Ana Sayfa Blog Sayfa 2974

Alternatif gıda ağları ve gıda güvenliği

Transmango.wordpress.com‘da Pedro Cerrada Serra imzası ile yayınlanan yazıyı Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama bölümü öğretim görevlisi Emel Karakaya‘nın çevirisi ile paylaşıyoruz.

Metnin sonunda doktora tezini Alternatif Gıda Sistemleri hakkında yazan Emel Karakaya’nın metne dair katkı anlamındaki yazısını da bulabilirsiniz 

***

Gıdamız giderek daha da küreselleşiyor. Endüstriyel ana akım model Küresel Kuzey’de egemenlik kurarken bu modelin sağladığı verim artışı çevresel ve sosyo-ekonomik yönlerden negatif dışsallıkları da (biyoçeşitlilik kaybı, kaynak tüketimi, çiftçilerin tarım sektöründen kaçışı, fiyatlarda dalgalanma…) çok iyi bilinen büyük bir yük olarak beraberinde getiriyor. McMichael’ın (2004) ifade ettiği şekliyle “şirketleşmiş gıda rejimi” gıda güvenliğinde özelleştirmeye ve gıda güvenliği alanında yetkinliğin “ulus devletten dünya pazarına kaydırılmasına” yol açtı. Gıda ve beslenme güvenliği durumu güncel raporuna göre, dünya nüfusunun %11’i yetersiz besleniyor iken dünyanın her yerinde aşırı kiloluluk ve obezitenin artıyor olması herkes için gıda ve beslenme güvenliğinin (GBG) sağlanamadığının kanıtıdır.

Gıda güvensizliği küçümsenecek bir konu değil. Avrupa’da da tanık olduğumuz üzere, kısmen son ekonomik kriz sırasında ortaya çıkan sarsılma nedeniyle artan işsizlik ve azalan gelir ile de ilişkili olarak, gelişmiş olan ekonomileri de etkilemiştir[1].

Son on yılda, tarımsal- endüstriyel paradigmaya hem koşut hem de karşı bir eğilim olarak, gıda sistemi aktörleri arasındaki mevcut sosyo-ekonomik ilişkileri yeniden şekillendiren ve değişimi daha sürdürülebilir bir modele doğru iten bir dizi değişiklik gündeme geldi[2]. Bu yeni gündem içerisinde yer alan ve resmi bir tanıma sahip olmayan alternatif gıda ağları (AGA) “değişimin özneleri” olarak genellikle küçük ölçekli yerel üreticilerin sürdürülebilir tarımsal yöntemler kullanılarak ürettikleri gıdanın çiftçi pazarları, gıda kooperatifleri, satın alma grupları, topluluk destekli tarım ya da kutu projeleri gibi mekanizmalarla tüketiciler tarafından doğrudan satın alındığı kısaltılmış gıda tedarik zincirleri olarak nitelendirilirler. Bu mekanizmalar içerisinde, adil ve sürdürülebilir gıda ilişkileri için bir mutabakat mevcuttur.

AGA’lar son birkaç on yılda kapsamlı bir şekilde analiz edilirmesine karşın bu ağların gıda güvenliğine katkılarını değerlendiren çalışmaların sayısı azdır. TRANSMANGO projesi, AGA’ların bilgisine derinlemesine inmiştir. Biz bu projede, Avrupa’daki üç farklı vakayı incelerken AGA’ların hangi yollarla gıda ve besin güvenliğini sağlamaya katkıda bulunduğunu belirlemeyi ve karakterize etmeyi hedefledik. Özellikle Galler’deki (İngiltere) gıda kooperatiflerini (co-ops), Belçika’nın Flaman Bölgesi’ndeki gıda takımlarını (Voedselteams) ve Valencia (İspanya) şehrinin kent çeperindeki gıda üretimini kentteki tüketicilere bağlayarak alanda faaliyet gösteren çeşitli AGA’ları keşfettik. AGA’ların yaklaşımları ile gıda güvenliği için eşzamanlı olarak yerine getirilmesi gereken dört ana kategorik boyut olan (i) Elverişlilik, (ii) Erişim, (iii) Kullanım ve (iv) İstikrar arasındaki çeşitli bağlantılara odaklandık.

Bahsi geçen inisiyatifler, bölgesel olarak yerleşiktir ve yerel bağlamları özgül hedeflerinde ve örgütlenme yöntemlerinde etkindir. Benzer bir biçimde bu inisiyatifler, fiziksel, ekonomik, politik ve sosyo-kültürel bağlamlarda gıda sistemiyle her bir tüketicinin ilişkilenmesini ifade eden gıda çevresini şekillendirmede, tüketicinin sağlıklı ve sürdürülebilir gıdaya yönelik tercihlerine olanak sağlamada belirgin bir role sahiptir.

OECD, FAO ve UNCDF 2016 yılında gıda güvensizliği karşısında uygun ve uzun vadeli tepkiler ortaya koymanın can alıcı olduğu düşüncesi ile “Gıda Güvenliği ve Beslenme Politikasına Bölgesel Yaklaşım”ını (Territorial Approach to Food Security and Nutrition Policy) benimsemekteki gerekliliği vurgulayan ortak bir belge hazırlamışlardır. Bu belgeyi hazırlamaya teşvik eden ana etmen gıda ve besin güvenliğinin doğasının bağlama ve coğrafyaya özgü olduğunun kusursuz biçimde onaylanmış olmasıdır.

Çevirmenin Notu – TRANSMANGO projesinin gıda güvenliği yaklaşımına katkı

Tarımsal gıdayı gıda egemenliği ile düşünmek

Yazar: Emel Karakaya

Emel Karakaya

Avrupa Birliği 7. Çerçeve programı kapsamında yürütülmüş olan TRANSMANGO projesine dair yazılmış olan bu kısa yazıda, ve elbette projede, sıkça kullanılan “gıda güvenliği” kavramına ve bu kavramın yetersizliğini aşmayı hedefleyen “gıda egemeliği” kavramına ilişkin bazı açıklamalar yapmak yerinde olacaktır.

Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO)[3], gıda güvenliği kavramını “herkesin, her zaman, sağlıklı ve aktif bir hayat sürmek, beslenme ihtiyaçlarını ve besin tercihlerini karşılamak için yeterli, güvenli ve besleyici gıdaya erişimi vardır” koşuluna bağlamaktadır. Öte yandan, 2007 yılında Nyéléni Konferansı’nda geliştirilmiş olan gıda egemenliğinin şartları aşağıda sıralanmıştır:

  1. Halk için gıdaya odaklanır; a. insanların gıda ihtiyaçlarını politikaların merkezine yerleştirir, b. gıdanın sadece bir meta olmanın ötesinde olduğu konusunda ısrarcıdır.
  2. Gıda sağlayıcısı[4] olan tüm kesimlere; a. sürdürülebilir geçim kaynaklarını destekleyerek, b. tüm gıda sağlayıcılarının emeklerine saygı göstererek değer verir.
  3. Üreticilerle tüketiciler arasındaki mesafeyi azaltarak, b. yatıştırıcı ve isabetsiz gıda yardımlarını reddederek ve c. eylemleri kestirilemez olan küresel şirketleşmeye karşı direnerek üretimi yerelleştirir.
  4. Yerel tedarikçileri destekleyerek, b. topraklar üzerinde birlikte yaşamanın ve paylaşma ihtiyacının farkında olarak, c. doğal kaynakların özelleştirilmesini reddederek kontrolü yerelin elinde tutması için çalışır.
  5. Bilgi ve becerileri; a. geleneksel bilginin oluşturulması, b. gelecek nesillere destek sunulması ve bilginin aktarılması için araştırmalar yapılması ve c. yerel gıda sistemlerine zarar veren teknolojilerin reddedilmesi esaslarına uygun olarak teşvik eder.
  6. Ekosistemlerin katkılarını maksimize etmeyi amaçlar, b. esneyebilirliği[5] arttırmayı hedefler ve c. enerji yoğun, monokültür, endüstriyel ve tahrip edici üretim yöntemlerini redderek doğa ile çalışır.

Bu iki kavram arasında bir takım temel farklılıklar bulunuyor. Bu farklılıklar arasında en önemli gördüğüm iki tanesine değineceğim. Ancak öncelikle, günümüz tarımsal gıda sistemindeki problemlerin kökenini sadece “yetersiz miktarda” gıda üretimi, kentlerde “sağlıklı”, “organik” gıdaya erişim ya da üretimde kimyasal kullanımına yönelik kontrol eksikliklerinde aramanın yetersiz olduğunu not etmeyi gerekli görüyorum. Bu küçük hatırlatmanın ardından iki kavram arasındaki farklılıklara dönebiliriz.

İlk olarak, gıda güvenliği kavramı güç ilişkileri açısından tarafsız bir tutum ortaya koymaktadır. Gıda egemenliği kavramı ise asimetrik güç ilişkilerine odaklanmaktadır. Gıda güvenliği; gıda zincirindeki, uluslararası gıda ticaretindeki ya da toprak, bilgiye erişim gibi üretim araçlarındaki yığılmaları sorunlaştırmaz. Gıda egemenliği ise, problemin tarifine kesin olarak güç ilişkilerindeki asimetriyi çeşitlenen piyasalardaki iktidara, gıda ile ilişkili güç alanlarına ve çok taraflı ticaret müzakerelerindeki asimetriye referansla tarif eder. Demokratik devletlere bu eşitsizliklerin dengelenmesi yönünde çağrıda bulunur ve gıdanın sadece bir metadan (sıradan bir piyasa malından) çok daha fazlası olduğunu kabul eder.

İkinci temel farklılık, gıdanın nasıl üretilmesi gerektiği konusundaki ayrışmadır. Gıda ve Tarım Örgütü; İyi Tarım Uygulamaları (ITU), doğal kaynakların sürdürülebilir yönetimi, GDO ile ilgili alınması gereken önlemler ve yeşil tarım gibi meseleleri öncü konumda tutmaktadır. Bununla birlikte, dünya coğrafyasında doğal olarak ve binlerce yılda çeşitlenmiş olan tarımsal üretim zenginliğine yönelik bir pozisyona sahip değildir. Bu pozisyonunun sonucu olarak da tarımsal üretimi tektipleştirme ve sertifika sistemlerini yaygınlaştırma eğilimindedir. Bu eğilim, teknolojik olarak kalıplaşmış olan (i) endüstriyel tarım, (ii) biyolojik kütle ve biyoteknoloji kullanan, GDO’ların sadece bir parçasını oluşturduğu biyolojik tarım ve (iii) çok sayıda sertifikalandırma aşamasını barından organik tarımdan oluşan üçlü bir model dayatmaktadır. Buna karşın gıda egemenliği kavramı; hayvancılık, ormancılık ve balıkçılık faaliyetlerini de kapsayarak küçük ölçekli üretime odaklanır ve endüstriyel olmayan agro-ekoloji kavramını tarımsal üretim modeli olarak benimser.

 

[1] TRANSMANGO 7. Çerçeve Avrupa Birliği Projesi web sayfasında bulunabilecek olan food assistance in TuscanyDutch food banksBIA food initiative in Ireland new-agricultural initiatives in peri-urban Valencia gibi vaka örnekleri bu konuda geniş bilgiye yer vermektedir.

[2] Bunun önemli örneklerinden biri Milano Kentsel Gıda Politikası Paktıdır. Kapsayıcı, esneyebilir, güvenli ve çeşitli, herkes için sağlıklı ve makul fiyatlı gıdalar sunan ve atık miktarını en aza indirerek biyoçeşitliliği koruyan bir kentsel gıda üretim-tüketim sistemi kurmayı hedeflemektedir.

