Yeşil Artvin Derneği yaptığı yazılı açıklamayla, Hopa’da sosyal medya paylaşımları gerekçe gösterilerek tutuklanan ekolojist yazar Cemil Aksunun serbest bırakılmasını istedi.
Yeşil Artvin Derneği yaptığı açıklamada: “Yıllardır Cerattepe’de madene karşı verdiğimiz mücadelemizde her zaman yanımızda olan, gazeteci, yazar ve doğa savunucusu dostumuz Cemil Aksu’nun sosyal medya paylaşımları gerekçe gösterilerek tutuklanmasını protesto ediyoruz.
Cemil Aksu bir ekolojist ve gazetecidir. Doğayı savunanların ve bu savunuyu kaleme alanların tutuklanması, gözaltına alınması, hedef gösterilmesi ifade özgürlüğüne ve demokrasiye yönelik bir müdahaledir.
Arkadaşımız Cemil Aksu’nun derhal serbest bırakılmasını, doğayı savunanlara yönelik yürütülen karalama kampanyalarının son bulmasını istiyoruz.” ifadelerine yer verildi.
Türkiye’de asırlardır Doğu Karadeniz’de yankılanan ve ‘kuş dili’ olarak da bilinen ‘ıslık dili’ UNESCO kültürel miras listesine alındı.
Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan verilen bilgiye göre; Türkiye’nin milli unsurlarından biri daha, somut olmayan kültürel bir dünya mirası olarak koruma altında. Doğu Karadeniz’in dağlarından yükselen, derin vadiler arasında yankılanan ve insanların birbirleriyle anlaştığı ‘ıslık dili’ UNESCO Acil Koruma Gerektiren Somut Olmayan Kültürel Miras Listesi’ne alındı.
Karadenizlilerin ‘ıslık dili’ UNESCO kültürel miras listesine alındı
Kültür ve Turizm Bakanı Numan Kurtulmuş da günümüz teknolojisinde adeta kaybolmaya yüz tutan milli iletişim geleneğinin Güney Kore’nin Jeju adasında gerçekleştirilen UNESCO toplantısında listeye alındığını bildirdi. Kurtulmuş, geçtiğimiz ay UNESCO’nun üst düzey icra organı olan yürütme kuruluna seçilerek söz sahibi olan Türkiye’nin, bazı kültürel unsurlarının artık acil koruma bekleyen somut olmayan kültürel unsurlar listesinde de yer aldığına işaret etti.
Bu listeye ıslık dilinin 2016 yılında sunulduğuna vurgu yapan Bakan Kurtulmuş, yüzlerce yıllık milli geleneğin UNESCO’nun Güney Kore’deki toplantısında büyük ilgi gördüğünün ve oy birliğiyle bu listeye dâhil edildiğinin altını çizdi. Kurtulmuş, bugüne kadar Türkiye’den temsili listeye 14 unsurun alındığını belirterek, acil koruma gerektiren unsurların yer aldığı listede ise ilk defa yer alınmaya başlandığını kaydetti.
Hıdrellez de gündemde
Kültür ve Turizm Bakanlığı açıklamasında ayrıca, UNESCO İnsanlığın Somut Olmayan Kültürel Mirası Temsili Listesi’ne kaydettirilmek üzere Türkiye ve Makedonya’nın ortak bir dosya olarak sunduğu ‘Hıdırellez’in de yine bu toplantıda görüşülecek somut olmayan bir diğer kültürel unsur olduğu ifade edildi. Açıklamada, “Güney Kore’nin Jeju adasında gerçekleştirilen UNESCO Somut Olmayan Kültürel Mirasın Korunması 12. Hükümetlerarası Komite Toplantısı’nda görüşülecek Hıdırellez’in de 15. unsurumuz olarak temsili listeye dâhil edilmesi bekleniyor” denildi.
Amasya’nın Taşova ilçesinde yaşayan 85 yaşındaki Ahmet Aydoğan, babasıyla 71 yıl önce diktiği ağaçlarda yetişen misket elmasının çoğalması için yetiştirdiği fidanları ücretsiz veriyor.
Aydoğan, babasıyla birlikte diktiği misket elması ağaçlarına, meyvesini gelecek kuşaklara taşıyabilmek amacıyla adeta “gözü gibi” bakıyor.
Yaşının ilerlemesine rağmen 71 yıl önce babası ile toprakla buluşturduğu elma ağaçlarının bakımını sürdüren Aydoğan, üretimini yaptığı elmaları da paketleyerek Türkiye’nin her yerine pazarlıyor. Amasya misket elması çeşidinin kaybolmaması için çaba gösteren Ahmet Aydoğan, yetiştirdiği elma fidanlarını ise vatandaşlara ücretsiz dağıtıyor. Baba yadigarı elma ağaçlarının bakımını, ilaçlamasını ve hasadını özenle yapan Aydoğan, çalışma azmiyle de gençlere örnek oluyor.
Ahmet Aydoğan, elma bahçesinden her yıl 4 ton civarında misket elması topladığını söyledi. Çevresindekileri de Amasya misket elması üretmeleri için teşvik ettiğini anlatan Aydoğan, “Babamla beraber 1946 yılında bahçemize misket elması dikmiştik ve misket elması üretimi yapıyorduk. Köyümüzde aynı şekilde herkes meyvecilik yapıyordu. Hatta o zamanlar Amasya’da bir yarışma yapılmıştı, bizim Tatlıpınar misket elması birinci olmuştu. Daha sonra 1972 yılında Almanya’ya gittim ve 1990 yılında köyüme dönüş yaptım.” dedi.
Fotoğraf: Kadir Aydoğan
Ahmet Aydoğan, 1986 yılında hayatını kaybeden babasının vasiyeti üzerine köyüne döndüğünü bildirerek, şunları kaydetti: “Tekrar meyveciliğe heves ettim ve babamdan kalan yaklaşık 5 dönüm bahçedeki ağaçların bakımını yaptım. 6 dönümlük alana da yeni misket ağaçları aşıladım. Hatta aşıladığım pek çok elma ağacını çevre köylere ve Almanya’ya gönderdim. Vatandaşlara ücretsiz fidan dağıttım. Aşıladığım misket elma fidanlarından geçtiğimiz yıllarda Tarım Bakanımıza ve milletvekillerimize gönderdim. Cumhurbaşkanlığı Külliyesi bahçesine de yetiştirdiğim Amasya misket elması fidanı dikmek isterim. Tek isteğim, bu çeşit yok olmasın. Babamdan kalan ağaçlar benim için çok değerli. Amasya misket elması çeşidinin kaybolmaması için çalışıyorum.”
Misket elması ağaçlarının 2 yılda bir meyve verdiğine dikkati çeken Aydoğan, “Amasya elması sert ve suludur. Sonbaharda kırağı düşmeden ya da kar yağmadan toplanmaz. Kırmızı damarlıdır. Uzun süre saklanabilir, dayanıklıdır. Sandık içinde evin içine konulduğu zaman ayrı bir koku verir, yaz aylarına kadar durabilir, soğuk hava deposuna ihtiyacı yoktur.” diye konuştu.
