Ana Sayfa Blog Sayfa 2859

Ülkü Tamer hayatını kaybetti

İkinci Yeni şairlerinden, yazar, çevirmen, tiyatro oyuncusu Ülkü Tamer, hayatını kaybetti.  81 yaşındaki Tamer, Bodrum’a bağlı Turgutreis’te yaşıyordu.

Tamer’in cenazesi yarın Turgutreis Merkez Camisinde kılınacak cenaze namazı sonrası Gümüşlük Mahallesi’ndeki mezarlıkta toprağa verilecek.

20 Şubat 1937’de Antep’te doğan Ülkü Tamer, Robert Kolej’den 1958 yılında mezun oldu. Yayıncılık, oyunculuk ve çevirmenlik yaptı ve 1950’li yıllarda İkinci Yeni şiir akımında yer aldı.

Şiirleri 1954’den itibaren Kaynak, Pazar Postası, Yeditepe, Yeni Dergi, Papirus, Sanat Olayı gibi dergilerde yayımladı. 1967’de Yeditepe Şiir Armağanı’nı kazandı.

Yayınlanan ilk şiiri “Dünyanın Bir Köşesinden Lucia” idi. Şiir Kaynak Dergisi’nde yayınlandı ve bu şiirle tanınır bir şair oldu. 1950’li yıllarda şiirde Garip akımının etkisinden sıyrılma yolundaki şairler arasında yer aldı. Daha sonra Turgut Uyar, Cemal Süreya, Edip Cansever, Sezai Karakoç ve  Ece Ayhan ile İkinci Yeni akımını oluşturdular. Bu akıma ismi Muzaffer İlhan Erdost vermişti.

1964 – 1968 yılları arasında özel tiyatrolarda oyunculuk yaptı. Oyunculuğu sürdürmedi. Bu dönemini “Bir Gün Ben Tiyatrodayken… Kırk Sanatçıdan Tiyatro Anıları” (2003) adlı kitabında yazdı ve tiyatroyu neden bıraktığını da anlattı.

İkinci Yeni akımı içinde az eser verdi. Ardından kendi şiir yolunu seçti. Soğuk Otların Altında, Gök Onları Yanıltmaz, Ezra ile Gary, Virgülün Başından Geçenler, İçime Çektiğim Hava Değil Gökyüzüdür, Sıragöller, Seçme Şiirler, Antep Neresi ve Yanardağın Üstündeki Kuş gibi şiir kitapları yayınladı.

Ülkü Tamer ilk evliliğini yazar ve çevirmen Tomris Uyar ile yapmıştı. İkinci evliliğini ise Neslihan Tamer ile.

1991 yılında dört öyküsünü içeren “Alleben Öyküleri” adlı öykü kitabını, 1997’de ise “Alleben Anıları” adlı öykü kitabını yayımladı. Bunu, 1998’de yayımlanan “Yaşamak Hatırlamaktır” adlı anı kitabı izledi.

Ülkü Tamer çevirmen olarak da çok üretkendi; yüzün üstünde kitap çevirdi. Edith Hamilton’dan Mitologya çevirisiyle TDK 1965 Çeviri Ödülü’nü kazandı.

Ayrıca yayıncılık da yaptı. Milliyet ve Karacan yayınlarını yönetti, Milliyet Çocuk ve Sanat Olayı Dergileri’ni çıkardı. Çocuk edebiyatı türünde de eserler de verdi.

Şiirleri Ahmet Kaya (“Üşür Ölüm Bile”, “Gül Dikeni”; Zülfü Livaneli (“Memik Oğlan”, “Güneş Topla Benim İçin”, “Geceleyin”); Edip Akbayram (“Ağıt”) ve Grup Yorum (“Düşenlere”) tarafından şarkılarla geniş dinleyici kesime duyuruldu.

 

(Bianet)

[Kuşlar, Orman ve Ben] Ornitoloji Okulu

Türkiye’de Doğa ve İnsan Konularının Yakın Tarihi’nde Tanıklıklar

Güneşin Aydemir

***

23 – Ornitoloji Okulu

C.G.:  Evet  Güneşin. Son iki haftayı da eskide yayınlanmış bir yazıyla geçiştirdin. Ama yemezler.  Sen bitiremeyeceksin bu yazı dizisini, -muhabbet insanısın ne de olsa- o nedenle kendimi sana atadım. Ben soruyorum, sen söylüyorsun.

G.A.: Öyle demiştik.

C.G.:  En son nerede kalmıştık? Üniversiteden mezun oldun. Kariyer yapmaktan da vazgeçtin. Kuşçu, doğacı tayfası ile takılıyorsun.

G.A.: Çok önemli bir kısmı unuttuk.

C.G.: Nasıl? Ne zaman?

G.A.: Bodrum’dan da önce. (Bodrum’a da gelemedik bir türlü) 1994 yılı. Ornitoloji Okulu düzenlemiştik. Geçen yazılara bakıyordum, elimde de fotoğraflar. Malum fotoğraf istiyor Alper. Aa bi de ne göreyim?

Ornitoloji Okulu kulislerinde (1994 Ekim)

C.G.: O zaman araya mı alalım ne yapalım? Geçmiş içinde geçmişe yolculuk yaptırıyorsun.

G.A.: Ama önemli. Memleketin birkaç yerinde nokta endemiği olarak yaşayan kuşçuların bir araya gelmelerine vesile olmuş bir etkinliktir. Belki de ilkidir.

C.G.: Nokta endemiği?

G.A.: Dünyanın sadece bir yerinde bulunan, çok kısıtlı şartlarda yaşayabilen, endemiğin de endemiği türler için söylenir.

Bu kuşçular da böyleydi. Ankara’da koloni oluşturabilecek birey sayısı vardı (bölünmemiş olsalardı iyiydi), İstanbul’da hadi gene birkaç tane, İzmir’de bir tane, Samsun’da bir tane, üniversitede bir tane şeklinde devam ediyordu.

Türkiye Tabiatını Koruma Derneği’nde Miraç ile birlikte gönüllülük zamanları (1994)

Ankara Kuş Gözlem Topluluğu da Ornitoloji Okulu düzenleyelim dedi. Fikir Okan Arıhan’dan çıktı, hepimiz heyecanlandık. O sıralarda Kırsal Çevre Derneği, Dendroloji Okulları yapıyordu ve aslında oradan ilham aldık.

Valla şimdi atmayayım, geçmiş gün, galiba 4 hafta sonuna yayılan okul gibi bir şey yaptık gerçekten de. Hatta hafta sonlarından birine 29 ekim mi neden geldi de ondan 5 haftaya mı ne uzadıydı. Ama ona rağmen kalabalık hiç azalmadan bitirdik okulu.

C.G.: Kimler katıldı?

G.A.: Kuşçuluk camiasından, dışarıdan  kuşlarla çalıştığını bildiğimiz herkesi çağırdık. Doğal Hayatı Koruma Derneği’nden Murat (Yarar), Samsun’dan Sancar (Barış), İzmir’den Güven (Eken), Hacettepe Üniversitesinden Zafer (Ayaş), Kerem Ali Boyla, Bulak Arpat, Sühendan Karauz, Cem Orkun Kıraç, Okan Can, Okan Arıhan

Ornitoloji Okulu hep birlikte (1994 Ekim) (soldan sağa sırasıyla isimler: Mehmet Gürsan, Güven Eken, Kerem Ali Boyla, Seda Karauz Arıhan, bendeniz, Sühendan Karauz, Rezzan Türkoğlu, Cem Orun Kıraç, Okan Arıhan, Okan Can)

Hemen herkes. Bir Uygar (Özesmi) yoktu galiba o da sanırım yurtdışındaydı. Türkiye Tabiatını Koruma Derneği’nin o zamanki genel sekreteri rahmetli Coşkan Daş aynı zamanda Tür Amerikan Derneği’nin Yönetim Kurulu üyesiydi. Orasının da çok güzel bir auditoriumu vardır. Orada yaptık Coşkan sayesinde.

C.G.: Organizasyon komitesinde kimler var?

G.A.: Herkes çalıştı deli gibi. Tam bir imece çalışması. Ben ve Okan (Arıhan ve Can) biraz daha fazla koordinasyonunun içindeydik. Çok kapsamlı bir program çıkarmıştık.

Ornitoloji Okulu tişörtünün ön ve arka kısmı bir arada

Kuşlar hakkında ne ararsan var. O toplantıda hiç not falan tutulmamış, ya da sunumlar alınmamış demek ki, bulamadım. Ya da kim bilir nelerdedir.  Ama kuşların evriminden, fizyolojilerine, toksisitenin kuş yaşamı üzerindeki etkilerinden, sistematiğine, kuş gözlem tekniklerinden, kuş korumacılığına,  alanlardaki tehditlere kadar her konu konuşuldu.

Türkiye Tabiatını Koruma Derneği. Sedat Yerli ve Ali Turan ile birlikte (1994)

Daha da önemlisi, herkes buluştu. Yeni insanlarla tanıştı, birbirinden haberdar oldu. Ve hatta benim dikkuyruk konusundan haberdar olmamı sağlayan ANATIDAE 2000 toplantısı için çekilen kurada mükafat bana vurmuştu. O da bu toplantının peşi sıra yapılmıştı zaten.

C.G.: Dikkuyruklara girmeyelim çıkamıyoruz. Söylesene, şöyle dinlemekten keyif aldığın bir şeyler, müzik gibi?

G.A.: Edith Piaf çok severim. Sıcak havada dinlenecek ama. Vertigo iken balina sesi dinledim sürekli.

Devam edecek….

 

Güneşin Aydemir

Toprak ve ilişkileri: Kısa bir bakış – Iraz Candaş

Toprak deyince çoğumuzun aklına cansız, durağan ve bitkiler ve hayvanların yaşaması için var olan inorganik bir tabaka gelir. Bunun eksik bir tanım olduğunu artık biliyoruz. Toprak, içinde karmaşık ilişkiler ağını barındıran, canlı bir ekosistem. Ayaklarımızın altındaki bu “dünyanın” farkına varıp onu derinlemesine keşfetmek gezegen üstündeki –varsa-  geleceğimize kılavuzluk edebilir.

Çerçevesini çizeceğim bilgilere erişim yaklaşık 150 yıllık bir çalışmayla sağlandı. Gözle, hatta çoğu mikroskopla dahi göremeyeceğimiz bu dünyanın keşfi, 1885’te Albert Bernhard Frank’ın yazdığı bir makaleyle başlıyor. Bilgilerimizin bugünkü haline gelmesini sağlayan en önemli teknolojik gelişmeler arasında ışık ve elektron mikroskopları var. Böylesi mikroskoplarla artık toprağın içindeki mikrobiyolojik canlıların birbirleriyle ve bitkilerle (ve hatta karasal memelilerle) kurdukları ilişkileri anlayabiliyor ve 1990’lar itibarı ile yapılan çalışmalar sayesinde de bu bilgileri bitkisel üretim alanlarımızda kullanabiliyoruz.

Bir tatlı kaşığı iyi bahçe toprağında;

  • 1 milyar bakteri
  • Birkaç metre uzunluğunda mantar iplikçiği (hifler)
  • Birkaç bin protozoa
  • Bir iki düzine kadar nematod var.

