25-27 Ocak tarihleri arasında İstanbul’da takipçileriyle buluşacak olan 8. Pembe Hayat KuirFest için geri sayım başladı!
Pembe Hayat LGBTT Dayanışma Derneği’nce düzenlenen KuirFest, kuir kültürün kapsama alanını genişletmek, umudu tazelemek ve dayanışmayı güçlendirmek amacıyla film ve etkinliklerini bu yıl da takipçileriyle ücretsiz olarak buluşturacak. Festival mekânları Fransız Kültür Merkezi, Tasarım Atölyesi Kadıköy ve Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi olarak belirlendi.
Üç gün boyunca İstanbul’u trans renklerine boyayacak olan festivalin bu yılki afişi yönetmen Rüzgar Buşki’nin imzasını taşıyor. Rüzgar Buşki’nin umudu, mizahı ve aşkı tüm renkleriyle anlatan belgesel filmi #direnayol (2016), 6. Pembe Hayat KuirFest’te izleyicilerle buluşmuştu.
Pembe Hayat KuirFest’in programına dair detaylar çok yakında açıklanacak.
1 Ocak itibariyle içeriğinden çok magazinsel yönüyle gürültü kopartan bir uygulama daha hayatımıza girdi. Bu uygulamaya göre artık belli boy ve kalınlıktaki plastik poşetler en az 25 kuruştan tüketiciye verilecek. Benzerine birçok farklı ülkede de rastladığımız bu uygulama en geniş anlamıyla faydalı gibi görünse de, son tahlilde plastik kirliliği sorununa çözüm olmaktan oldukça uzakta.
Dünya plastik sektörünün salt kâra dayanan üretim politikası ciddi bir ekonomik “başarı” göstermiş ve bugün itibariyle yıllık plastik üretimi neredeyse 400 milyon tona yaklaşmıştır. Bunun parasal karşılığı ise 1,5 trilyon dolar civarındadır. 1950’den beri üretilen toplam plastik miktarı ise 7 milyar tonu geçmiştir. Tüm bu üretilen plastiklerin %30’u hala kullanımdayken %55’i kirletici olarak karasal ve denizsel ortamda bulunmaktadır. 1950’den beri üretilen tüm plastiğin sadece %9.5’i geri dönüştürülebilmiştir (https://ourworldindata.org/plastic-pollution). Yıllık 1.5 trilyon dolarlık küresel bir ekonomiye sahip olan bir ürünün çevreye olan etkilerini azaltmak için üretici yerine tüketiciden 25 kuruş civarında bir para talep etmek genel olarak faydalı bir uygulamaymış gibi görünse de uzun vadede pek de faydalı olamayacağı açıktır. Neredeyse 25 yıldır bu uygulamayı ve başka birçok uygulamayı gerçekleştiren Avrupa ülkelerinde plastik kirliliği sorunun azaltıldığına dair herhangi bir emarenin ortaya çıkmadığını görmek zor değil. Eğer ki tek başına plastik poşetleri ücretli yapmak herhangi bir sorunu çözseydi, üzerine pet şişelere depozito uygulaması ve hatta tek kullanımlık birçok plastiğin kullanımına da yasak getirilmezdi.
Keşfedilişinden yasaklanmasına plastik poşetin kısa tarihi
Plastik poşetlerin paralı olduğu günümüze gelmeden önce bu “kullanışlı” malzemenin nasıl ve nerede ortaya çıktığına değinmekte fayda var. İlk olarak 1965 yılında İsveçli bir şirket olan Celloplast tarafından patentlenen plastik alışveriş poşeti, 1970’li yıllarda tüm Avrupa’da hızla yaygınlaşmaya ve bez çantalar ve kese kağıtlarının yerini almaya başladı. Daha sonra 1980’lerde ABD’li iki büyük market zinciri tarafından ABD’de kullanılmaya başlayan plastik poşetler, bir anda tüm dünyada alışverişlerin vazgeçilmezi haline geldi. Bugün, plastik alışveriş poşetleri, dünya perakende marketlerindeki alışverişlerin neredeyse %80’inde kullanılıyor. Bu oran yılda 500 milyar ila 1 trilyon adet plastik poşet kullanımına denk gelmektedir. Bu yaygınlığın en önemli sebepleri, plastik poşetlerin hafif oluşu, sıvılarla etkileşime girmemesi ve içerisindeki ürünleri dış ortamdan koruması gibi özellikleridir. Bu özellikler sadece plastik poşet tercihini değil aynı zamanda genel olarak plastik kullanımının da ana motivasyonunu oluşturmaktadır. Ayrıca diğer bir özelliği var ki belki de plastik poşetlerin asıl tercih edilme nedeni bu özelliğinden kaynaklanmaktadır: Ucuzluk! Plastik poşetlerin maliyeti oldukça düşüktür. Zaman içerisinde birçok başka malzemenin yerini almasında plastiklerin ucuz olmasının oldukça önemli bir payı vardır.
Plastik poşetlerin bu derece yaygın olarak kullanılmasının “faydalı” yanları olduğu gibi zararları da mevcut. Faydalı diye tabir edilen özellikleri genel olarak insan yaşamını kolaylaştırmakla ilgiliyken, zararlı yanları tüm doğayı ilgilendirmektedir. Tüm doğa tanımının içerisinde insan da mevcut tabii ki. Hali hazırda plastik yasağının kökeninde de yine doğadan ziyade insan mevcuttur. Birçok ülke, plastik poşetlerin insan üzerine olan farklı etkilerini gerekçe göstererek plastikleri yasaklamıştır. Örneğin Kenya’da sıtmanın yayılmasını durdurmak için, Bangladeş, Filipinler ve Kamerun’da kanalizasyon sistemlerini tıkadığı ve taşkınlara neden olduğu için plastik poşetler yasaklanmıştır. Bunun yanında yasaklamak yerine kısıtlama ve vergilendirme gibi önlemler alan ülkelerin sayısı da oldukça fazladır. Bu tarz önlemler alan ülkelerin başında ise Danimarka gelmektedir. Danimarka 1993 yılında plastik poşetleri parayla veren ilk ülke olmuştur. Daha sonra birçok Avrupa ülkesi bu uygulamaya katılmıştır. Hali hazırda Dünya üzerindeki 32 ülkede plastik poşetler yasak, 18 ülkede ücrete tabi ve 17 ülkede ise kısmi olarak yasaklama ve ücretlendirme uygulaması mevcuttur. Sonuç itibariyle Türkiye’de 1 Ocak itibariyle yürürlüğe giren uygulama aslında uzun süredir dünyanın birçok bölgesinde uygulanıyor.
Plastik poşete dair yasak uygulamasının dünyadaki durumu
Ya diğer plastikler?
Konu plastiklerin kullanımının ücretlendirilmesi olduğu için diğer plastiklerden de bahsetmek gerekiyor. Çünkü 2018 yılında dünya genelinde gerçekleştirilen temizlik kampanyalarında (https://oceanconservancy.org/wp-content/uploads/2018/07/Building-A-Clean-Swell.pdf) en fazla rastlanılan plastik çöp türleri sigara izmaritleri, gıda ambalajları ve plastik şişeler. Hatta öyle ki plastik pipetler ile plastik poşetlerin sayısı neredeyse eşit düzeyde. Daha da ilginci köpük olarak nitelediğimiz türdeki çöplerin sayısı tüm plastik çöplerden bile daha fazla.