TIME dergisinde ‘Yılın Kişisi’ olarak Sessizliği Bozanlar’ seçildi. Dünyanın farklı ülkelerinden binlerce kadın, uğradıkları cinsel taciz ve saldırılarını #metoo (ben de) etiketiyle anlatmış ve büyük ses getirmişti.
Time bu karara gerekçe olarak kadınların tacizlere karşı sessiz kalmayarak, çok kısa bir zamanda kültürel bir “devrime” neden olmaları gösterildi.
Time Yazı İşleri Müdürü Edward Felsenthal, “Bu on yıllardır gördüğümüz en hızlı gelişen sosyal değişim. Kendilerini öne atıp hikayelerini anlatan yüzlerce kadının –ve bazı erkeklerin- bireysel eylemleriyle başladı” dedi.
Derginin kapağında suskunluğu bozan kadınlar arasında bulunan aktris Ashley Judd, şarkıcılar Taylor Swift ve Susan Fowler ile ulaşım şirketi Uber’in bir eski çalışanı yer alıyor.
Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF) hava kirliliğine ilişkin önemli bir rapor yayımladı.
UNICEF’in raporuna göre dünya genelinde 1 yaşında altındaki 17 milyon bebek zehirli hava soluyor. Ve bu zehirli hava beyin gelişimine olumsuz açıdan etki ediyor.
Rapora göre solunan kirli havadaki parçacıklar beyin dokularına zarar veriyor ve bilişsel gelişimi zayıflatıyor.
UNICEF raporunda, 17 milyon bebeğin, hava kirliliğinin Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından belirlenen uluslararası sınırın en az 6 kat fazlasının etkili olduğu bölgelerde yaşadığı belirtildi.
Uydu görüntüleri, zehirli havaya maruz kalan bebeklerden 12,2 milyonunun Güney Asya’nın hava kirliliğinden en fazla etkilenen bölgelerinde yaşadığını ortaya koyuyor.
UNICEF Genel Direktörü Anthony Lake, “Kirli hava bebeklerin gelişmekte olan akciğerlerine zarar vermekle kalmıyor, aynı zamanda gelişmekte olan beyinlerine de kalıcı zararlar veriyor ve böylece geleceklerini de etkiliyor” diye konuştu.
Filistinlilerin trajedisi kaç senedir sürüyor? Türkiye ne yapmış? Filistinlilere kapılarını mı açmış? Her parçası bir yere saçılmış bu talihsiz halkın bir bölümüne güvenli, huzurlu bir hayat mı sunmuş? “Van minüt”ün nasıl bir somut, pratik sonucu oldu? Dağları taşları yerinden oynatan bu yiğitlik Filistin halkının günlük yaşantısında herhangi bir şey değiştirdi mi; azıcık moral vermenin ötesinde? Mavi Marmara nasıl bir anda satışa getirildi?Siyaset alanının çok şey açıklar görünen afili, ağır lafları, birer lunapark aynası. Yansıttığını büyüten, koskocaman kılanlardan. Siyaset, giderek daha büyük oranda, hakikatin kemirilmesi, çarpıtılması, başka hakikatleri örtmek, saptırmak, hattâ yok etmek için kullanılması faaliyeti oluyor. Veya daha basitçe, birilerinin ayrıcalıklarının sürmesi, korunması, artması, geliştirilmesi için yürütülen, bu hakiki amacı asla ortaya dökülemeyeceği için baştan riya ile mâlûl bir faaliyet.
ABD’ye başkan olan cahil, küstah, şımarık zengin prototipi, insanlığa verdiği ve vereceği büyük zararın yanı sıra, siyasetin gösterişli ambalajını yırtmakla meşgûl. Donald Trump, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıdığını ve Tel Aviv’deki ABD Büyükelçiliği’ni buraya taşıyacağını ilan etti, hadise henüz tazeyken birçoklarının tanımladığı üzre, Ortadoğu’nun orta yerine irice bir bombayı koyup fitilini ateşledi. Ve bunu niye yaptığı belli değil. Kimilerine göre herhangi bir stratejisi yok, sırf yapacağım dediği için yaptı. Olabilir mi? Olabilir.
Trump’ın hamlesi, bölgedeki trajikomedya karakterlerinin -çoğu, iç gerilimleri yüksek sahtekârlar- başı çektiği bir riyakârlık yarışını, bizde, buna ilaveten bir cehalet şenliğini başlattı.
Filistin halkına revâ görülen, hayat diye tarif etmenin zor olduğu şey on yıllardır sürmüyormuş, İsrail devletine hakim olan zalim ırkçılar Filistinlilerin yaşama alanını her gün yeni bahanelerle kısıtlamıyormuş, onlara dünyayı dar etmiyormuş gibi ve istisnasız herkes bunları kâh göz kaçıra kaçıra kâh arada mırıldanarak seyretmiyormuş gibi, herkesin birden ayağa fırlayıp, “aaa, olmaz, valla olmaz!” diye haykırarak koşmaya başladığı, rezilce bir yarış.
Seyirci içeride
En çok bağırarak, en öfkeli görünerek, en hızlı koşana puan yazılacak. Kim yazacak? Filistinliler mi? Filistinlilere ve hakkı hukuku çiğnenenlere, ezilenlere duyarlı dünya ahalisi mi? Hayır. Puanlar içeride yazılacak. Haşin tavırlarla gaza getirilmesi umulan seçmenler veya destekçiler yazacak.
“Kudüs kırmızı çizgi,” diyen, sanki İsrail’in Kudüs’ü başkenti saydığını bilmiyor! Elbette biliyor ve İsrail ile bugüne kadar her ne ilişki kurduysa bunu bilerek kurdu.
“Kabul edemeyiz!”, “Asla!”, “Sonucu ağır olur!” Bunlar hep her şeyi büyüten kahkaha aynaları sayesinde ortaya saçılı saçılıveriyor işte.
Kabul etmezmişsiniz de ne yaparmışsınız? Diplomatik temsilcinizi mi çekermişsiniz? İsrail’e ne olur bunu yaptığınızda? Mahvolurlar falan mı? Olmazlar. Komşularının kendisine topyekûn saldıracağını varsayarak örgütlenen, hazırlanan ve yaşayan bir devlete, siz ona çok kızdınız diye hiçbir halt olmaz. Ne yapacaksınız? “Bir gece ansızın…” falan? Var mı imkânı? Niye yok? Onca gürültü arasında telaffuz edilen herhangi bir somut yaptırım çalındı mı kulağımıza?
Evet. “Biz de Ayasofya’yı ibadete açalım!” diyen çıktı. Çünkü, biliyorsunuz, Ayasofya, MÖ 2. yüzyılda Yahudi Kralı 1. Ayasof (sonradan Yasef-Joseph-Yusuf oldu) tarafından yaptırılmıştı. Ayasofya bugün Yahudilerin en önemli ibadet merkezlerindendir ve Mossad, çevresindeki Arap devletlerini imha planlarını burada -zemin kat, 3 no’lu dairede- hazırlamakta, elemanları öğle yemeklerini Sultanahmet Köftecisi’nde yemekte, Türkiye’yi nasıl karıştıracaklarını irmik helvası eşliğinde planlamaktadırlar.