Bir de tabi toprağın üstündeki karasal memeliler var: Mesela inekler ve insanlar.

Bu yaşam ağı yapısı içinde her şey ilişki halinde. Her şey, doğrudan olmasa bile dolaylı olarak birbirine yararlı sonuçlar doğuracak, alış ve verişler içerisinde.

Pekiyi, insan, bu ilişkiler ağının neresinde? Bunu anlamak için biraz daha detaylı bakmak gerekecek.

Kara bitkilerinin %80-95’i mikorizal mantarlarla ilişki içinde. Bunların %70’i arbuskülar mikorizalar. Yani bu ilişki bir istisna değil; bir kaide.

Bitki kökü ve arbuskülar mikorizal mantarların büyüleyici ilişkisi karşılıklı faydaya dayanıyor. Yani her iki tarafın da ihtiyaçlarını karşıladığı; bu ihtiyaçları karşılarken birbirine zarar vermeden, türlü fedakârlıklarla birbirine destek olduğu bu hikâye, işin gaz ve toz bulutunu kapsayan kısmını atlarsak 460 milyon yıl öncesine tarihleniyor.

Bitki fotosentezle ürettiği “şeker”in önemli bir kısmını, karşılığında bitkinin gelişmesi ve çoğalması için kaçınılmaz olan mineralleri alacak şekilde köklerinden mantarlara veriyor.

Mantarlar, bitki köklerinin ulaşamayacağı toprak derinliklerinden getirdikleri iyon yani yüklü yapıda – ki bu, bitkinin mineralleri kullanabilmesinin tek yolu – mineralleri, bitki kökünün etrafındaki alanda (rizosferde) bir nevi değiş tokuş birimi olarak kullanıyor. Bitki de mantarın kendi kendine üretemediği şekeri, zaman kaybetmeden ona iletiyor.

Bu ilişki öyle önemli ki, bitki özellikle topraktaki potasyum seviyesi düştüğünde, hemen mantara yardım çağrısında bulunur. Mantarın dikkatini çekmek için de normalde ona karşı kullanmak için sentezlediği hormonlardan birini çok düşük bir yoğunlukta salgılar. Dikkati bitki köküne çekilen mantar sporu, büyümeyi tetikleyici bir başka molekülle karşılık verir ve birleşme başlar. Bu birleşme, bitkiye sadece mineral sağlamaz. İpliksi mantar ağlarının yarattığı yüzey alanı besin emilimini artırır, rizosferdeki rekabet için mantarların salgıladığı moleküller parazitleri uzak tutar. Bu ağ yapısının etrafında kohezyon etkisiyle fazladan su tutulur; kuraklığa karşı direnç artar.

Mikro ölçekteki bu ve bunun gibi henüz keşfetmediğimiz ilişkilerin, gezegenin Karbon, Azot ve Su döngülerine; küresel iklim değişikliğine; karasal hatta denizel ekosistemlerin sürdürülebilirliğine;  tarımsal üretime; toprağın sağlığına; gıdanın besin değerine dolayısıyla insanın sağlığına; sağlıklı insanlardan oluşan topluluğa ve bu topluluğun geleceğine olan etkileri yadsınamayacak açıklıkta.

Topraktaki mikrobiyolojik canlılarla aktif bir ilişki içinde olan bitki, sağlıklı ve besleyicidir. Hastalıklara ve kuraklığa dayanıklı, neredeyse tüm mineral ihtiyaçlarını faydalı ilişkilerle sağladığından iyi gelişen ve büyüyen; eksik kalmayan mineral tedariği sayesinde karmaşık enzimler, proteinler ve şekerler sentezleyerek güçlü genetik materyal üreten bitki; onunla beslenen her canlıya aynı oranda faydalıdır.

Ne yiyorsak, onun yediğiyiz öyleyse. Zira benzer ilişkilerin, yine mikrobiyolojik ölçekte kurulduğu bir yer daha var: ince bağırsaklarımız. Yediklerimizi sindirdiğimiz, sindirdiklerimizle enerji ürettiğimiz, ürettiğimiz enerjiyi karmaşık enzimler, proteinler ve şekerler sentezlemek için kullandığımız döngü tanıdık geldi mi? Bu karmaşık moleküllerle bizim de aynı bitkiler gibi genetik materyal ürettiğimiz ya da? Bağırsaklarımızda, böylesi bir sindirimin gerçekleşmesi için karşılıklı fayda ilişkisi içinde olduğumuz mikrobiyolojik canlılar olduğunu duymak sahiden de o kadar şaşırtıcı mı? Bağırsaklarımızın toprak ekosisteminin bir uzantısı olduğunu söylemek artık yeterince iddialı bir varsayım bile değil. Yani farkında olsak da olmasak da toprağın müştereklerinin bir parçasıyız. Doğa dostu olamayız; doğayız. Toprağın üstünde, fiziksel olarak ona bağlı kalmadan yaşamamız, topraktan bağımsız canlılar olabildiğimiz anlamına gelmiyor. Henüz. Neyse ki.

Bu durumda, bağırsaklarımızdaki yararlı mikrobiyolojik canlılarla, yani “iyi” çocuklarla, bahsettiğim gibi bir ilişki kurduğumuzda; onları ve dolayısıyla kendimizi bu türden ilişkiler sayesinde besin değeri yüksek olan gıdalarla beslediğimizde daha sağlıklı yumurtalar veya spermler üreteceğimiz; bu yumurta ve spermlerin daha sağlıklı bireyler olarak gelişeceği kesin. Ama toprağın altındaki müştereklerin bir parçası olduğumuza dair kavrayışın nesiller boyunca aktarılması ve yerleşmesi gerekiyor. Sadece biyolojik olarak sorumluluk almak yeterli değil; bunu geleceğe taşımak için bir kültürün de üremesi şart.

Bu ilişkiler ağındaki sorumluluklarını yerine getiren sağlıklı bireylerin sağlıklı topluluklar inşa edeceği kurgusu istisna bir gerçeğin değil; bir kaidenin göstergesi değil mi? Kaldı ki, acı ama gerçek: Bu sorumlulukları yerine getirmesek ve bu farkındalığa varmasak dahi öldüğümüzde, toprak mikrobiyolojisi için önemli bir kaynak olarak ölüm ve dirim döngüsüne, dolayısıyla toprak müştereklerine katılıyoruz.

Toprak üzerinde müşterek bir gelecek hayali, hali hazırda kaçınılmaz olarak bir parçası olduğumuz toprağın altındaki müştereklerin farkına varmak ve geleceğin müştereklerini bu iki dünya arasındaki döngüyü onaracak bir paradigmayı inşa etmekle mümkündür.

Bırakın bu döngüyü onarmak için çalışmayı; türlü tarım kimyasallarıyla toprakta yaşayan canlıları öldürüp, tarım makineleriyle toprağın fiziksel yapısına sürekli müdahale ediyor medeniyetimiz.

Oysaki bu onarımı öncelemeden kurmaya çalışacağımız bir gelecek; ne var ne de müşterek.

Evrenin derinliklerine baktığımızda geçmişi görüyoruz. Pekiyi, toprağın derinliklerine indiğimizde de geleceği görüyor olabilir miyiz?

 

 

 

Iraz Candaş

Çevresel Hareketler: Dün, bugün, yarın – Ebru Bingöl

Çevresel hareketler, modernitenin, kendi köklerini derinleştirmek amacıyla önüne çıkan her olanağı sınırsızca kullanma güdüsü karşısında artan endüstrileşmenin kentlerdeki sağlığı tehdit eder hale geldiği 19.yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkmış, gündelik yaşam kalıplarından alternatif kültür yaşamına varıncaya kadar toplumun yeniden idealize edilmesine yönelik kuramlar ortaya atmıştır.

Bu duruma tepki olarak doğan çevresel hareketler, kendi katliamına sesini çıkaramayan doğanın sesi olmuştur. Modernitenin mekanik felsefesine karşıt olarak kendi bütüncül felsefesini üretmiştir. Ancak pek tabi ki içinde birçok çeşitliliği barındıran çevresel hareketleri bir tek bu çerçeveye sokmak yeterli olmayacaktır. Çevresel hareketler içine doğdukları yerel ve global dünyanın durumuna bağlı olarak bazen sadece korumacı anlayışları içermiş, bazen radikal düşünceleri barındırmış, bazen de parlamento içinde daha politik bir yapıya bürünmüştür.

Bu doğrultuda ülkeden ülkeye, kültürden kültüre değişiklik gösteren çevresel hareketlerin, değişim süreci ve bunun sebepleri bu yazının anlamaya çalıştığı temel sorudur. Soruya yanıt bulma amacıyla çevresel hareketlerin doğuşu ve zaman içinde değişimleri, geniş yankı bulmuş çevresel hareketler ve bunların genel yapıları ve hareketin içerdiği ideolojiler ve ideoloji farklılıkları incelenmiştir.

Bu sebeple Castells’in ‘Çevresel Hareketler’ üzerine yazısı[1] çıkış noktası olarak ele alınmıştır. Castells’in de çalışmasında gözlendiği üzere, tarihsel süreç içinde toplumun değişmesiyle beraber değişen ideolojiler üzerinde durulacaktır. Çünkü şehir kuramcısı Prof.Dr. İlhan Tekeli’nin de vurguladığı gibi ‘kişilerin eylemlerinin bir nedene dayandığını kabul etmeden bir toplum bilim kurulamaz’[2].

Tarihsel Süreç

Castells’in toplumsal hareketleri sınıflandırdığı çalışmasında proactive toplumsal hareket olarak adlandırdığı çevresel hareketler, doğanın korunması, çevrenin kalitesinin arttırılması ve ekolojik yaklaşım konuları kapsamında 19.yüzyılda ortaya çıkan fikirler olup uzın süre gelişmiş ülkelerdeki aydın elit kesim tarafından savunulmuştur. Her ne kadar Kropotkin gibi anarşizm ve ekoloji konularını ele alan ütopyacı politik ekolojistler var olsa da yaklaşık bir yüzyıla yakın bir süre çevreci yaklaşım zengin tabakanın yönlendirdiği, korumacı yasalar çıkarılmasını talep eden ve çevre için varlıklı bireylerin para bağışlamasını destekleyen entellektüel bir trend olarak kaldı. Bu çizgiden kopuş 1930’larda Amerika’daki ekonomik ve sosyal refah söylemleriyle beraber artan karşıt topluluklarla başladı. 1960’larda ise Amerika, Almanya, Batı Avrupa’dan başlayarak tüm dünyaya yayılan kütlesel hareketler haline geldi, ekonomik, sosyal ve çevresel boyutta yeni bir kültür öngörüyordu.

1960’larda Grup Ten’in çıkış noktası doğanın korunması anlayışıdır. Sierra Club, Audubon Society ve Wilderness Society adlı üç doğa koruma örgütü daha sonra yedi farklı korumacı toplulukla daha birleşmiş ve Grup Ten’i oluşturmuştur. Aralarındaki yaklaşım farklılıklarına rağmen yeni gruplarında kurumsal sisteme karşı pragmatik koruma doğrultusunda birleştiler. Amaçlarının şimdiki ekonomik ve yapısal sistemde vahşi hayatın korunması olduğunu söylüyorlardı; doğayı önemsemeyen bürokrasiyi ve kontrolsüz gelişmeyi karşılarına almışlardı.

