Ana Sayfa Blog Sayfa 2632

Bütün yollar Roma’ya, bütün eşitsizlikler aynı ideolojiye çıkar- Abdullah Onay

  • İstanbul Modern Sinema’nın 10-17 Ocak tarihlerinde  “Oscar’ın Yabancıları” programında gösterilecek olan Meksikalı yönetmen Alfonso Cuaron’un “Roma” filmine dair Yeşil Gazete konuk yazarlarından Abdullah Onay’ın farklı bir bakış açısıyla filme yaklaştığı yazısını yayımlıyoruz…

Alfonso Cuaron’un Roma filmi ülkemizde bir “başyapıt” nitelemesiyle büyük övgülere mazhar oldu. Öyle midir, bilmiyorum bu tür derecelendirmeler haddimi aşar, ama filmi ben de beğenerek izledim. Film çeşitli yönleriyle epey tartışıldı. Ele aldığı sınıfsal, etnik,cinsiyet çelişkilerine dikkat çekildi yeterince. Bütün bunların hepsi vardı filmde, belki de Cuaron bu birbirine dolanan çelişkiler yumağını göstermek istemiş olabilir.

Ben filmde görebildiğim başka bir boyuta dikkat çekmek istiyorum. Filmin odağında şunlar yer alır: Mexico City’de yaşayan çok çocuklu bir zengin aile. Ev sahibesi Sofia’nın hizmetçisi yerli kökenli Cleo ile olan ilişkileri. Sofia kocası tarafından terk edilecek, Cleo da aynı akıbete uğrayacak erkek arkadaşı tarafından terk edilmesinin ardından hamile olduğu anlaşılacaktır… Arka planda ise 1970’ler Meksika’sını izleriz. Bu daha ziyade gündelik hayat üzerinden anlatılır, politik gelişmeler, anonslar, resmi geçitler ve katliamla bastırılan öğrenci protestosu dışında pek yer almaz.

Tüm bunların dışında birde evin köpeği Borras var. Filmin hemen başında kuş kafeslerinin yer aldığı avluda görürüz onu. Her sokak kapısının açılışında da kapıya yönelir.Hizmetçilerden biri gelir tasmasından tutar, dışarı çıkmasını engeller. Ev içi sahnelerde ise Borras’ı göremeyiz, demek ki, “sınır”ları o avluyla çevrili. Bir sahnede çocuklar sinemaya giderlerken, Borras da dışarı çıkar, ama kaçmaz, çocuklardan biri getirip tekrar avluya sokar.

Avludaki kakalardan, Borras’ın gezdirilmediği sonucunu çıkarabiliriz. Daha sonra evi terk edecek evin erkeği de, “her yerde köpek kakası var” diyerek şikayetlenir, köpeğin varlığından pek hoşnut olmadığını anlarız. Zaten ev ahalisinden sadece hizmetçi Cleo’nun Borras ile bir “yakın”lığı olduğunu izleriz. Kısa da olsa bir sahnede başını da okşar. Çocuklar ise Borras’a dışarıdan gelişlerinde selam verirler sadece, birinin dışında oynadıklarını, sevdiklerini görmeyiz.

Bir eleştiri yazısında aile tarafından Cleo’ya gösterilen sevgi evdeki köpeğe gösterilen sevgiye benzetilmiş. Ama Borras’a karşı öyle bir sevgiyi görmeyiz.

Cleo’nun Borras’a gösterdiği yakınlığa ise bir mağduriyet empatisi diyebiliriz belki. Caroll J.Adams, Etin Cinsel Politikası’nda kadınların hayvan haklarına olan ilgisinde bunun da etkisi olduğunu söyler. Nitekim iki kadın da terk edildiklerinde, aralarındaki sınıf ayrımı geri plana düşer, yaşadıkları mağduriyet onları yakınlaştırır. Sofia, Cleo’ya “biz kadınlar hep yalnızız”  derken bunu görürüz. Sınıf indirgemeci bir açıdan bakmazsak, bu dayanışmayı farklı okuyabiliriz. Ayrıca Sofia’nın kocası klasik müzik dinleyen, önem verdiği bir kütüphanesi olan (terk ettikten sonra çocukları görmeye değil, kimse yokken kitaplığını almak için dönen) bir entellektüelken, Cleo’nun erkek arkadaşı faşist örgütlerde dövüş teknikleri öğrenen, miting basan alt sınıftan sağcı bir militan. Cleo’nun bebeği için beşik almaya gittiklerinde öğrenci gösterisinin içine düşerler. Güvenlik güçlerinin yanında faşistlerin de katıldığı bir katliam gerçekleşir. Mağazaya sığınan bir gösterici gözlerinin önünde öldürülür. Cleo ile eski erkek arkadaşı göz göze gelirler, daha öncesinde Cleo’ya senin de bebeğinin de “ağzını, yüzünü dağıtırım” demesine karşın, tetiği çekmez.

Borras, eleştirmenler arasında görebildiğim kadarıyla Atilla Dorsay’ın da dikkatini çekmiş, “Filminle it-motifleri arasında evin köpeği Borras’tan sayısız sokak köpeklerine ve uzaktan gelen bitmeyen havlamalara köpekler kadar, akan su motifi de bulunuyor,”demiş.

Cuaron’ın çocukluk anılarından yola çıktığı söylenen filmde, (köpekle oynayan çocuk olabilir mi?) tüm bu çelişkiler yumağı içerisinde hayvanlara dair bir derdi var mıdır, bilmiyorum; en azından bu filmin vurgusu o değil. Ama, hayvanlara dair tesadüfleri aşan bir durum olduğu da söylenebilir. Sadece Borras değil, tanıdıklarının çiftlik evinde, çiftlikte yaşamış köpeklerin doldurulmuş kafalarını da görürüz mesela. Ayrıca evin her tarafı avlanıp doldurulmuş hayvanlar ile dekore edilmiştir. Dış mekân çekimlerinde de sokaktaki köpekleri görürüz arada. Balık restoranının tabelasındaki balık suçlar gibi bakar bize.Yönetmen bazı hayvanların hayatımızdaki yerini gösterir.

