25-26-27 Ocak tarihlerinde, Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi, Fransız Kültür Merkezi ve Tasarım Atölyesi Kadıköy’de takipçileriyle buluşacak olan 8. Pembe Hayat KuirFest, geçmişten günümüze sinema tarihine damgasını vuran kuir yapımları ‘kÜLT’ bölümü kapsamında festival izleyicileriyle buluşturmaya devam ediyor.
Festival ‘kÜLT’ bölümünde bu yıl, 30. yaşını kutlayan Çözülen Diller(Tongues Untied, 1989) filmi ile 1985 yapımı Eküriler’i (Buddies) restore versiyonlarından gösterecek.
Performatif belgesel türünün en önemli örneklerinden sayılan Çözülen Diller, HIV ile yaşayanların kendi adlarına konuşmalarına alan açmasıyla film tarihinde oldukça özel bir yere sahip. Marlon Riggs imzalı filmde yer alan Essex Hemphill dizelerini, ünlü akademisyen ve çevirmen Fahri Öz KuirFest için Türkçe’ye kazandırdı. Çözülen Diller, Farsça altyazılı olarak gösterilecek.
Önceki yıllarda da programında siyah kuir hareketten filmlere geniş yer ayıran KuirFest, ‘kÜLT’ bölümünde ayrıca 1985 yapımı Eküriler __(Buddies) filmini takipçileriyle buluşturacak. Eküriler, HIV ile yaşayanlar hakkındaki önyargıları parçalayan anlatısı bakımından sinema tarihinde oldukça önemli bir yere sahip.
The Huffington Post‘da Laura Paddison imzasıyla yayınlanan makaleyi Yeşil Gazete gönüllü çevirmenlerinden Berk Öktem‘in çevirisi ile yayınlıyoruz.
***
Dünya ekonomileri hızla gelen iklim değişikliğine, artan toplumsal eşitsizliklere ve ucuz enerji döneminin sona ermesine hazır değiller.
Ucuz ve bol enerjiye erişimin zorlaştığı ve iklim değişikliğinin etkilerini her yerde gördüğümüz yeni, zorluklarla dolu bir çağa giriyoruz ve serbest pazar kapitalizmi bizi bundan kurtaramayacak. Bu, Bios (Finlandiya’daki bağımsız bir araştırma enstitüsü) tarafından Birleşmiş Milletler için hazırlandığı bir raporun sonucu.
Kaliforniya Lakeport’ta River yangını sırasında rüzgarla büyüyen alevler tepeden aşağıya evlere doğru ilerliyor. 2 Ağustos 2018. Fotoğraf: Fred Greaves/Reuters
Makale, birbiriyle ilişkili tüm bu krizler karşısında trajik bir şekilde hazırlıksız olduğumuzu söylüyor: ”Açıkça söyleyebiliriz ki önümüzdeki çağın koşullarına uygun bir ekonomik model geliştirilemedi.”
BM’nin 2019 Global Sustainable Development Report (Küresel Sürdürülebilir Kalkınma Raporu) için istenen makale, dünyanın emisyonlarını ve tüketimini radikal biçimde azaltıp iklim değişikliğini durdurabilmesi için elzem dönüşümü gerçekleştireceği kritik süreç olan önümüzdeki 20, 30 yıla odaklanıyor.
Klasik ekonomik teorilerin, ucuz ve bol enerjiye ve hammaddeye erişimimizin her zaman devam edeceği varsayımı üzerine kurulduğunu hatırlatan makale “ucuz enerji çağının sonuna yaklaştığımızı” belirtiyor.
Yazarların ana argümanı, ekonomilerin, tarihte ilk kez daha az verimli enerji kaynaklarına yönelmesi yani daha az bir enerji miktarını daha çok çaba harcayarak çıkarmak durumunda kalmaları. Yer altından çıkarılabilecek yığınla fosil yakıt var ama bunları kullanmak iklim hedeflerine ulaşmayı imkansız hale getirir ve iklim değişikliğini hızlandırır. Ayrıca gezegenin atıkları yönetebilme kapasitesini enerji ve doğal kaynak tüketimimiz yüzünden aşmaktayız.
Başka şekilde söylemek gerekirse, ekolojik olarak geri dönülemez noktaya geliyoruz ve bununla uğraşabilecek ekonomik araçlara sahip değiliz.
