Hafta SonuKültür-SanatManşet

40 Şizofrenden 1 Öykü- Özlem Çuhadar

0

“İntihar geçici bir çözüm olabilir belki ama geride kalanlar, kim olursa olsun bir süre sonra seni unutacak. Yaşama bir iz bırak… İntihara karşı ölümsüzlük bu… Hayat ağacına bir çentik at! Sanatla uğraş; mesela öykü yaz, resim çalış.  Ama ne yaparsan yap, en iyisini sen yap”  dedi. Tamam dedi İdris, gözü parladı.” ( s.142)

” 40 Şizofrenden 1 Öykü”;   personaya meydan okurken,  arafta kalmanın sancılarını da duyumsadığım,  hem gerçeğin hem de kurmacanın parodisi niteliğinde bir öykü kitabı,  bir ironi çeşitlemesi.

Kendisi de bir şizofren olan Okay Uludok,  öykülerinde hayal gücünün sonsuzluğuna yaslanarak,  bir bedene gizlenmiş çok sayıda şizofren karakteri, mizahın direngenliğiyle buluşturmuş. Zengin malzemesiyle,  absürdü fantastikle bütünleştiren;  deliliğin gizemli olduğu kadar trajik tarihiyle de yüzleşmemiz için kapı aralayan eser,   kırk kısa öyküden oluşmuş.

Uludok’un kitabını okurken eş zamanlı olarak Foucolt’un   ” Deliliğin Tarihi ” adlı eserini de yeniden gözden geçirdim.   Çünkü öykülerdeki anlatıcıların,  bir akıl hastanesine kapatılmaya, uygun olmayan koşullarda tedavi edilmeye veya EKT    ( Elektroşok tedavisi) gibi tedavi yöntemlerine itirazı vardı sanki.

 ” …hem nedir bu hastaların çektikleri! Sürekli hor görülüyor, hatta dövülüyorlar.” “Gün aşırı EKT oluyordu. Sebzeden farkı kalmamıştı…”(s.39)

“… Şimdiye kadar dantel gibi ilmek ilmek ördükleri ağlar EKT yüzünden artık kübist yapıtlara benziyordu.” ” Heyhat! Kader ağlarını örmüştü ve sebzeye dönüşen hastalar akıl hastanesi yönetimi tarafından Esenler Sebze Meyve Hali’nde satışa çıkarıldı.”(s.55)

  “Berber akıl hastanesinden arkadaşıydı. Ama hasta olarak değil berber olarak. Xiaolion genellikle şizofren olan hastaların sakallarını sabunla köpürtüyor, berber de aynı jiletle yirmi kişiyi tıraş ediyordu. Saçlar da makineyle yapılmış eşek tıraşıydı. Sevilen bir şahsiyet değildi arkadaşı. Deli dahi olsalar hastalar adam yerine konmadıklarını anlıyordu. Hastalık bulaşabilirdi birbirlerinden: Hepatit C, AIDS… Allah muhafaza.”(s.77)

Michel Foucault, “Deliliğin Tarihi”  adlı eserinin başında,  Rönesans’ın başlangıç döneminde Avrupa’da, özellikle de Almanya’da delilerin sürgün edilmesine dikkat çeker.   Sürgüne gönderilen delilerin, genellikle gemilere bindirilerek,  kaçmanın olanaksız olduğu teknenin içine hapsedildiklerini,  her şeyin dışında olan büyük belirsizliğe teslim edildiklerini ve yolların en serbest, en açık olanının ortasında, sonsuz kavşağa sağlam bir şekilde zincirlenmiş olarak esir olduklarını vurgulayan Foucault, sonraki dönemlerde burjuva devletinin karanlığında, kötülük alemine mensup olmasından kuşku duyulan herkese yapıldığı gibi delilerin de zorla kapatıldıklarını anlatır. Yazar,  ayrıca kapatmanın 17.yüzyıla özgü bir kurumsal yaratı olduğunu ve zamanla,    kendisini ancak deliliğin zıddı olarak tanımlayabilen,  akla dayalı düzenin inşası için deliliğin toplumsal düzende varlığının şart olduğunu ifade ederek, deliliğe dair felsefi ve politik çıkarımlarda bulunur.