Yani bir filmin içerisinde yer alabilecek tesadüfi köpeklerden fazlasının olduğunu söylemek mümkün. Filmin sınıfsal, etnik, cinsiyet çatışmalarının arasına yerleştirilmiş Borras,insan-hayvan çelişkisine dair de bir şeyler anlatıyor neticede. Nasıl ki, bütün o çelişkilerde ortaya çıkan yakınlaşmalar (Cleo birlikte tatile de götürülürken mesela, Sofia ama çalışmak yok der) var olan sınırları da gayet net gösteriyorsa, insan ile hayvan arasındaki sınırları da aynı netlikte görmek mümkün.

Borras da kendisi için çizilmiş sınırlar içerisinde varlığını sürdürür. Bildik ev köpeklerine benzemez,“aileden biri” değildir. Ne sokaklara çıkıp özgürce dolaşabilir ne de evin içine girebilir. Belki de mahkûm edildiği o alana tepkisi, avlunun her tarafına tuvaletini yapmasıdır. Kakalarını da yakın çekim görürüz zaman zaman.

Filme dair değerlendirmelerde diğer egemenlik ilişkilerinin görülüp de Borras’ta ifadesini bulan insan-hayvan egemenlik ilişkisinin görülememesi peki? Bu Borras’ın yerini “doğal” gösteren ideolojinin gücünden gelir. Bu, hayvan hakları mücadelesinin önündeki uzun yolun da bir göstergesi değil midir? “Sınırlar” bir egemenlik ilişkisinde egemen konumunda olanlarca çizilir, ama tabi olanlarca da içselleştirilir.Egemenlik ilişkilerinin çizdiği sınırların aslında ortak bir ideolojik zemine dayandığı bilince çıkmaya başladığında belki “başka bir dünya mümkün”diyebileceğiz.

Her filmin farklı okumaları olabilir. Benim yapmaya çalıştığım da öyle bir şey sonuçta.

Bu yazı hayvanlarinaynasinda.wordpress.com/ dan alınmıştır

Abdullah Onay

Leica ile fotoğraf üzerine sohbetler etkinlik serisi başlıyor!

Fotoğraf üzerine sohbetler serisinin ilki 10 Ocak saat 18.30’da Leica Store İstanbul’da gerçekleşecek.

Prof. Dr. Özer Kamburoğlu 1964 yılında İstanbul’da doğdu. 1994’de Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi, Sahne ve Görüntü Sanatları Bölümü, Fotoğraf Ana Sanat Dalı’ında lisans eğitimi, 1998’de Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü, Fotoğraf Ana Sanat Dalı’nda yüksek lisans eğitimi, 2002’de İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Üniversitesi, Gazetecilik Ana Bilim Dalı’nda doktora eğitimini tamamladı. Çeşitli dergilerde yazı işleri müdürlüğü, yazı işleri müdür yardımcılığı ve editörlük yaptı. Ulusal ve uluslararası yarışmalarda 140’a yakın ödül kazandı.

70’i aşkın makalesi çeşitli dergilerde yayımlandı. 2001’de FIAP (Uluslararası Fotoğraf Sanatı Federasyonu) tarafından AFIAP (Artist of FIAP) ünvanı ile onurlandırıldı.

2003’te, İspanya Fotoğraf Konfederasyonu tarafından desteklenen “Photographers Of The End Of Millenium”adlı projede yer alarak “Milenyum Fotoğrafçısı” seçildi.

Fotoğraf ve teknikleri üzerine yazdığı kitapları ve “Mimariler”, “Sepetçiler” ve “Öyküler” adlı albümleri bulunan Kanburoğlu, belgesel filmlerde yönetmenlik ve görüntü yönetmenliği de yapmaktadır.

Servet Dilber, 1975, İstanbul doğumlu. İstanbul Kabataş Erkek Lisesi’nde eğitim gördü. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi Fotoğraf Bölümü’nden mezun olduktan sonra farklı gazetelerde, magazinde ve kitap projelerinde fotoğraf editörlüğü yaptı.Fotoğrafları Atlas, National Geographic Turkey, Die Zeit, Le Monde, Financial Times ve The Guardian dahil birçok lokal ve uluslararası dergide kullanıldı. Dilber, kültürel ve çevresel konulara odaklanan uzun süreçli fotoğraf projeleri üzerinde çalışmaktadır.

Özer Kanburoğlu ve Servet Dilber eşliğinde, Leica Store İstanbul’un, Şişli- Bomonti Ada’daki merkezinde gerçekleşecek konuşma fotoğraf severlerin katılımına açıktır.

Yeşil Gazete

“Yok ediyorum, öyleyse varım!” – Fikret Başkaya

Bu yazı Ahval.news web sitesinden alındı

“Yolcuları çok olan yoldan değil, gideni az olan yoldan yürü.”
                                                                                  Hz. İsa

XVII. Yüzyılda Fransız matematikçi, fizikçi, filozof René Descartes, ” düşünüyorum, öyleyse varım” [Cogito ergo sum] demişti. Descartes bununla, ‘doğru bildiklerin doğru olmayabilir, inançlarının bir karşılığı olmayabilir’, demek istemişti. Tüketim toplumunun ‘ortalama insanı’ da “tüketiyorum, öyleyse varım” diyor… Fakat, tüketim yok etmek demeye de geliyor. Dolayısıyla sanıldığı gibi masum değil. Tüketimin eski dildeki karşılığı istihlak, helak kelimesinden türeme. Helak, mahvolma, ölme, harcanma çok yorulma… gibi anlamlar içeriyor. Dolayısıyla tüketim, ‘harcamak suretiyle tüketme, bitirme, boş yere harcayıp tüketme’ demeye geliyor. Fransızcada Latince cum-summa’dan türeme kelimelerden biri olan consumer de, bitirmek, yok etmek, öldürmek, yakıp kül etmek… gibi anlamlarla yüklü. O halde insanların yapıp-ettiklerinin ne anlama geldiğinin bilincinde olmaları önemli. Eğer daha çok ve lüzumsuz tüketim, daha çok tahrip etmek, daha çok yok etmek, daha çok kirletmek, daha çok çöp [atık] demekse, o zaman bu işte bir yanlışlık var demektir…