Kendilerini doğa aşıkları olarak adlandıran 600.000 kişi, fikirlerini sosyal farklılık gözetmeden herkese yaymaya çalıştılar. Yaygın desteklerini ve popülerliklerini varlıklı elitlerden, bağış kurumlarından ve derneklerden aldılar. Zaman zaman politikada koalisyon olarak yer alsalar dahi, çevreci amaçlarından sapmamaya, radikal ideolojilere karışmamaya dikkat ettiler. Radikalleşmeyen, insanların, kendi yerlerini istenmeyen faaliyetlere karşı korumaları çevresel eylemin en hızlı büyüyen çeşidini oluşturdu. Bu duruma bir örnek teşkil eden ‘Not in my Back Yard’ hareketi de 1978’de Amerika’da Niagara Şelaleri’nde-Love Canal endüstriyel toksik atık hareketiyle ortaya çıktı. Lois Gibbs’in 1981’de oğlunun sağlığını korumak amaçlı kurduğu yerel grup daha sonra 1988’de genişledi; hedefleri arasına altyapı sağlanması, kontrolsüz gelişme ve zararlı faaliyetlerin yer seçimi gibi konuları da dahil etti. Hareket yerel olsa dahi eylemlerini işyerlerine ve bürokrasiye karşı yaparak yerelde hapsolup kalmıyordu. Bu doğrultuda, çevre kirliliğinin toplumun yoksul kesimini daha çok etkilemesi, istenmeyen aktivitelerin altgelir kesiminin ve azınlıkların aleyhine yer seçmesi, alan kullanımına karar vermede demokratikliğin ve şeffaflığın yoksunluğuna karşı savaşıyorlardı. Bu yüzden yerel demokrasi istiyorlar, kent planlamasında, kentsel ve endüstriyel gelişmede söz sahibi olmak istiyorlardı. Devletten talepleri, şirketlerden önce toplumun yararına çalışması, gücünü toplumsal refah için kullanması gerekliliğiydi.

Love Canal’da risk grubu olan çocuk ve genç protestocular

Çevresel hareketlerin küresel bir tepkiye dönüşmesinin sebebi 1970’lerde ortaya çıkmaya başlayan yeni sosyal yapı ve ağ toplumunun ortaya çıkardığı kuramlardır. 1970 sonrası özellikle Kuzey Amerika’da ortaya çıkan ve bilgisayar modellemelerine dayanan bilim anlayışına karşı kendi bilimsel yaklaşımını oluşturmaya başlar. Bramwell’e göre çevresel hareketler ‘bilimin bilime karşı bir başkaldırısıdır’. Bu noktada hareket, bilim ve teknoloji büyük bir ikilemi içermektedir. Gelişmiş teknoloji ve bilime olan güvensizlik bir takım ideolojilerde yankı bulurken bir yandan da insan ürünleri ve çevrenin ilişkisini incelemek için veri toplama, analiz etme, yorumlama ve elde edilen sonuçları yayma misyonunu içermektedir. Endüstri, bürokrasi, kapitalizm ve teknokrasi tarafından saklanan gerçeklerin öğrenilmesi için bilime ihtiyaç duyulmaktadır. Bu yüzden birçok hareket bünyesinde bilim adamı barındırımaya başlar ya da bilim adamları ve akademisyenlerle iletişim halindedir. Asıl amaç bilginin yadsınması değil üstün bilgiye ulaşmaktır. Burada adı geçen üstün bilgiden kasıt parçacı ve dar zamanlı yaklaşımdansa bütüncül yaklaşımı ve uzun dönemli zamanı içeren bilgidir.

Çevresel hareketler 60-70 hareketlerindeki alternatif kültürlerle de beslenerek birtakım değişimler gösterdi. Castells’e göre alternatif kültürün çevreciliği radikal çevreciler kadar marjinaldi. Hayvan hakları ve ekofeminizm gibi konuları da kapsıyor ve ‘deep ecology’ /derin ekoloji kavramı genel söylevlerini oluşturuyordu. Bu kavram, insan ve insan dışı yaşamın ayrı ayrı değerleri olduğunu ve insanın kendi istekleri doğrultusunda bu insan dışı yaşamı kullanamayacağı düşüncesine dayanır. Yaşam formlarındaki çeşitliliğin bu dağerlerin sağlanmasına ve korunmasına bağlı olduğunu ve insanın hayati ihtiyaçlarını karşılamak dışında bu çeşitliliği yoketmeye hakkı olmadığını savunur. Bu amaçlar doğrultusunda yasaların dolayısıyla ekonomik, teknolojik ve ideolojik yapının ve de devletin değişmesini öngörmektedir. Abbey’in ‘Monkey Wrench Gang’adlı romanında yazılanlar birçok radikal ekolojiste örnek olan eko-gerillalar hakkındaydı. 1970’lerde başlayan New Mexico ve Arizona’da radikal ekolojistler tarafından kurulan ‘Earth First’ hareketi yöntem olarak sivil itaatsizliğe dayanır.

Dünya çapındaki en geniş çaplı protesto Earth Day’de (22 Nisan 1970) 20 milyon insan aynı günü kutladı

Derin ekoloji kavramınından türeyen bir başka hareket olan ekofeminizm ise kadın hareketlerini de içermesiyle farklılık içermekteydi. Endüstrileşmenin ve ataerkil topluma karşı doğaya dönüş ve özgürleşmeyi temel alıyordu. Kadınların, doğayı katleden aynı ataerkil şiddetin kurbanı olduklarını söylüyor, doğa gibi pasifize edilmiş olan kadınları kurtarmak için baskının kaynağını arıyor ve değiştirmeye çalışıyorlardı. Bu yüzden harekete göre, doğanın haklarının korunmasının kadın haklarından ayrılması mümkün değildi. Genel olarak bakıldığında kısaca 1970’lerde eko-gerillalardan derin ekolojistlere, ekofeministlerden kültürel devrimi çevresel eylemle birleştiren radikal ekolojistlere kadar bütün bu hareketler kendi ütopyalarını kurmaya çalışıyorlardı.

1980 sontası Küreselleşmenin sonucunda meydana gelen yapısal dönüşümle beraber değişen mekan ve zaman çevresel hareketin de içinde yer buldu. Mekanın kontrolü ve yerellik çevresel hareketin üzerinde durduğu önemli konulardandır. Küreselleşme ve ağ toplumu ile beraber, space of flows/akışların mekanı, iletişim ve bilgi sistemleriyle belli bir mesafeden organizasyonunu içeren mekan ortaya çıkar. Ancak space of place / yerin mekanı sosyal etkileşimi ve kurumsal organizasyonu barındıran mekan, hala yaşamın içinde mevcuttur. Bu yüzden ekolojistler birçok insan aktivitesinin ve deneyiminin hala lokal olduğunu vurgulamakta ve insanların, yaşam mekanları üzerindeki kontrollerinin yeni güçler sistemine bir karşı duruş olarak nitelendirmektedirler. Yerel çevrecilik de teknik rasyonaliteye, teknokrasiye ve kontrol edilemeyen iş yaşamı döngüsüne meydan okumaktadır.

1990’ların ağ toplumuyla birlite evrilen çevresel hareketler arasında, komünikasyon stratejisiyle medya odaklı ve eylem odaklı hareket olma fikri, dünyanın en fazla yankı ve destek bulan çevresel organizasyonu Greenpeace ile vücuda gelmiştir. Çevresel hareketler arasında küresel çevre konularını, ve şiddet içermeyen eylemleriyle vurgulayan haline gelmiştir. İlk olarak 1971’de  ABD’nin Alaska’nın doğusunda yaptığı nükleer denemelere karşı Kanada’dan denize açılan bir avuç insanın çabasıyla doğan Greenpeace, 1994’de bir network organizasyonuna dönüştü ve dünya çapında 6 milyon üye, 100 milyon dolar bütçeye ulaştı. Yerel ve evrensel arasındaki potansiyelleri ilk keşfeden hareket, yerelde spesifik kampanyalar hazırlayan, kürelselde ilgi uyandıracak eylemleri olan, böylece dünya kamuouynun dikkatini çeken, hükümetleri, şirketleri ve uluslarası kuruluşları çevre duyarlılığına zorlayan bir hareket oluverdi.  Çevresel etkilerin global olması sebebiyle global çözümler öngörüyor ancak aynı zamanda 30 ülkedeki ofisleriyle ulusal ve yerel kampanyalar yürütüyordu. Kuzey Amerika, Latin Amerika, Avrupa ve Pasifik’teki bölge konseyleri ise kontrolü sağlıyordu. Hareket aynı zamanda konularına göre bölünerek daha etkili bir hale geliyordu. 1990’lardaki ana konuları: toksik maddeler, enerji ve atmosfer, nükleer konular, kara ve deniz ekolojisi gibi başlıkları içermektedir.

Greenpeace kurucuları, Jim Bohlen, Paul Cote ve Irwing Stowe

Tüm bu hareketlerin yanında bir de politikayla yakından ilgili olan çevresel hareketlere örnek vermek gerekir, ki buna en belirgin örnek olarak ilk etapta bir çevresel hareket olarak görülmese de çevreci stratejilerle politikaya giren Alman Yeşiller Partisi verilebilir.

13 Ocak 1980’de kurulan parti, tabandan gelen demokrasi (grassroot democracy) hareketinin temellerine dayanmaktadır. Çok sert çevreci söylemleri olmasa da 1970’lerdeki barış yanlısı ve nükleer karşıtı örgütlenmelerin kuruluşunda itici güç olmuştur. Özgürlükçü ve taban demokrasisi tarzı söylemleri gençler, öğrenciler, öğretmenler, endüstriyel üretimde çalışmayan çalışan kesim, hükümet için çalışanlar ve hükümetçe yardım gören işsizler tarafından destek bularak, 1983’de parlementoya girmeklerine sebep oldu.

Gündem konularını ekoloji, barış, özgürlüklerin korunması, göçmen ve azınlık haklarının korunması, feminizm ve demokrasi oluşturuyordu. Anarşist gelenekten ilham alan yeşiller, kendilerini parti karşıtı alternatif güç olarak adlandırıyorlardı. 1990’larda ezici çoğunlukla parlementoya yeniden girdiklerinde değişikliklere uğramışlardı. Castells’in yorumuna göre totaliter ve reformist eğilimlerden uzak durmanın zorluğu partiyi bir başka onaylamaya; sosyal değişime zorlamıştır. Artık çevreci söylevleri içeren tek parti değildi; liberaller ve sosyal demokratlar da bu tür söylevlere yer veriyorlardı. Zaten 90’larda Avrupa’nın üçte ikisi kendini çevreci olarak adlandırır hale gelmişti. Çevre koruma için uluslarası kuruluşlar hükümet programları oluşturdular, çevre kalitesinin arttırılması amaçlı yasalar çıkarıldı, kirletici şirketler gündemlerine çevre koruma kavramlarını dahil etmek durumunda kaldılar, uzun dönemli önlemlerin farkına varıldı ve sürdürülebilir kalkınma her ülke için önemli bir konu oluverdi.