2018 yılında dünya genelinde gerçekleştirilen kıyı temizliği kampanyaları sonucunda toplanan çöplerin miktarları
O halde plastik poşet için tek başına yapılan düzenleme aslında çevre açısından çok da fark yaratmayabilir. Plastik çöplerin içeriğine dair daha da yakına gelecek olursak örneğin, Mikroplastik Araştırma Grubu’nun İskenderun Körfezi sahillerinde yaptığı sahil plastik çöpleri araştırmasında en fazla bulunan plastik çöp çeşidi sert plastiklerin kırılmış daha küçük parçalarıdır. Denizlerde de durum bundan farklı değil. Yine Mikroplastik Araştırma Grubu’nun Doğu Akdeniz kıyı sularında gerçekleştirdiği çalışmalar bizlere endişelenilmesi gereken problemin başka olduğunu gösteriyor. Örneğin 2017 yılında İskenderun Körfezi’nde gerçekleştirilen araştırmada, yüzey sularında en çok rastlanan mikroplastik çeşidi şeffaf ve ince film şeklindeki plastikler. Bu plastik filmlerin asıl kaynağı ise alışveriş poşetleri değil daha ziyade tek kullanımlık sera örtü naylonları. Bunlara dair herhangi bir düzenleme ise söz konusu bile değil. Muhtemelen karar alıcılar bunun farkında bile değildir. 2018 yılında Mersin Körfezi’nde gerçekleştirilen çalışmada da benzer bir durum söz konusu. O halde sera örtü poşetleri için de bir yaptırımın uygulanması gerekmez mi? Neticede plastik kirliliği fenomeninin ana kaynağından bahsediyoruz. Gerçi hangi yaptırımın, güneş altında bir ay beklemiş ve kırılganlığı artmış sera örtü naylonlarının ekosistemde kirletici olarak dahil olmasını önleyebilir merak ediyorum. Çünkü hangi cezai yaptırımı uygularsanız uygulayın bu örtü naylonlarını toplamak neredeyse imkânsız. O zaman çözüm belli: Üretim ve tüketim alışkanlıklarının doğa düşmanı olmayan hallere evrilmesi! Aksi takdirde bu poşetlerin toplanmasına dair gerçekleştirilecek herhangi bir düzenleme herhangi bir işe yaramayacak ve çiftçinin sırtına ek bir yük daha gelmesine neden olacaktır.
İncesi mi makbul yoksa kalını mı?
Yasak ya da vergi uygulamasında bir öncelik olacaksa bunun için sigara izmaritleri, plastik şişeler, köpükler, pipetler ve sera poşetleri için olması gerektiği bilgisini bir kenara bırakacak olursakeğer o zaman plastik alışveriş poşetleri için belirlenen ücretin yeterliliği ve ne amaçla kullanılacağı konusu tartışılabilir. Öncelikle bilmemiz gereken iki önemli bilgi var. Birincisi aslında plastik poşetlerin sadece 15 mikrondan daha kalın olanlarının ücrete tabi olduğu bilgisi. Yani özellikle marketlerin meyve sebze reyonlarında verilen poşetlerin uygulama dışı olması. Diğer bir bilgi ise uygulama kapsamındaki poşetlerin boyutlarının 500×350 milimetreden büyük olması gerektiği şartı. Özellikle kozmetik, kuruyemiş ve giyim sektöründe yaygın olarak kullanılan poşetlerin boyutu, uygulama kapsamının dışında. Burada ortaya şöyle bir risk çıkıyor, uygulama kapsamı dışındaki ince poşetlerin kullanımının artması ve birçok marketin bu incelikteki poşetleri müşterilere sunması. Çünkü vatandaş daha henüz plastiğin zararları konusunda yeteri farkındalığa sahip değil ve çoğunluk poşet için talep edilen paranın derdinde. O sebeple bu uygulamanın sahip olduğu riskler beklenen olumlu etkilerinden daha büyük. Üstelik uygulamanın poşet kullanımına dair istatistikleri etkileyip etkilemediği sadece uygulama kapsamındaki poşetlerin kullanımı üzerinden ölçülecektir ki bu da hatalı değerlendirmeler yapılmasının önünü açacaktır. Diğer bir husus ise uygulama kapsamının dışında olan poşetlerin daha kısa ömürlü olması ve daha çabuk parçalanması. Bunu kendiniz de deneyebilirsiniz. Marketlerin meyve ve sebze reyonlarında ücretsiz verilen ince poşetler ikinci defa kullanılamayacak kadar dayanımsız. O zaman poşet kalınlığı sınırlaması ile poşetlerin alımı ile atımı arasındaki süreyi kısaltmış olmuyor muyuz? Halihazırda ücrete tabii olan poşetlerin ortalama kullanım süresi 10 ila 20 dakika (https://www.factorydirectpromos.com/other/infographics/life-cycle-of-a-plastic-bag/) iken bu sürenin poşet inceldikçe azaldığını bilmekte fayda var. Yani kalın poşeti ücretlendirerek poşetin kullanım süresini azaltarak doğaya kirletici olarak girdiği süreyi de kısaltmış oluyoruz.
25 kuruş ne için alınıyor?
Bunların dışında plastik poşetler için talep edilen ücretin mahiyeti de ciddi problemler taşıyor. Katkı payı olarak alınacak 15 kuruşluk miktarın hangi amaçlar için kullanılacağının muallakta bırakılmış olması oldukça problemli. Bu katkı payının da diğer fonlar ve katkı payları gibi amacının dışında kullanılmayacağının garantisi de yok ve hatta amacı dışında kullanılacağının emareleri daha fazla. Diğer bir husus ise kalan 10 kuruşluk ücretin poşeti de artık satılan ve üzerinden kar edilen bir ürün haline getirmesi. Çünkü eskiden tüketiciden talep edilmeyen bir ücret talep ediliyor ve üstelik talep edilen bu ücret poşetin maliyetinin neredeyse iki katına yakın (https://www.haberturk.com/plastik-posetler-2019-yilindan-itibaren-ucretli-olacak-1636521-ekonomi#). Bu durum, poşetleri bir gelir kapısına dönüştürecek ve marketlerin poşete alternatif ürünleri teşvik etmeyecek olmasının önünü açabilir.
Poşet ücretinde asıl sorun katkı payında değil diğer 10 kuruşta!