Araştırmanın yazarlarından, Bios’ta ekonomi ve kültür konularında uzman bir akademisyen olan Paavo Jarvensivu Huffington Post ile telefon görüşmesinde “Serbest pazar kapitalizminin dinamiklerinin bizi kurtaracağına inanmak; bu tabi ki gerçekleşmeyecek” diye belirtti. Rapor, piyasa güçlerine göre işleyen ekonomilerin bu sorunlarla ilgilenmeyeceklerini çünkü kısa dönemli kâr amacına odaklandıklarını dolayısıyla iklim değişikliği ve çevre felaketlerini umursamadıklarını anlatıyor.
Ama Jarvensivu kapitalizmin ölüp ölmediği meselesiyle ilgili tartışmalara girmekte pek de hevesli değil.
Jarvensivu’ya göre “kapitalizme tek bir öbekmiş gibi bakmak veya ya kapitalizm mi devam edecek yoksa bambaşka bir sistem mi sorusunda diretmek zararlı bir düşünüş yöntemi.”
“Bu dönüşüm için (ucuz enerjiden ve kitlesel tüketiminden başka bir yöne) gereken sosyal ve maddi ihtiyaçlar çok yüksek ve bu toplumların 20-30 yıl içinde emisyonlarını azaltabilmek için inanılmaz değişimler geçirmeleri gerekiyor. Dolayısıyla artık kapitalizm mi başka bir sisteme mi sahip olmalıyız sorusunu aştık”diye de ekliyor.
New York borsası karşısında George Washington’un heykeli yer alıyor. New York, 21 Aralık 2016. Fotoğraf Andrew Kelly, Reuters
Bunun yerine, önümüzdeki engelleri aşabilmek için ekonomi hakkında düşünmenin yeni yollarını bulmamız gerektiğini söylüyor. Soru şu “daha çok tüketimi mi hedefleyeceğimiz yoksa yaşanabilir bir çevreyi mi?”
Sanayileşmemizi sağlayan ama bunu iklime büyük zararlar vererek yapan küresel enerji üretimimizin %80’i fosil yakıtlardan (petrol, kömür,gaz) geliyor. Rapora göre bu yakıtlardan tamamen uzaklaşmamız gerekiyor ama yenilenebilirler, konvansiyonel enerji yöntemleriyle kıyaslanınca yeterince verimli değil ve gerekli altyapıya da henüz sahip değiliz: “Bugün harcadığımız veya gelecek 10, 20 yılda daha da artacak enerji ihtiyacımızı düşük karbonlu yöntemlerle karşılama ihtimalimiz, imkansız değilse bile,oldukça zor.”
Rapora göre yapmamız gereken gelişen temiz enerji kaynaklarını azalan enerji tüketimiyle birleştirmek. Raporda, kişilerin düzgün bir hayata sahip olabilme şanslarını azaltmadan bunu nasıl yapacağımıza dair birkaç önerisi de var.
Kişisel araba sahipliğine olan odağımızı tamamen değiştirmek,ulaştırma konusuna bambaşka bir bakış getirilmesi ilk önerilerinden biri. Şehirlerde ilk adım kent planlarında büyük değişiklikler yapılması yani bisikletin ve yürümenin,elektrikle çalışan toplu taşıma sistemleriyle tamamlandığı planlar yapılması. Bu, “insanlar için genel anlamda daha kazançlı olacaktır” diyor Jarvensivu. “Daha az ulaşım, daha az kişisel araç anlamına gelse de hayat kalitesini düşürmeyecektir.”
İnsanlar Kopenhag’da bisiklete biniyorlar. Çalışanlar, öğrenciler, turistler arabalar ya da otobüsler yerine bisikleti tercih ediyorlar. 28 Nisan 2015
Uluslararası nakliye ve havacılık sektörlerine büyük darbeler indirilmeli diyor rapor ve devam ediyor, “Bu hızda büyümeleri kabul edilebilir değil” çünkü emisyonların acilen azaltılması gerekiyor çünkü bu sektörlerin düşük karbonlu alternatifleri yok.
Tüm bu değişimler için ortak politik eylemlere ihtiyacımız var.“Kapsamlı ortak bir vizyon ve çok iyi koordine edilmiş planlar gerekiyor. Aksi durumda, küresel sürdürülebilirlik hedeflerini yakalamak için gerekli hızda bir sistemsel dönüşüm mümkün değil” diye belirtiyor rapor.