Kronoloji içermeyen bir yaklaşımla, Castells, Kuzey Amerika ve Almanya’daki (çünkü en çok yankı bulan hareketler buralarda) çevresel hareketleri inceleyerek bunların amacı, temeli ve karşı durdukları nedenler doğrultusunda tarihsel süreç içerisinde sınıflandırmış ve tipolojilerine dair bir tablo hazırlamıştır. (Tablo 1) Tablodan da anlaşılacağı üzere çevresel hareketler birçok politik ve sosyal orijinli farklı konuların vurgulandığı değişik ideolojilere sahip grupları içermektedir.

Kısaca  1960’lardan beri çevreciler sadece kuşları izleyen, ormanı koruyan ve havayı temizlemeye çalışan basit söylemlerle uğraşmaktan artık vazgeçtiler; toksik atıklara karşı tepki gösteriler, tüketici haklarını savunma, anti-nükleer protestolar, feminizm gibi birçok konuyla ilgilendiler. 70’lerde ve 80’lerde söylemlerini biraz daha genişlettiler. 90’larda ise barış istekleri ve anti-nükleer söylevlerinin yanında politikanın içinde partiler olarak ya da hükümet politikalarının maddeleri arasında yer aldılar. Çevresel hareketlerin tarih içindeki süreçlerine bakıldığında ütopyacı bir bakış açısından gerçek politikliğe doğru bir değişimin var olduğunu görebiliyoruz. Castells’e göre çevreci hareketler diğer sosyal güçlerin yanında iletişim ve hareketliliğe en fazla uyum sağlayabilen harekettir. Bunun sebeleri olarak birçok neden öne sürülebilir. Ancak bu kısa gibi görünen fakat dünya tarihinin en hareketli yıllarını içeren 20.yüzyıl zaman sahnesinde dünya ve toplumlar büyük değişiklikler geçirmişler, kurumlar ve yapılar değişmiş hatta bazen yeniden yapılanmıştır. Toplumsal hareketlerin, zaman içindeki değişim süreci, toplumsal yapıdaki değişimlerle açıklanabilir. Çevreci hareketin geleceğini ise yine değişen yapı belirleyecektir.

Günümüzde hemen hemen her yerel hareket uluslarası düzlemde de bir platform oluşturmakta ve küresel düzeyde tepki ve destek  topalyabilmekte. Bunun yanında internet dünyası eylem temelli hareketi sanal dünyaya taşımakta, yer yer eylem gücünü kaybetmesine de neden olmakta. Çevre koruma, doğaya karşı duyarlılık yaklaşımları çeşitlendi, yaygınlaştı ama belli ki  odağını kaybetmeye başladı. Doğaya karşı duyarlılık, koruma, ekoloji konuları, organik ürünler olarak karşımıza çıkarılıp tüketim objesi olarak bize sunuluyorlar. En çok şirketler tarafından kullanılan greenwash (yeşil aklama)[3] stratejileri, yeşil pazarlamanın nasıl da karlı bir sektör haline geldiğini gösteriyor. Çevresel duyarlılık, doğa koruma, ekolojik yaşam hareket olmaktan başka bir yerde bugün. Postmodern dünyada siyahın ve beyazın birbirine karıştığı, kavramların anlamlarının genişleyip kendi zıtlığını da içinde barındırdığı bir dönemden geçiyoruz.Kısaca  1960’lardan beri çevreciler sadece kuşları izleyen, ormanı koruyan ve havayı temizlemeye çalışan basit söylemlerle uğraşmaktan artık vazgeçtiler; toksik atıklara karşı tepki gösteriler, tüketici haklarını savunma, anti-nükleer protestolar, feminizm gibi birçok konuyla ilgilendiler. 70’lerde ve 80’lerde söylemlerini biraz daha genişlettiler. 90’larda ise barış istekleri ve anti-nükleer söylevlerinin yanında politikanın içinde partiler olarak ya da hükümet politikalarının maddeleri arasında yer aldılar. Çevresel hareketlerin tarih içindeki süreçlerine bakıldığında ütopyacı bir bakış açısından gerçek politikliğe doğru bir değişimin var olduğunu görebiliyoruz. Castells’e göre çevreci hareketler diğer sosyal güçlerin yanında iletişim ve hareketliliğe en fazla uyum sağlayabilen harekettir. Bunun sebeleri olarak birçok neden öne sürülebilir. Ancak bu kısa gibi görünen fakat dünya tarihinin en hareketli yıllarını içeren 20.yüzyıl zaman sahnesinde dünya ve toplumlar büyük değişiklikler geçirmişler, kurumlar ve yapılar değişmiş hatta bazen yeniden yapılanmıştır. Toplumsal hareketlerin, zaman içindeki değişim süreci, toplumsal yapıdaki değişimlerle açıklanabilir. Çevreci hareketin geleceğini ise yine değişen yapı belirleyecektir.

Tüketim objesi haline gelen, organik adı altında sunulan ürünler, çevreci hareketlerin sahip olduğu felsefi arka plana sahip olmaktan çok uzaklar.  Ancak  küresel ısınma, su sorunu vs gibi çevresel sorunların görmezden gelinemediği gerçekler, bir yandan da sosyal birimlerin ve kişisel hayatlarımızın değişmesine yol açacak olan üretim ve tüketim şeklinin değişmesini gerekli kılmakta.  Yatayda yayılmanın yanında dikeyde derinleşmeye sebep olacak potansiyeller de yine en büyük küresel tehditin altında yatmakta.

 

[1] Manual Castalls, “The Greening of the Self: The Environmental Movement”,  içinde Rise of Network Society Volume II: The Power of Identity. Wilwy Blackwell, 2004.

[2] İlhan Tekeli, Gündelik Yaşam Üzerine Düşünceler.

[3] Green washing/ Yeşil Aklama, çevreye zarar vermeme adına üretim teknolojilerinde ve süreçlerinde kar kaybetmemek adına hiçbir girişimde bulunmayan şirketlerin, pazarlama ve sunum aşamasında çevreye duyarlı söylemler ve reklamlar ile itibar kazanmaya çalışma taktiklerinin bir örneği. TerraChoice firmasının 2007 yılından bu yana yayınladığı “Greenwashing Günahları Araştırması” için bkz. SinsOfGreenwashing.org.

 

Ebru Bingöl

[Arada Bir] Aşık Veysel – Yaşar Özürküt

Ankara Radyosu’nda çiçeği burnunda, yaklaşık bir yıllık prodüktördüm. Duydum ki Aşık Veysel kanser hastası ve Yüksek İhtisas Hastanesinde yatıyor. Ses alma makinası Nagra’yı sırtlayıp, ozanın odasına vardım. Oğlu Ahmet ve bir hastabakıcı vardı odada. Ahmet babasına yemek yediriyordu.

Veysel babaya geliş amacımı anlatıp, söyleşi için izin istedim. Sessizce Nagra’nın düğmesini açtım. Konuşmaları, efektleri kaydettim. Sonra da sohbete başladık.

-Veysel baba, radyocu olarak değil; bir dost olarak söyleşmek istiyorum sizinle. Benim özel arşivim var. Aşık Veysel arşivi. Ben bu arşivime ekleyeceğim bu söyleşiyi.

-Olur.

-Özeldir. Dostça… Radyocu olarak değil, eğer bu rahatlıkta konuşacaksak konuşalım. Yoksa yarın, ya da başka bir gün gelirim.

-Bugün konuşalım.

-Şimdi şöyle diyeceğim. Bende birçok bandınız var. İstanbul Radyosunda Neriman Tüfekçi ile yaptığınız bir saatlik söyleşinin kopyasını da arşivime aldım. Kime gerekli olsa, benden alır kullanır. Bugünkü söyleşide o bantlarda olmayan soruları sormak istiyorum. Sizce halk kültürü, halk şiiri, halk müziği ne anlamdadır. Sizin anladığınız anlamda bunların tanımı nedir. Bize kısaca der misiniz?

-Bizde halk şiiri bayağı bir nasihat anlamındadır. Şiirlerin içinde sözler vardır ki, yani bir ata cevabı gibi, daha üstün anlamlar vardır. Duygular da şudur ki; insanlar tabii müzik ruhun gıdasıdır. Onun için kendi memleketimizin şiiri veya havaları hoşumuza gelir. Her memleket de öyledir. Bu o anlamdadır.

-Ben şunu anlıyorum, şimdi halkın şiiri, müziği, halkın günlük yaşamından oluşuyor ve halkın anlayacağı, yani halk dediğimiz daha çok köylü, işçi taban olan insanlarımızın anlayacağı bir dolu sözü bir arada öz olarak deyiş… Bunu demek istiyorsunuz.

-Evet evet.

-Ben konuşmalarımda sık sık dile getiririm; benim sayfalar dolusu yazıyla anlatamadığımı Aşık Veysel ‘Benim sadık yârim kara topraktır ‘ diye bir mısrada bütünlemiştir derim. Siz de bunu özetlediniz. Ben kimi çevrelerin yakıştırdığı gibi, son halk ozanı Aşık Veysel’dir yakıştırmasına katılmıyorum. Fakat şu bir gerçek, Aşık Veysel’in yeri Türk halk kültüründe ayrıdır ve öyle kalacaktır. Peki, sizin kuşaktan, sizin yanınızda, çağdaşınız olarak, beğendiğiniz halk şairleri kimlerdir?

-Valla, orası işte… Kimseye iyi veya kötü diyemem. Sebebine gelince, bir bahçede elli çeşit meyve ağacı olur. O ağaçlar birbirinin meyvesini bilmez. Kokusundan da tatmaz. Yalnız onu insanlar yer. Şu ekşiymiş, şu tatlıymış, şu daha mayhoşmuş, o kıymeti onlar verir. Biz şimdi ona benzer bir şeyiz ki, ben Ahmet iyidir, Mehmet kötüdür diyemem. Demeye haddim yok. Onun için, bu hususta özür diliyorum.

-Estağfurullah, ben zaten iyi kötü ayırımını istemedim.

-Beğendiğiniz dediniz ama.

-Evet.

-Benim için hepsi iyidir. Hepsinin, her iyinin bir kötü, her kötünün bir iyi tarafı vardır. Buna, olduğu gibi hepsine iyi diyemeyiz ki. Onun için birisi senin hoşuna gider, iyi dersin; O birisi onun kötüsüne gider istemez. Bunlar âlemin arzusu bir yere bağlı değil ki. Herkesin ayrı ayrı görüşü, duygusu var.

-Peki, o zaman, sizden önceki kuşaktan Karacaoğlan, Dadaloğlu, Pir Sultan kuşağından her ne kadar okuma-yazma olanağı bulamadıysanız bile, kulağa geldiği kadarıyla sizin tercihiniz; ya da benim şu an sayamadıklarım arasında Emrah’tan daha eskilere kadar beğendiklerinizi söyleyebilir misiniz?