İlginçtir ki alınacak ücretin bu 10 kuruşluk kısmı değil de diğer 15 kuruşluk kısmı daha fazla tartışılıyor. Tabii ki bunun anlaşılır tarafları var ancak 15 kuruşluk kısım, bir şekilde çevre kirliliğinin önlenmesi için kullanılma ihtimali barındırıyor. Diğer 10 kuruş için ise böyle bir ihtimal söz konusu bile değil. Kaldı ki plastik üreticisi ve dağıtıcısının bu konudaki sorumluluğu göz ardı ediliyor gibi. Her yıl ürettikleri plastiğin artışını ve getirdiği kazancı ballandırarak anlatan plastik üreticilerinin bu işten sıyrılıyor olmaları başka bir yazının konusu olmayı hak ediyor. Bu sadece Türkiye için değil tüm dünya için geçerli. Geçen yıl Kasım ayında İspanya’da düzenlenen MICRO2018 konferansına (https://micro2018.sciencesconf.org/resource/page/id/8) davetli konuşmacı olarak katılan Avrupalı plastik üreticilerinin temsilcisi, plastik üreticilerinin plastik kirliliğine dair neredeyse hiçbir şey yapmadıklarını gayet süslü bir şekilde anlatmıştı. İlginçtir bu konuda sorumluluk bile duymadıklarını söyleyebilirim. Bunca kar eden ve ettiği kardan çevreye ve ona verdikleri zarara neredeyse sıfır kaynak aktaran bir grubun bu tartışmalardan mutluluk duyduğunu tahmin etmek zor değil. O halde 15 kuruşluk kısmın çevre için kullanılması için kamuoyu oluşturulmasının yanında alınan o 10 kuruşun da marketlerin kasasına ek kar olarak gitmesinin önüne geçecek kamuoyunu yaratmak gerekiyor. Bunun yanında diğer tek kullanımlık çevre düşmanı plastiklerin de yasaklanmasına dair bir basınç oluşturmak belki de bu tartışmaları olması gerektiği yöne evirecektir.
Son tahlilde değişime direnen bir topluma, içeriği tartışmalı bir yasa ile ek yük getiren bir uygulama dayatmak herkesin sorumluluk sahibi olduğu bir çevre probleminin ortadan kalkmasına yarayacağını beklemek şüphesiz ki yanıltıcıdır. Ancak her ne kadar problemli olsa da sonrasında daha başka adımlar atılmasına belki vesile olabileceği ümidi oluşturması açısından yabana atılmaması gereken bir uygulama söz konusu. Konforundan bir nebze olsun ödün vermeyen ve çevre kirliliğindeki kendi payını akıl bile etmeyen toplumsal kitleye, bu düzenleme ile çevreyi yeniden düşündürtme fırsatı sunduğu için tukaka edilmemesi gerekiyor. Çünkü medya üzerinden takip edileceği üzere artık plastik kirliliği ve onun ana nedeni olan tek kullanımlık hayat tarzı yavaştan da olsa geniş halk kitlelerince tartışılmaya başlanmış gibi görünüyor. Ayrıca her ne motivasyonla olursa olsun (gerek devlete 15 kuruş vermemek, gereke poşet üreticisine ek kar sağlamamak, gerekse de çevreyi kirletmemek), poşet tüketiminden uzaklaşılmasına yarayabileceği ihtimali olduğu için önemli bir eşiğin aşıldığı kanısındayım. Plastik kirliliğinin ana kaynağı her ne kadar tek kullanımlık konforlu hayat tarzı olsa da hepsinin temelinde üreticinin sürekli büyüyen kar hırsı olduğunu da unutmamak gerekiyor. Tüketici her ne kadar bilinçli olmak zorundaysa üretici de o kadar sattığı plastiğin akıbetinden sorumlu olmak zorundadır. Devlete düşen de bunun organizasyonunu sağlamaktır. Aksi takdirde alışveriş poşetini paralı yapmak sadece marketlerin poşet masrafı sorununu çözer.
Çanakkale’de kurulması planlanan Ağan Kömürlü Termik Santral Projesi için Çanakkale İdare Mahkemesi’nden bir kez daha ret kararı çıktı.
Doğa savunucuları Karabiga bölgesinde yapılması planlanan santral için verilen “ÇED olumlu” kararının iptali için dava açmıştı. Davada mahkemenin ret kararı temyiz edilmiş, Danıştay yapılan başvuruyu yerinde bularak kararın bozulmasına ve idari işlemin iptaline karar vermişti.
Son olarak ret kararını da temyiz etmek isteyen davalı Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın talebi “süre aşımı nedeniyle” Çanakkale İdare Mahkemesi tarafından reddedildi.
“Bölgede şu an faaliyet gösteren termik santral sayısı 4”
Kararı Yeşil Gazete’ye değerlendiren avukat Ali Furkan Oğuz, bölgede halen faaliyet gösteren dört termik santralin tarım alanlarına, hava kalitesine ve insan sağlığına zarar vermeye devam ettiğine dikkat çekti.
“Danıştay, Ağan Termik Santrali hakkında verilen ‘ÇED olumlu’ kararlarının iptali istemli Çanakkale İdare Mahkemesi’nde açtığımız ve yerel mahkemenin reddettiği davada; hava kalitesi modelleme çalışmalarının raporunu hazırlayan ekip tarafından gerçekleştirildiğini ancak bu ekipte meteoroloji mühendisinin bulunmadığına dikkat çekerek ‘ÇED olumlu’ kararlarını ve yerel mahkeme kararlarını, karar düzeltme yolunu da kapalı olarak iptal etmişti. Bölgede şu an faaliyet gösteren termik santral sayısı 4’tür. Yalnızca Çan 18 Mart Termik Santrali’nin bölgeye, tarım alanlarına, hava kalitesine ve insan sağlığına olumsuz etkileri ortadadır. Diğer santraller ise yine Çan’daki Çan-2 Termik Santrali, Karabiga’da İçdaş ve Cenal Termik Santrali’dir.”
“Termik santral projeleri Çanakkale ve Balıkesir’deki hava kirliliğini 1,5 kata kadar artırabilir”
TEMA Vakfı’nın 2017 yılında yaptığı hava modellemesi çalışmasıyla kömürlü termik santral projelerinin Çanakkale ve Balıkesir’deki hava kirliliğini 1,5 kata kadar artırabileceğini, hatta İstanbul’daki hava kirliliğinin bile %20-25 oranında artacağı tespit edilmişti. Türkiye’deki mevcut Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) ve hava modelleme mevzuatı sadece 7-15 kilometre gibi kısa mesafedeki hava kirliliği etkisini değerlendiriyor. Oysa hava kirliliği yüzlerce kilometre mesafeye taşınabiliyor. Çanakkale’de işletmedeki dört santralin yanında inşaatı ve izin süreçleri devam eden 12 kömürlü termik santral projesi bulunuyor. Çevre Bakanlığı’nın paylaştığı verilere göre Türkiye’de 56 adet kurulu ve/ya kurulması düşünülen termik santral projesi var.
Çanakkale’nin Yenice ilçesine bağlı Namazgah Köyü sınırları içindeki Feldspat Madeni Projesi için verilen “ÇED Gerekli Değildir” kararının iptali için açılan davada karar açıklandı.
Doğa savunucuları Çanakkale İdare Mahkemesi’nin davayı reddetmesi üzerine temyiz başvurusunda bulunmuştu. Danıştay, başvuruyu yerinde bularak kararın bozulmasına ve idari işlemin iptaline karar verdi. Danıştay’ın kararıyla “karar düzeltme” yolu da kapandı.