ABD Başkanı Trump, Batı Virginia Charleston Civic Center’da destekçilerini selamlıyor. 21 Ağustos 2018. Trump yönetimi, 21 Ağustos’ta ABD’nin kömürlü termik santraller üzerindeki yasal düzenlemeleri hafifleteceğini açıkladı. Fotoğraf: Ngan Mandel, AFP
Kanada Başbakanı Justin Trudeau’nun kampanyasındaki en önemli ögelerden biri olan karbon fiyatlandırılması yöntemine, yani kirleticinin saldığı karbonun maliyetini ödemesine, artan bir ilgi var. Ancak rapora göre bu önlem yeterli olmaktan çok uzak: “Bir politika aracı olarak karbon fiyatlanması en temel ögelerden birini, farklı ekonomik aktörlerin ortak bir amaç için bir araya gelmesini sağlayamıyor.”
Jarvensivu’ya göre harekete geçilmesi için gereken tepki insanların hakikaten gelecekteki güvenlikleriyle ilgili kaygılanmaya başlamalarından ve kolektif bir hareket arayışına girmelerinden sonra gerçekleşecek. “Bu tip şeyler, insanlar için yeni bir iPhone almaktan veya Tayland’a yıllık seyahat yapmaktan çok daha önemli hale gelebilir. Güvenlik hissi arıyoruz ve bunu sadece parasal olarak alım gücümüzü arttırmaya çalışarak yapmıyoruz”diye ekliyor.
Senatör Bernie Sanders’ı ve Profesör Stephanie Kelton’u bahsettiği ekonomik dönüşümü arayan örnekler olarak gösteriyor. Kelton çalışmalarında bağımsız ülkelerin paralarının asla bitemeyeceğini savunarak ekonomilerin, iklim değişikliğiyle mücadele adına gerekli dönüşümü finansal nedenlerle yapamayacağı argümanını çürütüyor.
Jarvensivu,raporun günümüzdeki ekonomiden tamamıyla farklı bir ekonominin savunuculuğunu yapmadığı konusunda ısrar ediyor, en azından kısa dönemde. Raporun amacı yaklaşan enerji ve doğal kaynak krizlerini ve bunlarla mücadele edecek ekonomik araçları ve politikaları belirlemek olduğunu belirtiyor.
“Bundan 20, 30 yıl sonra ekonomimizin nasıl bir hale geleceğini bilmiyoruz. Eğer emisyonlarımızı radikal biçimde azaltmayı başarırsak ve bunu yaşam standartlarımızı düşürmeden yapabilirsek, o gün hala kapitalizm mi değil mi tartışması mı yaparız yoksa başka arayışlara mı girmiş oluruz” diye soruyor ve cevaplıyor: “Büyük ihtimalle başka arayışlarımız olur.”
mindbodygreen.com‘da Jenny Howly imzasıyla yayınlanan makaleyi Yeşil Gazete gönüllü çevirmenlerinden Onur Akdağ‘ın çevirisi ile yayınlıyoruz.
***
“Why Woman Will Save the Planet”in bu alıntısında, çevreci Jenny Hawley, kadınların nasıl iklim değişikliği görüşmelerinin dışında bırakıldıkları – ve gezegeni kurtarmak için bize ne olması gerektiği – ile ilgili önde gelen araştırmaları özetliyor. Şimdi ikinci baskıda, kadın kanaat önderleri şu ebedi mesajı yaymaya devam ediyorlar: Gezegeni kadınlar kurtaracak, ama yalnız değil. İçsel ön yargıları nasıl ortadan kaldırıp daha sürdürülebilir bir gelecek için birlikte ilerleyebileceğimizi öğrenmek için okumaya devam edin.
Kadınlar, çevresel hareketlerin, başından beri öncüleri olmuşlardır. Bu mücadelenin asıl odak noktası insanlar ve kamu sağlığıdır: temiz su ve hava, yeşil alanlar, gıda pestisitleri denetimi… Fiona Reynolds, Octavia Hill’in kamu sağlığını, Viktorya İngiltere’sindeki doğa aracılığıyla iyileştirme çabalarını tarif eder. Caroline Lucas, bilim insanı Rachel Carson’ın Amerikan çevre hareketlerini tetikleyen 1962 tarihli kitabı Silent Spring‘in (Sessiz Bahar) önemini vurgular.