O halde sadede gelebiliriz. Bu tüketim saçmalığının, bu tüketim çılgınlığının sebebi ne? Aslında bu saçmalık, kapitalist üretim tarzının mantığında ve işleyişinde mündemiç [içkin] temelli bir sapmanın ve saçmalığın doğrudan sonucu… Tüketim çılgınlığının gerisinde üretim çılgınlığı var… Kapitalizm, sınırsız büyüme, sınırsız genişleme dinamiğine ve eğilimine dayalı işleyişe sahip bir sistem. Her kapitalist veya kapitalist işletme, her seferinde daha çok üretmek zorunda. Tabii her seferinde daha çok da satmak zorunda. Bundan kaçış yok. Kapitalizmde durmak diye bir şey yoktur… Bir sonraki üretim ölçeğinin bir öncekinden büyük olması gerekiyor… Fakat üretmek yeterli değil, üretilenin satılması da gerekiyor. Marksist bir terimi kullanmak gerekirse, realizasyon [gerçekleşme] şart… Fakat bir sorun var: Kapitalizmin geçerli olduğu yerde üretim etkinliğiyle, ihtiyaçların tatmin edilmesi gereği arasındaki bağ kopmuş olduğu için, üretilenle satılan arasında kaçınılmaz bir ‘uyumsuzluk’ ortaya çıkıyor. İşte krizlerin asıl nedeni de bu… Kapitalist mantığın bir gereği olarak hem çok üretmek ve hem de üretileni satmak gerekiyor. Fakat, bu zorunluluk başka bir zorunluluk tarafından sınırlanıyor. Kârın yüksek olması için ücretlerin düşük olması gerekiyor. Düşük ücret demek de, düşük talep, düşük tüketim ve netice itibariyle üretilenin satılamaması demektir… 

İşte bu temelli çelişkiyi, bu saçmalığı aşmak için bir dizi ‘önlem’ devreye sokuluyor: Marketing [pazarlama], reklamlar, ‘programlanmış eskime’, moda, marka…[1] Bütün bunlarla amaçlanan, insanları daha çok satın almaya nasıl ikna ederiz, nasıl kandırırız, nasıl aldatırız, ihtiyaçları olmayan şeyleri satabiliriz… sorularıyla ilgili. Marketing, burjuva üniversitesinin vazgeçilmez disiplinlerinden biri… Bu, üniversitelerde bilim etiketi altında nelerin öğretildiğinin de bir göstergesidir… Yani, ‘mal satma bilimi…’. 

Reklamlar insanlarda eksiklik duygusu yaratıyor. Eksiklik duygusu da insanın hayatı gerektiği gibi yaşamasını, hayattan tat almasını engelliyor. Mesela kendi vücudundan memnun bir kadın muteber bir tüketici değildir… Önce güzel olmadığına inanması ve ardından da bir estetik cerrahının veya “zayıflama uzmanının” kapısını çalması gerekir ki, “iyi bir tüketici” olsun… Sürekli abur-cubur yiyerek obez olmayan bir çocuk da muteber bir tüketici değildir. Önce obez olmalı, sonra da kilo vermek için ‘konunun uzmanına’ müracaat etmelidir… Aslında orada söz konusu olan tam bir tuzak: Önce bir sorun yaratmak, sonra da onu “çözmek”… Bir insan eksikliğini ancak satın alarak giderebileceğini düşündüğünde, reklam amacına ulaşıyor… Başka türlü ifade edersek, insanları satın almaya ikna edebilmek için, bilincinde bir “yoksunluk” veya “psişik bir dengesizlik” yaratmak gerekiyor. Reklam, insan mutluluğuyla maddi tüketim arasında doğru yönde bir ilişki olduğu saçma düşüncesini pekiştiriyor… Gözünüzü açtığınızda, başınızı kaldırdığınızda karşınızda reklamları görüyorsunuz. Televizyonu, cep telefonunu açtığınızda, internete girdiğinizde, bir gazeteyi elinize aldığınızda, posta kutunuzda, kamusal alanlarda, metroda, otobüste, hep reklam… Sinemada film başlaman önce en az on-on beş dakika reklam bombardımanına maruz kalmak kaçınılmaz…  

Reklamlar, aşırı üretim ve tüketim aymazlığını sürdürerek, hem insanî  ve hem de ekolojik sorunları büyütüyor. İnsanın özünü aşındırıyor, insani değerleri yok ediyor, anlam kaybına neden oluyor… İnsanı satın alan pasif, edilgen, beyinsiz, tuhaf bir yaratığa dönüştürüyor… Velhasıl, insanı insanlıktan çıkarıyor, toplumu kirletiyor, ekolojik yıkımı derinleştiriyor… 

‘Programlanmış eskime’, sistemin işlerliği için satın alınan malların sürekli yenilenmesini ve yenilenme hızının da sürekli artmasını sağlama amacıyla peydahlandı… Aksi halde satın alınan onca şeyin “patansiyel ömrünü” doldurmadan kullanımdan düşmesi, “eskimesi”, çöpe atılması, çöp dağlarının büyümesi… mümkün olmazdı. “Programlanmış eskime”, şirketlerin daha fazla satabilmeleri için, bir ürünün ne kadar zamanda kullanılamaz hale geleceğinin önceden, daha tasarım aşamasında belirlenmesi, ‘ömür biçilmesidir’… Normal koşullarda 40 yıl kullanılabilir bir buz dolabı, 30 yıl kullanılabilir bir araba, 20 yıl kullanılabilir bir televizyon, 50 yıl kullanılabilir bir telefon, 25 yıl ömrü olan bir elektrik ampulü, vb. üretmek mümkün iken, bunların kullanım ömrü, mesela 4 kat azaltıldığında satışlar da aynı oranda artar… II. emperyalist savaş sonrasında üretilen naylon kadın çorapları gayet dayanıklıydı… Hemen gereğini yaptılar, imalatın kompozisyonunu değiştirdiler, bir iki kullanım sonunda atılır hale getirdiler… Bir de basit bir onarımla kullanabilir olan şeylerin tamirini yapılamaz hale getirdiler… Gıda maddeleri ve meşrubatlar, vb. için son kullanma tarihi yazılması da aynı operasyonun bir versiyonudur… [38 yıl önce aldığım bir Sümerbank battaniyesini hala örtünüyorum, 27 yıl önce aldığım bir Sümerbank botunu da hala giyiyorum… Demek ki, sağlam şeyler üretmek ve uzun yıllar kullanmak mümkün]… 