[3] Food and Agriculture organisation (FAO) of the United Nations.

[4] Gıda sağlayıcısı ifadesi hem gıdayı üreten kesimi, hem aracı vb. mekanizmalar dışında olup üretici-tüketici ilişkileri kuran kesimi hem de üretime türetici olarak dahil olan kesimi kapsamaktadır.

[5] Esneyebilirlik, “resilient” kavramının bölge planlama yazınında türkçeleştirilmiş olan karşılığıdır. “Direnç” biçiminde çevirilere rastlansa da mevcut yazın esneyebilirlik kavramını yaygın olarak kullanmaktadır.

 

Yazının İngilizce Orjinali

Yazar: Pedro Cerrada Serra

Yeşil Gazete için çeviren: Emel Karakaya

 

(Yeşil Gazete, Transmango)

[BiyoçeşitliliğeDokunma] Biyolojik çeşitlilik patentlenip ticarileştirilecek!

Geçtiğimiz günlerde Meclis gündemine taşınan ve ‘Tabiatı ve Biyoçeşitliliği Koruma’ adı verilen yasa tasarısının, tüm koruma alanları üstündeki koruma statülerinin kaldırılması ile biyoçeşitliliğin ticarileştirme adımları atılırken, Orman ve Su İşleri Bakanlığı Karadeniz bölgesinde bulunan 7 ilde biyoçeşitliliğin önemli bir parçası olan geleneksel bitkileri fişleyeceğini açıkladı.

Biyolojik çeşitlilik yağma ile fişlenecek

Orman ve Su İşleri 11’inci Bölge Müdürlüğü tarafından Samsun’da Biyolojik Çeşitliliğe Dayalı Ulusal Geleneksel Bilginin (BGB) Kayıt Altına Alınması Projesi uygulanmaya başlandı. Samsun’da baharat, içecek, maya, halk ilacı, boya, tekstil, yapı malzemesi, yakıt, el sanatları gibi üretimde kullanılan geleneksel bitkiler tespit edilmesi amacıyla, 100 köyde saha çalışması yapılmaya başlandı. Saha çalışmasının ardından belirlenen bitkilerle ilgili laboratuar çalışmasının yapılacağı belirtildi.

Patentlenip ticarileştirilecek

Samsun’da 2017 yılı içinde 154’ü endemik olmak üzere toplam 3 bin 5 bitki ve hayvan türü tespit edildiği açıklanmıştı. Samsun’da ihalesi 2 ay önce yapılan proje kapsamında, biyolojik çeşitliliğe dayalı geleneksel bilginin belirlenmesine yönelik çalışmaları, 420 gün süreyle özel şirketler gerçekleştiricek. Vali Yardımcısı Kubalı’nın, “Proje çalışmalardan elde edilen çıktılar bir veri tabanında toplanarak yerli araştırmacılara ve uluslararası patent uzmanlarına açılacaktır. Genetik kaynaklarla bağlantılı geleneksel bilgiyi erişim izni olmaksızın kullanan yabancı kişi veya şirketlerin bu kaynaklar veya bilgilere dayanarak patent almasının önlenmesi; genetik kaynaklarımız ve bağlantılı geleneksel bilgiler üzerindeki tüm haklarımızın korunmasına katkı sağlanması olacaktır” sözleri, biyoçeşitlilik üzerinde ciddi bir yağmanın başlayacağına işaret ediyor

MTA’nın sondajlarıyla bir farkı yok

Kubalı, bu sözlerle kaçakçılığın önüne geçilmek istendiğini söylese de kendi ifadesiyle bu bilgilerin, “uluslararası patent uzmanlarına” açılacak olmasını nasıl açıklayabilir? Bu atılan adımlarla, biyoçeşitliliğin şirketlerin emrine verilme sürecinin kolaylaştırıcılığının yapılacağı anlaşılıyor. Madenciler için MTA’nın yaptığı sondaj sonuçlarıyla doğal alanların yağmalanmasının önünün açılması ile bu girişim arasında hiçbir fark olmadığı anlaşılıyor. Meclis’ten yasanın geçmesi halinde, endemik türler dahil tüm biyoçeşitlilik ticari bir meta olarak doğadan çalınıp patentlenerek ticarileşeceği anlaşılıyor.

 

(Demokrasi44)

Uluslararası İnsan Hakları İzleme Örgütü Myanmar’a ilişkin “toplu cinsel saldırı” raporunu yayımladı

Uluslararası İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW) Myanmar’da Arakanlı Müslüman kadınlara yönelik cinsel saldırılara odaklanan bir rapor yayımladı. Tecavüz vakalarının sanılandan çok daha fazla olduğu vurgulanan raporda bu eylemlerin neredeyse tamamından Myanmar askerlerinin sorumlu olduğu kaydedildi.

Myanmar’da ordu ve milislerin 600.000’i aşkın Arakanlı Müslüman’ın Bangladeş’e sığınmasına neden olan ve Birleşmiş Milletler’in ‘etnik temizlik’ olarak kınadığı saldırılara ilişkin insan hakları örgütlerinin hazırladığı raporlarda birçok cinayet, cinsel saldırı ve insan hakları ihlalleri gündeme gelse de Uluslararası İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün (HRW) son raporu, tecavüz vakalarının sanılandan çok daha fazla olduğunu ortaya koydu.

Cinsel saldırılara odaklanan “Tüm Bedenim Acı İçinde: Myanmar’da Kadın ve Kız Çocuklarına Yönelik Cinsel Şiddet” başlıklı 37 sayfalık rapor, tecavüzlerin sanılandan yaygın ve sistematik olduğunu ayrıca Myanamar ordusunun üniformalı askerlerinin bu saldırılardan sorumlu olduğunu belirtti.