Yenice, Çanakkale
“Birçok projede altın madenleri arandığını ama bunun gizlendiğini gördük”
Kararı Yeşil Gazete’ye değerlendiren avukat Ali Furkan Oğuz, şirketlerin “maden arama” adı altında asıl amaçlarını gizledikleri görüşünde.
“Bu davanın açıldığı yıllarda, Valilik tarafından uzun bir süre, birçok benzeri maden projesi için ‘ÇED gerekli değildir’ kararları verildi. Şirketlerin bu kararı almasındaki amaç ÇED sürecinden kaçmak ve prosedürleri hızlandırmak anlamına geliyor. Aynı zamanda aramış olduğu madeni de gizlemek istediğini bazı projelerde gördük. Bu projeler ‘maden arama’ adı altında, aslında aranan madeni gizleyerek ya da kamuoyunda tepki görmemek, kamuoyu baskısını azaltmak adına farklı madenleri arıyor gibi gözükerek karşımıza çıktı. Birçok projede de aslında 4. grup maden yani altın vb. gibi madenlerin arandığını ama bunun gizlendiğini gördük. Namazgah Feldspat Madeni Projesi’nde şirketin mevcut toplam ruhsat alanı 850,39 hektar. 2013 yılında, ‘ÇED gerekli değildir’ kararı ile 15,08 hektar alanda yıllık 100 bin tonluk işletme izni alındı ve çalışmalar başladı. 2015’te de işletme kapasitesini iki katına çıkarmak için yeniden ÇED süreci atlanarak ‘ÇED gerekli değildir’ kararı verildi.”
“Kalkım-Hamdibey çevresindeki değerli tarım alanları toz tehdidi altında”
Oğuz, kamuoyu baskısını azaltmak için proje sahiplerinin son zamanlarda başvurdukları yöntemleri ile şu sözlerle aktarıyor:
“İşe başlamadan önce ya madenin gerçek rezervi olduğundan çok küçük, ya da çıkartılacak cevher miktarı çok küçük gösteriliyor. Gerekli izinler alındıktan ve sahaya girildikten kısa bir süre sonra ya birdenbire yeni cevher yatakları bulunuyor ya da parça parça kapasite arttırımı yoluna başvuruluyor. Bu projenin 850 hektar ruhsat alanının tamamını kapsadığı açıkça ortada. 15 hektarlık başlangıç parçası ile yetinmeyecekler. İlk işletme iznini aldıktan iki yıl sonra şirketin işletme kapasitesini ikiye katlamak istemesi bu niyetin en açık kanıtıdır. İşletme alanı çevresinde 6,5 kilometreden yakın altı tane köy ve Yenice ilçesi bulunuyor.
Tesisin ortalama 6 km güneydoğusunda Gönen Barajı, 10 km güneybatısında Kalkım Göleti, 8,5 km kuzeybatısında Yenice Göleti var. Tesis, Yenice ilçe merkezinin ortalama 5,5 km güneydoğusunda yer alıyor. Görüldüğü üzere işletme yerine yakın mesafelerde de üç tane su barajı var. Bu barajların toz ve erozyondan etkilenmemesi düşünülemez. Şu anda yıllık 7 ton kadar olan patlayıcı kullanımı miktarının sekiz kat arttırılarak 56 ton seviyesine çıkartılması isteniliyor. Böyle bir proje ile Kalkım-Hamdibey çevresindeki değerli tarım alanları toz tehdidi altındadır, ürünlerde nitelik ve nicelik bakımından ciddi düşüşler olması kaçınılmazdır. Bu hususlar bir oldu-bitti ile ‘ÇED süreci gerekli değildir’ denilerek, tarımdan geçimini sağlayan pek çok insanın dikkatinden kaçırılmak istenmektedir.”
Ne olmuştu?
Troas Minerals Madencilik Turizm Tic. ve San. A.Ş. tarafından işletilmekte olan feldspat maden ocağı için Çanakkale Valiliği İl Çevre ve Şehircilik Müdürlüğü’nce ilk olarak Kasım 2013 tarihli, 2013/41 sayılı “Çevresel Etki Değerlendirmesi Gerekli Değildir” kararı verilmişti. Bunun üzerine kararın iptali için Çanakkale İdare Mahkemesi’ne dava açılmıştı. Davada mahkeme öncelikle yürütmenin durdurulması talebini kabul etmiş, ardından davanın reddine karar vermişti. Yapılan temyiz başvurusunda Danıştay Çanakkale İdare Mahkemesi’nin kararını bozdu ve “ÇED gerekli değildir” idari işlemini iptal etti.
Kararın gerekçesi olarak, “3213 sayılı Maden Kanunu ile Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliğinin hükümleri bir arada değerlendirildiğinde, bir alanda maden zuhurunun ortaya çıkarılması ile başlayıp işletme ruhsatına bağlanan madene ait işletme ruhsat sahasının 25 hektardan fazla olması ve bu ruhsata bağlı olarak yapılacak madencilik projelerinin ise 25 hektardan daha küçük çalışma alanında etaplar halinde gerçekleştirilmek istenilmesi durumunda, anılan madencilik projeleri için Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliğine ekli EK-I Çevresel Etki Değerlendirmesi Uygulanacak Projeler Listesi kapsamında Çevresel Etki Değerlendirmesi Raporu düzenlenmesi gerekmektedir.” açıklaması yapıldı.
Çevre kirliliğine ve iklim değişikliğine yol açan fosil yakıtlara karşı 30 yıldır mücadele eden Aliağalılar’ın, İzmir Demir Çelik (İzdemir) Enerji Santrali için hazırlanan Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) raporuna yaptıkları itiraz sonuçsuz kaldı.
Karadeniz Bölgesi için hazırlanmış başka bir dosyadan “kopyala-yapıştır” olarak sunulan ÇED raporundaki bilgiler “Ege Bölgesi” olarak değiştirildikten sonra, santrale yeniden “ÇED olumlu” kararı verildi.
İzmir Demir Çelik (İzdemir) Enerji Santrali
“Türkiye’deki hukuk sisteminin açıklarından yararlanarak her defasında yeni bir Çevresel Etki Değerlendirme raporu alıyorlar”
Karara 9 yıldır İzdemir Termik Santrali’ne karşı mücadele eden doğa savunucuları tepkili. Gelişmeleri Yeşil Gazete’ye değerlendiren Foça Çevre ve Kültür Derneği Platformu sözcüsü Bahadır Doğutürk çevresel kirlilik bakımından kritik eşiğin aşıldığı Aliağa’nın sahipsiz bırakıldığını söylüyor.
“2010 yılından beri takip ettiğimiz bir dava. Baştan sona hukuksuz olduğu 3 dava sonucunda belli oldu. Bugüne kadar 3 davayı da kazandık. Bütün bilirkişi raporları lehimizeydi. Fakat Türkiye’deki hukuk sisteminin açıklarından yararlanarak her defasında yeni bir Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) raporu alıyorlar. Bu ÇED raporlarını da 1 ay içinde alıyorlar. Çünkü 1 ay sonra bu işletmenin durdurulması gerekliliği var. Biz de bıkmadan, usanmadan dava açmaya devam ediyoruz.