Moda ve marka da bir yok etme, kirletme ve israf yöntemi… Aslında modayı “süratle yok olmak üzere üretilen şey” olarak görmek mümkündür. Ya da “moda, demode olmak içindir” de denebilir…  Bir sonra üretilen, bir öncekini yok ediyor… Elbette modayı var eden, sürekliliğini sağlayan bir sosyal işlev de söz konusu. Esasen modayı var eden, bir bireyin ‘bir kesime ait olma, “farklı olma”, ‘onunla özdeşleşme’ isteği ve arzusudur. Dışlanmama kaygısı bireyi “diğerleri gibi olmaya” itiyor ama o diğerleri “aşağıdakiler” değil… Aşağı bir statüde olmamak, “ayrıcalıklı sınıfa” mensup olma arzusu… Modaya uymayı başaran, kendini sıradan biri olarak görmez… Eskiden moda, güz/kış – bahar/yaz olmak üzere yılda iki kere yenilenirdi… Şimdilerde fast fashion devreye sokulmuş durumda. Yıl 52 mikro-sezona bölünmüş bulunuyor… Yıkımın, israfın, saçmalığın boyutlarını düşünebiliyor musunuz? 

İsrafın ve yok etmenin bir aracı da marka… Aslında marka işlevi itibariyle modanın bir versiyonu sayılabilir… Marka, kalitenin ve zarafetin timsali sayılıyor… Marka kalitenin sembolü sayıldığında, artık kalite sorun edilmez hale geliyor… Önemli olan o marka mala sahip olmaktır, marka kaliteyi sorun olmaktan çıkarıyor… O zaman da gözü kapalı satın almak mümkün… Artık dev şirketler için önemli olan üretmek değil, marka üretmek… İşletmeler “ucuz işçi cennetlerinde” kuruluyor ama asıl işi yapanlar taşeron şirketler… Amaç, ekseri kadın emeği olmak üzere, ucuz emeği sömürmek, ucuz hammaddeyi kullanmak…  Bir kot  [jean] markası olan Spectrum-Sweater pantolon, Cenevre’de 54 euro’ya [324 TL.] satılıyor, bu miktardan Bengladeşli kadın işçiye düşen, pantolon başına 25 santim euro [1.5 TL]… Üretim orada yapılıyor zira Bengladeş’de “yasal asgari ücret” aylık 51 euro… İşte bütün bu yöntemler, bu tuzaklar sayesinde, ihtiyaçlarla satın alma eylemi arasındaki bağ da kopmuş bulunuyor. Tam bir satın almak için satın alma hali…

Velhasıl bu saçma üretimi ve tüketimi vakitlice durdurmak geriyor… Dünyanın kaynakları sınırsız değil… Aslında dünyayı ürtimleri ve tüketimleriyle zenginler yok ediyor. Süper zenginleri zenginler, bu ikisinin yaşam tarzını da yukarı orta sınıf taklit ediyor… Ve bu ikisi 500 milyon kadar ki, dünya nüfusunun yaklaşık %7’si… Velhasıl, şımarık %7 dünyayı yok ediyor da diyebilirsiniz… 

Fikret Başkaya – AHVAL
——————————————————————————————-

1. Daha fazlası için bkz: Fikret Başkaya, Başka bir uygarlık için manifesto- Nasıl üretmeli, Nasıl tüketmeli, Nasıl yaşamalı, Yordam Kitap…

Tomur Atagök ve Yusuf Taktak söyleşisi Salt Galata’da

Sanatçı, eğitimci ve müzeci Tomur Atagök’ün arşivinin SALT Araştırma’da erişime açılması vesilesiyle düzenlenen program 9 Ocak Çarşamba saat 19.00’da SALT Galata’daki AtölyeII-III’te.

SALT Araştırma tarafından Aralık 2018’de erişime sunulan Tomur Atagök Arşivi, sanatçı, eğitimci ve müzeci Atagök’ün 1970’lerden bugüne üretimlerine dair yazılı ve görsel belgelerin yanı sıra, Türkiye müze tarihi ve kadın sanatçılar üzerine uzun soluklu çalışmalarını kapsıyor. Arşivin incelemeye açılması çerçevesinde, 1980-1984 yıllarında İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’nin müdür yardımcısı olan Atagök ile aynı dönemde kurumda görev yapan sanatçı ve araştırmacı Yusuf Taktak bir söyleşide bir araya geliyor.

SALT Galata’daki programda, Atagök’ün yönetiminde çalıştığı Resim ve Heykel Müzeleri Derneği ve yönetim kurulunda yer aldığı İstanbul Sanat Müzesi Vakfı’nın faaliyetleri ile Türkiye’de müzebilim alanında bir ilk olan Yıldız Teknik Üniversitesi Müzecilik Yüksek Lisans Programı’nın 1989’daki kuruluşu değerlendirilecek. Atagök ve Taktak’ın birlikte katıldıkları sergilere de değineceği söyleşide, SALT Araştırma Sanat Arşivi bünyesindeki Tomur Atagök Arşivi ve Yusuf Taktak Arşivi’nin Türkiye sanat tarihindeki yeri ve kamusallaştırılmalarının önemi ele alınacak.