“Her vakada saldırganlar güvenlik güçlerinin üniformalı mensuplarıydı”

Rapor, 19 farklı köyden Bangladeş’e sığınan, 3’ü 18 yaş altı 29 tecavüz mağdurunu içeren 52 Arakanlı kadın ve kız çocuğu ile yapılan röportajlara dayanıyor.

Raporda ayrıca Bangladeş’teki sığınmacı kamplarında Arakanlı kadın ve kız çocuklarına sağlık hizmeti sağlayan 19 insani yardım örgütü çalışanının ve Bangladeşli sağlık yetkililerinin ifadelerine de yer verildi.

Raporda “Myanmar güvenlik güçleri köylere yönelik büyük saldırılarda kadın ve kız çocuklarına tecavüz etti. Ancak aynı zamanda bu büyük saldırılardan haftalar önce de bazen tekrarlanan tacizlerde bulundu. Her vakada saldırganların neredeyse hepsi ordu personeli olmak üzere güvenlik güçlerinin üniformalı mensuplarıydı” dendi.

“Tamamına yakını toplu tecavüz”

HRW raporunda tecavüz eylemlerine ilişkin tam sayı vermedi ancak kamplarda sığınmacılarla çalışan yardım örgütlerinin ‘yüzlerce vaka rapor ettiğini’ belirterek, bunun ‘toplam vakaların sadece bir kısmını oluşturduğunu’ vurguladı. Tecavüz mağdurlarının ölmesi ya da kalabalık kliniklerde yardım örgütü çalışanlarına tecavüzleri anlatmalarının sayıyı az gösterdiği vurgulandı.

Raporda “HRW’ye rapor edilen tecavüzlerin biri dışında hepsi toplu tecavüzdü. İki ya da daha fazla saldırganı içeriyordu. 8 vakada kadın ve kız çocukları 5 ya da daha fazla askerin toplu tecavüzüne uğradığını söyledi. Yakılan köylerinden kaçarken ve evlerinde tecavüze uğradıklarını anlattılar” ifadeleri kullanıldı.

“Tecavüz mağduru kadın: Askerler beni soyup evden sürükleyerek çıkardı”

Tecavüz mağduru Hala Sadak’ın ifadelerine de yer verilen raporda, “15 yaşındaki Sadak, askerlerin kendisini çıplak halde evinden sürükleyerek çıkardığını ve 10 kişinin tecavüzüne uğradığını, askerlerin kendisini bıraktığını daha sonra kardeşleri tarafından bulunduğunu ve onların kendisinin öldüğünü zannettiklerini anlattı” ifadeleri kullanıldı.

Mağdurların “Myanmar güvenlik güçlerinin küçük çocukları kafalarını ağaçlara vurarak katlettiği, yaşlıları ateşin içine atarak yaktığı ve kadınların eşlerini vurarak öldürdüğünü” anlattıkları ifade edilen raporda, Myanmar ordusunun Arakanlı Müslümanlara yönelik şiddetinin insanlığa karşı suç teşkil ettiği vurgulandı.

Myanmarlı yetkililerin Arakanlı Müslüman kadın ve kız çocuklarına yönelik cinsel şiddet ve tecavüz suçlamalarını reddettiği belirtilen raporda, Arakan eyaleti sınır güvenliğinden sorumlu yetkilinin “Kanıtlar nerede? Bunları iddia eden kadınlara bir bakın, kim bunlara tecavüz etmek ister?” diyerek Arakanlı kadınları aşağıladığı da kaydedildi.

“Tecavüz bir soykırım eylemi ve silahı”

HRW’nin raporu Myanmar’a Arakan’daki eziyeti sonlandırması konusunda uluslararası baskının arttığı bir dönemde yayımlandı.

Myanmar’da asker ve sivil liderlerle görüşen ABD Başkanı Rex Tillerson, yetkilileri ‘geniş çaplı zulüm konusundaki güvenilir kanıtları’ soruşturma çağrısı yapmıştı.

Pazar günü Birleşmiş Milletler’in cinsel saldırılar konusundaki özel temsilcisi olan Pramila Patten de Arakanlılar’ın ‘soykırım’ mağduru olduğunu ve sorumluların Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yargılanması gerektiğini söyledi.

Bangladeş’teki sığınmacı kamplarındaki kadınları ziyaret eden Patten “Tecavüz bir soykırım eylemi ve silahı. Geniş çaplı tehdit ve cinsel şiddetin kullanımı, geniş çaplı yerinden etme için bir itici etkendi. Ayrıca Arakanlılar’ın tamamen yok edilmesi amacıyla uygulanan hesaplı bir terör aracıydı” ifadelerini kullandı.

 

(sputniknews)

İklim değişikliği Everglades’den Klimanjaro’ya birçok dünya harikasını yok ediyor

Bonn iklim zirvesini yerinde takip eden Damian Carrington‘ın Guardian’da yayınlanan haberini Yeşil Gazete gönüllü çevirmeni Oğuzhan Yaman’nın çevirisi ile paylaşıyoruz

***

Dünya Doğa ve Doğal Kaynakları Koruma Birliği (IUCN), aralarında Büyük Bariyer Resifi ve Avrupa’daki muhteşem Karst Mağaraları’nın da bulunduğu, küresel ısınmadan dolayı ciddi risk altında olan birtakım doğal dünya mirası alanı sayısının üç senede iki katına çıktığını açıkladı.

İklim değişikliği ABD’deki Everglades Ulusal Parkı’ndan Avustralya’daki Büyük Bariyer Resifi’ne, en önemli doğa harikalarının birçoğunu yok ediyor.

