma için kullanılabilir toplam saatin bir yüzdesi olarak aktif olarak çalışmaya harcanan saat sayısı”dır. Dış mekânlarda el emeğiyle çalışan insanlar üzerindeki ısının fiziksel etkisi, basitçe onların çalışma kapasitelerini ve dolayısıyla verimliliklerini (işçi başına çıktı) azaltır.

İş gücü kapasitesinde (ve dolayısıyla verimlilikte), 1986–2008 ortalamalarına göre, küresel ölçekte ve kırsal bölgeler özelinde değişim. Kaynak: The Lancet.

Yükselen sıcaklıklar, “özellikle sıcak bölgelerde el emeği ile dış mekânda görev alan insanlar için iş sağlığı ve iş gücü verimliliği bakımından büyük tehditler oluşturuyor”. Lancet, iş gücü kapasitesinin “2015-2016 yılları arasında yüzde 2’nin üzerinde dramatik bir düşüş” gördüğünün altını çiziyor.

En sert şekilde zarar gören yerlerin çoğu gelişmekte olan dünyada yer alsa da, Amerika Birleşik Devletleri’nin güney eyaletlerinin bazı kısımlarında, artan sıcaklıkların dış mekân iş gücü kapasitesi üzerinde, alttaki grafikte de görülebileceği gibi, dikkate değer bir etkisi vardır:

İş gücü kapasitesinde, 1986–2008 ortalamalarına göre değişim. Kaynak: The Lancet.

Yine, çok daha kötü olanın henüz gelmediğinin farkındayız. Bir 2013 yılı NOAA araştırması, “iş gücü kapasitesi kayıplarına bağlı ısıl stres oranının, 2050 yılına kadar ısınan bir iklim ile birlikte küresel anlamda ikiye katlanacağı” sonucuna vardı.

Gerçek şu ki, 2080’li yıllara gelindiğinde, Amerika’nın büyük bir kısmı, kongre tarafından görevlendirilen Ulusal İklim Değerlendirme Kurulu’nun 2014 yılı değerlendirmesine göre, yılın beş ayında veya daha fazlasında 32°C’nin üzerinde sıcaklıkları görecek. Ve bu sadece çok yakın geçmişten gelen ürkütücü bir değişiklik.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Güney’in geniş bir bölümü ise, yılın büyük bir kısmında yalnızca yaşama elverişsiz açık alanlar olacak.

NOAA’nın söz konusu 2013 çalışması, salım eğilimlerini derhal tersine çevirirsek yüzde 20’lik daha kontrol edilebilir bir düşüşe karşı 4 °C veya daha yüksek bir ısınma durumunda yüzyılın sonu itibariyle en sıcak aylarda iş gücü kapasitesinde yüzde 50’lik bir düşüşle karşı karşıya kalacağımıza dair uyardı.

Isınmadan kaynaklanan verimlilik kaybı, bir uzmanın açıklamasına göre iklim değişikliğine bağlı “diğer tüm beklenen ekonomik kayıpların toplam maliyetini” aşabilir; ancak bu henüz “gelecekteki ısınmanın ekonomik modellerinde asla hesaplanmamıştır.”

Yeni Lancet raporunda –diğer analizlerde olduğu gibi– küresel ısınmadan kaynaklanan en kötü sağlık ve iş gücü etkilerinden kaçınmak için çok geç olmadığını açıkça ortaya koyuyor. Fakat çeyrek asırlık bir oyalanma, bize ertelemek için daha fazla zaman bırakmadı.

 

Haberin İngilizce orijinali

Muhabir: Joe Romm

Yeşil Gazete için çeviren: Cansu Yılmaz

 

(Yeşil Gazete, Think Progress)

Bu doğru, rüzgar türbinleri devasa ucubeler gibi. Yine de onları sevmeyi öğrendim

Alice O’Keeffe tarafından The Guardian’da yayınlanan yazıyı Yeşil Gazete yazarı Ali Serdar Gültekin‘in çevirisiyle paylaşıyoruz.