Anlaşılan delilerin akıl hastanelerinde tedavi olmaları ve rehabilite edilmeleri yüzyılları kapsayan toplumsal değişimlerin bir sonucuydu.  Ya delirtilenlere ne demeliydi. İşte Foucault ile Uludok’u buluşturan en önemli unsurlardan biri de deliliğe çok katmanlı bir olgu olarak bakabilmek. Uludok,  şizofreninin nedenleriyle ilgili temel yaklaşımlara denk düşen öyküler yazmış.  Örneğin   “Müzik Ruhun Gıdasıdır” öyküsünde kalıtımsal özelliklerin etkisini vurgularken;  “Elektrik Bağımlısı Salih ile Halis”  öyküsünde ise Amerikancı 12 Eylül 1980 askeri darbesinde, kendilerine elektrik verilerek işkence edilmiş iki arkadaşın durumunu,   kara mizahla absürdü iç içe geçirerek anlatmış.  Özellikle bu öyküyü okurken geçmiş dönemlerin delirtilenlerini düşünmeden edemedim,  Gomidas,  Nezihe Muhiddin ve daha niceleri…

Kitapta saçmanın içindeki gizli gerçeği merakla takip ederken bazen doğrudan,  bazen de satır aralarında çok sayıda esere gönderme yapıldığını fark ettim.  Örneğin   “Godot Seyahat”  öyküsünde,  ölü edebiyat karakterleri ülkesinden Vladimir ve Estragon’un bilirkişi olarak çağrılması, Samuel Beckett’ın yazdığı “Godot’yu Beklerken” adlı oyuna eleştirel bir gönderme niteliğinde.  Absürd tiyatro örneği olan oyunda,  anlamsız bir bekleyiş içerisinde olan ve var oluş sancıları çeken karakterler, varlığın ve hiçliğin karşıtlığını simgelerken,  öyküde ise şizofrenideki perseküsyon ve büyüklük hezeyanını düşündüren bir atmosfer oluşur.

“Şizofren Sinbad” öyküsünde, Binbir Gece Masalları’nın denizler aşıp maceradan maceraya koşan kahramanıyla aynı adı taşıyan,  şizofren ve obsesif tiplemesi Sinbad,  hayalinde halısıyla uçarken çeşitli badireler atlatmak zorunda kalır.

” Delirmek örgütlenmektir bir düşünün abiler.”

Ece Ayhan’ın  “Mor Külhani” şiirine nazire diyebileceğimiz bir epigrafla başlayan “Deliliğin İçinden “adlı öykü,  örgütlenmenin farklı bir biçimine dikkat çekerken,  ” Kendi Kendine Konuşan Şizofren Ağaç Faruk”  öyküsünde ise Melih Cevdet’e ait çok sevdiğim “Rahatı Kaçan Ağaç ” şiirinin dizelerini anımsadım.

“Tanıdığım bir ağaç var

  Etlik bağlarına yakın

  Saadetin adını bile duymamış

  Tanrının işine bakın.

 

 Geceyi gündüzü biliyor

 Dört mevsimi, rüzgârı, karı

 Ay ışığına bayılıyor

 Ama kötülemiyor karanlığı.

 

 Ona bir kitap vereceğim

 Rahatını kaçırmak için

 Bir öğrenegörsün aşkı

 Ağacı o vakit seyredin. “

Öyküdeki ağacımız, “ağacım, bir yere gidemiyorum, elimden ne gelir,” demeyen aydın bir ağaç;  çünkü gölgesinde serinleyen hastalar gibi o da akıl hastası… Üstelik kuşlar dallarına konsun,  ustalar dallarından yeni yeni fidanlar üretip kalem, tahta yapsın, diye dallarını mümkün mertebe göğe uzatırken; kendiliğinden yetişen ağaçlardan silah kabzası da yapıldığını öğrenince kahroluyor…

Bazı öykülerde basından haber metinleri kullanan ya da kurgulayan yazarın,   kurmacayla üst kurmacanın iç içe girdiği bir öykü malzemesi oluşturduğunu söylemek mümkün. “Sahte Peygamber” öyküsünde ve alnında burunla yaşayan adamı anlattığı öyküde, öykü kurgusu,  kurmacanın sınırları zorlanarak adeta fantastik bir şölene dönüştürülmüş.