Tabii bu 2010 yılından beri burada ENKA ile birlikte başlamıştı. ENKA vazgeçti. Ama şirket inşaata başlayıp faaliyete geçtiği için herhalde bunu yukarıya karşı artı bir değer olarak kullanarak mahkemeden bu tür kararlar çıkartıyorlar. Mahkeme kararları bizim ne kadar haklı olduğumuzun bir göstergesi. Bugüne kadar açtığımız davalarda, bilirkişi incelemelerinde bölgenin aslında sadece bir termik santral tehdidi altında olmadığını, bu bölgede kümülatif bir çalışma yapılması gerektiğini her zaman savunduk.
Aliağa-Foça arasındaki bölgede 500 bin metrekare alan üzerinde kurulu olan santral faaliyetlerini sürdürüyor. Fotoğraf: Evrensel
“Hem yerel yönetimler, hem merkezi yönetim burada dileyen tesise, dilediği şekilde izin veriyorlar”
Aliağa bölgesi çevresel kirlilik bakımından kritik eşiklerin aşıldığı, Türkiye’deki en önemli bölgelerin başında geliyor. Burada bırakın termik santral yapılmasını, herhangi bir endüstri tesisinin yapılmasına, hatta demirci atölyesinin açılmasına bile müsaade edilmemesi gerekirken bir sahipsizlik söz konusu. Hem yerel yönetimler, hem merkezi yönetim burada dileyen tesise, dilediği şekilde izin veriyorlar. Bizler de yaşam savunucuları, bu bölgede yaşayan insanlar olarak demokratik haklarımızı kullanıyoruz. Yeri geliyor bazen ufak tefek eylemler yapıyoruz, yeri geliyor davalar açıyoruz. Ama bu şartlarda mücadele nasıl devam ettirilecek o konuda ciddi endişelerimiz var.”
Horozgediği Mahallesi Kaynak: Greenpeace Türkiye
“Bacadan çıkan baca tozlarının numunesini bile alamıyoruz”
2010 yılında beri Foça Çevre Kültür Platformu olarak mücadelenin içinde olduklarını ve EGEÇEP ile birlikte hareket ettiklerini anlatan Bahadır Doğutürk en önemli iki sorunun toplumsal muhalefetin örgütlenmesi ve ulusal basın üzerindeki baskılar olduğu görüşünde.
“Zaman zaman Menemen Belediyesi’nin de içinde olduğu, Ekoloji Birliği, Menemen Ziraat Odası, Foça Belediyesi, Kıyı Ege Belediye Birlikleri ile birlikte açtığımız davalar oluyor. Ama dava açmakla bir yere varamayacağımız gibi bir sıkıntıya doğru gidiyoruz. Çünkü hukuk sisteminde davayı kazanmanız bile yeterli değil. Her seferinde yeni bir ÇED ile karşımıza çıkıyorlar. Santralin zeytinlik alanlara olan mesafesinden tutun da bacadan çıkan baca tozlarının numunesini bile alamıyoruz. Arkeolojik eserler konusunda Kyme Antik Kenti‘ne verilmiş olan zararlar tespit edildi. Mesela bu son ÇED raporunun uyduruk olduğu o kadar belliydi ki. Mücadelenin de bir haysiyeti olur.
“Şimdiki yerel yöneticiler dava açmayı mücadele zannediyorlar”
Aliağa bölgesi Türkiye’nin bir başka bölgesi gibi değil. Burada yüzlerce tesis var. 10 yıldır burada çok az insanla birlikte önemli işler başardık. Ama toplumsal muhalefeti de ileriye taşıyamıyoruz. İnsanlarda bir yılgınlık söz konusu. Dava açsak bile kazanamayacağız diye bir duygu içine giriyorlar. Her seferinde insanları motive etmek de bizim için çok zor oluyor. Dava açmak maddi anlamda da bir külfet bizim için. Sürekli belli kişilerin omuzlarında yürüyen bir mücadele var burada. Aslında toplumsal muhalefeti belediyelerle birlikte verebilsek ses de getireceğiz.
Kaynak: 350turkiye.org
“Ulusal basında da çok ciddi baskılar var”
1990 yılında bu bölgeye yapılmak istenen bir termik santral, Türkiye’nin en büyük çevre eylemiyle, İzmir’den Gencelli’ye kadar insan zincirleri oluşturularak bertaraf edilmişti. Ama o dönemde ana kent belediye başkanı dahil olmak üzere Bakırçay bölgesindeki tüm yerel yöneticiler halkla el ele, kol kola bu mücadeleyi vermişti. Şimdiki yerel yöneticiler dava açmayı mücadele zannediyorlar. Karşımızdakiler de koskoca şirketler, devletler. Yeni ÇED’e karşı yine bir dava açacağız. Ulusal basında bunlar çok fazla çıkmıyor çünkü çok ciddi baskılar var. Bizim haklı olduğumuzu herkes biliyor ama kimse ifade edemiyor.
“Yaşamı savunanların hukuki mücadelesi giderek aşama kaydediyor”
Toplu ölüm olduğu zaman eyvah biz ne yaptık mı diyecekler? Biz testi kırılmadan uyarmak istiyoruz. Yıllardır TBMM Çevre ve Araştırma Komisyonu buraya da kurulsun diye çağrıda bulunuyoruz. Geçtiğimiz 30 Ağustos günü burada ham petrol sızıntısı oldu. Onunla ilgili tespit davası açtık. Onun da bilirkişi raporları yakında çıkacak. O kadar çok tehdit var ki burada. Petkim Tüpraş varken Star Rafinerisi yapıyor. Çok dertli bir bölge burası. Çevre konusunda bugünkü kazanımlarımız belki bugün bize bir fayda sağlamayacak ama ileriye dönük olarak çevre hukukunda içtihatlar oluşuyor. Kaçamayacakları yerlerden yakalayıp o kazanımları elde ediyoruz. Hakimlerin yeni bir trende girmesinden ziyade yaşamı savunanların hukuki mücadelesi giderek aşama kaydediyor. Başka davalardaki kazanımları da örnek olarak gösteriyoruz.“
“Çevre ve Şehircilik Bakanlığı bir kez daha mahkeme kararını yok saydı ve ÇED’i değersizleştirdi”
Avukat Arif Ali Cangı’ya göre Çevre ve Şehircilik Bakanlığı aldığı kararla mahkeme kararını yok sayarak Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) raporunu değersizleştiriyor.