Yeşil Gazete 

Youtuber ünlülüğü: Kanalıma hoş geldiniz! – Emel Uzun

Bu yazı birikimdergisi.com sitesinden alındı

80’li yıllarda doğmuş ve ilk özel televizyonların yayına başladığı yıllarda çocuk olmuş kuşağın gördüğü ışıltılı hayat, özel televizyonların program konseptlerinin çok da oturtulamadığı program içeriklerinde belirleniyordu. Erkek çocuklar futbolcu, kız çocuklar ise manken ya da şarkıcı olmak istiyordu. Çünkü futbol dünyası ve televizyon ünlülülerinin hayatlarının aynı magazin içeriğinde verildiği, ana haber bültenlerinin çokça magazin içerdiği yıllarının “kolay para” kazanan ve “rüya gibi hayatlar” yaşayabilen ünlüleri bu iki meslek gurubundan çıkıyormuş gibi gösteriliyordu. Bugün artık hep birlikte başka bir çağın insanı olduk. Bu kuşağın hayali futbolcu, manken, oyuncu olmak da değil zaten. Çünkü artık o işlerin zahmetli olduğunu, o ünlülerin şöhret sürelerinin kısıtlı olduğunu, sonlarının acıklı olduğunu biliyoruz. Popüler kültürün üretildiği mecra değişince, ona bakan insan da, gördüğü hayaller de değişti. Özel televizyonların ürettiği içeriğin takipçisi, yani alternatifleri kısıtlı olan, bir sonraki hafta izleyeceği yeni bölümü televizyonun başında bekleyen izleyici artık yok. Yeni kuşak, hangi kanal bu hafta ne yayınlayacak diye beklemiyor. Kendine bir kanal açıyor.Genel televizyon izleme oranlarını bilemem ama, gençler artık televizyon izlemiyor onu biliyorum. Televizyon dünyası onların hayallerine, arzularına, dillerine hitap etmiyor. Hep daha samimi, daha sansürsüz, daha kendiliğinden olanın peşinde bir kuşaktan bahsediyoruz. Televizyon içeriğini fazla yapılandırmış, fazla politik ve demode buluyorlar. Ona eleştiri olarak bu “samimi”, “eğlenceli” içeriğin, hem tüketicisi hem de üreticisi olmak peşindeler. Televizyon izlemek out, internet televizyonu in! Ama daha önemli bir mesele var ki Youtube.

İnternet içeriği alternatif ve özellikle çocuk kitle tarafından tartışmasız çok fazla tercih edilen mecra haline geldi. Elbette ki kendi ünlülerini de yarattı. Belki siz de benim gibi çok tanışık değilseniz bu evrene, 9 milyon takipçi rakamı sizi de şaşırtır. Şimdinin en ünlü youtuberları ilk kuşak diye adlandırılabilir sanıyorum. Yani daha böyle bir format yokken kendi sektörlerini, program içeriklerini yaratmış genç bir grup. Çocukken başlamışlar bu işe. Neredeyse Türkiye’de internetin bu kadar kitlesel kullanılmaya başlamasıyla yaşıt bir alan aslında. Çoğu oyun videolarıyla başlamış ve sonra eğlence videoları üretmeye başlamışlar. Benim ilgimi Altın Kelebek Ödülleri’nde böyle bir kategoriye ödül verilmesi meselesi çekti. En ünlülerinden Enes Batur, geçen yıl en iyi sosyal medya fenomeni kategorisinde ödül almış. 2018’in en iyisi ise Orkun Işıtman. Ana akım medya önce haklarında ürettikleri içerikler dolayısıyla negatif haberler yapmışlar. “Çocuklarınızı bu adamdan uzak tutun”, “kutsallarımızla dalga geçiyor” vb. argümanlarla ana haber bültenlerinde yer vermişler. Ama ana akım da bir yere kadar direnebiliyor demek ki.

Daha önceleri arzın nereden geleceğini çok da bilemeyen, biraz deneme yanılma yöntemiyle üreteceği içeriği belirleyebilen ve satmaya devam ettiği sürece de aynı pilavı ısıtarak önümüze koyan ana akım medya aklının yerini, şimdi algoritmalarla belirlenmiş manipülasyonlardan bahseden bir vlogger aklı almış. İnsan psikolojisini hackleyerek popüler olmanın yollarını keşfettiklerinden bahsediyorlar youtuberlar. Tam da tarif ettikleri gibi çok samimiler. Biraz fazla! Eskinin çok popüler diksiyon dersleri artık gereksiz görünüyor. Konuşurken ne kadar kelime yutarsanız ne kadar ya’lı yu’lu konuşursanız o kadar ünlü oluyorsunuz gibi. Videolar sırasında küfür de serbest. Eğlence videoları üretiyorlar çokça ama hepsinin birden vurguladığı gibi en çok izlenen videolar “challenge”lar yani meydan okuma ve deney videoları. Aklınıza gelebilecek her şey deneniyor bu videolarda, yüksekten atlama, çiğ tavuk yeme, dev balonla suya girme, slime dolu bir kovaya girme, tarçın yeme, kendini duvara bantlama, arabalarla hız testleri yapma, bilmem kaç liralık arabayla taksicilik yapma, bir gece Mecidiyeköy metrosunda sabahlama, sokakta bir günü kutunun içinde geçirme, gülmeme, ağlamama challengeları yapmak. Ortaya çıkan komik görüntüler yüzünden mi, yoksa her şeyi denemek isteyen, hayatın sunduğu her deneyimi yaşamak isteyen bir arzu mu tetikliyor bu meydan okuma merakını? Bu sorunun cevabını bilmiyorum ama bu tercihin, arzunun nereye evrildiğine ilişkin çok önemli şeyler söylediğini hissediyorum. Üzerine düşünmeye değer! Kaliteli içerik üretmenin gereksizliğini fark etmişler youtuberlar. Meydan okuma videolarının her şeyden çok izleniyor olması “daha zoruna niye kasayım, ben de challenge yaparım abiii” diyen bir noktaya getirmiş onları.