***

Geçen birkaç ay boyunca, Brighton kumsalının denizinden bir canavar gibi çıkan Rampion Rüzgar Çiftliği karmaşık hislerle izledim. Çok hızlı oldu. Yazın başında bir sabah önceden düz olan ufukta küçük gri direkler belirdi. Sadece haftalar sonra, alışıldık deniz görüntüsünü derhal yeni ve endüstriyel hale getiren ilk türbinler ayaktaydı. Ondan sonra birbiri ardında yenileri ortaya çıktı. Kıyıdan 8 mil uzakta olmalarına rağmen kumsaldaki manzaraya şimdiden hakim durumdalar ve optik bir yanılsama yaratıyorlar. Bazı havalarda yakın görünüyorlar, diğerlerinde çok uzak. Havanın açık olduğu bazı günlerde açıklanamayacak şekilde manzaradan kayboluyorlardı.

Rampion – Photograph: Mike Hewitt/Getty Images

Bunun, bölgenin manzarasını sonsuza kadar değiştiren kayda değer bir gelişme olduğu gerçeğinin üstesinden gelmek mümkün değil. Rampion, Birleşik Krallıktaki en büyük rüzgar tarlası. Bölgede 116 adet türbin bulunuyor. Her biri 80 metre yükseklik, 200 ton ağırlık ve 55 metre kanat açıklığında. Yatırımcı E.On bu yıl bitmeden çiftliğin elektrik üretmeye başlayacağını öngörüyor (Proje, nükleer güç santrallerinin inşaatlarını etkileyen gecikmeler göz önünde bulundurulursa kayda değer şekilde takviminin önünde gidiyor).

Proje tamamlandığı ve çalışmaya başladığında 347,000 eve enerji sağlıyor olacak. Bu sayı Sussex’teki evlerin neredeyse yarısı. Açık şekilde, iklim krizinin şu noktasında bu çeşit projelere karşı çıkmak bana dokunmayan yılan bin yaşasıncılığın en beter hali olabilir. Yine de kabul etmek zorundayım ki bir kısmım, bu rüzgar tarlasının harikulade işini bakmak zorunda olmadığım bir yerde yapmasını istiyor.

Tüm yaz boyu, mahallemdeki birçok sokağın sonundan el eden muhteşem, kesintisiz ufuklara yas tuttum. Britanya boyunca neden birçok topluluğun rüzgar çiftliklerine karşı çıktıklarını tamamen anlıyorum. Bu sadece ev fiyatlarıyla alakalı değil (fakat kabul edelim çoğunlukla işin içinde ev fiyatları var). Çevremizdeki manzara kişisel hissediliyor, onun üzerimizde büyük bir etkisi var. Londra’daki yaşamın baskısı çok fazla geldiğinde düz ufuk beni Brighton’a çeken şeylerden biriydi. Buraya taşındığımızda henüz iki bebeğim olmuştu. Para ve barınma kaygıları bizi bir kemer gibi sıkmıştı. Bazı günler, başkentteki son aylarda zor nefes aldığımı hissediyordum. Buraya taşındığımız gün kumsalda oturdum ve ufku izledim. Şansıma inanamadım. Ağustos ayıydı ve deniz ile gökyüzü parlak maviydi. Uzaklara kadar görebildiğim her yer su ve gökyüzüydü. Neredeyse kalp atışlarımın yavaşladığını ve ciğerlerimin havayla dolduğunu hissediyordum. Sakinlik ve özgürlük hissini yaratmak için deniz manzarasından daha iyi bir şey olamaz. Ve bir türbin duvarına bakmak kesinlikle aynı şey değil. ‘Denizi çitle çevirdiler’ bizim Facebook yerel grubumuzdaki çok sinirli yorumlardan biri.