“Aliağa için başkaları ne yaptı bilemiyorum ama 7 Aralık’ta toplanan İnceleme Değerlendirme Komisyonu’nun (İDK) üyeleri, çevre için, yaşam için iyi bir şey yapmadılar, Aliağa ve yöresinin yaşamını termik santrale feda etme pahasına sunulan ÇED raporunu uygun buldular. Rapor incelendiğinde ‘bu kadar da olmaz’ dedirten türden çalakalem, özensiz hazırlanmış bir belge olduğu ortaya çıktı. Mahkeme, atık depolama alanının zeytinlik alanda olduğundan iptal kararı vermişti, yeni ÇED raporu da atık depolama alanının, yine aynı yerde, zeytinlikler arasında yapılmasını öngörüyordu. İDK, bu hukuksuzluğu ve ciddiyetsizliği önemsememişti. Tepkiler oldu, itirazlar yapıldı, milletvekilleri sorular sordu ama fayda etmedi, bu skandal ÇED raporu hakkında Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın ‘olumlu’ karar verdiği 28 Aralık’ta duyuruldu. Böylece Bakanlık, bir kez daha mahkeme kararını yok saydı ve ÇED’i değersizleştirdi. Başta Aliağa ve Foça olmak üzere, Menemen’in, İzmir’in çevresini, yaşamını korumak yerine, varlık nedeni ve kuruluş amacına aykırı olacak şekilde termik santralin tedarikçisi gibi davrandı.”
Fotoğraf: Hamdi Atay
İzdemir Termik Santrali 1 yıl içinde yaşama ne kadar zarar verdi?
Aliağa’da davası devam ederken bacası tüten 350 megavatlık (MW) İzdemir Termik Santrali’nin bir yıl içinde yaşam üzerinde bıraktığı tahribat ise şöyle:
Atmosfere
salınan 2,5 milyon ton CO2
Yakılan 1.060
milyon ton kömür
Çevreye salınan
150 bin ton kömür külü
Kül
barajlarında depolanan 160 bin ton kömür külü
Denizden
çekilen 400 bin m3 su
Hayatlı
deresine geri bırakılan 160 bin m3 su
Ne olmuştu?
İzmir Demirçelik San. A.Ş.’nin mülkiyetinde olan alan üzerine ithal kömüre dayalı pulvarize kazan teknolojisi ile 350 MW kurulu güçte İzmir Demirçelik A.Ş. ile İzdemir Enerji Santrali-II’nin (Endüstriyel ve Tehlikeli Atık Düzenli Depolama Alanı dahil) inşa edilmesi ve işletilmesi planlanan proje ile ilgili olarak daha önce üç kez “Çevresel Etki Değerlendirmesi Olumlu” kararları verildi, kararların iptali için açılan davalar kazanıldı. İptalin ardından Çevre ve Şehircilik Bakanlığı projeye dördüncü kez ÇED olumlu kararı verdi.
Bakanlıktan EGEÇEP’e verilen yanıtta, “Bahse konu proje için hakkında verilen iptal kararında yer alan hususlar dikkate alınarak, eksik ve yetersiz görülen bölümlerin yeniden düzenlenmesi sureti ile bakanlığımıza revize ÇED raporunun sunulması ve 2009/7 sayılı genelge kapsamında değerlendirmesi uygun görülmüş olup, projenin ÇED süreci devam etmektedir” denildi. Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü’nün internet sitesinde de, tesis için “ÇED olumlu” kararı verildiği bilgisi paylaşıldı.
Türkiye’nin altıncı büyük ithal kömüre dayalı termik santrali olan İzdemir, enerji santrali büyüklüğü bakımından İzmir’de 2. sırada bulunuyor. Demir çelik, petrokimya tesisleri, gemi söküm, gübre sanayi gibi birçok ağır ve kirli sanayi kuruluşunun bulunduğu Aliağa-Foça arasındaki bölgede 500 bin metrekare alan üzerinde kurulu olan santralin etrafı Myrina, Aigai, Gryneion, Larissa, Panaztepe, Phokaia, Pitane gibi antik kentlerle çevrili.
Avustralya’nın Queensland eyaletinde geçen hafta, çoğu hafta sonunda olmak üzere yaklaşık 13 bin kişinin deniz analarının saldırısına uğradığı ve en az 2600 kişinin tedavi gördüğü açıklandı.
Boyları 15 santimetreye kadar çıkan ve ‘Portekizli asker’ olarak bilinen fizelya denizanalarının, şiddetli rüzgarın etkisiyle kıyıları istila ettiği ve iki plajın kapatıldığı açıklandı.
Mavi-mor renkli fizelya denizanaları, türünün en tehlikelilerinden biri olarak biliniyor.
Hem denizde hem kumda sokuyor
Bu denizanaları denizin yanı sıra kumda da sokabiliyor.
Denizanası sokmasının genellikle ölümcül olmamasına rağmen çok acı verdiği söyleniyor.
Avustralya’da her yaz, kıyılarda aşırı sıcaklar nedeniyle denizanası istilası yaşanmasına rağmen, geçen yıla kıyasla üç kat daha fazla vaka görüldüğü açıklandı.
Bu vakaların çoğu Gold Coast ve Sunshine Coast bölgelerinde yaşandı.
Yetkililere göre, iki plajda Pazar günü sadece bir saat içinde, sağlık görevlilerinin toplam 461 kişiye müdahale etti.
Denizanası sokması sıcak su ve buzla tedavi edilebildiği için birçok vakanın kayıtlara geçmediği haber veriliyor.
Koloniler halinde yaşayan bu denizanaları suyun üzerinde rüzgarla ilerliyor. Hayvanların, uzunluğu bir-buçuk metreye kadar çıkan zehir kaplı kök şeklindeki uzantılarıyla diğer küçük canlıları felç ederek öldürdüğü belirtiliyor.
17-25 Aralık yolsuzluk operasyonları sürecinde ses kayıtlarını servis ettiği iddiasıyla yargılanan dönemin Karşı Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni ve eski CHP Milletvekili Eren Erdem hakkında “Örgüte üye olmamakla birlikte örgüte yardım etmek”, ve “gizliligin ihlali” suçlarından 8,5 yıldan 19 yıla kadar hapis istendi. Mahkeme Eren Erdem’in adli kontrol şartıyla tahliyesine karar verdi.
Çağlayan’da bulunan İstanbul 23. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen 12 sanıklı davada Eren Erdem, SEGBİS ile duruşmaya bağlandı. Duruşmada ayrıca biri tutuklu 4 sanık daha hazır bulundu.
Duruşmada tanıkların dinlenmesinin ardından söz alan duruşma savcısı, esas hakkındaki mütalaasını açıkladı. Mütalaada, eski CHP Milletvekili Eren Erdem hakkında “Örgüte üye olmamakla birlikte örgüte yardım etmek”, ve “Gizliligin ihlali” suçlarından 8,5 yıldan 19 yıla kadar hapsi talep edildi. Firari sanıkların dosyaları ayrılması talep edilen mütalada, bazı sanıkların beraati, bazı sanıkların ise cezalandırılması talep edildi. Duruşma sanık ve avukatların esas hakkındaki mütalaaya karşı beyanlarının alınmasıyla devam etti.
Mahkeme, Eren Erdem’in adli kontrol şartıyla tahliyesine karar verdi.