Bir aile tanımlıyorlar takipçilerinden bahsederken. Öyle samimi bir ortam ki bu, takipçiler de aile üyesi olduklarına göre her anlarını paylaşmak, “kendilerine dair her şeyi anlatmak” ortak tavır. Ya da hazırladıkları videolardan çok, nasıl insanlar oldukları merak ediliyor. Biz ünlülerin ekranda görünmeyen yüzlerini hep daha çok merak ederiz zaten. Kendilerini, arkadaşlarını, eski sevgililerini, karakter özelliklerini, hangi eşyaları neden aldıklarını, ne yediklerini, içtiklerini, hangi rengi daha çok sevdiklerini anlatıyorlar uzun uzun videolarda. En çok vurguladıkları nitelikler rekabetçi olmaları. Rekabetin kutsanması ve iddiacı kişiliğin övgüsü esnek kapitalizmin bu evresinin en kilit refleksleri gibi görünüyor. Youtube’un nasıl bir gelir kapısı olacağı üzerine sohbet, para üzerine bunca şey merak ediliyor ki anlatılıyor. Bu kuşak en çok onları izliyor ve onlara imreniyor. Daha bebekken eline tablet, telefon verilmiş olan bu nesil, 5 yaşında kendi kanalını açmak istiyor. Milyonlarca takipçisi olan zengin youtuberlar olmak istiyorlar. Hayaller değişmedi aslında, sadece mecra değişti. Yine ünlü ve zengin olmak istiyoruz.

Bunu yapmak için artık öyle büyük hayat değişikliklerine de gerek yok. Uzak zamanların hayalleri olmak zorunda değil artık bunlar. Evden kaçmak gerekmiyor, büyümek gerekmiyor, eğitim almak gerekmiyor. Hemen şimdi istiyor bu kuşak bunu ve üstünü bile değiştirmeden, ev kıyafetleriyle şansını deneyebiliyor odasında. Aşamaları var tabii, önce dikkat çekmek gerekiyor. Bir miktar eğlendirmek lazım. Sonraki aşamada artık yeterince dikkat çektiyseniz videolarınızda artık bolca kendinizden, gündelik hayatınızdan ve “kendinize dair her şeyden” bahsederseniz yetiyor. Yani zor olan kısmı kendinizi bir marka haline getirmek ve ürünü isminiz olan şirketler yönetmek. Nurdan Gürbilek 80’lerde toplumdaki değişimi “Vitrinde Yaşamak” kavramıyla anlatmıştı. Şimdiyi tarif etmek için de çok farklı bir kavram aramaya gerek yok galiba. Tek farkla. Artık herkes kendi vitrinini kendi evde yapabiliyor. Maksat görünmek olsun…

Emel Uzun – Birikim

Yüksek Hızlı Tren bölge müdürü kazanın sorumlularını açıkladı: Ölen makinistler!

9 kişinin öldüğü tren kazasına ilişkin soruşturma kapsamında ifadesi alınan TCDD YHT Bölge Müdürlüğü Trafik ve İstasyon Servis Müdürü Ünal Sayıner kazada ölen makinistlerin hatası olduğunu öne sürdü.

Ankara’da 9 kişinin yaşamını yitirdiği yüksek hızlı tren kazasına ilişkin soruşturma, TCDD yöneticileriyle devam ediyor. Soruşturmayı yürüten savcılık, kazadan 4 gün önce bölgedeki tren trafiğini değiştiren TCDD Bölge Müdürü Duran Yaman, YHT Gar Müdür Yardımcısı Kadir Oğuz ile YHT Gar Bölge Müdürlüğü Trafik ve İstasyon Yönetimi Servis Müdürü Ünal Sayıner’ın şüpheli olarak ifadesini aldı. Trenlerin hareket saatlerini denetleme görevinin olmadığını öne süren Servis Müdürü Sayıner, ifadesinde kazada ölen makinisti suçlayarak “Yanlış hatta girdiğini görmesine rağmen treni durdurmadı, merkeze bilgi vermedi” dedi. 

Ünal Sayıner’in ifadesi önce tanık olarak, ardından ise şüpheli olarak alındı. Sayıner, ifadesinde, ölen YHT makinistlerini suçlayarak şunları kaydetti; “Çarpışma Ankara YHT Gar’dan saat 06.30’da hareket eden 81201 No’lu YHT’nin Hat 1 yoldan gönderilmesi gerekirken Hat 2 yoldan gönderilmesi sebebiyle meydana gelmiştir. Hat 1 yoldan gitmesi gereken tren, makasının düzenlenmemesi ile Hat 2 yola girdiğinde kuraldışı bir hareketin tehlike doğurabileceği, treni kullanan makinist tarafından algılanıp merkeze bildirilmesi gerekirken, hatta duyurulan ORER planına göre karşıdan da tren gelebileceği düşünülüp durulması dahi gerekmekteyken, yoluna devam etmesiyle hatanın telafisi mümkün olmamıştır. Çünkü trenlerin hangi hattan gidip geleceği önceden belirlenmiştir. Aynı numarayla sefer yapan bu tren aynı güzergâhı (Hat 1 yolu) kullanmaktadır.”

.

(Gazete Duvar)

İZBAN Grevine Cumhurbaşkanı kararı ile erteleme: Gerekçe, ‘ulaşımı aksatıyor’

İzmir Banliyö Taşımacılığı Sistemi Ticaret AŞ’ye (İZBAN) bağlı iş yerlerindeki grev Cumhurbaşkanı kararı ile “şehir içi toplu taşıma hizmetlerini bozucu nitelikte görüldüğünden” 60 gün süreyle ertelendi.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan imzasıyla Resmi Gazete’de yayımlanan karara göre, İZBAN’a bağlı iş yerlerinde Türkiye Demiryolu İşçileri Sendikası tarafından uygulanmakta olan grevin “şehir içi toplu taşıma hizmetlerini bozucu nitelikte görüldüğünden” 60 gün süreyle ertelenmesine karar verildi. Karar 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’nun 63’üncü maddesi gereğince alındı.