Halbuki zaman geçince hiç beklenmedik bir şey oldu. Rüzgar çiftliğine sadece alışmadım, onun tutkunu haline geldim. Rampion yükselen bir dev olabilir ama olumlu bir tanesi. Trump’ın Paris antlaşmasını yırtıp attığı ve Bonn’daki iklim müzakerelerini tıkadığı bir sırada bir ilerlemenin, gerçi çok yavaş bir ilerlemenin gerçekleştirildiği, çözüm üreten insanların oralarda bir yerlerde olduklarını anımsatıcısı. Dahası, Rampion gibi kıyıdan açıktaki yatırımların Birleşik Krallığın yeşil geleceğinde önemli bir yer tutacağını gösteren açık işaretler. “Hükümet kıyıdan açıktaki rüzgar çiftliklerinin ciddi bir dirençle karşılaştıklarını anladı. Bu sebeple Rampion gibi projelere, en maliyet etkin çözüm olmadıkları zamanlarda bile cömert destekler sağlıyor” diyor Sussex Üniversitesi’nden Dr. Florian Kern. Kıyıdan açıkta rüzgar yatırımları artık yeni gaz santrallerinden ucuz. Nükleer santrallerden açık ara ucuz. Ucuz olması, yıllarca yenilenebilirlerin gelişmesini engelleyen fiyat engelini efektif bir şekilde ortadan kaldırıyor.

Caroline Lucas

Türbinlere baktığım zaman onları birere abide olarak taktir ediyorum. Brighton için bu türbinler, çirkin, müsrif i360 ‘turist atraksiyonundan’ daha uygun ve bir umut ışığı. Yeşil yerel milletvekili Caroline Lucas’tan gördüğü destekten çok yarar sağlayan yatırımın ölçeği göz önüne alındığında direncin bu denli düşük olması kayda değer. Beklenildiği gibi en fazla muhalefet, Brighton dışındaki muhafazakâr eğilimli bölgelerden, kabloların döşendiği Güney Downs’dan geldi (ilk çıkış düşmanca bir kısa filmle, pop star eşi Adele ile birlikte Doğu Grinstead’de yaşayan Simon Konecki’den)

Parlak bir gelecek için kendi payına düşeni çoğunlukla, coşkuyla yapmaya istekli bir kenti parçası olmaktan mutluluk ve gurur duyuyorum. İşin aslında bu dev kanatların dönmeye başladığı günü sabırsızlıkla bekliyorum.

 

Makalenin İngilizce orijinali 

Makale:  Alice O’Keeffe

Yeşil Gazete için çeviren: Ali Serdar Gültekin

 

(Yeşil Gazete, The Guardian)

Endüstriyel tavuk çiftliklerindeki halk sağlığı krizi ve ABD hükümetinin aymazlığı

Mother Jones’da  Sam Fromartz imzası ile yayınlanan haberi Yeşil Gazete gönüllü çevirmeni Cem Sabuncu’nun çevirisi ile paylaşıyoruz.

***

Yeni çıkan bir kitapta endüstriyel tavukçuluğun antibiyotik direncini nasıl arttırdığı anlatılıyor.

ABD Hastalık Kontrol ve Korunma Merkezleri (Centers for Disease Control and Prevention)’nin verilerine göre, antibiyotik direncine sahip enfeksiyonlar (gastrointestinal hastalıklar, tekrarlayan idrar yolları enfeksiyonları, stafilokok ve daha bir çoğu) günümüzde halk sağlığını en çok tehdit edenler arasında. Yılda 2 milyon insan bu sebepten dolayı hastalanıyor ve en az 23,000’i yaşamını yitiriyor. Hükümet  herhalde bu yüzden, birçok enfeksiyonun meydana geldiği hayvancılık endüstrisinde kullanılan antibiyotik miktarlarını, halk sağlığına daha fazla zarar vermeden sınırlamaya başladı.