Yalnız sınır tanımayan riyakârlar bandosu değil küstah cahillerden meydana gelen muazzam kalabalık koro da sahnede. Beraber çalıp söylüyorlar. Siyasetçinin ve taraftarın cehaleti başrole çıkmasa, oyun izleyicilerin cehaleti sayesinde sahnelenebilir oluyor. Yahu İsrail devletine -ve ABD’ye- göre Kudüs zaten başkent!
Bilanço
Filistinlilerin trajedisi kaç senedir sürüyor? Ne yapılmış bugüne kadar? Arap devletleri birkaç defa İsrail’le savaşmışlar, yüzlerine gözlerine bulaştırdıkları için durumu daha da vahimleştirmişler, İsrail’in yayılmacılığını düpedüz sömürgeciliğe dönüştürmesi için zemin yaratıp fırsat vermişler, el altından, yoksulluk ve yoksunluk silahlarını kullanarak, kimi zaman açıktan, doğrudan üzerlerine askeri polisi sürerek, yerinden yurdundan edilmiş Filistinlileri terörize etmişler, sindirmişler; Filistinliler ülkelerine yerleşecek, maazallah etkinlik kazanacaklar diye ödleri patlamış; yarın sabah bütün Filistinliler birden yok oluverse zil takıp oynayacaklar, o haldeler. Trump’ın kararından Suudi’lerin, Mısır’ın haberdar olduğu yollu haberler kimsede infial uyandırmıyor, kimse “aa, kesinlikle olmaz!” falan diyemiyor.
Batı devletleri, bazen İsrail’in hâmisi rolü oynayan bazen onun peşinden sürüklenen ABD’nin yanında hizalanmışlar, iki tarafı olan bir anlaşmazlığa bir tarafın mutlak üstünlüğünü baştan kabul ederek yaklaşmışlar, İsrail devletinin çok ciddî ve ağır uluslararası kınama ve yaptırım konusu olması gereken yüzlerce eylemine göz yummuşlar. Birleşmiş Milletler kararlarını da kimseyi de takmayan İsrail’i kayırmış, kollamışlar.
Türkiye ne yapmış? Filistinlilere kapılarını mı açmış? Her parçası bir yere saçılmış bu talihsiz halkın bir bölümüne güvenli, huzurlu bir hayat mı sunmuş? Filistinlilerin hiç değilse yaşama şartlarını iyileştirmek için İsrail devletini sıkıştırmaya mı çalışmış? “Van minüt”ün nasıl bir somut, pratik sonucu oldu? Dağları taşları yerinden oynatan bu yiğitlik Filistin halkının günlük yaşantısında herhangi bir şey değiştirdi mi; azıcık moral vermenin ötesinde? Mavi Marmara nasıl bir anda satışa getirildi?
Bunları uzatmanın anlamı yok. Hepimiz biliyoruz ki, Filistin “davası”, bugünkü iktidarın elini değdiği anda kirletmeye başladığı bütün öbür “dava”lar gibi, başka birtakım şeylerin üzerine serilmiş riya örtüsünden başka şey değil. Filistinliler kimsenin umurunda değil.
Stratejik fanteziciye oyuncak
Bir de Ahmet Davutoğlu çıktı yine ortaya. Diyor ki: “Kudüs, Filistin davasının temelidir.” Hayır, değil. Filistin davası, yerinden yurdundan edilmiş, toprağı elinden alınmış, kendi ülkesinde oradan oraya giderken türlü eziyet çeken, serbestçe hareket edemeyen, bin türlü hakkı kısıtlanmış bir halkın insan gibi yaşayabilme mücadelesi. Bir halkın toprağına, onuruna sahip çıkması, mevzu, Davutoğlu gibilerin zaman zaman kişileştirdikleri muhayyel bir “İslâm” adına Kudüs’ün fethedilmesi işine takılmış ad değil. Kudüs, Ahmet Davutoğlu’nun “dava”sının temeli, olsa olsa. Kudüs üzerinde kimin hangi hakka sahip olacağı, bu şehrin nasıl yönetileceği, uluslar arası, dinler arası bir mühim mesele.
Haydi, sağduyu yasak olduğundan bu fasla hiç girmeyelim, bizim hamaset şampiyonlarının dedikleriyle uğraşalım. Uğraşamıyoruz, çünkü cehalet ve atmasyonun bu kadarını kaldıracak mide henüz icat edilmedi. Bunların bir de kendilerini âllâme olarak sunan, sıfatları tarihçi marihçi olan üçkağıtçıları var. “Trump böyle yaptı, çünkü tabanı Hıristiyan. Hıristiyanlar şunu şöyle ister, Yahudiler ise böyle şey yapar…” cinsinden konuşuyorlar. Yahu, “Hıristiyanlar” dediğin kim? Trump’çıdır diyebileceğin, ABD evanjelistleri ile Katolik Papa’nın Kudüs konusunda aynı tavrı takındığını imâ etmekle ne yapmaya çalışıyorsun sen? Papa bizzat kınadı, Trump’ın yediği haltı. Hele Ortadoğu’nun Ortodoks din adamlarının şu son rezilliği onaylayacağını mı sanıyorsun? Hıristiyanları bırak, yüz binlerce Yahudi, bu tarz oldubittilere karşı. Kimi Filistinlilerin haklarına duyarlı kimiyse böyle düşüncesizliklerin kendilerine daha büyük zorluklar getireceğinden endişe duyuyor. Kudüs gibi bir konu, öyle topluca Hıristiyanlar, Müslümanlar, Yahudiler gibi “torba-özneler”le ele alınabilecek bir sorun değil. Hattâ, tam da böyle ele alınamayacak sorun nümûnesi. İsa’nın doğum yeri Beytüllahim’de Filistinli Hıristiyanlar Trump’ın kararını protesto etmek için Noel ağaçlarındaki ışıkları söndürdüler. Ama biz Ayasofya’yı açalım; oldu! Filistinli Hıristiyanlar diye birileri var, hey!
Filistinliler araç
Çok lafı edildi, ama burada da kayda geçsin; en büyük saçmalık: Kararı alan, ilan eden ABD başkanı, oysa Ankara İsrail’e koyacağı tavrı ballandırıyor. Niye? Dün geceden beri kimsenin aklı ermiyor buna. Yoksa Washington’a tavır koymak mı zor? Tam da Zarrab davası falan…
ABD başkanına kızıp İsrail’e tavır koymakta bize göre tuhaflık var, ama muktedirlere göre yok. Çünkü eğip büken, kocaman gösteren aynalar siyaseti, bütünüyle içeri oynanan bir oyun. Trump dahil yeryüzünün bütün popülistleri biliyorlar ki, kendilerini meselâ Filistinliler iktidarda tutmayacak veya oradan alaşağı etmeyecek. Bizdeki Kudüs oyununa perde gerisinden yön veren de bu.