Bugün şunu biliyoruz ki günümüzün çevresel sürdürülebilirlikle ilgili – iklim değişikliği, gıda üretimi, toprak kullanımı, tüketim, nüfus artışı – en büyük köstek ve çözümleri temelde insanlarla ilgili.
Pek çok çevresel hareket, nüfusu azaltmak için dar ve basit anlamda cinsel ve üreyici sağlık ve hakların iyileştirilmesiyle kadınların güçlendirilmesinin önemini anladı. Bu, aynı zamanda kadınların bu haklara sahip olmadıkları yerlerde güçlendirilmeleri analizini de kısıtlamaktadır. Sarah Fisher, ikna edici bir şekilde, kadınların cinsel ve üreyici sağlık ve hakların gözetilmesinin kendi başına gerekli olduğunu, bu gözetmenin aynı zamanda çevresel değişimin öznesi olarak da kadınları güçlendirmek anlamına geldiğini tartışır.
Basitçe söylemek gerekirse, kadınlar toplumun yarısını oluşturmaktadır ve çözümün bir parçası olmak zorundalar.
Cinsiyet ön yargıları, kadınların dünya ile etkileşimlerini nasıl etkiler?
Bir oğlan ve bir kız annesi olarak, onlara pek çok insanın farklı davranmasına ve çocuk oyuncaklarının hala ‘oğlan’ ve ‘kız’olarak etiketlenmelerine – zarar veren eşitsizliklere çabucak dönüşen cinsiyet farklılıklarına – şaşırdım. Bunun bir uzantısı, çocukların çevre deneyimine kadar uzar. Çamura bulanmak, ağaçlara tırmanmak veya böcek toplamak genellikle oğlan aktivitesi olarak görülür ki bu da çocuğun yaşam boyu doğayla kurduğu bağlantıyı etkiler.
Cinsiyetle ilgili kültürel varsayımlar çok güçlüdür ve genelde doğuştan sahip olunur. 2014’de gündem olan “LikeAGirl” kampanyası gibi girişimler yaygın dilin cinsiyet ayrımını güçlendirdiğini ve kadın ve kızların altını oyduğunun açığa çıkarılmasına yardımcı olurlar.
Bu önyargıyı kültürümüze ve toplumsal yapılara bağlamak gerekli bir adımdır, yalnızca cinsiyet eşitliğini başarmak anlamında değil, aynı zamanda çevresel sürdürülebilirlik için de.
Bu kitaptaki pek çok uzman, toplumsal dilimler arası – eğitim ve akademik araştırmalarda, politikada, iş hayatında ve iklim değişikliği uyum planlamalarında – cinsiyet ön yargılarına kanıt sağlamaktadır. Kadınlar genelde dikkate alınmamaktadır,ama bilinçli olarak, belli rolleri gerçekleştirmek için elverişli oldukları düşünülür. Tüketici olarak baskın bir şekilde kadınları hedefleyen moda endüstrisinde bile, erkekler kıdemli pozisyonlara, karar alma ve yönetme işlerine hakimdirler.
Aynı durum çevre hareketleri için de geçerli; ABD’de yaşayan gazeteci Suzanne Goldenberg’in dikkat çektiği üzere “Büyük Yeşil’inen tepesi, bir Çay Partisi buluşması kadar beyaz ve eril.” Nature dergisinin 2014 Kasım sayısındaki bir yorum, koruma hareketlerinde kıdemli kadınların olmasına rağmen erkeklerin hakim ses olduklarının altını çizer.
Peki neden böyle? Belki de çevre genellikle çevresel hareketlerin içerisinde olan bizlere bile “orada bir yerde”, toplumdan ve ekonomiden ayrı bir şey olarak görüldüğü için. İnsanları ve sosyoekonomik faktörleri çevresel zarardan sorumlu tutmamıza karşın çevresel davranışları anlamaya veya kampanya ve stratejiler şekillendirmeye cinsiyet açısından yaklaşma alışkanlığımız olmadı. Bunun değişmesi gerek. Bir örgütlenme yoluyla baştan başa cinsiyet bütünleşmesi, iş hayatında cinsiyet eşitliği için elzemdir, ve bu bilinçli ve özenli bir efor ile değişimin devamlı izlenmesini ve değerlendirilmesini gerektirir.