Bu size bir başarı öyküsüymüş gibi gelebilir, nitekim öyledir de. Halk sağlığı savunucuları ve tüketicilerin yürüttüğü kampanyalar, büyük şirketlerin satın alma temsilcilerinin çözüm talep etmeleri bizi bu noktaya getirmiş olabilir. Ancak, Maryn McKenna’nın Tavukçuluk Endüstrisi: Antibiyotikler Modern Tarımı Nasıl Yarattı ve İnsanların Beslenme Biçimini Nasıl Değiştirdi? (Big Chicken: The Incredible Story of How Antibiotics Created Modern Agriculture and Changed the Way the World Eats) adlı yeni kitabında açıkça ifade ettiği üzere, bu kazanımlar uzun ve menfur bir süreçten geçilerek elde edilmeye başlandı. Bilim insanları hayvancılık endüstrisinde aşırı antibiyotik kullanımının dirençli enfeksiyonlar meydana getirdiğini on yıllardır dile getiriyorlar. Tarım ve ilaç endüstrileri, şaşırtıcı olmayan bir şekilde, bu gerçeği hiçbir zaman kabul etmediler ve birçok şirket hala kabul etmiyor. Ancak, McKenna’nın çığır açan kitabında ortaya koyduğu üzere, Beyaz Ev, ABD Kongresi ve Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi (FDA) gibi güç sahibi devlet kurumları, halk sağlığının tehlikeye atılmasına göz yumarak, ucuz ete olan olağanüstü talebi karşılamak adına on yıllardır hayvancılık endüstrisinin hiçbir engellemeyle karşılaşmadan büyümesini sağladılar. McKenna, bu konuya birçok kez değindi, ama bu kitap et endüstrisinin antibiyotikler kullanılarak olağanüstü hızla büyümesini anlatması bakından bir ilk oldu.

Antibiyotiklerin keşfinden bu yana hastalıklarla mücadeledeki muazzam başarısı aşırı ve yanlış kullanım sonucu ortaya çıkan dirençli enfeksiyonların göz ardı edilmesine yol açmıştır. 1950’li yıllarda et işleme tesislerinde tavuk karkasları haftalarca “taze” kalabilmesi adına antibiyotikli bulamaçlara batırılıyordu, o zamanki deyimiyle “akronize ediliyordu” (ing: acronizing). (not: Acronize, o günlerde kullanılan klortetrasiklin cinsi antibiyotiğin ticari ismidir.) Bu afili terim hasta hayvanlardan elde edilen kötü durumdaki etlerin sterilize edilmesi anlamına geliyor. Diğer bir taraftan, hayvan yemlerinde yaygın olarak kullanılan antibiyotiklerin hayvanların çok daha hızlı kilo almasını sağladığının keşfedilmesiyle birlikte, giderleri azaltıp verimi arttıran bu ilacın kullanımı da hızla arttı.

Henüz 1956 yılında, insanlarda görülen antibiyotik direncine sahip enfeksiyonlarla tarımsal uygulamalar arasındaki ilişki açığa çıkartılmıştı. McKenna, Seattle Halk Sağlığı Dairesi’nin isteği üzerine mavi yakalı işçiler arasında görülen bir stafilokok salgınını inceleyen bir doktorun uzun zaman önce unutulmuş hikayesini anlatıyor bize. İlk başta dirençli enfeksiyonların dağılımının rastlantısal olduğu düşünülüyor, ancak daha sonra hastaların hepsinin aynı fabrikada çalıştığı ortaya çıkıyor. Bu fabrikada kanatlı kümes hayvanları işleniyor, ve vücutları apse ve iltihaplarla dolu “düşük kalite” tavuklar antibiyotikli bir çözeltiye batırılıyor. Bu uygulama dirençli stafilokok türleri hariç diğer bütün bakterileri öldürüyordu. Sonra bu dirençli bakteriler işçileri enfekte ederek vücutlarında antibiyotikli tedavilere bağışıklık kazanmış ciddi lezyonlar oluşmasına sebep oldu.  

20 yıl sonra Massachusetts’de, et endüstrisinin finanse ettiği bir çalışmada antibiyotik verilen tavukların iki hafta içinde dirençli bakteriler ürettiği ortaya konmuştur. Bu bakteriler tavukların bakımını yapan insanlara geçmiştir. Bu çalışmada yer alanlar kendi evlerinin bahçesinde çiftçilikle uğraşan bir ailenin bireyleriydiler. Ancak McKenna’nın dikkat çektiği üzere, özenle kurgulanmış bu deney hak ettiği ilgiyi asla görmedi, çünkü aile bireyleri dirençli bakteri türlerini taşımalarına rağmen hasta olmamışlardı. Endüstri de “O zaman sorun yok!” gibi bir yaklaşımda bulundu.