Filistinliler türlü acılar çekmeyi sürdürecek. Huzurlu bir geleceğe dahi kavuşmalarına çok var. Bölgenin bilumum sahtecileri de onların üzerinden hamaset yapıp iktidarlarını sürdürecek.
Ankara açısından sorun yok. Nasılsa bizden başkası İslâm ümmetini toplayıp Haçlılara karşı sefere süremez. Bir işaretimize bakar. Washington ile de hiç olmadığımız kadar yakınız. Birkaç güne hallederiz meseleyi. Zarrab davası bitsin, Kudüs olayında sıkıntı olmaz. Zaten ABD’nin BM Daimi Temsilcisi Nikki Haley, Kudüs konusunda “taraf olmak istemediklerini” ileri sürdü!? Başkanın Doğu Kudüs’ten söz etmediğini, buranın nasıl yönetileceğine İsraillilerle Filistinlilerin görüşerek karar vereceklerini söyledi!?
Allah’tan tutarsız, üçkağıtçı ve riyakâr olan yalnız biz değiliz. Yalnız cehalette fark atıyoruz.
TBMM Başkanı seçimi ve Başkanlık Divanı seçimlerinden sonra 26. Dönem 3. Yasama yılında TBMM Komisyonlarında görev yapacak milletvekilleri belli oldu. Bu kapsamda önceki hafta başlayan TBMM Komisyon üyeleri belirlenmesi için yapılan seçimlerde 5 Aralık’ta Çevre Komisyonu seçimi de yapıldı. Seçim sonucunda AKP grubu tarafından aday gösterilen Trabzon Milletvekili Muhammet Balta TBMM Çevre Komisyonu Başkanı oldu.
Seçim sonrası bir açıklama yapan yeni Komisyon Başkanı Balta, “Öncelikle 26. Dönem 2. Yasama yılını uyumlu bir şekilde tamamladığımız için eski Başkanımız Cihan Pektaş ve üyelerimize teşekkür ediyorum, 26. Dönem 3. Yasama döneminde bizlere katılan komisyon üyelerimize hayırlı uğurlu olmasını diliyorum. İnşallah 3. Yasama döneminde ülkemiz için hayırlı hizmetleri yapmaya vesile oluruz. Hepinize katılımlarınızdan ve teveccühlerinizden dolayı teşekkür ediyor, birlik ve beraberlik içinde hayırlı bir yasama dönemi diliyorum” dedi.
Komisyon seçimin ardından iki yıldır görevi sürdüren Eski Başkan Gümüşhane Milletvekili Cihan Pektaş görevi yeni başkan Trabzon Milletvekili Muhammet Balta’ya teslim etti.
Avrupa Yeşiller Partisi’nin (EGP – European Green Party) 24-26 Kasım’da İsveç’in Karlstad kentinde yapılan 27.Konsey Toplantısı’nı yerinde takip eden Yeşil Siyaset Platformu’ndan Sema Alpan Atamer’in izlenimlerini 2 bölüm halinde paylaşıyoruz
2 – Avrupa’nın gelecek vizyonu ve İklim değişikliği
Avrupa’nın geleceğine ilişkin öncelikli konular/sorunlar olarak şunlar gündeme getirildi:
İklim değişikliği ile mücedele
İklim değişikliğine uyum (İspanya ve Portekiz’deki yangınlar)
(Evrensel) Temel Gelir/Yurttaşlık Geliri (Devlet tarafından veya başka bir kaynaktan her yurttaşa koşulsuz olarak, eşit miktarda, düzenli sağlanan gelir)
Gençler için çalışma koşulları ve güvenli işler
Çalışma saatlerinin düşürülmesi
Daha fazla ortaklı Avrupa
Daha insani bir Avrupa
Yurttaşların daha iyi katılımı
Mülteciler için alanlar
Güney Avrupa’daki ülkelerde Avrupa, eskiden olduğu gibi güzel bir öykü gibi gözükmüyor.
Milliyetçilik yükselişte. Örneğin, İspanya’da Hükümet yolsuzluklarını, Katalunya meselesinin arkasına saklamaya çalışıyor.
Avrupa’nın geleceğine ilişkin soru, “Avrupa Birliği olacak mı, olmayacak mı?” dan ziyade, “Ne türden bir Avrupa istiyoruz?” olmalı.
Paris Anlaşmasının uygulama kurallarının müzakere edileceği Talanoa Süreci önümüze 2 önemli konu koyuyor:
-AB politikaları Paris-proof olmalı. Yani Paris anlaşmasını dikkate alan, onunla uyumlu politikalar olmalı.
-Ulusal eylemler, Paris anlaşmasını da aşan daha azimkar hedefler taşımalı
İsveç’te iklim ve çevre politikalarını tüm politika alanlarına entegre etmeye çalışıyorlar. İsveç’i Dünyanın ilk fosil yakıtlardan arınmış ülkesi haline getirmek için çalışıyorlar. 2045 yılında net 0 emisyon ve %100 yenilenebilir enerji hedefliyorlar.
Avrupanın Genç Yeşilleri birarada
Bu hedeflere ulaşmak için:
Nükleer santrallarini kapatıyorlar.
İsveç hükümeti, emisyonların fazla olduğu çimento, çelik ve petrokimya tesislerinin yeni teknolojilere ve yeni enerji sistemlerine geçmeleri için devlet desteği sağlıyor. Çelik sanayiinde, kömürden hidrojen enerjisine geçmeye çalışıyorlar. Böylece yeni teknolojilerin üretiminde Dünyada ilk olmayı amaçlıyorlar. Çelik sanayiinde fosil yakıtlardan temiz yenilenebilir enerjiye geçilmesini çelik işçileri sendikası basın toplantısı ile kutlamış.
İsveç’te Hükümetin yönlendirmesi ile madencilik sektöründe yeraltında çalışan ağır iş makinalarının motorlarını mazottan elektrikli motorlara çevirmişler. Özel sektör firmaları, daha sessiz, daha temiz ve daha ucuz olan bu çözümü görünce, “bunu neden 10 yıl önce yapmadık?” demiş.
İsveçin kuzeyinde çok büyük rüzgar tarlaları oluşturmuşlar.
Yeni bir sivil havacılık vergisi getirmişler.
İsveç, halen İklim Performas İndex’i en yüksek ülke. Buna rağmen 4. Sırada, çünkü ilk 3 sırayı alabilecek performansı gösteren herhangi bir ülke yok şimdilik.
İsveç, bu yıl BM Güvenlik Konseyinde yer alıyor. İklim Değişikliği ve Güvenlik konusunda Çad Gölü Havzasındaki ülkelere ilişkin bir rapor hazırlamayı önermişler.
Yeni dünya düzeninde ve iklim değişikliği ile mücadelede şehirlerin rolü
Farklı şehirlerden katılan 3 panelist, Brüksel (Belçika), Lyon (Fransa) ve Ghent (Belçika) örnekleri üzerinden kentlerin iklim değişikliği ile mücadelede bir siyasal yanıt sağlama potansiyellerini anlattılar.