Yeni olan her şey başlarken heyecan vericidir. Yeni yıl da umutların tazelendiği, daha güzel şeylerin beklentisi ile dolan bir gece ile başlar-dı. Bildiğiniz gibi bu da kayboldu. Nasıl kaybolmasın, ülkeye yerleşen hava herkesi daha karamsar yaptı. İktidarın tahammülsüzlüğü ve baskıları bir yandan, ekonomik kriz bir yandan, toplum bu kasvetli ortamda iyice bunaldı. Dünyanın hali de çok umut verici değil. Bu koşullarda iktidar, bunalan toplumdan en küçük bir sese, hiçbir muhalif söyleme tahammül göstermiyor. Kendi korkusundan, toplumu nasıl hizada tutarım diye sağa sola saldırıp duruyor. Ekonomik güçlükler altında ezilen kesimler haksızlıklara bir şey diyecek oluyor, iktidar saldırıyor. Tarımda bunalan köylü bir şey diyecek oluyor, iktidar tepesine biniyor. Hak, özgürlük denecek oluyor, tutuklama dalgaları geliyor, ormanların, toprağın talan edilmesine karşı çıkanlar engelleniyor,niye yaptın diyene vuruyor, kısaca her şeyi zapturapt altına alarak iktidarını sürdürmeye çalışıyor. Mevcut hali ile bildiğimiz siyaset de, rejim değişikliği ile adeta bir aksesuar haline geldi.
Meclisteki muhalefet partileri ise ne meclis içinde ne dışında hiçbir varlık gösteremedikleri gibi problemin farkında bile değiller. Yaptıkları sadece aciz, kısır bir “hayır” çığırtkanlığı, ağız dalaşı. Hal böyle olunca siyaset, muhalefet ile birlikte fasit bir daireye hapsolmuş kendini tekrar edip duruyor. Bu zaaf, yıllardır iktidarın gücüne dönüştü, tepe tepe kullanıyor. Sonuçta sadece ekonomi değil, siyasette de bir tıkanma, derinleşen bir krizde boğuluyoruz. Gelecek, ağırlaşan bu koşullarda kimseye umut verici gelmiyor. Bu da toplumsal güçleri giderek bir atalete, çaresizliğedoğru sürüklüyor.
Yeni bir vizyon, yeni bir siyaset
Bu ortamda hızla, umut veren bir gelecek vizyonu ortaya koymak, buna ulaşma imkanlarını barındıran bir siyaset tarzı bulmak gerekli. Fakat bunun için, yola ışık tutan, toplumsal muhalefetin enerjisini siyasete aktarmayı beceren yeni bir güce, yeni bir yapıya ihtiyaç var. Ne yazık ki böyle bir gelişme ortaya çıkmıyor, insanlar sessiz, gözleri bir noktaya dikilmiş öylece izlemekte adeta.
Yaşadığımız günler 19. yüzyılda kapitalizmin merkantalist dönemden endüstriyel döneme geçiş süreci gibi temel bir dönüşümü barındırıyor. Belki de bu yüzden, değişimi kavrayamayan toplumsal güçler şaşkın halde. Her gün, siyasette, örgütlenmede, toplumsal ilişkilerde, kısaca her şeyde, bildiklerimizin yetmediğini deneyimliyoruz. Besbelli ki artık eskilerin yerine yenilerinin inşa edilmesi gerekli. Yeni yapılar, yeni anlamların oluştuğu bambaşka bir pratiği düşünme zamanı. Aksi halde mevcut siyaset tarzına hapsolmuş, taşlaşmış örgütsel yapıların bildik itiraz dili ile gelecek inşa edileceğini ummak bir hayal.
Bütün bunlar ve yeni bir partinin elzem olduğu kabul edilse de böyle bir hareketlenme yok. Karşılaşılan problemleri aşacak, gelecek için umut verici çözümler bulunamıyor. İktidarın baskısı altında, dağarcığında eski bildiklerinden başka bir şey olmayan toplumsal güçler için, neden bir parti gerektiği konusunda zihinlerdeki bulanık ve bu hala aşılamıyor. Hafızadaki deneyimlerin etkisi ile düşünüldüğünden ne farklı olacak sorusu havada kalıyor ve cesaret kırıcı oluyor. Oysa sadece bakış açımızı biraz değiştirmek, eski kalıpların yerine yeni anlamlar ile düşünmek bile çok şeyi görmemize yol açabilir.
Meşruluk; Aşil’in topuğu!
Kriz zamanlarında yerleşik olan şeyler statik konumunu kaybeder. Bu yüzden ister istemez yeniden sorgulanma, anlamlandırma ihtiyacı da artar. Aynı olgu iktidar açısından da geçerlidir. Onun da önceden ihtiyaç duymadığı kadar yaptıklarını anlamlandırma, topluma kabul ettirme problemi vardır. Gerek iktidar ve gerekse toplumsal güçler açısından meşruluk, bu anlamda sıkı sıkı tutunulan bir daldır. Dolayısı ile, en çok bu eksende toplumdan ayrışmaktan korkulur. Toplumun meşru saymadığı hiçbir gelişme yaşayamayacağı için toplum tarafından meşru görülmek siyaset için bir kaldıraçtır.
Sözlüklerde meşruluk yasanın ve kamu vicdanının uygun ya da doğru bulduğu diye açıklanıyor. Ancak geniş anlamda meşruluk, en güçlü sosyal duygu, toplumsal değerlerin belirlediği ortak, kollektif bir kabul ya da bir yargıdır. Meşru olan herşey bu bağlamda yasal olmak zorunda değil. Yasal olan bir şey de meşru olmayabilir. Önemli olan kamu vicdanı ya da toplumun onayıdır. Dolayısı ile günümüzdeki gibi iktidarların, baskı uygulamalarına yasal dayanak oluşturması, yapılanı meşru yapmaz.
Meşruluk problemi her iktidar için büyük bir sorundur ve onları köşeye sıkıştırabilir. Çünkü baskı arttıkça meşruluk sorunu da büyür. İktidar, eylemlerini meşru gösterme, haklı olduğuna toplumu ikna etme ihtiyacını daha çok duyar. Zamanla mücadele tamamen bu eksene yerleşir ve gelecek, taraflardan hangisinin bu anlamda toplumu ikna edeceğine bağlıdır.
Yani ister toplumsal ister siyasal olsun her hareketin gelişmesinde meşruluk onun güç kaynağıdır. İktidar, toplumun meşru bulduğu bir konuda eğer baskı ve zor ile karşı durmaya çalışırsa hızla yıpranır ve kendi meşru varlığı sorgulanır hale gelir. Bu nedenle genelde hiçbir iktidar eğer son çare olarak görmüyor ise bu yolu tercih etmez. Ederse de sonuç lehine olmaz. Bu yüzden toplumsal bir hareket yasal olmasa bile meşru bulunduğu için yasal sınırları etkisiz hale getirebilir. Örneğin türban meselesi, gecekondulaşma vb. böyle idi. Bunların hiç birisi yasa ile, baskı ve zorla çözülemedi.
Dünyayı yaklaşan iklim felaketinden kurtarmak, bunun için çalışmak da bugün en meşru faaliyet. Bunun için yapılacak şeylerin yasallık ihtiyacı da yok. İktidar, dünyadaki benzerleri gibi bu mücadele için yapılması gereken işlerde gönülsüz, hatta karşı olabilir. Ama onun bu tutumu iklim için mücadeleyi meşruluktan çıkarmaz. Üstelik küresel bir sorun olarak bu alanda bütün dünya ile birlikte hareket etme imkanı dünyanın bütün işçilerine seslenen Marx’ı bile kıskandırırdı.