IUCN’nin yayınladığı yeni rapor, küresel ısınmadan dolayı hasar gören ve risk altında olan dünya doğal mirası alanı sayısının geçtiğimiz üç senede neredeyse iki katına çıkarak 62’ye yükseldiğini ortaya koyuyor.

Küresel ısınmadan dolayı 63 doğal dünya doğal mirası hasar gördü

Yüksek risk taşıyanlar arasında, Galapagos Adaları’ndan Orta Amazon’a simgeleşmiş mekânlar veya Macaristan ve Slovakya’daki Karst Mağaraları ile Meksika’daki kral kelebeği arazileri gibi daha az bilinen fakat aynı ölçüde heyecan verici ve eşsiz alanlar bulunuyor.

Fotoğraf 1: Meksika, Michoacan’daki Kral kelebekleri

Özellikle mercan resifleri, Kuzey Yarımküre’nin en büyük resifinin bulunduğu Seyşeller’den Belize’ye kadar olan alanda, yükselen okyanus sıcaklıklarından kötü bir şekilde etkilendi. Küresel ısınma ayrıca, Tanzanya’daki Klimanjaro’dan Kanada’daki Rocky Dağları’na ve en büyük Alp buzuluna ev sahipliği yapan İsviçre Alpleri Jungfrau-Aletsch’e kadar tüm dağ buzullarının hızla küçülmesine sebep oluyor.

Hasar gören diğer ekosistemler ise, okyanus ısınırken deniz seviyesinin yükseldiği ve tuzlu suyun girdiği Everglades gibi sulak alanlar. Bengal Körfezi’ndeki Ganj, Brahmaputra ve Meghna nehirleri deltasındaki Sundarbans mangrov ormanındaki iki ada çoktan su altında kaldı ve bir düzine dahası tehdit altında. Şiddetli fırtınalar da tahribat riskini artırıyor.

Artan sayıda kontrol edilemeyen yangınlar, Güney Afrika’nın Cape bölgesindeki Fynbos çiçeklerine ve Meksika’daki Kral kelebeği arazisine zarar veriyor. Başka bir yerde; Çinghay-Tibet platosundaki 4 bin 500 metre rakımlı ve daha yeni duyurulan Qinghai Hoh Xil miras alanında, ısınma ‘sürekli don’u eritiyor. Bilhassa Avustralya bu zararlara maruz kalıyor. Çünkü Batı Avustralya’daki Gondwana yağmur ormanlarından Shark Koyu ve Fraser ile Macquarie gibi adalarına kadar, iklim değişikliği hasarının ‘yüksek’ veya ‘çok yüksek’ risk olarak derecelendirildiği 10 doğal miras alanına sahip.

Fotoğraf 2: Everglades Ulusal Parkı, Florida’daki bir milli parktır. Bu park, ABD’deki en büyük astropikal bakir bölgedir

Dünya miras alanlarının korunması, Paris Anlaşması taraflarının sorumluluğu

Yeni IUCN raporu; dünya milletlerinin, bir dönüm noktası olan 2015 Paris anlaşmasını faaliyete geçirmeye çalıştıkları Almanya, Bonn’da düzenlenen BM iklim zirvesinde yayımlandı.

Dünya Doğa ve Doğal Kaynakları Koruma Birliği IUCN Genel Müdürü Inger Andersen: “Dünya miras alanlarının korunması, Paris anlaşmasını imzalamış hükümetlerin uluslararası bir sorumluluğudur. Bu rapor onlara açık bir mesaj veriyor: İklim değişikliği hızlı bir şekilde ilerliyor ve gezegenimizin en güzel hazinelerine karşı hiç affı yok. Bu durum, Paris anlaşmasını uygulamak için, ısrarlı ve istekli ulusal yükümlülüklerin ve eylemlerin gerekliliğini önemle vurguluyor” diyor.

İklim değişikliği, dünyanın 241 doğal miras alanının yaklaşık üçte birinin hasar görmesine yol açan, yabancı tür istilasının en büyük tehdit olduğu bir dizi etkenden biri. Küresel ısınmanın ardından ise, sürdürülemez turizm ile onu takip eden yasa dışı avlanma ve yapılaşma gibi diğer problemler geliyor.

Küresel ısınma engellenemezse 55 dünya doğal mirası daha zarar görecek

Birleşik Krallık veliahtı ve uzun süreli bir çevreci olan Prens Charles: “Gerçek şu ki, iklim değişikliği en hızlı büyüyen tehdit olarak kabul edilmeye başlıyor, etkileri hâlihazırda birçok miras alanında gözle görülür halde. Bu rapor, iklim değişikliğine karşı verilecek küresel tepkiyi hızlandırmanın acil ihtiyacını vurguluyor” diyor. Isınma engellenmediği takdirde, gelecekte dünya genelinde 55 miras alanının daha iklim değişikliği tarafından zarar görmesi bekleniyor.

IUCN’nin Dünya Mirası Programı yöneticisi Tim Badman: “Dünya doğal mirası alanları, yerel ekonomileri ve geçim kaynaklarını desteklemesi açısından da hayati bir rol oynuyor, bu nedenle onların yok olması olağanüstü güzellikleri ve doğal önemlerinin ötesine geçen yıkıcı sonuçlara yol açabilir. Örneğin, Peru’nun Huascarán Ulusal Parkı’nda eriyen buzullar, insanların su rezervlerini etkiliyor” diyor.

Raporda, doğanın en değerli alanlarının tahribatının üstesinden gelinebileceğini gösteren birkaç başarı öyküsü de var. Örneğin, Fildişi Sahilleri’ndeki Comoé Ulusal Parkı’ndaki anlaşmazlıkların ardından, daha iyi bir yönetim ve uluslararası destek sayesinde fil ve şempanze popülasyonları düzelme gösterdi.