EGP toplantısı sırasında güneş panelli bisiklet sergileyen bir kişi de vardı
Şehirler, hem sorunların hem de çözümlerin kaynağı. Hava kirliliği, atıklar, kanalizasyon suları, sera gazı emisyonları, gürültü en çok şehirlerden kaynaklanıyor. Öte yandan şehirler, yenilikler için kolaylaştırıcı bir ortam sağlamalarının yanında; toplumsal ve kültürel çeşitliliğin, etkileşimin ve fikirlerin paylaşımının merkezi oldukları; yeterli altyapı uygulamalarıyla yeşil ve sürdürülebilir projeler için sonsuz imkanlar sağladıkları için çözümün de kaynağı konumundalar.
Dünyadaki en zengin 100 şehir, üretilen GSYİH’nin neredeyse yarısını sağlıyor. 2050 yılı itibariyle küresel nüfusun dörtte üçü şehirlerde yaşıyor olacak. Avrupalıların %70’i şehirlerde yaşıyor. İster “akıllı” ister “dirençli” isterse “bağlantılı” olarak adlandırılsın, insanlığın geleceği şehirlerde şekillenecek. Sosyal ve demokratik laboratuvarlar, ekonomik inkübatörler, katılımcılığın ve yerel siyasetin deneme alanı olarak Dünyanın her yerindeki insanlar, şehirlerde kendi siyasal mukadderatlarının kontrolunu ve gücü daha fazla talep ediyorlar. Şehirlerin geleceği için yurttaşların katılımı önemli.
Berlin’deki sivil halk hareketleriyle başlayan fosil yakıtlardan arınma aktivistlerinden, ulaşım ve enerji konularındaki yenilikçi ortaklıklara, Avrupa’da bir çok şehir, iklim değişikliği ile mücadelenin öncülüğünü yapıyor; geleceğin politikalarını şekillendiriyor. Şehirlerin iyi yönlerinin yanında kötü yönleri de var: finans odaklarının eline geçme, aşırı eşitsizlik, tahripkar mutenalaştırma, rant peşinde koşma ve (airbnb ve über misali) platform ekonomik düzeni, kentsel göç, vb. şehrin, doğa ile ilişkimizin bozulması pahasına kalkınmasını ve modernitemizin de yansımasını getiriyor.
Avrupa tarihinde şehirler, büyük ütopyaların ve distopyaların sahnesi olmuştur. Şehirler, geçtiğimiz bir kaç yüzyılda –kapitalist ya da sosyalist-insanlıktan çıkmış mekanizasyonun ve geleneksel biçimlerin ötesinde yeni özgürlük ve dayanışma türlerine olan taleplerin buluştuğu nokta oldu. 20. Yüzyılın başındaki “sokakları geri alın” veya “şehir hakkı” gibi kentsel dinamikler veya daha yakın bir zamanda Madrid, Paris ve diğer şehirlerdeki kızgın yurttaşların sokakları ve meydanları işgal etmesi biçiminde tezahür eden hareketlerin merkezinde, derin ve yapısal bir dönüşüm yer almakta. Politik, ekonomik, kültürel ve sosyal sermayenin yoğunlaştığı modern şehirler karşısında şehrin sakinleri ve yurttaş hareketleri, gücün yeniden dağıtımını talep etmekteler. Böylece şehir, sadece toplumsal mücadelelerin sahnesi olmaktan çıkıp; sosyo-ekonomik modellerimizin esas temeli olarak bizzat kendisi aktör konumuna geldi. Şehir, zamanımızın hem ‘yeni siyasi merkezi’ hem de ‘savaş meydanı’ konumunda.
Son yıllarda Avrupa’daki seçimlerin sonuçları, şehirlerde yeşillere ve liberallere daha fazla oy çıktığını göstermekte. Şehir için ilerici mücadeleler, daha adil, ekolojik, keyifli ve sürdürülebilir toplum kadar, kentsel dokunun çoğulculuğunun Avrupa seviyesinde desteklenmesi çevresinde olacak gibi gözüküyor. Geleceğimiz, bu mücadelelerin neticelerine olduğu kadar, Yeşillerin, bir siyasal güç olarak sosyal ve çevresel sorunlarla ne kadar baş edebildiğine ve yurttaşların demokratik yollardan kontrolunu sağlamasına da bağlı. Şehir hakkındaki düşüncelerimiz, şehri ve onun Dünyamızdaki yerini hayal edebilme kapasitemiz, değişimi ne kadar etkileyebileceğimizi, değişime katılabileceğimizi ve onun yönünü tayin edebileceğimizi belirleyecek. Ortak kaynaklar (commons) konusunda yeni bir dalga, yurttaş girişimleri var. Yeşil siyaset, “birlikte yapmak” demek. Bu da “katılım”dan, birlikte yaratıma (co-creation) kadar uzanıyor.
Brüksel
Brüksel’de sera gazı emisyonları %18 indirilmiş durumda. Pasif binalar, standard haline getirilmiş. 1000’den fazla yeşil istihdam yaratılmış. Mahallelerdeki küçük parklarla sürdürülebilir mahalleler oluşturulmuş. 63 km uzunluğunda yeşil yürüyüş yolu var. Şehirleri güvenle yürünebilir hale getirmeliyiz. 3 km.’den kısa mesafeler yürüyerek katedilmeli. 2013 yılında Brüksel “Yeşil Başkent” seçilmeye aday olmuş.
Ghent
Belçika’nın 260.000 nüfuslu Gent şehri, sanayi devrimi sırasında yeni işçi hareketlerinin ve kooperatiflerin beşiğiydi. Son 10 yıldır, enerji kooperatiflerinden, araç paylaşımı için dijital yurttaşlık platformuna, pek çok yerel gıda inisiyatifine, 500’den fazla yurttaş inisiyatifini içeren 3. dalga eylemlilik söz konusu.
Bu yurttaş girişimlerinin hızla yaygınlaştığını gören Ghent Kent Konseyi, 2011 yılında İstanbul’da da bir konferansının izlendiği P2P Vakfının kurucusu Michel Bauwens’den Ghent için Ortak Kaynaklara Geçiş Planı’nı (Commons Transition Plan)[i] hazırlamasını talep etmiş. Bouwens ve ekibi, ortak kaynaklara ilişkin projeler yapan veya yöneten 80 yurttaşla konuşmuş ve ortak kaynakların tabiatı ve şehrin rolüne dair bir araştırma yapmış. Ayrıca çeşitli belediye çalışanı ve meclis üyesi ile de görüşmelerde bulunmuş.
Burada amaç, sadece ne tür projeler yapıldığının bir haritasını çıkarmak değil; aynı zamanda politikmiş. Önce, doğal kaynaklara yönelik inisiyatiflerin geliştirilmesini hızlandırmaya çalışan Ghent yerel yönetimi ile yurttaşlar arasındaki potansiyel yeni kolaylaştırıcı ve düzenleyici ilişkilere bakmışlar. Daha sonra da, “ulus-devletler, ulus-ötesi ekonomileri düzenlemeye artık yetmediğinde şehirler, sosyal, ekonomik ve kurumsal değişimin aktörleri olabilir mi?” sorusunun cevabını aramışlar.