Ancak pek çok başka yerde insanlar hastalandılar ve enfeksiyonlar yayılmaya devam ettiler. Özellikle Birleşik Krallık’ta bu ölümcül dirençli enfeksiyonların çok yaygınlaşması sebebiyle hükümet bir takım önlemler almak durumunda kaldı. 1997’de Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi (FDA) komiseri Donald Kennedy, halk sağlığını tehdit ettiği için, Birleşik Krallık’ta alınan önlemleri örnek alarak, çiftlik hayvanların daha hızlı büyümesini sağlayan antibiyotiklerin Amerikan tarımından tamamen çıkartılmasına karar verdi. Ancak, hayvan yemi üreticileri ve hayvancılık yapanların ABD Kongresi’ne yaptıkları baskı sonucunda Kongre, FDA’yı bütçesini azaltmakla tehdit etti. Böylece Kennedy kararından vazgeçti. Bir kongre üyesi daha da ileri giderek bir bütçe yasası (ing: appropriations bill)’na bir takım maddeler ekleyerek antibiyotiklerin hayvancılıkta kullanımının herhangi bir şekilde sınırlandırılmasını, kendisi halk sağlığı riskleri konusunda ikna olana dek engelledi. Mississippi’li kongre üyesi cumhuriyetiçi Jamie Whitten hiçbir zaman ikna olmadığı için de 1995’te emekli olana dek yer yıl bu maddeyi yeniledi.

Kongre üyeleri ve başkalarının karşı çıkmasına rağmen antibiyotik kullanımının meydana getirdiği sağlık sorunları hakkında kanıtlar çoğalmaktaydı. 1984’te yapılan bir çalışma çiftliklerdeki antibiyotik kullanımını dirençli enfeksiyonlar ve gıda kaynaklı ölümcül hastalıklarla ilişkilendirdi. Enfeksiyonlar hayvanlardan insanlara, daha sonra da insandan insana geçiyordu. Daha önce yapılan araştırmalarda bakterilerin birbirlerine küçük DNA parçaları verdiği, böylece bir ilaca bağışıklılığı bulunan bakterilerin çok hızlı bir şekilde birçok ilaca direnç kazandığı gösterilmişti. İlaçların bir bir etkisiz kalması doktorları dirençli enfeksiyonlarla mücadele konusunda neredeyse çaresiz bırakmıştı. Bilimsel kanıtların birikmesine rağmen, FDA ancak 2000 yılında bir tür antibiyotiğin hayvancılıktaki kullanımını engellemeye yeltendi. İlaç endüstrisi FDA’ya derhal dava açtı.

İleri sarıp Obama dönemine gelirsek, FDA nihayet antibiyotik kullanımını sınırlamaya yönelik önlemler aldı. On yıllar sonra gelen bu karar geç kalınmışlık hissi uyandırdı, ve bu yanlış da sayılmaz. McKenna’nın anlattığı üzere, Perdue ve Bell & Evans gibi ileri görüşlü üreticiler zaten antibiyotiksiz bir üretime doğru ilerliyorlardı. Antibiyotikler bir zamanlar olduğu gibi verimliliği müthiş derecede arttırmıyorlardı. Tarımsal uygulamalarda birçok gelişme yaşanmıştı. Hayvanların tutulduğu yerler çok daha temizdi artık. Civcivlerin bakımı endüstriyel çiftliklerde bile çok daha iyi durumdaydı. Yani kısaca, bu ilaçların kullanılmasındaki asıl neden olan hayvanların hızlı kilo alması artık geçerli değildi. Avrupa’lı üreticiler de bu durumun farkındaydılar.

Hayvancılık endüstrisinin çok büyük bir kısmında hala kilo almayı tetikleyen antibiyotikler kullanılıyor. Ancak gelişmiş ülkelerdeki eğilim aşikar. Tüketiciler, ve onlara hizmet eden şirketler, antibiyotik kullanmadan üretilmiş et talep ediyorlar. Endüstri de sistemi değiştirme başladı.