-Beğendiklerim, işte Karacaoğlan, Pir Sultan, Emrah, Dertli, sonra bizim orada varmıştı, onların adı pek yayılmıyor. Türabi Dede isminde birisi varmış. O Hacı Bektaşi Veli’nin dergâhında postnişin imiş. Ondan biliyorum ezberime birkaç şiir. Aşık Veli, Kemter Baba, ondan sonra birçok âşık var. Onlar da bizim oralı. Âşık Kemter 1225 senesinde hayatta imiş. Şiirinin birinde şöyle söylüyor. Bir gün çiftten gelmiş. Konya’dan evliymiş. Kendisi bizim Kale Köyü var, oradan. Çiftten gelmiş, hanımı ayağını soymuş, yıkamış cezveyi ocağa sürmüş, kahve pişirecek, karısına dönmüş: ’Konyalı ‘ demiş. ‘Buyur Kemter Baba’ demiş karısı. ’Kahve acı, tütün acı doyurur mu üç ac’ı bir açı’ demiş. Yani ‘açım’ demek istemiş. Bunların evde türkülerini deyişlerini çok ezberledim. Ve kendim yazana kadar bunların şiirleriyle çalıp çığırıyordum. Kendim yazdıktan sonra onları bıraktım. Hatta kullanmayı kullanmayı unuttum onları.

-Şimdi benim bir sorum da şu: Şiirlerinizde sürekli aşama var. Yani çok dar bir görüşten, sürekli geniş dünya görüşüne doğru bir gelişme var. Bunu neye bağlıyorsunuz? Yani şiirlerinizde sürekli halka yaklaşan bir aşama var. Bunun gerekçelerini siz söyleyebilir misiniz? Bunu şunun için istiyorum; yeni başlayanlar var, sizden sonraki kuşaklar olacaklar var. Bunlara çalışmalarında örnek olsun istiyorum bu yanıtı.

-Evet, ama yine aynı dediğime geliyor ki, herkes bir yüzden seviyor. Birisi birinin hoşuna gidiyor, biri ötekinin. Yalnız şu var ki, söylenen sözde bir öz olması lazım. Özü olmayan söz hiçbir şeye benzemez. Yaşamaz. Onun için öz var umut ediyorum benim söylediğim sözlerde.

-Yani halk kendinden yaşantısından bir parça buluyor.

-Evet evet… Mesela ben, bu şey olmaz ama icap etti söyleyim… Şeyde İstanbul’da geldiler ‘gözlerini açalım’ dediler. İstemem dedim…’ Yahu nasıl olur da istemezsin. Bu fırsatı insan kaçırır mı?’ dediler. İstemem dedim tekrar. ‘Sebebi’ dediler. ‘Sebebiyse, ben şimdiye kadar kafamda bir yuva kurmuşum. Gözüm açılırsa, o yuva dağılır. Tekrar kurmaya imkân olmaz. Bu yuvayı dağıtmak istemiyorum’ dedim. Adamlar da gittiler. Onun üzerine şunu yazmıştım. Siz diyorsunuz ki geniş anlamlar var şunlar bunlar:

“Bir küçük dünyam var içimde benim,/ Mihnetim, zulmetim bana kâfidir/ Görenler dar görür geniştir bana,/ Sohbetim, ülfetim bana kâfidir./ İstemem dünyanın saltanatını,/ Süslü giyimini Arap atını,/ Bilirsem Türklüğün var kıymetini,/ Vatanım, milletim bana kâfidir./ İsterdim hayatta düşmanla savaş,/ Milletime kurban olayıdı bu baş,/ Nasip değil imiş, şehitlik kardeş,/ İmanım niyetim bana kâfidir./ Dünya geniş olsun, ister dar olsun,/ Yeter ki kalbinde iman var olsun,/ Her zaman milletim bahtiyar olsun,/ Bu rütbem, mesnedim bana kâfidir./ İçimde beslerim, bir büyük ordu,/ Çınlatsın düşmanı, yükseltsin yurdu,/ Azmi, zihniyeti Veysel’dir derdi,/ İşte bu niyetim bana kâfidir.”

Benim âlemim, herkesin âlemine karşı bir âlem değil. Çünkü dünyadan bihaberim. Dünyayı gezdim, ne gördüm. Hiçbir şey görmedim. Yalnız dünya beni gördü. Ben dünyada gezdim, işte Ankara’dayım ne görüyorum. Hiç. Ama âlem beni görüyor. Benim dünyaya gelişim, gidişim bu şekilde.

-Fakat öyle bir dünya görüşü var ki sizde; herkesin göremediğini görüyorsunuz. Biz ağacı görüyoruz, fakat sizin görüşleriniz gibi göremiyoruz. Bu görüş Karacaoğlan, Pir Sultan, Dadaloğlu gibi, ya da Aşık Veli, Kemter Baba gibi asırlar ötesine kalacak bir görüş, bir deyiş. Fakat onların şanssızlığı, teybin, bantın, plağın, pikabın olmayışı.

-Olmayışı evet.

-Böyle canlı kalamamışlar. Şimdi ben sizden, çok özel bir şey isteyeceğim. Diyeceğim ki Aşık Veysel, 2000 yılında, ya da 2100 yılında, Allah hepimize uzun ömür versin ama her halde 2000 li yıllarda olmayacağız.

-Olmayacağız.

-Ama radyo olacak ve şu bant kalacak radyoya. Diyeceğim ki Aşık Veysel 2000’li yılların kuşağına sesleniyor, fakat kendisi yok. Biz de yokuz. Aşık Veysel o kuşağa ne der?

-Eveeet. Aşık Veysel o kuşağa ne der…

-Evet, şöyle söyleyeyim, yani istediğiniz gibi söyleyin. Ben hiç karışmayayım. Düşünün ki bizler yokuz dünyada. Fakat radyo var, dinleyicilerimiz var.

– Onlara söyleyişim şu olacak: Çalışmak, azim, fikir. Efendime söyleyeyim, bunlar mevcut olacak. Dönmeyecek azminden insanlar. O azminden dönmeyen insan, muhakkak erinde geçinde arzusuna ulaşır. Fakat azim deyince o da, biri yani yanlış yola azim etmiş, o muhakkak yolda kalır. Fakat doğru yola azmederse, o kendini bir selamete çıkartır. Ve ismini baki kor dünyada, kendi de baki kalmış olur. Yoksa yanlış yola azmetmiş, onun muhakkak bir gün kafasına vururlar. Ondan hayır çıkmaz. Çıksa kalsa bile herkes nefret eder. İnsanlar iki şeyle anılır; biri nefretle, biri rahmetle. Nefretle anıldıktan sonra, hiç anılmasın.

-Eveet bunu diyorsunuz. Bu bandı ben kopya ettirip, Türkiye Radyoları arşivlerine koyacağım. Bizlerden sonraki kuşaklara armağan edeceğim. Kopya fazla dağılmayacak. Öyle sağlam bir şekilde kalacak. Farz edin ki, yüz sene sonra bu bandı koyacaklar ve yüz sene önceden sizin anonsunuzu dinleyecekler. Bu anlamda bir ses verebilir misiniz bana?

-Nasıl ses veririm… Ses veremem ki.

-Düşünün ki, yüz sene sonra radyoda bu bant yayına girecek; Aşık Veysel de yok, Yaşar Özürküt de yok radyoda…

-Nasıl söyleyeyim, onu da şöyle bir şey var: “Varlığım, yokluğum bir Veysel adım,/ Kalacaktır gök kubbede ses kadim,/ Bunca yıldır kendi kendim aradım,/ Hiçbir türlü bulamadım ben beni.”

-Bu dörtlüğü şimdi mi yaptınız, önceden mi vardı?

-Önceden.

-Fakat söylemek istediğinizi bu dörtlükle söylüyorsunuz.

-Evet evet. Ses kadim kalacak.

-Peki, çok teşekkür ederim. Yordum sizi. Sağlık dilerim.

Bu söyleşiyi 21 Aralık 1972 günü yapmıştım. Veysel Baba için gün sayıyorduk. Kanser hastasıydı. Ve hastalığı ilerlemişti. Konuşurken zorlanıyordu. Onun için söyleşiyi kısa kestim. Sonra da akşam evde ses kaydını metne döktüm. Bir şişe Truva kanyağı eşliğinde, sabah gün ağarana dek, hem kaydı deşifre ettim; hem de yer yer söyleşiyi Veysel babanın müzikleriyle besledim. “Ulu bir çınardan, bir yaprak daha düştü. İnledi, inletti” diye programa başladığımı anımsıyorum. Final müziği olarak da “Ben gidersem sazım sen kal dünyada” yı kullandım. Acele ediyordum, çünkü her an Veysel babayı yitirebilirdik. Program hazır olsun istiyordum.

Erkenden radyoya gittim. Bir gün önceden ses alma ve montaj yerimi ayırtmıştım. Spiker Filiz Ercan ve Attila Sarıkayalı stüdyoya girerken, üzüntülü bir sesle ”Sizlere ömür. Aşık Veysel’i yitirdik. Metnini yazmak bana; seslendirmek de size düştü” dedim. Filiz’in gözleri yaşarmaya başladı. Attila da öyle… Duygulu, üzgün okudular metni. Stüdyodan çıkarken, işin gerçeğini söyledim spiker arkadaşlarıma. Tabii, Filiz’den de zılgıtı yedim. İki günlük montaj çalışmasıyla, programı tamamlayıp, yayın şefliğine verdim. Yayın fişine da “Aşık Veysel’in ölüm günü yayına girecektir” diye not düştüm. Aradan üç ay geçti. 21 Mart 1973 günü, bu kez gerçekten yitirdik Aşık Veysel’i. Öğle haberlerinin ardından, benim programın anonsu yapıldı. Akşam 19.30 haberleriyle de yayımlandı program. Ankara Radyosu olarak, televizyona ve diğer radyolara far aktarmıştık.

Yaşar Özürküt, Ankara, Hasandede Köyü’nde toplu dinleme ve söyleşide, 31 Mart 1975

Aşık Veysel’e, belki haddimi de aşarak bir söz vermiştim. Yayımladığım programdaki ses TRT arşivlerinde kalacaktı. Ve de Aşık Veysel’in; bugüne göre 45 yıllık, yarınlara göre, belki de yüz yıl sonrası için, halkımıza; dinleyenlerimize nasihatları, mesajları iletilecekti.

Jülide Gülizar, Yaşar Özürküt ve Turhan Sabuncuoğlu, 12 Eylül 1991

Araya giren 12 Eylül darbe günleri beni TRT’den kopardı. Yayın bantım da sizlere ömür… Ya adımdan ötürü yok edildi; ya da arşiv değeri bilmeyen, TRT’nin kurumsal sorumluluğunun bilincinde olmayan, Aşık Veysel’e sevgisi, saygısı olmayan bürokrat kadroların gadrine uğradı program. Bendeki tek kopya yayın bantı da, 12 Eylül sonrası, evimdeki aramalarda götürülmüş olduğu için, çok özel olan programın yayın bantı ortalarda halen yok. Orijinal ham bantıma da yıllar sonrası, mültecilik dönüşü bir arkadaşımın duyarlılığı sayesinde kavuştum.