Bauwens, planı hazırlarken 2 önermeden yola çıkmış. İlki, “Kent Meclisi, ortak kaynaklara yönelik inisiyatif alan yurttaşlar ve Ghent şehri sakinlerinin pek çoğu artık sadece yerel aktörler değiller. Aynı zamanda, birlikte dünya çapında sosyo-ekonomik değişimi etkileyebilecek ulus-ötesi ve yerel-ötesi ağların bir parçası haline gelmiş durumdalar”. Örneğin “fab-lab”lar (fabrication laboratory; yani üretim laboratuvarı kelimesinin kısaltılmışı; dijital üretim için hizmet ve teçhizat üreten küçük ölçekli atelyeler) gibi yerel projeler, küresel fab-lab bilgi akışına, topluluklara ve hatta koalisyonlara bağlılar. İkincisi, “şehirler, işbirliği yapma yolunu daha bilinçli bir biçimde yönetebilirler.Bu konuda da iklim değişikliği politikaları ve –şehirlerimizi tahribeden- Über’in veya Airbnb’nin (bunlara gig-ekonomi deniyor) düzenlenmesi gibi örnekler var (örneğin Londra’da Übere’e alternatif olarak faydanın şoförlerle ve kullanıcılarla paylaşılacağı bir platform olan ve araçların ortaklaşa sahip olunacağı “Kahn’s cars (Han’ın arabaları)”, “Boris’in bisikletleri” benzeri çözüm seçenekleri getirilmiş) ama daha gidilecek yol da var. Şehirlerin uluslar arası koalisyonu, yerel-ötesi ve küresel işbirliğinin gerçek kurumları haline gelmeli”.
“Ortak kaynaklar inisiyatifleri (Commons initiatives)”nin kabul görmesinin yanında, yerel yönetimler tarafından desteklenmesi de gerekiyor. Şehirlerin artık yönetici gibi davranan politikacılara ihtiyaçları yok; herşeyden önce yaratıcı yurttaşların, canlı, yaşayan bir topluluk olduğunun anlaşılması gerekiyor. Bu da, işlerin özelleştirilmesi veya hizmetlerin kamu-özel ortaklıklarından satın alınması yerine, kamu-yurttaş ortaklıklarının geliştirilmesinin amaçlanması anlamına geliyor.
Ortak Kaynaklara Geçiş Planı’nda bir süredir Ghent’te üzerinde çalışılan konu olan “sürdürülebilir gıda sistemi” öne çıkarılmış. Bu Ortak Kaynaklara Geçiş Stratejisi’nin merkezini, gıda zincirindeki tüm paydaşların biraraya getirilmesi oluşturmuş; mevcut ve yeni inisiyatiflerin, yerel gıda ve kısa tedarik zincirleri etrafında toplanması ve üreticilerle tüketicilerin birbirleriyle temas etmesi sağlanmış.
Mevcut Gıda Konseyi, sektördeki paydaşların temsili bir organı olduğundan ve burada ortak kaynak inisiyatifindeki yurttaşlara eşit müzakere ve söz hakkı verilmesi istenmediğinden ikinci bir organa ihtiyaç duyulmuş. Mevcut bağımsız Kentsel Tarım Çalışma Grubu, kentsel tarım projelerinde çalışan yurttaşlar, uzmanlar ve kendilerini bu konulara adamış yurttaşların koalisyonu şeklindeki bir platform olarak, güçten/iktidardan arınmış biçimde sivil toplumda uzmanlığın seferber edilmesine yardım etmiş.
Şimdi beklenen o ki, hazırlanan Ortak Kaynaklara Geçiş Planı, iki yeni kurumun oluşturulmasına yardım edebilir: birincisi, sektör tarafından organize edilen ve şemsiye niteliğindeki platform. Bu platform, ortak kaynaklarla ilgilenen ve kendisini onlara adamış yurttaşlardan oluşabilir. İkinci organsa, mevcut “ticaret odalarına (chamber of commerce)” analoji yaparak, “ortak kaynak odaları (chamber of commons)” olabilir. Bu odalarda yurttaşlar, ortak kaynakların iyileştirilmesine ve ortak kaynakların ekonomisinin geleceğine kendisini hasretmiş girişimciler olarak yer alabilirler.
Şehirler, akıllı ve anlamlı çözümler getirebilecek potansiyele sahipler. Yerel olan aynı zamanda küresel de. Yerel olarak üretken, küresel olarak birlirleriyle bağlantılı şehirler geleceği belirleyecek. İki yol var: Birincisi, “para herşeyi belirler” şiarından yola çıkan özelleştirme, mutenalaştırma, mega projeler, vb., ikincisi ise, yurttaşların geri getirebilecekleri “herkes için iyi bir yaşam”.
Bütün bu anlatılanlardan yola çıkılarak şehir için bir ulaşım planı hazırlanmış. Amacını,
yayalar ve bisikletler için daha fazla yol
daha iyi bir trafik sirkülasyonu
park yerleri ve diğer ulaşılacak yerlere kolayca erişilebilmesi
transit trafiğin şehrin dışında tutulması
olarak belirlemişler.
Şehri bir pizzayı dilimlere böler gibi zonlara bölmüşler. Şehre bir zondan giren araç, yine o zondan çıkmak zorunda; başka zona geçmesini yasaklamışlar.
Elektrikli, hatta şoförsüz araçlar pek yakında çok ucuza piyasaya çıkacak. Bu durumda kimse toplu taşımayı tercih etmeyecek. Bu durumda ne olacak? Yapay zeka ve big data hayatımızı nasıl değiştirecek? Über ve airbnb gibi küresel firmaların şehirleri tahrip etmesinin önüne nasıl geçeceğiz? Bunlar hala önümüzde duran sorular. Arabalar, politik kararlar sonucu arttı. Bu sorulara çözümler de yine politik kararlarla getirilebilir. Politik manifestolar önemli.