The Pill’de yeni sergi: Memories of a Solitary Cruise

The Pill, 10 Ocak – 23 Şubat 2019 tarihleri arasında Faslı sanatçı Soufiane Ababri‘nin « Memories of a Solitary Cruise » başlıklı Türkiye’deki ilk kişisel sergisine ev sahipliği yapıyor.

Serginin başlangıç noktası, Amerika Birleşik Devletleri’nde 2015 yılında yapılan bir kamuoyu yoklama araştırmasına dayanıyor. Bu araştırmanın içeriğinde, Cumhuriyetçilerin %30’unun ve Demokratların %19’unun Disney’in Aladdin karakterinin kurgusal ulusu olan “Agrabah’ı’’ bombalamayı desteklediklerini belirtiyorlar.Anket, Donald Trump seçmenlerinin %41’inin, Agrabah’ın bombalanmasını desteklediğini vurgulayarak, desteğin seçmenin en eğitimsiz olduğu bölgelerden orantısız alındığına dair de kanıtlar sunuyor.

Bu trajik-komik haber birdenbire kolektif inanç mekanizmalarının gücünü açığa çıkarır ve bu durumda egzotizmin “egzotik öznenin” algılanış biçimini nasıl etkilediği ve nasıl öteki olarak kabul gördüğünü sorguluyor. Soufiane Ababri, Batılı bir izleyicinin gözünde egzotizmin nasıl olması gerektiğine dair çok katmanlı bir yapıyı yıkmak için parodik araçları kullanıyor. Sanatçı, Edward Said’in 1978’de yayınlanan ve 20. yüzyılın en etkili akademik kitaplarından biri olarak bilinen ‘Oryantalizm’ gibi yapıtlarda dolaşıyor. Bu makalede Said, “Doğu’nun Batı bilginliğini inceliyor. Özellikle Arap İslam dünyasında, Batılıların bu bölgedeki ilk bilinirliklerinin ön yargılı olduğunu ve İslam dünyasında Batı sömürge politikasını kolaylaştıran ve destekleyen yanlış ve kalıplaşmış bir “ötekilik” vizyonunu öne sürdüğünü savunuyor.

Ababri, Türk ata sporu olan güreş geleneğinden oldukça etkileniyor. Öyle ki bu geleneğin Türkçe’de herhangi bir anlam karmaşasından yoksun olup, erilliğin emin, güçlü bir duruş ve oldukça hetero-normatif bir sosyal yapı tarafından sağlanması onu son derece büyülüyor. Güreşçinin prototipik figürü̈,Türkçe literatürde Queer teorilerini yeniden gözden geçirmek için bir pencere olabilir mi?

Dahası, bu referanslar arasındaki oyunbaz diyalog, tahakküm mekanizmalarının karmaşıklığını ortaya çıkarmayı ve Kuzey ve Güney ülkeleri arasındaki mevcut uzun süren sürtüşmeleri de ortaya çıkarmayı amaçlamaktadır.

Sergi, daha önce görülmemiş ölçeklerde sanatçının yeni yatak yapıtlarını, performatif bir video çalışmasını ve seramikten yapılmış yeni bir heykeli de dâhil olmak üzere yeni eserlerini bir araya getirecek.

Soufiane Ababri, 1985’te Rabat, Fas’ta doğdu. Paris ve Tangier’de yasıyor ve çalışıyor. Soufiane Ababri “yatak işleri” ile biliniyor ve bir yatakta yatarken kâğıt üzerinde çalışıyor.Özünde, çelişkilerinin yansıması olmayan gerilimlerle kapsanan bir toplumun kararsızlığını değil, tamamlayıcılığını inceliyor. Onun mirası, kişisel ve samimi olayların katmanı üzerine katman tarafından inşa edilen kendi hikâyesinde yatmaktadır. Bir sosyoloji aşığı Ababri’nin çalışmasının bütün bedeni ‘görünme’ fikri ile oyun oynuyor: Sanatçı, kendi eşsiz algısını birleştiren içeriden bir göz gibi dünyayı, paylaşılan temsillerini ve kabul edilen sosyal gerçekliklerini, Pers minyatürlerini anımsatan ve onların incelikli oyunları ile neyin gizlendiğini ve neyin ortaya çıkarıldığını gözlemliyor.

Soufiane Ababri, Ecole Superieure des Beaux-Arts de Montpellier’den lisans, Ecole Nationale Superieure des Arts Decoratifs (Paris) ‘den bir master diplomasına ve Ecole des Beaux-Arts de Lyon’dan da bir diplomaya sahiptir. Çalışmaları kısa bir süre önce Londra, Paris, Meksika, Montpellier, Lyon, Montrouge, Vitry, Bourges, Tours ve Rabat’ta sergilenmiştir.

.

(Yeşil Gazete)

Eren Erdem hakkında tahliye kararı ardından yakalama kararı çıkarıldı

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, İstanbul 23. Ağır Ceza Mahkemesinin dün gerçekleşen duruşmada Eren Erdem hakkında verdiği tahliye kararına itiraz etti. 24. Ağır Ceza Mahkemesi yakalama kararı verdi.

Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) tutuklu Parti Meclisi üyesi ve eski İstanbul Milletvekili Eren Erdem hakkında tahliye edilmesinin ardından yakalama kararı çıkarıldı.

Karşı Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni ve eski CHP Milletvekili Eren Erdem, gazetenin sahibi Turan Ababey’in de aralarında bulunduğu 12 sanıklı davada yargılanıyor. Dava İstanbul 23. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülüyor.

Gerekçe kaçma şüphesi

Anadolu Ajansı’nın haberine göre tahliye kararının ardından İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, İstanbul 23. Ağır Ceza Mahkemesinin bugünkü duruşmada Eren Erdem hakkında verdiği tahliye kararına itiraz etti.