Burada dikkat edilmesi ve ders çıkartılması gereken nokta, hükümetin her daim bilimsel verileri takip etme açısından çağın gerisinde kalmış olması. Antibiyotiklerin hayvancılıkta kullanımı konusunda sınırlandırmaların olmayışı ABD Hastalık Kontrol ve Korunma Merkezleri (CDC) gibi kurumların binlerce insanı düzenli olarak hasta eden ve öldüren enfeksiyonları adeta kahramanca tespit edip temizlemeleri anlamına geliyordu. Ancak bu çalışmalar kriz anında alınan geçici çözümlerdi sadece. Endüstri bu alandaki politika değişikliklerinin sürekli biçimde altını oydu. Bu da CDC’yi son savunma hattı olarak görev yapmaya mecbur etti.

Bu noktada söyle bir soru ortaya çıkıyor: Acaba bu ve diğer halk sağlığı konularında, ve tabii ki iklim değişikliği meselesinde, hükümetlerin önlemler almasını beklememiz yersiz midir? Neticede tüketicinin talebi ve endüstrinin inovasyonu muhtemelen en etkili kaldıraç durumunda.

 

Haberin İngilizce orijinali

Muhabir: Sam Fromartz

Yeşil Gazete için çeviren: Cem Sabuncu

 

(Yeşil Gazete, Mother Jones)

[Bonn 2017] Al Gore, “İklim değişimini Trump anlasın diye ne yaptıysam kar etmedi”

Oliver Milman tarafından The Guardian’da yayınlanan yazıyı Yeşil Gazete yazarı Ali Serdar Gültekin‘in çevirisiyle paylaşıyoruz.

***

Al Gore, Donald Trump’ı, kendini ‘en kötü iklim inkarcılarına’ teslim etmekle suçladı ve başkanın, küresel ısınma ile mücadele politikalarını parçalamasını tersine çevirmeye çalışmaktan vazgeçtiğini söyledi.

Buna rağmen ABD eski başkan yardımcısı Gore ve Kaliforniya valisi Jerry Brown’ın Guardian’a aktardıklarına göre, ikisi de bir sonraki başkanlık seçimlerinde Trump eğer yenilirse ABD’nin liderlik pozisyonunu geri alacağından eminler.

Al Gore – Fotoğraf: Wolfgang Rattay/Reuters

Gore, Brown ve New York belediye eski başkanı, milyarder Michael Bloomberg, Birleşmiş Milletler iklim görüşmelerinin sürmekte olduğu Bonn’da ABD eyaletleri, şehirleri ve iş çevrelerinden şahinlerden oluşan geniş bir koalisyona başkanlık ediyorlar. Bu ittifak, dünyada Paris iklim sözleşmesinin bir parçası olmak istemeyen tek hükümeti olan ABD’yi temsil eden delegasyonla keskin bir zıtlık içinde.

“Onunla (Trump) Paris’ten çekilmek hakkındaki konuşmasından beri hiç muhabbetimiz olmadı. Elimden gelenin en iyisini yaptım ve onun sağduyusuna geleceğini umdum fakat yanıldığım ortaya çıktı” diye geçiş sürecinde Trump ile tanışmış ve onun fikirlerini etkilemeye çalışmış Gore, Guardina’a konuştu. “Onun fikirlerini değiştirebilecek kabiliyete sahip gibi hissetmiyorum. Kendini, mantığını bu konuda zapt etmiş mutlak şekilde en kötü iklim inkârcılarıyla çevirmiş durumda.”

Trump, Paris antlaşması hakkında sözlü eleştiride bulunan ABD Çevre Koruma Ajansı başkanı Scott Pruitt ile aynı fikirde. Pruitt küresel ısınmanın karbon dioksit tarafından tetiklendiği konusunda şüphesi olduğunu kusmuş ve bilim insanları arasında iklim değişikliği konusunda ‘muazzam fikir ayrılığı’ olduğunu iddia etti.

Stephan Bannon ve Mick Mulvaney’in aralarında bulunduğu, yönetimin bir takım eski ve yeni üyeleri iklim bilimi için kanıtları çoktan devreden çıkarmışlardı.