İsveç’teki kentsel ulaşım düzenlemeleri
İsveç örneğine gelince, hava kirliğini azaltmak için şehiriçi ulaşımı düzenlemeye karar vermişler. Çünkü hava kirliliğinin ve ulaşımdaki aksaklıkların, aşağıdaki sorunlara neden olduğunu tespit etmişler:
Çocukların sağlığını etkilediğini;
Trafik sıkışıklığına ve alanların azalmasına yol açtığını
Uyuşukluk yaparak obeziteye neden olduğunu
Sosyal bariyerler yarattığını
Sert yüzeylerin iklime değişikliğine uyumu zayıflattığını
Gürültü kirliliği nedeniyle sağlığı etkilediğini
Sera gazı emisyonlarına sebep olduğunu
Buna karşılık çözüm olarak şu seçenekleri getirmişler:
Trafik tıkanıklığı bedelleri (congestion charges. Şehrin belirli trafiği yoğun bölgelerine giren araçlardan alınan ücret)
Kentsel çevre anlaşması (yeni bisiklet yolları, öncelikli otobüs hizmeti, kargo bisikletleri projesi, bisiklet park yerleri, yeni otobüs terminali, şehir otobüsleri lojistiğinin genişletilmesi)
Yerel iklim projelerine hibeler
Araçlara kısıtlı zonlarda sürüş izni (yeşil zon, emisyondan arındırılmış zon gibi. Araçların Nox emisyon seviyelerine göre belirli zonlara girmelerine izin veriliyor)
Elektrikli bisikletlere sübvansiyonlar (bu ekonomik araç, kullanımı çok arttırmış)
Ulusal hedefler ve vizyon
Kentsel ulaşıma toplumsal cinsiyet perspektifi kazandırılmış. Bu amaçla ilk girişimler, Maliye Bakanlığı tarafından tam anlaşılamamışsa ve canını sıkmışsa da, Maliye Bakanı feminist olduğu için kadınların işe ve eğitime ulaşım politikalarına ilgi duymuş ve sonunda ikna olmuş.
Yaklaşımlarına temel olarak, Guillermo Penalosa’nın şu sözünü almışlar: “Eğer şehirlerimizde yaptığımız her şey, 8 ve 80 yaşındakiler için ‘fevkalade’ ise, bu herkes için ‘fevkalade’ demektir”.
İnsanlık giderek daha fazla kentsel alanlarda yaşıyor ama yaşamını sürdürebilmesi için doğaya bağımlı. Havanın filtrelenmesi, mikroklimanın düzenlenmesi, gürültünün azaltılması, yağmur suyu drenajı, kanalizasyon suyunun arıtılması, kültürel değerler ve eğlence için kentsel ekosistem hizmetlerinin sürdürülmesi ve geliştirilmesi de önemli.
Lyon
Fransa’da 1,4 milyon nüfuslu, 500 kilometrekare yüz ölçümü olan Metropol Lyon Şehri için katılımcı süreçle bir Ekolojik Strateji hazırlamışlar. Sürece 104 kuruluştan temsilciler ve akademisyenlerle çeşitli atelye çalışmaları ve ayrıca 4 ortak toplantı gerçekleştirmişler ve bu çalışmalardan 400 öneri almışlar. Böylece sahiplenmeyi sağlamışlar.
Emisyonları azaltmak için aşağıdaki seçenekler önerilmiş:
Şehir planlama (Eğer herkes evine yakın bir yerde ihtiyaçlarını karşılayabiliyorsa, uzun ulaşım mesafelerine ihtiyaç kalmaz.)
Pozitif enerjili yapılar
Enerji verimli binalar
Araç paylaşımı
Yeni akıllı elektrik şebekesi
Sadece yenilenebilir enerjilerle şarj edilen elektrikli arabalar
Semtlerle otonom enerji üretimi
Bu seçenekleri çeşitli senaryolarla birleştirip, sera gazı salımlarını azaltma maliyetlerini hesaplamışlar. Böylece hangi seçeneklerin salım maliyetini nasıl etkilediğini analiz etmişler.
Bunun yanında doğayı şehirde muhafaza etmeye çalışmışlar. Polinasyonu sağlayan böcekleri tekrar şehre getirmek için bir program başlatmışlar. Önce kentsel alan ve çevresindeki tüm yabani bitkilerin ve ekolojik koridorların, bu koridorlardan risk altında olanların envanterini çıkarmışlar. Şehirde 100 ekolojik koridor açmışlar. Bitki sağlığı için kullanılan ürünlerin kamusal alanlarda kullanımını yasaklamışlar. Binlerce ağaç dikmişler. Pek çok hayvan türü şehre geri dönmeye başlamış.
Malzeme, enerji ve su konusunda şehrin metabolizması ve şehrin hızla eski haline getirilmesi konusu bundan sonraki çalışma alanları olacakmış. Gıda güvenliği, ekonomik dirençlilik, ortak çalışma öncelikleri. Sanatçılar, şehrin sorunları için yaratıcı çözümler sunabilir.
Şehirlerin ulus-ötesi yönetişim düzeyine geçmesi kririk önem taşıyor. Şehiler, yeni siyasal merkezler olarak işlev görecekler. Yeşil şehirler, sürdürülebilir toplumların prototipi
Birçok koruma statüsü bulunmasına ve sit alanı olmasına rağmen kaçak inşaatlarla talan edilen ve sit statüsü kaldırılan Karadeniz Ayder Yaylası gibi diğer yaylalar da tehdit altında. Rize Valisi’nin “Ayder turizm potansiyelini kaldıramıyor, yeni 11 Ayder daha oluşturacağız” sözleri, Karadeniz’in diğer yaylalarının da turizm adı altında yapılaşmaya ve ranta açılacağı endişelerini güçlendirdi. Yıllardır Yeşil Yol çalışmalarına yaylaları talana açmanın yolu olacağını belirterek karşı çıkanların da ne kadar haklı olduğu, valinin itiraf gibi açıklamaları ile ortaya çıkmış oldu. Açıklamayı değerlendiren doğa savunucuları ise “Benzer bir turizm anlayışının Ayder gibi 11 yere daha taşınacağını düşünmek dahi istemiyoruz” diyerek tepki gösterdi.
DHA’ya açıklamalarda bulunan Rize Valisi Erdoğan Bektaş, Doğu Karadeniz’de öne çıkan Ayder Yaylası ve Uzungöl’de anormal bir yoğunlaşma olduğunu belirterek 11 yeni Ayder Yaylası projesi ile ilgili şunları söyledi; “Ayder için bütün proje örneklerine bakılınca konaklama için 3 bin 500 yatak öngörülüyor. Daha fazlası olamıyor. Bıraksak daha fazlası olacak ve Ayder daha çözümsüz bir hale gelecek. Bu şu demek oluyor bir iki nokta öne çıktı ve yoğunlaştı ve yoğunluğu kaldırmıyor. Şimdi ne yapmamız lazım? Benzer seçenekleri çoğaltarak yoğunluğu coğrafyaya dağıtmamız lazım. Bizim 11 yeni Ayder dediğimiz kavram bu. Biz bir Ayder’e mahkum muyuz? Başka yerimiz yok mu? Başka imkanlar oluşturulamaz mı? Bunu dağıtamaz mıyız? Buradan yola çıkarak Ayder özellikleri taşıyan 11 yeni Ayder daha tespit ettik. Bu söylemlerim ardından Kaçkarları mahvediyorlar yeni Ayderler yapacaklar denildi. Yok öyle bir şey. Ben bir otel, bir bina veya tesis yapmayacağım” dedi.