Savcılık, atılı suçların yasada öngörülen ceza miktarı ve kaçma şüphesinin göz önünde bulundurularak, sanık Erdem hakkında tutuklamaya yönelik yakalama kararı çıkarılmasını talep etti.

İtirazı değerlendiren üst mahkeme İstanbul 24. Ağır Ceza Mahkemesi, “dosya kapsamı, sanık savunmaları, dinlenilen tanık beyanları, mevcut delil durumu birlikte değerlendirildiğinde kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren olguların bulunması, sanığın yurt dışına çıkarken yakalanması göz önüne alınarak üzerine atılı suçun yasa maddesindeki cezasının alt ve üst sınırları, tutuklu kaldığı süre ve adli kontrol tedbirlerinin bu aşamada yetersiz kalacağı” gerekçeleriyle itirazın kabulüne karar verdi.

Mahkeme, sanık Eren Erdem hakkında tutuklamaya yönelik yakalama kararı çıkarılmasına oy birliğiyle hükmetti.

19 yıla kadar hapsi istenmişti

Mütalaada, Erdem hakkında “Örgüte üye olmamakla birlikte örgüte yardım etmek” ve “Gizliligin ihlali” suçlarından 8,5 yıldan 19 yıla kadar hapis cezası talep edildi.

Mütalaaya karşı sanık avukatlarının beyanlarını alan mahkeme, Eren Erdem’in adli kontrol şartıyla tahliyesine karar verdi.

CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü Faik Öztrak, Erdem’in tahliye edilmesine dair kararı, “PM üyemiz Eren Erdem’in tutukluk hali sona erdi dava hala devam ediyor. Açıkçası kamuoyu tarafından bilinen bir nedenle yargılanıyor ama bu kumpas davasının da diğer davalar gibi çökmesini bekliyoruz” diye değerlendirdi.

.

(Bianet)

Dünya nasıl doyacak? – Tayfun Özkaya

Bu yazı yurtgazetesi.com.tr sitesinden alındı

Ekolojik tarımın geçersiz olduğuna inanlar, verimlerin düşük olmasını gerekçe gösterirler ve sorarlar; “Bu kadar insan nasıl doyacak?” Aslında endüstriyel tarım sisteminin epeyce yaygın bir şekilde uygulandığı dünyamızda sayısı yıllara göre değişmekle birlikte bir milyar dolayında aç insanın olduğunu biliyoruz. Nerede ise bu kadar insan ise aşırı besleniyor. Bu durumda aslında endüstriyel tarım ve adaletsiz ekonomik sistemin açlığa çare olmadığı açıktır. Açlığın nedenleri teknik olmaktan çok sosyo-ekonomiktir. Açların çoğunun toprağı olmayan kır insanları olduğunu söylemek sanırım yeterlidir. Diğer konulara burada girmeyeceğiz.

Gerçekten ekolojik tarımda verimler düşük müdür? Bu konuda yapılan bir araştırmanın sonuçlarını paylaşacağım. (Ponisio LC, M’Gonigle LK, Mace KC, Palomino J, de Valpine P, Kremen C. 2015 Diversification practices reduce organic to conventional yield gap. Proc. R. Soc. B 282:20141396. http://dx.doi.org/10.1098/rspb.2014.1396)

Bu araştırma, bu konuyu araştıran 115 ayrı araştırmanın, binden fazla gözlemini içeren bir araştırma. Bunlara meta araştırma diyoruz. Genel olarak ele alındığında organik veriminin konvansiyonel (yani tarım ilacı, kimyasal gübrelerle yapılan tarım) tarımdan yüzde 19 daha az olduğunu gösteriyor. Ancak ürün tipleri, yönetim uygulamaları ele alındığında çok farklı sonuçlar elde ediliyor. Örneğin baklagillerde, çok yıllık ürünlerde ve kalkınmış ülkelerde organik ve konvansiyonel uygulamalarda verimler arasında önemli bir fark bulunmuyor. Ancak baklagil olmayan ürünlerde, tek yıllık bitkilerde ve gelişmekte olan ülkelerde organik ve konvansiyonel arasında verim farkı var. Diğer yandan organik sistemde çoklu ürün ve ürün rotasyonları uygulandığında konvansiyonele göre verim açığı sırasıyla yüzde 9 ve yüzde 8’e düşmektedir. Bu sonuçlar eğer bazı gelişmeler sağlanırsa organik tarımın konvansiyonel tarımdan verim açısından farkının çok azalacağını ortaya koymaktadır. Organik tarım konusunda araştırmalar çok yetersizdir. Ayrıca organik tarıma uygun çeşitler geliştirmek konusunda çok az şey yapılmaktadır. Şirketlerin çeşit geliştirme çalışmaları hep konvansiyonel tarım koşullarında yapılmaktadır. Diğer yandan ABD’de Rodale Enstitüsünün yaptığı 30 yılı geçmiş bir verim farkı araştırmasında soya, mısır ve buğdayda organik üretimde verim bir miktar daha fazla bulunmuştur. Çok daha önemlisi mısırda kurak geçen yıllarda organik üretimde verim konvansiyonele göre yüzde 31 daha fazla bulunmuştur. (Rodale Institute, Farming Systems Trial, https://rodaleinstitute.org/wp-content/uploads/fst-30-year-report.pdf) Küresel iklim değişikliğine uyum açısından bu çok önemlidir.

Ayrıca her şey verim değildir. Yerel tohumlarla ekolojik üretim yapıldığında ürün konvansiyonele göre çok daha besleyicidir. Buğdayı ele alırsak yerel buğday unundan ekşi maya ile üretilen ekmeğin çok daha azı yeterli olacaktır. 

Hâlâ, “verim önemli” diyenlere dünyadaki üretilmiş besinlerin miktar olarak üçte biri ve enerji olarak dörtte birinin tamamen çöp olduğunu da ekleyelim.

Tayfun Özkaya – Yurt Gazetesi