İklim değişikliğinin dünyadaki lider seslerinden birisi olan Gore’a göre Trump’ın iklim politikalarından çekilmesi diğer ülkeleri ‘dehşete düşürüyor’ ve bu durum ABD içinde ve dışında geri adım atmayı cesaretlendiriyor.

“ABD şehirleri ve eyaletleri muazzam bir fark yarattılar ve bana öyle geliyor ki dünyanın kalanının tepkisi, Donald Trump tarafından gerçekleştirilen hasarı en aza indiriyor. Trump’a tepki eğer Trump’ın yaptıklarından daha güçlüyse” diyor.

“Trump ile bu deney bir yıldan daha kısa zamanda gerçekleşti ve bilimde bazen deneyler erken kesilir. Bu sefer bu yaşanacak demiyorum fakat bu filmi daha önce izlemişim gibi hissediyorum.”

“Bu son seçimde raydan bir miktar çıktık. Bence dünyanın geri kalanı Trumplı dönemi ABD’nin en iyi olduğu şeyden talihsiz bir ayrılış olduğunu anlıyordur. ABD’nin liderliğini takip edenleri için onu kaybetmek yasa boğdu ve umarım bu durum geçici.”

Brown ayrıca Trump yönetiminden kaçınmanın pek de bir anlamı olmadığını söylüyor. “ABD’nin resmi politikasına göre iklim değişikliği, Çinli komplocuların uydurduğu toptan ve bütün bir aldatmaca” diyor Kaliforniya valisi Guardian’a. “Bu o kadar abes ki bu temeller üzerinden bununla ilişkilenmek en basitinden beyhude.”

Kaliforniya valisi diyor ki yine de gelecek yıl ABD’de yapılacak ara dönem seçimleri belki Trump’ın pozisyonunu değiştirmesine sağlayabilir. “O eylem odaklı birisi, bir politikacı değil, kim bilir.”

“Nihai olarak Beyaz Saray’da sonsuza kadar bir inkârcıya sahip olamayız. Dünyayı fosil yakıt karlarıyla dünyayı altüst etmeye çalışan inkarcılar ve bilim insanlarıyla, karbonsuzlaşmayı görmek isteyen kaygılı eylemciler arasındaki büyük politik mücadeleye dahil olduk. 

“Tüm iklim etkenleri arasında Donald Trump çok küçük bir detay. Öyle bir anda duruyoruz ki, ya karbonsuzlaşacağız ya da medeniyetin gelecek 100 yıl içinde çöküşünü izleyeceğiz.” 

“Hakkında tweet atabileceğimiz politik bir özel alanımız var fakat varoluşsal sorun türlerin yok olduğu, ekolojilerin gerilediği ve insan soyunun topun ağzında olduğu. Bu siyaset yapma zamanı değil, cesurca eyleme geçme zamanı.”

Brown ABD’nin çekilmesinin yarattığı vakum içine adım atarak dünya liderleri, Birleşmiş Milletler yetkilileri ve Avrupa’dan STK’larla Bonn görüşmeleri öncesi onlarca etkinlik ve toplantı gerçekleştirdi.

Demokrat vali, eğer bir ülke olsa dünyadaki en büyük altıncı ekonomi olacak ve Avrupa Birliği ülkelerinin kullandığına benzer mekanizmalara yakında bağlanabilecek ‘emisyonları sınırla ve ticaretini yap’ ticaret sistemiyle Kaliforniya gibi alt ulusal kimliklerin etkilerinin altını çizme rolünü üstlenmiş durumda.

“Karbon emisyonlarını azalmak için mümkün olan her şeyi yapabilmek için eyaletlerin ve bölgelerin işbirliğini güçlendirmek istiyorum” dedi Brown.

“Dünya için büyük tehdit, radikal bir biçimde değişen iklim ve ilgisizlik ve atalet seviyesi o denli yüksek ki bizi bu karbon bağımlılığından kurtaracak ve iklimimizi koruyacak hükümetler ve valilerden oluşan bir karşı güç oluşturmakta zorluk çekiyorum.”