İstanbul Radyosu Prodüktörü Osman Nuri Boyacı’nın önerisi ve Radyo Müdürü Kenan Bölükbaş’ın duyarlılığı ile ölümünün 45 inci yılında, Veysel babaya verdiğim sözü yerine getirme fırsatını buldum. 55 dakikalık bir programla, Aşık Veysel’in mesajlarını, dileklerini ve nasihatlarını halkımıza ulaştırdık. Programın, TRT İstanbul Radyosu arşivlerinde korunacağına ve gelecek kuşaklara aktarılacağına inanıyor; Veysel babanın deyişiyle “SES KADİM KALACAK” diyorum.

 

 

Yaşar Özürküt

Sular özelleştirilerek şirketlere devrediliyor – Göknur Yumuşak

Sularda tohumlar ve hava gibi yaşamsal maddelerdir. İnsanlık var olduğundan beri  yaşamın sürekliliğini sağlamışlardır. Bu yüzden stratejik öneme sahiptirler. Bu çok önemlidir.

Gelecekte su ve tohum savaşlarının yaşanacağı öngörüsünün gerçekleşme olasılığı çok yüksektir. İşte buradan hareketle bu savaşlarda lazım olacak silahlar su ve tohum olduğu için çok uluslu dev şirketler bu iki madde üzerinde hegemonya kuruyor.

Çok uluslu şirketler buradan doğru politikalar belirliyorlar ve ülkeler de onların işlerinin kolaylaştırıyor. Zaten genel anlamda bu şirketlerin politikaları çiftçiliği ve dolayısıyla köylülüğü bitirerek yığınları kentlere göç ettirmek ve onları doyurmaktır. Afrika’da bu politikalar tamamen hayata geçmiştir.

Sular üzerinde hegemonya kurmakta bu politikalarının  bir parçasıdır.

Türkiye’de doğduğumuz  ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olduğumuz için ülkemizdeki bütün kaynakları kullanmak ve yönetmek bizim en doğal insan hakkımızdır. Dolayısıyla sularımızın tamamen çok uluslu şirketlerin eline geçmesine ve onların sular üzerinde her türlü hak sahibi olmasına olanak sağlayan ve “TBMM Tarım Orman ve Köy İşleri Komisyonu’ndan geçen 1. 5. ve 6. Maddeler yasallaşmamalıdır.

Sulama birliklerinin baskısıyla bu konu şu anda beklemede. Ama ne zaman görüşülüp yasallaşacağı belli olmaz. Bu kanun tasarısı asla yasallaşmamalı. Zira bunun geri dönüşü yoktur. Çünkü şirket parasını ödeyip çok yıllığına kiraladığı  suyu ve su kullanım hakkını kimseye geri vermez. Yasal olarak geri almaya da hakkımız yoktur zaten.

Suların tamamen şirketlerin  eline geçmesi ülkemizdeki insanların yaşamlarına da bir tehdit. Çünkü susuz bir yaşam mümkün değil.

Bu tasarıdaki değişiklikler  şu sonuçları doğuruyor.

  • Tasarının 1. Maddesinin kabul edilmesiyle barajlar göletler, ve su kanallarının etrafına ve üzerine güneş enerjisi sistemlerinin kurulması için kamu arazilerinin enerji firmalarına kiralanması ve bu sistemlerin ilgili firmalarca işletilmesi mümkün hale getiriliyor. Enerji firmalarına enerji üzerinden yeni rant alanları yaratılması ve kamuya ait arazilerin ilgili firmalarca kiralanması asla kabul edilemez. Bu bütün su kaynaklarımızın elimizden geri dönüşüşüz alınmasıdır.
  • Tasarının Komisyonda kabul edilen 5. Maddesiyle 6200 sayılı DSİ Müdürlüğü Teşkilat ve Görevleri Hakkındaki Kanunun 28. Maddesinde yapılan değişiklikle tarla içi sulama hizmeti almak isteyen gerçek ya da tüzel kişilere sulama tesisinin sağladığı hizmetlerden yaralanabilmesi için “ sulama tesisinden yaralanma sözleşmesi “ imzalanması zorunluluğu getirilmiştir. Sulama tesislerinin özel şirketlerce işletilmesi durumunda çiftçiler bu sözleşmeyi sulama tesisini işletme yetkisini alan şirketle imzalayacaklardır.

Bu uygulama çiftçiliği ve köylülüğü tamamen bitirir. Zaten dünyada ki genel politika gereği amaçlanan da budur. Üretim olmasın, yığınlar kentlere göçsün ve çok uluslu şirketler onları doyursun.

Bu durum çiftçilerin kendi iradeleriyle sulama yapma olanağının ortadan kaldırıp kar amaçlı bir ticari yapıya dönüştüğü için çok tehlikelidir. Örneğin çok sıcak geçen yaz aylarında sular şirketler tarafından az verildiğinde ürünler kuruyabilir ve çiftçiler çok zarar edebilirler bu da köylülüğü bitirme politikalarının hayata geçmesi sağlar..  Oysa çiftçi kendi deneyimleri doğrultusunda sulama yaparsa verimlilik artar. Asıl önemlisi  bu uygulamayla girdiler artar. Zaten dar boğazda olan çiftçiye büyük bir darbe vurmaktır bu düzenleme. Bu da çok uluslu şirketlerin politikalarına hizmet etmektir. Zaten yıllardır aynı taktikle yani köylüler zarar ettirilerek çiftçilik bitirilmiş ve köylüler topraklarını  şirketlere satmak zorunda kalmıştır. Topraklar şirketler tarafından büyük oranda toplanmıştır. Bu çok önemli bir sosyolojik sorundur. Çünkü yığınların kentlere göç etmesi  çok önemli bir sorunlar doğurur. Bu sadece kapitalizme hizmet eder. Hiç bir köylü kesimin refah düzeyini artırmaz. Kimseyi mutlu etmez.

Böyle bir düzenleme örneğin şirketlerin sulara sayaç takma işi  ilk etapta suların tasarruflu kullanılacağı algısını yaratabilir toplumda. Oysa sularımızı şirketlere teslim etmek yerine  daha verimli kullanılmasını sağlayacak bir dizi çalışma yapabilir Tarım Bakanlığı. Örneğin damlama sistemini bütün çiftçilere bedava kurmak, çiftçilere “sulama ustası  “eğitimi vermek gibi vb. bir çok çalışma yapılabilir. Bunun için bakanlıkta yeterli  teknik eleman ve bütçe olduğunu düşünüyorum.

Sulama yapabilmek için şirketlerle sözleşme zorunluluğu getiriliyor. Bu dayatmanın  çiftçilerin zararına şirketlerin ise yararına olduğu gün gibi ortadadır..  Zaten tarımsal alanlarda  ilaçlama  vb. gibi bütün tarımsal üretim sürecinde çiftçilerle sözleşme zorunluluğu getirilmektedir. En son sulama konusunda da yine şirket sözleşmeleri dayatılmaktadır.

Gerçek anlamda çiftçiliği ve Köylülüğü bitirecek olan ve uluslararası şirketlerin politikalara hizmet eden bu dayatmalardan vazgeçilmelidir. Çünkü bizim ülkemizde bizim karnımızı doyuracak kadar üretim yapabileceğimiz toprağımız ve suyumuz ve çiftçimiz vardır.

  • Tasarının komisyonda kabul edilen 6. Maddesi ile 6200 sayılı DSİ Müdürlüğü Teşkilatı ve Görevleri Hakkındaki Kanun’un 32. Maddesinde yapılan değişiklik ile sulama birliklerinin ; işletme bakım ve yönetiminin özel şirketlere devredilmesinin önü açılmaktadır.

Ayrıca su kaynaklarını ele geçiren özel şirketlere hiçbir sınırlama getirmeksizin ücret belirleme ve belirlenen ücreti istediği zaman tahsil etme yetkisi verilmektedir. Özel şirketler sulama hizmetlerini ticarileştirecek ve karlarını artırmak hedefleri olacaktır. Bu durumda çiftçiler sulama sularını çok yüksek fiyatla kullanmak zorunda kalacaklar. Zaten can çekişen çiftçilik ve dolayısıyla köylülük tamamen bitecektir. Amaç budur özünde. Yani çok uluslu dev canavar şirketlerin politikaları ülkemizde de tamamen hayata geçmiş olacaktır.

Zaten bir çok tarım toprakları hakkındaki düzenlemeyle şirketlerin toprakları satıl alması çok kolaylaştırıldı. Yani köylerdeki toprakları şirketler bir bir topluyorlar. Dünyamızda ki her türlü canlı yaşamının temel kaynağı suları da alırlarsa artık yaşamımıza ipotek altına  koymuş olurlar. Bizler yaşamak için hegemonya kuran şirketlere bağımlı olmak zorunda kalırız mecburen. Bunun başka bir mümkünü yoktur.

Henüz topraklarımızın . tohumlarımızın, sularımızın tamamı çok uluslu devlerin eline  geçmedi. Henüz Afrika gibi değiliz. Ama hızla Afrika gibi olma yolunda ilerliyoruz. Fakat kurtulma şansı yüksek bir ülkeyiz yine de. Çok azda olsa yerel tohumlarımız var. Sularımızı kurtarma şansımız  var.

Bu tasarı yasallaşırsa 1 Milyon 300 bin dolayındaki çiftçinin oyuyla seçilen 378 sulama birliği kapatılacak. Bunlar DSİ tarafından şirketlere devredilebilecek.

Özel şirketler hiçbir sınırlama olmadan su bedelini ve tahsis zamanını belirleyecekler.

Görüldüğü gibi bu uygulamalar tamamen çiftçiliği köylülüğü yani üretimi bitirme politikalarıdır. Şirketlerin tam hegemonyasıdır. Bütün yaşamsal kaynaklarımız  önce ulusal sonra da uluslararası şirketlerin eline geçmesidir. Direkt olarak yaşam hakkımız elimizden alınmasıdır. Bu çok uluslu canavar şirketlerin hegemonyası altında yaşam mücadelesi vermek demektir. Bunu asla kabul edilemez.

Bizler hakkımız olan  yaşamsal kaynakları asla çok uluslu şirketlere teslim etmeyeceğiz. Bu ülke bizim bu topraklar bizim bu dünya bizim. Yaşamsal kaynaklar bizim en doğal insan hakkımız bu yüzden bu kaynakları  ihtiyaçlarımıza göre biz  yöneteceğiz biz kullanacağız. Hakkımız olan suların özelleşmesine dur diyoruz.Çok uluslu şirketlerin yaşamımızı yok edecek bizleri kendilerine tam bağımlı kılacak  politikalarına dur diyoruz.