Gelecekte bütün dünyada iklim değişikliği için mücadelenin meşruluğu, iktidarlar için Aşil’in topuğu gibi en zayıf yerleri olacak. Bu anlamda yükselecek yeni bir vizyon ve toplumsal güçlerin doğru bir söylemle bunu siyasete kanalize etmeleri onları daha çok sıkıştıracak, dayandıkları meşruluğu sorgular hale getirecektir. Dünya üzerindeki yaşamı bildiğimiz anlamda yok etme tehlikesi her gün, somut yeni olaylar ile kendisini daha güçlü hissettirirken bu uğurda bir mücadelenin meşruluğunu sorgulamaya da hiçbir iktidarın gücü yetmez. Tek yapabilecekleri bu değişikliğin yükünü yine büyük insanlığın sırtına yıkarak küçük bir azınlığın refahını garantiye almaya çalışmak ki, söylemeye gerek yok, bunun yaratacağı toplumsal tepki de büyük olacaktır. O zaman, işte size hayata yeni anlamlar kazandırma fırsatı, işte siyaset alanı.
Bu mücadelede iktidarın elinde kapitalizmin kalkınma, büyüme, güçlü olmak vb. kavramları ile oluşan anlam çerçevesinden başka bir şey yok. Buna karşılık toplumsal güçlerin bunlar dahil her şeyin başka bir anlam kazandığı yeni bir dünya vizyonu ortaya koyabilmeleri, toplumsal mücadelede, siyasette, bütün dengeleri değiştirir. Ama bunu nasıl yapacak? İşte bütün problem bu. Yani, iktidarın meşruluk için kurduğu anlam çerçevesinden ona itirazlar, “hayır”lar ile karşı çıkmak, kalkınma, büyüme, refah vb. kavramlara yeni anlamlar kazandırırken yeni anlamlar katarak başka bir çerçeveden her şey anlatılmak zorunda. İktidarın her söylediğinin bu çerçevede yeni bir anlam kazanmasını sağlamak, toplumun yeni bir geleceğe ait bu anlam çerçevesinden bakmasını sağlamak gerekli. Bu başarıldığında en güçlü iktidar bile olsa tutunduğu dalın kuruyup kırılması uzun sürmez. İklim değişikliği gibi haklı ve meşru bir mücadele alanı bu anlamda gereken her türlü olanağı barındırıyor. Yapılması gereken bu eksende bir siyaseti ve bütün dağınık hareketlerin söylem ve eylemlerinin bu yönde yoğunlaşacak şekilde organize olmasını sağlayacak bir faaliyet.
Petra Kelly
Kısaca, her sözün, her eylemin bunun etrafında olması için birlikte düşünüp davranılmasını sağlayacak böyle bir partiye yaşamsal bir ihtiyaç var. Beklemek, öylece izlemek gibi bir lüksümüz yok. Çünkü gelmekte olanı biliyoruz, yitirilecek olanı da.
Böyle bir parti için Petra Kelly’nin yıllar önce çizdiği çerçeve hala ilham verici:
“Sistem iflas etti. Hem parlamentoda, hem de dışında yeni bir güce ihtiyacımız var. Artık daha az kötü olana değil, görüşlerine inandığımız partiye oy vermeliyiz. Sistem partilerinin nükleer ve yatırım politikalarına sadece meclis dışında değil, mecliste de yanıt vermeliyiz. Ama meclis dışı muhalefetten de ödün veremeyiz. Bugün parti sistemi hala siyasi gündeme neyin gireceğine karar veriyor. Bu nedenle ekoloji ve barış hareketindeki pek çok kişinin kendini Yeşiller yoluyla parti politikasının ön saflarına sürmesi zorunluluktur.
Aynı zamanda bu hareketler ancak otonom gruplar halinde kalırlar ve yerel eylem grupları parlamento içinde ve dışında çoğalmaya devam ederse etkili olabiliriz. Biz gerçekten temsile izin veren, yüzde 5 barajının olmadığı bir sistem istiyoruz. Bugün yeni tür bir partiye, parti olmayan partiye, toplumda zayıf konumda olan kişilerin, yaşlıların, engellilerin, kadınların, gençlerin, işsizlerin, yabancı işçilerin ve ailelerinin sesi olacak bir partiye ihtiyacımız var.” (Y.G.-17.11.2012, akt. Ümit Şahin)
O’nun “parti olmayan parti” kavramı henüz tam karşılığını bulmadı, hala içi doldurulmaya muhtaç. Üstelik bugün daha radikal, daha farklı, heyecan verici bir yapıya ihtiyaç var. Kaybedecek zaman yok. İklim mücadelesinde imdat frenini nasıl çekeriz diye konuşulurken elbette her zaman birilerinin ilk hamleyi yapması gerekir.
Önce 2017 yılında Engin Cezzar ve geçtiğimiz günlerde de Gülriz Sururi vasiyetlerine uygun olarak sessiz, sedasız bu dünyadan ayrıldılar. Ölümleri, cenazeleri toprağa verildikten sonra kamuoyuna duyuruldu.
Aziz Nesin’le dostlukları uzun yıllar öncesine dayanan Engin Cezzar ve Gülriz Sururi, Gümüşsuyu’nda bir katında yaşadıkları beş katlı binayı bir kültür merkezine dönüştürülmesi amacıyla Nesin Vakfı’na bıraktılar. Gülriz Sururi’nin ölümünden önce Nesin Vakfı Gülriz Sururi Engin Cezzar Kültür Merkezi’nin her ayrıntısı konuşuldu, logosu tasarlandı. Merkeze yerleştirilecek özel eşyalar, tiyatro afişleri, kostümler belirlendi.
Nesin Vakfı’ndan Ali Nesin’in açıklaması şöyle: Babamın sevgili dostları, benim ise çocukluğumdan beri hayranlıkla izlediğim Gülriz Sururi ve Engin Cezzar, bu dünyaya veda etmeden önce, bir dairesinde yaşadıkları Gümüşsuyu’ndaki beş katlı binayı bir kültür ve sanat evi yapılmak üzere Nesin Vakfı’na bıraktılar. Böylece hayatımıza yeni bir yön verdiler.
Kendilerini şükranla, sevgiyle, saygıyla anıyorum…”
Şirince’deki Matematik ve Felsefe köylerini birleştiren ana yola da Gülriz Sururi ve Engin Cezzar Sokağı adı verildi.
Çanakkale’de bir sokak kedisi patileri kesilmiş ve yakılmış halde bulundu.
Çanakkale’nin Lapseki ilçesinde patileri kesilmiş ve yakılarak öldürülmüş kedi bulundu. İlçeye bağlı Dalyan Mahallesi’nde boş arazide patileri kesilmiş ve yakılmış kedi görenler durumu polis ekipleri ile Lapseki ve Çardak Hayvanları Koruma Derneğine bildirildi.
Yapılan incelemede kedinin bir gün önce öldüğü tespit edildi. Lapseki ve Çardak Hayvanları Koruma Derneği, yaptığı yazılı açıklamada vahşeti kınadı.