Fakat genelde, iyi durumdaki miras alanlarının sayısı azaldı, bu da Andersen’i şu soruyu sormaya itiyor: “Eğer dünyanın en değerli doğal bölgeleri için en yüksek nitelikte koruma sağlayamıyorsak, bu durum, Paris anlaşması da dâhil olmak üzere, gezegene karşı ortak yükümlülüklerimizi yerine getirme becerimiz hakkında nasıl bir fikir verecek?”

 

Haberin İngilizce Orjinali

Muhabir: Damian Carrington

Yeşil Gazete için çeviren: Oğuzhan Yaman

 

(Yeşil Gazete, Guardian)

İnsanoğlunun köklerine dönüşü

Sanat-doğa arasındaki ilişki ortaya çıkan sanat eserleriyle bizleri büyülemeye devam ediyor.

1962 Havana doğumlu Jorge Mayet’in mobil duvar heykelleri, sanatçının Küba’dan sürgün edildiği hayatını ve doğduğu topraklara duyduğu özlemi yansıtıyor.

Mallorca’da yaşayan Manet’in çalışmalarında kağıt, kablo, tel gibi çeşitli malzemeler göze çarpıyor.

Sanatçı, topraktan, ağaçlardan ve manzaralardan ilham alarak gördüklerini eserlerine yansıtıyor.

Jorge Mayet, Küba’daki San Alejandro Ulusal Sanat Okulu mezunlarından. Kariyerine resim çizerek başlayan sanatçı, daha sonra heykel ve yerleştirme çalışmalarına yönelmiş. Kendi stüdyosuna geçtikten sonra yaşadığı hayat tecrübelerini minyatür duvar heykelleriyle ortaya koymuş.

 

(Kanga Rex)

Engelliler için ÖTV muafiyetini düzenleyen madde Meclis’ten geçti

TBMM Genel Kurulunda “Torba tasarı” olarak bilinen tasarının engelliler için ÖTV muafiyetini düzenleyen maddesine ilişkin AK Parti milletvekillerinin verdiği önerge kabul edildi.

Engelliler için ÖTV muafiyeti, hesaplanması gereken ÖTV ve diğer her türlü vergiler dahil bedeli 200 bin TL’yi aşmayan araçlar için uygulanacak. Motor silindir hacmine bakılmaksızın bu araçlar istisna kapsamına alınacak.

Düzenleme 1 Ocak 2018’den itibaren geçerli olacak.

Önergenin gerekçesinde şu ifadeler kullanıldı:

“Önergeyle malul ve engelliler tarafından ÖTV istisnası kapsamında iktisap edilebilecek taşıtlara ilişkin motor silindir hacmi sınırlandırmasının kaldırılması, ayrıca tasarıda yer alan mezkur bentler kapsamında iktisap edilebilecek taşıtlara ilişkin ÖTV matrahı esas alınarak yapılan belirlemenin, anahtar teslim bedeli 200 bin TL’ye kadar olan taşıtların alınabilmesine imkan sağlayacak şekilde değiştirilmesi amaçlanmaktadır.”

 

(T24)

Berlin’den Ankara’daki Alman LGBTİ film günleri festivalinin yasaklanmasına tepki

Ankara’da Alman Büyükelçiliği’nin desteğiyle düzenlenmesi planlanan Alman LGBTİ Film Günleri’nin yasaklanmasına Berlin’den tepki geldi.

Almanya’nın Avrupa İşlerinden Sorumlu Devlet Bakanı Michael Roth, Ankara’da düzenlenmesi planlanan bir LGBTİ (Lezbiyen, gey, biseksüel, trans, interseks) film festivalinin yasaklanmasını eleştirdi.

Roth, Twitter hesabı üzerinden yaptığı açıklamada, “Sanatın özgürlüğü ve azınlık hakları dokunulmazdır” ifadesini kulladı ve Alman büyükelçiliği çalışanlarının da karara tepkisini bayrak açarak verdiğini belirtti.

Etkinliğin organizatörlerinden Pembe Hayat KuirFest, festivalin sosyal medyada hedef alındığını belirterek şu açıklamada bulundu:

“Bu gösterimlerin provokatif olabileceğini veya terör gruplarının hedef alabileceğini düşünmek, bizim varlığımızı tehdit olarak gören ve bize karşı nefret söylemi kullanan bu insanları ve kurumları meşrulaştırır.” “Koruma” bahanesiyle anayasal haklarından mahrum bırakıldıklarını belirten Pembe Hayat KuirFest, “Valiliğin görevi yürüyüşleri ya da etkinlikleri yasaklamak değil, onların güvenli bir şekilde gerçekleştirilmesini sağlamaktır” ifadesini kullandı.

İstanbul LGBTİ+ (Lezbiyen, gey, biseksüel, trans, interseks) Onur Haftası Yürüyüşü, son üç yıldır engelleniyor. İlki 2003 yılında yapılan LGBTİ yürüyüşüne katılım her geçen yıl artıyordu. 2013 ve 2014’teki yürüyüşlere on binlerce kişi katılmıştı.

Türkiye’de ilk Onur Haftası 1993 yılında İstanbul Valiliği tarafından yasaklanmıştı.

 

(DW Türkçe)

Istranca dağlarındaki mağaralar taş ocaklarının tehdidi altında – Göksal Çidem

Trakya’nın Karadeniz kıyılarına paralel olarak, Bulgaristan’dan İstanbul’a kadar yaklaşık 300 kilometrelik bir dağ zincirinden oluşan Istranca Dağları’nda keşfedilmemiş veya henüz tescil edilmemiş birçok doğa mirası mağaramız bulunmakta. Kırklareli Kent Konseyi Çevre Meclisi olarak kuruluş amacımız ve çalışma ilkelerimizden birisi de, doğal varlıkların korunması, ortaya çıkarılması, tanıtılması, gelecek nesillere taşınmasıdır.