17 Kasım’a kadar sürecek Bonn iklim görüşmeleri, yaklaşık 200 ülkenin küresel ısınmayı endüstriyel devrim öncesine göre 2 C ile sınırlandırmak için anlaştıkları Paris antlaşmasının hedeflerini uygulamak isteyen ülkeler için çoğunlukla teknik bir egzersiz.

Trump ABD’yi antlaşmadan çekmek için söz verdi ancak antlaşmasının kurallarına göre bunu 2020’den önce yapamıyor. Bonn’da ABD delegasyonunun, ‘verimli’ kömür, nükleer ve doğal gaz övgüsüyle fosil yakıtların sözcüsü başkanı izlemesi bekleniyor.

 

Makalenin İngilizce orijinali 

Makale:  Oliver Milman

Yeşil Gazete için çeviren: Ali Serdar Gültekin

 

(Yeşil Gazete, The Guardian)

[Bonn 2017] COP23’te “Günün Fosili” ödülünü Almanya ve Avustralya paylaştı

Uluslararası İklim Eylem Ağı (CAN International) tarafından her COP konferansında olduğu gibi bu yıl da “Günün Fosili” (The Fossil of the day) ödülleri, Bonn’da sahiplerini bulmaya devam ediyor.

Günün (14 Kasım) ilk fosil ödülünün sahibi 2017’deki emisyonlarını artıran ve 2020 hedeflerine göre emisyonlarını azaltmayı taahhüt eden ama bunu gerçekleştirememe riskiyle karşı karşıya kalan Almanya’nın oldu.

Avustralya kirli oynuyor

Günün fosili ödüllerinde Avustralya ikinci kez liderliğe oynadı. Avustralya, Kayıp ve Hasar hakkında düzenlenen oturumda müzakerecilerin Varşova Uluslararası Mekanizması’nın (WIM) kaynaklarını artırmak ve yenilikçi kaynakları araştırmak için yürüttüğü tartışmayla 11 Kasım’da aldığı ödülü ikinci bir ödülle pekiştirdi.

Gün Işığı’nın sahibi G77

Gelişmekte olan 77 Birleşmiş Milletler üyesinin ortak ekonomik çıkarlarını korumak amacıyla kurulan G77, iklim değişikliği ile mücadele eden savunmasız ülkelere karşı zirvede muhalefet yapan zengin ülkelerin yanında yer alması nedeniyle CAN üyeleri tarafından “Günün Işığı” (Ray of The Day) ödülüne layık görüldü.

 

(climatenetwork, Yeşil Gazete)

“Bedenimiz bizimdir”: Brezilya’da binlerce kadın kürtaj yasağına karşı sokakta!

Brezilya’ da kadınlar “tecavüze uğratıldıkları durumda kürtajı yasaklayan” tasarıya karşı sokaklara döküldü. Pazartesi günü kürtaj tasarısını protesto eden binlerce kişi Rio de Janerio’da kongre komisyonunun oylamasını protesto etti.  Birçok protestocuya çocukları da eşlik etti. Çocuklarını omuzlarında taşıyan kadınlar “Bedenimiz bizimdir” sloganları attı.  Eyalet meclisine yürüyen protestoculara güvenlik güçleri göz yaşartıcı gazla müdahale etti.

Hükümet, kürtaj yasağının istisnasız uygulanmasının önünün açacak bir yasa tasarısını meclis alt komisyonunda onaylattı. Anayasanın 181’inci maddesinde öngörülen değişiklikte “fetus oluşumu tespit edilince hayat başlar” deniliyor. Bu değişikliğe göre, hamilelik annenin hayatını tehlikeye attığı zaman ya da tecavüz durumlarında bile “fetus varsa” kürtaj yasağının uygulanmasını beraberinde getirecek.

Brezilya’da yürürlükteki kürtaj yasasında tecavüze uğrayan veya kadının hayati tehlikesi dışındaki herhangi bir koşulda kürtaj yapmak isteyen kadınlar üç yıla kadar hapis cezasına çarptırılabiliyor.

 

(ABCNEWS, Yeşil Gazete)