Rize Valisi: “Biz 11 yeni Ayder dediğimiz yerlerin planlarını yapacağız. Buralardan biri de Ağaran Şelalesi”
Vali Bektaş, şöyle devam etti: “Biz 11 yeni Ayder dediğimiz yerlerin planlarını yapacağız. Sınırlarını belli edeceğiz. Olası müdahaleleri belli mantık dahilinde tutmaya çalışacağız. Buralardan biri de Ağaran Şelalesi’dir. Orda birisi bizden otel yapacağım diye ruhsat aldı ve gidip baktık ki aldığı izinle yaptığı iş başka. Durdurduk bekliyor ve düzeltecek plana uyacak. Yoksa yarın Ayder’i nasıl yıkıyoruz bir de Ağaran’ı yıkarız hesabına giremeyiz. Bunu başaramayız.”
Planlı yapılaşmanın alt yapısını yaptıklarını öne süren Vali Bektaş, “Yoğunluğu bu atılacak adımlarla böleceğiz. Andon diye bir yerimiz var. Rize’nin arkasında gizli duruyor. Andon’un dağla bağlantı yollarını ve planlarını yapıyoruz.” ifadelerini kullandı.
“İdarenin samimiyetine güvenmek istiyoruz”
Valinin açıklamalarını Evrensel’e değerlendiren Avukat Yakup Okumuşoğlu, “Kaçak yapılaşma zaten idarenin bilgisi dahilinde yapıldı. Vatandaşlar, kesilen para cezalarını verdi, yapıları yaptı. Ayder bir doğa alanı olmaktan çıktı, şehir oldu. Benzer Ayderler üretmek demek, doğal güzelliklerin, doğa değerlerinin, en değerli ekosistemlerin birer Ayder’e dönüşmesine sebebiyet vermek demektir. Altyapı düzenlemeleri yapılmadan, kontrol mekanizmaları üretilmeden böyle bir çalışma yapılmamalı. Burada da idarenin samimiyetine güvenmemiz gerekiyor. Bu gibi alanlarda ‘11 yeni Ayder’ söylemi çok büyük doğa katliamına sebep olacak. Yeni rant alanı üretecekler, bunun başka bir anlamı yok. Kaçkarlara yazık olacağını düşünüyoruz. Bu alanlar birileri üç kuruş kazanacak diye birilerine peşkeş çekilmemeli. Kaçkarlara idarenin daha hassas yaklaşmasını bekliyoruz. Yeni turizm alanları açılmasının aksine, biz Ayder’e gelenin gidenin azaltılması gerektiğini düşünüyoruz. Ayder yaylası milli park. Milli parka on binler girmez. Milli parka tur otobüsleriyle değil özel izinle girilir, ağaçların dibinde mangal yapılmaz. On binlerdce insan çerini çöpünü bırakmaz. Böyle bir turizm anlayışı olmaz. Benzer bir turizm anlayışının Ayder gibi 11 yere daha taşınacağını düşünmek dahi istemiyoruz” diye konuştu.
Ayder Yaylası
Çamlıhemşin ilçesinin 19 kilometre güney doğusunda, 1350 metre yükseklikte yer alıyor. Fırtına Deresi boyunca eşsiz doğa güzellikleri izlenerek ulaşılan Ayder Yaylası, çevresini saran çam ormanları, şelaleleri, yöresel mimarideki evleri, çiçekleri ve bu çiçeklerden elde edilen balı ve şifalı kaplıcasıyla sırtını Kaçkarlar’a dayamış, çam örtülü yamaçlarla kaplı bulunuyor. Yaylada trekking, kampçılık, dağcılık gibi birçok spor aktivitesi de yapılıyor.
Türkiye’nin doğal kaynaklara sahip organik adası Gökçeada, altın madeni tehdidi altında. Proje onaylanırsa Lazkoyu ve çevresindeki su kaynakları büyük zarar görecek.
Birgün’den Mustafa Dermanlı’nın haberine göre Gökçeada altın ve gümüş madeni tehlikesi altında. Merih Madencilik A.Ş. tarafından 2013 yılında alınan ruhsata istinaden yapılan çalışmalar sonucunda hazırlanan proje tanıtım dosyası kısa süre önce Çanakkale Valiliği’ne sunuldu ve proje hakkında ÇED süreci başlatıldı.
2011 senesinde sakin şehir Cittaslow ilan edilen ve Türkiye’nin organik tarım yapılan nadir yerlerinden biri alan Gökçeada’da zeytincilik, tarım ve hayvancılık halen yoğun uğraşlar arasında yer alıyor. Bunun yanı sıra ‘turizm teşvik bölgesi’ de ilan edilen Gökçeada, gerek yerli, gerekse yabancı turistlerin son yıllardaki uğrak noktaları arasında gösteriliyor.
Proje tanıtım dosyasındaki verilere göre adanın güney kesiminde, 44 noktada, toplam 1.100 metre sondaj gerçekleştirilecek. Toplam 229 bin TL’lik projenin arama aşamasında 423 ton kazı toprağı ortaya çıkacak. İşletme ruhsatı alındığında ise çok daha fazla toprağın kazılacağı emsal projelerden tahmin ediliyor.
Dosyada dikkat çeken bir nokta da emisyon değerlerinin, hava kirliliğine neden olan sınır değerini aşması.
Dosyaya göre, arama yapılacak bölge çevresinde bulunan derelerin yataklarında herhangi bir sondaj çalışması yapılmayacağı ve katı-sıvı atık atılmayacağı firma tarafından taahhüt edilse de, arama faaliyetlerinde kullanılacak bentonit maddesinin yeraltı suları ve yağış etkisiyle su kaynaklarını olumsuz etkileyeceği Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği Başkanı Süheyla Doğan tarafından önemle dile getiriliyor.
Süheyla Doğan
Doğan, “Altın madeni firmaları son günlerde Kazdağı, Madra Dağı, Kozak Yaylası ve ülkemizin diğer bölgelerinde akın akın saldırıya geçmiş durumdadır. Gökçeada da bu saldırıdan nasibini almaktadır” dedi.
Madenciliğin yapılacağı alanlarda tüm ağaçlar traşlanarak kesilmekte olduğunu dile getiren Süheyla Doğan, “Gökçeada’da deniz kıyısına, derelere, Su Altı Milli Parkı’na, Tuz Gölü’ne yakın olan altın madeni projesi ada için bir yıkım olacaktır. Organik tarım adası olan ve turizm cenneti olan adada altın madenciliği projesi, tüm bu faaliyetlerin ölüm fermanı demektir. Altın madencilerinin kazancı uğruna Gökçeada’nın doğası mahvolacak, halkın tarım ve turizmden elde edeceği gelir yok olacak, halk yoksullaşacak ve adayı terk etmek zorunda kalacaktır. Gökçeada Yuvacık Köyü Altın Madeni Projesi’nden acilen vazgeçilmelidir. Ada halkı, çiftçiler, organik tarımcılar, turizmciler acilen bir araya gelip daha arama aşamasında olan bu projeye karşı çıkmalı ve durdurmalıdır. Aksi halde işletme ruhsatı alması durumunda doğa tahribatı çok daha fazla olacaktır. Ve de projenin durdurulması daha da zordur. Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği olarak ada halkının vereceği mücadelenin yanındayız”” şeklinde konuştu.