Sahada yaptığımız çalışmalar ve yörede yaşayanlarla yaptığımız görüşmeler neticesinde tüm bu doğal ve kültürel varlıkların her geçen gün tahrip edildiğini gözlemliyoruz. Bölgemizde uzun yıllardır araştırma ve incelemeler yapan akademisyenler yaptıkları çalışmalarla içler acısı durumu kamuoyu bilgisine sunmakta, hazırladıkları raporları ilgili kurum ve kuruluşlarla paylaşmaktadır.

2012 yılında, bölgede yer alan Dupnisa Mağarası’nın milyonlarca yılda oluşmuş yapısını ve içinde yaşayan canlıları tehdit eden mermer ocağı, yine bu konuda çalışma ve araştırma yapan bilim insanlarının hazırladıkları raporlar ile son anda engellenmiştir.

Geçtiğimiz ay, Koyunbaba Mağarası karşısındaki kalker ocağı hakkında kapasite artışı dosyası sunuldu. Mağara ve çevresinde yapılan incelemede, 1985 yılında çekilmiş fotoğraflarla bugünkü durum karşılaştırıldığında mağaranın sadece 50m yakınında sürdürülmüş patlatmalı taşocağı faaliyeti yüzünden, mağaranın girişlerinden birinin çökme sonucu kapandığı gözlemlenmektedir. Önlem alınmadığı takdirde mağaranın bir bölümünün yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu tespit edilerek, ilgili kurum ve kuruluşlara bildirimde bulunuldu.

Araştırmalarına devam eden Galeri Mağara Araştırma Grubu akademisyenlerince yapılan bilimsel incelemede, Koruköy Mağarası’nda tavan çökmelerinin, biri faaliyeti sona eren, diğeri ise hala faaliyette olan iki patlamalı taş ocağından kaynaklandığı, tabandaki kazılan çukurların ise kaçak definecilere ait olduğu görüldü.

Geçtiğimiz gün Galeri Mağara Araştırma Grubu tarafından Koruköy bölgesinde yapılan araştırma sonucunda aşağıdaki tespitte bulunuldu; “Yeni ölçümü yapılan ve haritalanan Koruköy Mağarası, aslında 3 adet mağaradan oluşan bir mağara grubudur. İçerisinde, her biri günde 1500 böcek yiyerek tarıma ve insanlığa faydalı olan yarasalar barınmaktadır. Ancak içeride yapılan kaçak kazılar ve hemen yanı başında faaliyet gösteren taş ocakları mağaraya zarar vermektedir. Özellikle kaçak kazı ve taş ocağı patlamaları sonucunda mağara tavanından düşen blok kaya parçaları mağaranın yapısını bozmuş durumdadır. Patlatmalı madencilik yapan taş ocakları hem ekosisteme, hem de mağaranın kendisine zarar veriyor. Üstelik ocağın hemen yanı başında bulunan tarihi kale de tehdit altındadır. Burası Koruköy Kalesi* olarak haritası çizilmiş ve yayınlara girmiştir. Normal şartlar altında kaleye bu kadar yakın konumda taş ocağı işletmesi bulunmaması gerekmektedir. Taş ocağının 300 metre alanı içerisinde hem tarihi kale, hem mağara olması ÇED raporunda muhtemelen göz ardı edilmiş.”

Bölgede bulunan Karlık Mağarası’nın çok yakınına inşa edilen RES tribünleri sebebiyle yakınından yol geçmiştir. Mağaraya ulaşımın kolaylaşması sonucunda mağarada -35 kotuna kadar inen definecilerin neredeyse yerleşik düzene geçtikleri görüntülenmiştir. Mağarada kazı yapan defineciler piknik tüpü, aydınlatma gereçleri, çaydanlık, yiyecek içecek, kayaçları delen delici aletler ve ip merdivene, hatta sinek ilaç pompasına varana kadar  her türlü malzeme ile mağaraya yerleşmiş durumdadır.

Armağan Köyü’nde bulunan Kazandere Mağarası, henüz el değmemiş ve oluşumu devam eden yapısıyla bölgenin en önemli mağaralarından biridir.

2008-2009 yıllarında Biyosfer rezerv alan çalışmasında Doç. Dr Emrah Çoraman koordinatörlüğünde toplam 26 mağarada inceleme yapılmıştır. Bu raporlar DKMP Genel Müdürlüğü’nde ve ilgili kurumlarda mevcuttur. Ancak, Istrancalar’da bulunan mağara sayısı çok daha fazladır ve yarasaların büyük bir bölümü buralarda yaşamaktadır.

Türkiye’de bulunan yarasa türlerinin yüksek öncelikli korunma statüleri vardır. Trakya Üniversitesi tarafından bölgede yapılan son araştırmalardaki verilere bakıldığında  türlerden 28’i (% 73,6) Trakya’da,  25’i (% 65,7) ise Yıldız (Istranca) Dağları’nda yaşamaktadır. Ayrıca bu türlerden 16’sı (% 45.75) Dupnisa Mağara Sistemi’nde bulunmaktadır. Bu bölgedeki mağaralar yarasa popülasyonu anlamında önemli bir rezerve sahiptir. Bu mağaraların gelecekte telafisi olmayan sonuçlar yaşanmadan önce doğal SİT kapsamına alınarak mutlak korunması öncelik arz etmektedir.

Tespit edilen mevcut mağara girişleri bir an önce definecilerin girişlerine kapatılmalıdır. Kendi can güvenliklerini hiçe sayarak hiçbir bilgi ve özel donanıma sahip olmadan mağaraya giren defineciler doğal mirasımıza telafisi olmayan zararlar vererek suç işlemektedir. Mağaraların girişlerine uyarıcı ve bilgilendirme tabelaları konarak, sadece araştırma yapacak olan akademisyenlerin ve uzmanların özel donanım ile girişlerine izin verilmelidir.