Biz doğa ve insan dostları ülkemizi,  dünyamızı ve içinde yaşayan canlıları çok seviyoruz. Ekolojik döngüyü bozmadan barış içerisinde bir yaşam için mücadelemiz devam edecektir. Bu bizim bu döngü içerisinde ki insan olma sorumluluğumuzdur. Tüm doğa ve insan dostlarını ve sevgili doğamızı sevgiyle kucaklıyoruz…

 

Göknur Yumuşak

 

 

 

 

[Hermit] Anlatmak güzeldir: Tiyatrolar Günü – Ayşegül Sağlam

Ortaokuldan liseye geçen çocuk, sudan çıkmış balık gibi olur. Avuç içi kadar dersi varken ders sayısı ikiye üçe katlanır. İçerikler değişir, anlayamayacağı hale gelir. Öncesinde cevabı hep net kavramlar öğretilirken lise yılları; ikiyle ikinin çarpımının, 5 sonucunu da verebileceğini öğretir bizlere. Edebiyat dersi Türkçe gibi değildir mesela. 13 yaşına kadar somut düşünen çocuğun artık soyut düşünme vakti gelmiştir. O yüzden artık sadece olanı değil olmayanı da yorumlamak gerekir. Masaya sütünü, yumurtasını koyan Cansever’in; uykusunu, uykusuzluğunu nasıl koyduğunu anlaması gerekir mesela garibimin.  Ben de hazır bulunca sudan çıkmış balık gibi çocukları, daha çok karıştırırdım kafalarını. Mesela, ‘İnsan neden konuşur?’, ‘Anlatmak ihtiyaç mı?’, ‘Otur karnını doyur, ne gerek var sanat sepet manasız işlere? gibi sorularla daha da dumur ederdim çocuklarımı. Onlar da ne yapsınlar? Kendilerince bu soruları cevaplamaya çalışırlardı.

Öyle ya niçin anlatır insan? Ya da hadi bir gayret anlattın; neden süslersin onları? İşin esası öyle değil işte. Aslında bundan doğal ne olabilir ki? Bazısı kabul eder bazısı etmez ama estetik bir ihtiyaçtır. Yani ta eskide korkusunu duvara kazıyarak resmeden insanlar da bakır tasını, seramik çanağını süsleyenler de aynı amaçla yapmıştır yaptıklarını. Tuncu keşfedip ’Bundan ne güzel kolye olur.’ diyen geçmiş zaman ablasından; ‘Kaz ayağı botoksu, göz altı torbası, bir de ön dişleri büyütelim o zaman tamamdır.’ diyen günümüz ablasına kadar… Hepsi bu ihtiyaçtan işte. Tabii ki bu, estetik ihtiyacın ilk akla gelen neticesidir. Çünkü muhtemelen önce somut olanı süsleyerek giderdiler bu ihtiyaçlarını. Ama bir kedi patisiyle başlayıp; sağ omuzdan sol bele kadar uzanan lotus çiçeğine, anka kuşuna dönüşen dövme tutkusu gibi her alanda şu ‘estetik doyumsuzluk’ göstermiştir kendini. Duvarlarını, eşyalarını süslemeye doyamayan insanoğlu; sözlerini, seslerini hatta jest ve mimiklerini de süslemeye başlamıştır. İyi ki başlamış ki plastik sanatların üzerine; edebiyatla, müzikle, dansla ve tiyatroyla tanışma şansını da bulduk.

İnsanoğlu bu becerilerini öncelikle tanrılarına göstermiş. Böylelikle, dini törenler sayesinde; müziği ve dansı da içinde barındıran tiyatronun temelleri atılmış oldu. Antik Yunan’ın, şamanların ve sayısız kültürün ritüelleri; salt eğlence için de bu oyunların yapılabileceğini insanlara gösterince böyle böyle gelişmiş tiyatro. Sonrasında ise çok sevdiler onu. Binlerce yıllık antik kentlerde bile hemen kocaman amfi-tiyatrolar çarpmaz mı insanların gözüne? Yağmursuz, güzel havalarda halkın oyunlar izlediği devasa yapılardır oralar. Peki kışın, yağmurda, çamurda ne yapar bu insanlar? Öyle zamanlar içinde odeonlar (kapalı alanlar) var. Yani tiyatro hep var.

Geçen seneler; evin haylaz çocuğu tiyatroyu, bazen şımartıp göğe çıkarmış bazen de yerin dibine sokmuş.

Anadolu’da uzun yıllar boyunca Geleneksel diye adlandırılan tiyatro hüküm sürmüş mesela. Bu türde, ortada belli bir metin yok ama tüm samimiyetiyle Karagöz-Hacivat’ı, insan suretindeki Kavuklu- Pişekâr’ı, elinde bastonu ve peşkiriyle meddahı var. Kahvelerde, meydanlarda hatta Köy Seyirlik’le çeşme başında; yani insanın olduğu her yerde yüzlerce yıl göstermiş kendini Geleneksel tiyatro. Batı edebiyatı bu dönemlerde tiyatro yazınını oluşturmaya çoktan başlamış tabi.

Afife Jale, 1902-1941

Biz 1800’lerin sonunda Tanzimat’la vardık tiyatronun tadına. ‘Günah mı, değil mi?’ tartışmaları sürerken; ‘Müslüman kadınları yapmasın da kim yaparsa yapsın?’ fetvasıyla devam etmiş yoluna bu topraklardaki tiyatro. Ermeni’si, Rum’u, Musevi’si ve az da olsa Müslüman erkeği ile sahneler şenlenmiş şenlenmesine ama Müslüman kadın olmadan. Ta ki 1918’e kadar. Afife diye bir kız ‘Ben tiyatroda oynayacağım.’ diye tutturuncaya dek… Yıllarca o tiyatro yapmaya çalışırken birçokları da o oynamasın diye o kadar uğraşmış ki… Basılan oyunlar, işten çıkarmalar… Bu engellere dayanamayan Afife, bir süre sonra zorunlu olarak ayrı düşmüş sahneden. Cumhuriyet kurulup kadının da insan olduğu hatırlandığında ise ne yazık ki her şey için çok geçmiş artık. Afife; ağrılarını dindiren morfinle yaşamaya alışmış, sosyal hayattan kopmuş ve sahnelere çıkamayacak duruma gelmiş. O gönlünce tiyatroya devam edememiş ve 40’lı yaşlarını göremeden ölmüş ama tiyatro, sonrasında yine başlamış değer görmeye. Modernleşen Türkiye; kadınıyla, erkeğiyle, sanat icrasıyla gurur duyan bir ülkeymiş artık.

Kadın tiyatro sanatçılarının Afife Jale ile bütünleşen pozları

Sonra yıllar geçti, zaman içinde sanattan korkanlar, onu karalamaya çalışanlar oldu. Ama buna inat, sanatseverler daha da sarıldı değerlerine. İcra etmek için yanıp tutuşan gençler türedi iyice. Tiyatro karalanmaya çalışıldıkça onlar daha çok yükselttiler seslerini.

Biraz geçmişe bakın; tiyatro, sinema, müzik, edebiyat ne zaman bastırılmaya çalışılmışsa; hep karşılarında güçlerini kaybetmekten korkanlar olmuştur. Ama üretenin başı her zaman diktir. Sanatçı her koşulda söylenmesi gerekeni söyleyecektir. Birileri; ‘Sen yazma!’, ‘Sen çalma!’, ‘Sen oynama!’; ‘Sen kadınsın, in sahneden!’ dese de işte o estetik ihtiyaç, o anlatma tutkusu yok mu; o, hep dile getirecek gerçekleri en güzel haliyle. Çünkü anlatmak güzeldir. Çünkü sanat güzelleştirir, iyileştirir, dinginleştirir. Çok Yaşa Sanat… Çok Yaşa Tiyatro… Her şeye rağmen ‘Dünya Tiyatrolar Günü’nüz kutlu olsun…

 

 

Ayşegül Sağlam

 

[Yaşadım Diyebilmek] Opera sahnesinde oturak alemi – Şahin Tekgündüz

O yıllarda bir yandan okuyor, bir yandan da aile bütçesine katkı sağlamak amacıyla Devlet Tiyatrosu’nda memur olarak çalışıyordum. Dört yıllık memurluğum süresince yaşadığım ilginç olaylardan biri de Türkiye’de gerçekleştirilmeye çalışılan ilk televizyon yayınıydı.

Yanılmıyorsam, 1957’nin ikinci yarısıydı. Tiyatrolar henüz açılmamış ama, yeni mevsimin provaları başlamıştı. Bir gün, sahne müdürü Orhan Kuraner, yanında yaşlıca, orta boylu, kumral, şehlâ gözleri felfecir okuyan biriyle ambar memurluğu yaptığım, elektrik ve sahne donanımlarıyla dolu odama geldi. Beni bu ilginç zatla tanıştırmadan, ihtiyaç duyulan malzemeleri sıralamaya başladı. Ambarımda bulunanların listesini çıkarıp seçilenleri işaretledikten sonra malzemeleri kime teslim edeceğimi sordum. Bunun üzerine Orhan Bey lütfedip açıklamak zorunda kaldı.

Yanındaki zat, o dönemin her alanda ünlülerinden yazar, senarist, bürokrat, diplomat, film yönetmeni Münir Hayri Egeli’ydi. Onu daha çok ‘Yavuz Sultan Selim’, ‘Cem Sultan’, ‘Vatan ve Namık Kemal’ gibi hamâsî filmleriyle tanırdık. Orhan Kuraner’in verdiği bilgiye göre, bir İtalyan ekibiyle Ankara’ya gelmişti ve Türkiye’de kendine göre ilk televizyon yayınını gerçekleştirecek, daha sonra da televizyon istasyonu kurmak için devlet nezdinde girişimlerde bulunacaktı. Devlet yönetimi de bu teşebbüse yeşil değilse bile sarı ışık yakmıştı. Aslında  ilk televizyon yayını denemesinin birkaç yıl önce İstanbul’da İTÜ tarafından yapıldığını, ancak ses getirmediğini öğrenmiştik.

Münir Hayri Egeli’nin deneme yayını için Devlet Tiyatrosu’nun sahnesine, teknik donanımına ve desteğine ihtiyacı vardı. İnanılmaz derecede kibar davranıyor, Orhan Kuraner’in her söylediğini sanki bir emirmiş gibi dinleyip başını sallayarak onaylıyor, belli ki olumsuz bir durumla karşılaşmamak için aşırı özen gösteriyordu. Odamdan ayrılırken de, beni tanımaktan çok memnun olduğunu söylemeyi ve üst üste teşekkürü ihmal etmedi.

Tevatür müthişti. Münir Hayri Bey, Cinecitta’nın en ünlü oyuncularıyla gelmişti Ankara’ya. Yayınla ilgili ön hazırlıklar yapılmış, senaryolar hazırlanmıştı. Stüdyo, Opera ve Büyük Tiyatro’nun ortak sahnesinde kurulacak, şehrin değişik yerlerine televizyon ekranları yerleştirilecek, sahnedeki gösteriler Ankaralılar tarafından seyredilecekti. Bir ekran da Cumhurbaşkanı Celal Bayar için Çankaya Köşküne konulacaktı.

Tabii televizyon o yıllarda hepimizin zihninde ulaşılması, hattâ inanılması güç bir mucizeydi. Çünkü toplumun geneli daha radyo denilen aletin sesleri dünyanın bir ucundan öbürüne anında nasıl taşıdığını bile bilmiyordu, kaldı ki görüntüler… Aslında dindarlarımızın âhir zaman kehânetlerine göre maşrıktaki (doğudaki) ses mağrıpta (batıda) mağrıptaki ses maşrıkta duyulmaya başlanacaktı ve radyo bunun kanıtıydı; aynı şey görüntüler için de olamaz mıydı?