Yine birçok öyküde,   yabancılaştırma tekniğinin kullanıldığını da düşündüm. Nitekim yazar anlatıcının kimi öykülerin içerisinde bir dış ses olarak varlığı,  kurgusal gerçekliği kıran ve anlatılanların bir yanılsamadan ibaret olduğunu hissettiren epik bir özelliği sergiliyor.

“Okay Uludok,  bu dünyadan itirazını bildirdi.” (s.24)

“Cemaat az kalsın öldürüyordu Sinbad’ı! Ya da biz öyle sanıyorduk. Ne malum?”(s.38)

“Böyle bir şey yok. Sen de inandın. Şizofren misin? “(s.45)

Uludok,  öykülerinde sınırsız üçüncü kişi anlatıcıyı ağırlıklı olarak kullanırken,   mekân olarak da genellikle akıl hastanesini betimlemiş.

Öykülerde dikkatimi çeken bir başka özellik ise öykü kişilerinin çeşitliliği. Yazarın gözlem gücü ile kurgu yeteneğinin birleştiği satırlarda Güvercin Sıdıka Hanım Teyze,  Karga Mafya, aşkı ölüme kendisini ispatlamaya çalışan Örümcek Jack,   koğuş arkadaşlarını beğenmeyen Sümüklüböcek, greve çıkan Bal arıları, grev kırıcı Peygamberdevesi,  aralarında çekim olan otomobiller,  konuşan nazarlık… Birer şizofren öykü kahramanı olarak selamlıyor okuyucuyu.

“İş Hissi”  öyküsüyle, işsizlik sorununa;  “Çiğköfte” öyküsüyle de kaçak göçmenlerin trajedisine dikkat çeken yazarın,  toplumda tabu olarak görülen birçok meseleye,   dinamik ve sürekli eylem içerisinde olan karakterleriyle değinmesi bir nevi arı kovanına çomak sokmak olarak değerlendirilebilir.

Öykü kahramanlarını ve deliliği düşünürken,   kitabı okuduğum dönemde izlediğim Haneke’nin “Mutlu Son” filminden bir sekansa odaklanıyorum: Filmin en gizemli karakterlerinden biri olan on üç yaşındaki Eve’nin,  koruyucu aileye verileceği endişesinden dolayı intihar teşebbüsünde bulunmasının ardından, babayla bir araya geldiklerinde,    babasının yüzüne onun gerçekte hiç kimseyi sevmediğini ve bu yüzden hayatına giren kadınları hep aldattığını haykırması üzerine, babanın samimiyetsiz bir ifadeyle verdiği yanıt,    “deli misin ?”  olur…  Deli misin? diye yanıtlar baba,  kızının sorularını;   bütün akıllı geçinen riyakârlar gibi…

Güneşin balçıkla sıvanamayacağını haykıran asi midir deli?

Uzun tiratların kahramanı Hamlet midir yoksa?

Hayallerinin peşinde koşarak yel değirmenlerine karşı mücadele eden Don Kişot mu,    inanmadığı halde çıkarı uğruna Don Kişot’a yardım eden Sanço mudur gerçekte deli?

Deliliğin dünyası,  gösteri toplumunun zannettiği kadar renkli midir gerçekten;  yoksa acılarla dolu bu dünyanın gerçekliğini örtmeye mi yarar bakışlarımız…

” Akıl hastanesi yerleşkesinin merkezindeki Rodin’in ünlü Düşünen Adam heykeli, olan biten haksızlığa daha fazla dayanamadı ve çatırdayarak canlandı.”(s.39)

Şimdilerde  “Düşünen Adam” heykeli,  yine bir başka heykel olan Dersim’in delisi Sey Uşên’e,   hem hastanenin akıbetinin ne olacağını soruyor hem de yazarın sitemini aktarıyor olabilir mi,  kim bilir?

“En verimli çağımızda insanı şizofren yapıyorlar.”

 

Özlem Çuhadar Koşal

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.