*İsmail Hakkı Kurtuluş, Kırklareli’nin Bilinmeyen Trak-Roma-Bizans Kaleleri, Arkeoloji Sanat Yayınları 163, 166 (2014)

 

Göksal Çidem

Kırklareli Kent Konseyi

Çevre Meclisi Başkanı

[Bonn 2017] Dünya kömür endüstrisine veda ediyor: Kömür Sonrası Enerji Küresel İttifakı

Almanya’nın Bonn kentinde devam eden BM İklim Değişikliği Taraflar Konferansı’nın (COP 23) son günleri yaklaşırken Birleşik Krallık ve Kanada, bugün Türkiye saati ile 13:15’te küresel bir girişim başlattıklarını açıkladı. GirişimeMeksika, Fransa, Finlandiya, Yeni Zelanda, İtalya ve Afrika ülkelerinin yanı sıra ABD’den ve Kanada’dan eyaletler ve şirketlerin de katılacağı belirtildi.

Kömür Sonrası Enerji Küresel İttifakı (Global Alliance to Power Past Coal) adı verilen bu ittifak ile, dünyanın en büyük ekonomileri arasında yer alan ülkeler ile eyaletler ve şirketler iklim değişikliği için tüm dünyada kömürden enerji üretiminin sona ermesi için harekete geçtiklerini açıklamış oldular.

2015 yılında Paris’te bir araya gelen dünya ülkeleri, temiz kalkınmayı teşvik etmek ve yıkıcı iklim değişikliğini önlemek için eyleme geçmeyi taahhüt etti.

Şu anda, küresel elektriğin neredeyse %40’ı kömürlü termik santrallerden karşılanıyor, bu da kömür kaynaklı emisyonları ve karbon kirliliğini, iklim değişikliğinin başlıca nedeni yapıyor.

Paris Anlaşması hedeflerini tutturmak için kömür kullanımının OECD ve Avrupa Birliği’nin 28 ülkesinin en geç 2030’a kadar, ve dünyanın geri kalanın da en geç 2050’ye kadar tamamıyla kömürden çıkması gerekiyor.

Rüzgar ve güneş enerjisine dayalı elektrik üretiminin maliyeti düştü ve temiz enerji böylece sayısı giderek artan birçok ülkede düşük maliyetli seçenek haline geldi. Yeni yenilenebilir enerjiye yapılan küresel yatırımlar yeni kömürlü termik santrallere yapılan yatırımları artık önemli miktarda geçti ve temiz kalkınma trilyonlarca dolar değerinde bir fırsat sunuyor.

Düşük karbona geçen ülkeler, iklime dirençli ekonomiler şimdiden çevresel, ekonomik ve sağlık faydalarını görüyor. Koalisyonumuz bu geçişin hızlanmasına yardım etmek istiyor.

Kömür Sonrası Enerji Küresel İttifakı, temiz kalkınmayı ve iklim değişiğini hızlandırmak için ve enerji üretiminde kömürden çıkış için eyleme geçme kararı alan farklı hükümet, şirket ve organizasyonu bir araya getiriyor. Amacımız kömür kullanımına, işçiler ve topluluklar için gerekli desteğin de sağlandığı, sürdürülebilir ve ekonomik açıdan kapsayıcı bir şekilde son verilmesi.

Kömür Sonrası Enerji Küresel İttifakı paydaşları bu hedefleri gerçekleştirmek için, kömürün terk edilmesine dair iklim finansmanını da içeren gerçek hayattan örnekler ve iyi uygulamaları paylaşmak ve temiz enerji planları ve hedefleri oluşturmayı da kapsayan ve bu geçişi destekleyecek pratik inisiyatifleri hayat geçirmek için birlikte çalışacak.

Kömür Sonrası Enerji Küresel İttifakı’na katılan ülkeler ile eyaletler ise şöyle,

Ülkeler: Angola, Avusturya, Belçika, Kanada, Finlandiya, Fransa, İtalya, Lüksemburg, Marshall Adaları, Hollanda, Yeni Zelanda, Meksika Norveç, İsviçre, İngiltere.

Eyaletler: Alberta, British Columbia, Ontario (Kanada), Washington (ABD).

 

(Yeşil Gazete)

 

Berkin Elvan davasına sanık gene getirilmedi

Gezi direnişinde hayatını kaybeden Berkin Elvan ile ilgili davanın üçüncü duruşmasında da sanık polis salona getirilmedi, SEGBİS çalışmadığı için ifadesi alınamadı. TÜBİTAK’ın da olay görüntüleriyle ilgili raporu ise tepki çekti.

Berkin Elvan davasının bugün İstanbul 17. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki üçüncü duruşmasında, sanık polis F.D. yine getirilmedi.

İlk iki duruşmada da sanık polisin tutuklanması ve duruşmalara getirilmesi talebi mahkemece reddedilmişti.

Saat 10.30’da başlayan duruşmada mahkeme, sanık polis F.D.’nin duruşmaya getirilmediğini, ifadesinin Ses ve Görüntü Bilişim Sistemi (SEGBİS) ile alınacağını açıkladı.

Polisin bulunduğu Van’daki Ağır Ceza Mahkemesinden ifade alınmak istendi ancak SEGBİS’te teknik bir sorun çıktığı için mahkeme duruşmaya 15 dakika ara verdi. Ancak verilen aranın ardından da Van’da elektrik gittiği ve “teknik sorun” çözülemediği için sanığın ifadesi alınamadı.

Mahkeme, ara karar öncesinde, taraflara TÜBİTAK raporunu incelemeleri için süre verileceğini belirtti.

Aranın ardından açıklanan ara kararda sanığın tutuklanması talebini reddeden duruşmaya getirilmesi talebini de kabul etmedi.

Bir sonraki duruşma 13 Aralık 2017, saat 10.00’da.

 

(Bianet)