Biz Cinecitta’nın ünlü yıldızlarıyla karşılaşmayı beklerken, Orhan Kuraner’den yeni ve heyecan verici bir haber ulaştı. Münir Hayri Bey’in, İtalyan yıldızlarla birlikte sahnede yer alacak Türk oyunculara, daha doğrusu figüranlara da ihtiyacı vardı. Bunun için Devlet Tiyatrosu ve Konservatuvar yönetimlerine başvurmuş ancak kabul görmemişti. Bunun üzerine figürasyonun Devlet Tiyatrosu kadrolarındaki memur ve müstahdemlerle karşılanması düşünülmüştü. Hem onlara üç beş kuruş da destek sağlanabilecekti. Haberin duyulmasıyla biz memur takımı görev almaya hazır olduğumuzu bildirmiş, bir vücut çalımıyla müstahdemi de saf dışı etmiştik. Müthiş heyecanlıydık, hem İtalyan yıldızlarla birlikte oynayacak hem de Ankaralılar tarafından seyredilecektik.

Cumartesi günkü yayın Pazar günü tekrarlanacaktı. Provalar ise, yayın gününe kadar çalışma saatinden sonra yapılacaktı. Senaryoya göre oyun, Göreme’de peri bacaları arasında geçiyordu. Şalvarlı poturlu yerel kıyafetler giymiş burma bıyıklı erkekler çember şeklinde yere bağdaş kurmuş, bir yandan kızarmış kuzu butlarını kemirirken, bir yandan da toprak testilerden şarap içiyor ve bıyıklarını burarak ortalarında göbek atan İtalyan güzellerini seyrediyorlardı. Bu sırada iriyarı ve yakışıklı bir İtalyan sahneye çıkıp erkeklerin arasına dalıyor, bale hareketleriyle onları döverek saf dışı bırakıyor ve oturak âlemindeki kadınları kurtarıp kaçırıyordu. Bizler ise o şarap çekip bıyık burarak kadın oynatan erkek figüranlar olacaktık.

Önce, büyük bir heyecanla Fâik Avşar’ın kostüm ambarına dalıp kıyafetlerimizi, sonra da makyaj atölyesinden takma bıyıklarımızı tedarik edip kendi aramızda bir defile yaptık. Soyunma odalarında, prova salonlarında ve sahnelerde tiyatro oyuncularını kıskançlıkla seyretmenin içimizde biriktirdiği hasetin acısını çıkardığımızı sanıp, dehşetli keyiflenmiştik. Birbirimize bakıp, kasıklarımızı tuta tuta gülüyorduk. Kılıklar ve pala bıyıklar kimimize yakışmış, kimimizde ise son derece iğreti durmuştu. Örneğin en gençleri olan benim yüzümdeki pala bıyık sırıtıyor, Seyit Ali Kanalmaz’ın bol briyantinli saçları pala bıyığının üzerinde pırıl pırıl parlıyordu. Münir Hayri Bey’in bizi görmek istediği bildirilince hep birlikte sahneye çıktık. Sanırım bir yanlışlığa meydan verir de bizi de kaybeder endişesiyle son derece kibar davranıyor, her birimizin kıyafetiyle ve makyajıyla tek tek ilgileniyordu. Orhan Kuraner ise işin gırgırında idi. Bizi seyredip katıla katıla gülerek

“Yeşiçam’a, Yeşilçam’a!..” diye dalga geçiyordu.

Sonuçta Egeli’nin denetiminden tam not almayı başarmıştık. Daha, ilk provaydı ve pek keyifliydik. Bu arada İtalyanlar’la tanışma fırsatı da bulmuştuk.

Belleğimde İtalyanlardan iki isim kalmış. Yaklaşık bir doksan boyunda, iri yapılı, kumral, dalgalı saçlı, alabildiğine yakışıklı ve ünlü bir jön olan Renato Baldini ile neredeyse onun boyunda sarışın ve vamp kadın tipindeki Fiorella Ferrero…

Bir yandan biz prova yaparken bir yandan da teknisyenler, teknik donanımı yerleştiriyor ve kapalı devre deneme yayını yapıyorlardı. Konu basına da yansımış, Çetin Karamanbey’le ve İtalyan aktör ve aktristlerle peş peşe röportajlar yayımlanmaya başlamıştı. Son provamız, yayının gerçekleştirileceği cumartesi öğleden önceydi. Büyük bir keyifle testileri tepemize dikip sözüm ona şarapları götürürken, loş ve bomboş seyirci salonunun ön sıralarında çaktırmadan bizi seyreden Muhsin Ertuğrul gözümüze çarptı. Hiç üzerinde durmadığımız gibi, daha iyi ve daha etkili rol yapabilmek için de özel çaba harcadık. Âdetâ, Muhsin Ertuğrul’un yönettiği tiyatroda idârî görevliler bile birer aktördür, demek istiyorduk. Ama benim içime bir kurt da düşmüştü. Çünkü Devlet Tiyatroları’nın o güne kadar, dünya klasiklerine ve ünlü operalara ev sahipliği yapan en önemli sahnesinde bir oturak âlemi sergileniyor ve bir yabancı oturak aleminde dans eden kadını Türkler’in elinden kurtarıp kaçırıyordu. Bu kaygımı arkadaşlara belli etmemeye ve hatta kendimi de inanmamaya zorluyordum. Provalardan sonra dağıldık. Akşam gelip hazırlığımızı yapacak ve yedi buçukta başlayacak yayına katılacaktık.

Yemeğimizi erkenden yedik ve babamlarla birlikte evden çıktık. Onlar beni, Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nin bahçesine konulacak televizyondan seyredeceklerdi. Tiyatro’nun kapısında Fâik ve Seyit Ali ile Kanalmaz’la karşılaştım. Girişteki alçak taş duvara oturmuşlar birer karış suratla etrafı seyrediyorlardı. Galiba kaygılarımda haklı çıkmıştım. Bir şeyler olduğu belliydi. Seyit Ali alaycı bir ifadeyle yüzüme bakıp, Muhsin Bey’i taklit ederek,

“Sen devletin memuru musun, yoksa oturak âlemi yapan eşkıyâ mısın paşam, nedir bu halin bakıyım, hadi bakalım evine…” diyordu. Anladım ki, öğleden önceki provada bizi seyreden Muhsin Bey, sahneye çıkmamızı yasakladığı gibi Devlet Tiyatrosu sahnesinde oturak alemi yapılamayacağını söyleyip programın o bölümünü iptal ettirmişti. Yapacak bir şey yoktu. Mahalle kabadayısı tarafından oyuncakları elinden alınmış çocuklar gibiydik. Hayallerimiz yıkılıp gitmişti. Biraz sonra gelen Galip ve Cemal’i de alarak Tiyatro’dan ayrıldık ve başlarımız önümüzde Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’ne yürüdük. Hiç olmazsa yapılacak yayını televizyon denilen aletlerden seyrederek düş kırıklığımızı gidermeye çalışmalıydık. Fakat ne yazık ki o da olmadı. Saat ona, on buçuğa kadar beklememize rağmen arada bir görünüp kaybolan ve ne idüğü belirsiz görüntüler dışında hiçbir şey göremedik. Ekranların başına toplanmış kalabalık da büyük bir düş kırıklığına uğramıştı. Çünkü, sâdece iptal edilen oturak âlemi değil, teknik sorunlar nedeniyle sahnede sergilenenlerin hemen hiçbiri ekranlara yansımamıştı. Böylece Türkiye’de gerçekleştirilmek istenen ilk televizyon yayını da tam bir fiyaskoyla sonuçlanmış, ertesi günkü yayın da iptal edilmişti.

 

 

 

Şahin Tekgündüz

[email protected]

Romanya’da Cernavoda nükleer santralinde arıza

Romanya’nın Cernavoda nükleer santralinde ikinci ünitenin arızalandığı duyuruldu.

Santralin bağlı olduğu Nuclearelectrica tarafından yapılan yazılı açıklamada, santraldeki ikinci ünitenin, elektrik sisteminden kaynaklanan bir arıza nedeniyle dün sabah saatlerinde elektriğinin kesildiği bildirildi.

Açıklamada, arızanın santralin klasik kısmında olduğu belirtilirken “Uzmanlar şu anda arızanın nedenini araştırıyor. Arızanın prosedürlere uygun olarak düzeltilmesi için gerekli çalışmalar yapılıyor.” ifadesi kullanıldı.

Romanya’nın güneydoğusunda bulunan Cernovada nükleer santralinde 25 Mart’da, birinci ünitede elektrik bağlantısı kesilmiş ve ikinci ünitenin yüzde 55 kapasiteyle çalıştığı açıklanmıştı.

 

(Hürriyet)

Doğadan ilham alan ressam: Vincent Van Gogh 165 yaşında

Batı sanat tarihinin en ünlü ve etkileyici isimlerinden biri olan Hollandalı ressam Vincent Van Gogh, 1853 yılında bugün doğdu.

İşte sanatçının 37 yıllık hayatına sığdırdıkları:

-860 tanesi yağlı boya tablolar olmak üzere toplamda 2100 adet eserinin olduğu tahmin edilen sanatçı, bu eserlerin çoğunu yaşamının son iki yılında Fransa’da üretti.

-Vincent ismini, 1789-1874 yılları arasında yaşayan ve zamanının tanınmış heykeltıraşlarından olan dedesinden aldı.

-Çocukluğundan beri her zaman sessiz olan Van Gogh, gençliğinde sanat tüccarlığı yaptığı için Avrupa’nın pek çok şehrini gezdi.

-Özgün fırça darbeleri dramatik ve içgüdüsel olarak değerlendirilen sanatçı, empresyonizme tepki olarak doğan post-izlenimcilik akımının öncüleri arasında yer aldı.

-Çalışmalarının arasında otoportreleri, portreler, natürmortlar ve manzaralar yer aldı.

Buğday Tarlası 

-Yaşadığı psikotik epizodlar sebebiyle Fransa’da birkaç akıl hastanesinde tedavi gördü.

-Ünlü sanatçı Paul Gauguin’in yolunu kesmesiyle yaşadıkları olayda, geçirdiği öfke nöbeti sonucu sol kulağının bir kısmını kestiği rivayeti hâlâ kanıtlanmadı.

-27 Temmuz 1890’da kendini vurdu, iki gün sonra yaşamını yitirdi.

-Önemli eserleri arasında Otoportre serisi, Ayçiçekleri, Yıldızlı Gece, Arles’deki Yatak Odası ve Buğday Tarlası ve Kargalar bulunuyor.

https://www.youtube.com/watch?v=UrR-sYyS_8k

-Vincent Van Gogh’un on yedi yıl boyunca, intiharından iki gün önceye dek kardeşi Theo’ya yazdığı mektuplar Yapı Kredi Yayınları tarafından 2010 yılında Türkçeye çevrildi. 

-Geçtiğimiz yıl ünlü ressamın hayat hikâyesinin anlatıldığı “Loving Vincent” filmi 125 profesyonel yağlı boya ressamı tarafından çizildi.

 

(Artfulliving)