Çoğu durumda, toplumun tüm katmanlarında, kadınlar yalnızca yetersiz temsile konu değillerdir, aynı zamanda küçümsenmektedirler de;masada yerleri olduklarında bile sesleri genellikle duyulmaz. İş pratikleri ve karar alma aşamaları genelde kadınları dışlayıp kıdemli olmalarını engeller, örneğin çocuklara veya akranlara bakma ve geri kalan ev işleri konusunda. Şu açıktır ki kadın ve erkeğin tam katılımı yalnızca ev ve topluluk sorumluluklarının bir toplumda daha eşit paylaşılarak başarılabilir.
Sistemi değiştirmek için birlikte nasıl çalışabiliriz.
Öncelikle ve belki de en belirgin olarak, cinsiyet eşitliğini kadınların güçlendirilmesiyle sağlamanın doğru bir şey olduğunu biliyoruz. Çevresel hareketin bu prensibi herhangi bir örgüt, iş,hükümet ve topluluk gibi politikalar, programlar ve pratikler aracılığıyla bütünleştirme sorumluluğu vardır. Bu da çevresel müdahalelerin tüm kadın ve erkeklerin refahı üzerinde olumlu etkisi olduğunu temin eder.
İkinci olarak, kadınların güçlendirilmesi çevresel sürdürülebilirliği sağlamak için kritiktir. Bu şu demek değildir ki kadınlar bütün çözümlere sahiptir, veya benim görüşüme göre, kadınların bizi çevre kahyaları yapacak kimi “dişil” nitelikleri vardır.Başka bir deyişle, gezegeni kadınlar kurtaracak ama yalnız değil.Karşımızdaki zorluğun derecesine bakarsak, insanlığın kullanabileceği tüm mevcut bilgiyi, yeteneği, farklılığı ve yaratıcılığı açığa çıkarmak zorundayız. Eğer çevresel sürdürülebilirliği başaracaksak; politikada, iş hayatında,eğitimde, dinde ve evet, çevreci gruplar STK’da cinsiyet eşitliğini sağlamamız gerek.
Son olarak, cinsiyet eşitsizliği, eşitsiz ve çevresel olarak zarar görmüş bir toplumun hem belirtileri hem de sonucudur. Cinsiyet eşitliği gerekliliğini, adil, eşit ve çevresel olarak sürdürülebilir diğer mücadelelerden ayrı tutamayız. Bu da çevresel hareket, kadın hareketi ve toplumsal adalet ve eşitlik için olan diğer tüm hareketlerin birlikte çalışması demektir.Şüphesiz bu da en güçlü toplumsal kurumlara (politika, iş hayatı ve medya) hakim olan ataerkil, büyüme odaklı ekonomik sisteme meydan okuma anlamına gelir. Başarının, GSYH veya kar ile ölçülmek yerine bütünleşmiş toplum ve çevresel sonuçlarla ölçüldüğü, yeni değerlere dayanan bir sistem kurmalıyız.Yeniden üzerinde yaşamak isteyeceğimiz türden bir dünyada yaşamak istediğimiz türden hayatlara odaklanmamız gerek.
Peki nasıl yardım edebilirsin? Cinsiyet eşitliği, toplumsal adalet ve çevresel sürdürülebilirlik, senin gibi insanlar iş yerlerinde,politik yaşamda veya daha geniş olarak toplumsal alanda değişimi körüklemedikçe başarılamaz. Ne olursa olsun, hepimizin oynayacak bir rolü var.
ABD’de Demokrat Parti içerisinde çalışarak Kongre’ye seçilen Amerikan Demokratik Sosyalistleri (DSA) üyesi Alexandria Ocasio Cortez, New York’ta önceki gün düzenlenen ‘Kadınlar Yürüyüşü’nde yaptığı konuşma ile yine adından söz ettirdi.
Gazete Duvar’da yer alan habere göre “Adalet bizim kitaplarda okuduğumuz bir kavram değildir” diyen Cortez şunları söyledi:
https://www.youtube.com/watch?v=xv0S6Fmz-rg
“Adalet içtiğimiz suyla ilgilidir, soluduğumuz havayla ilgilidir. Adalet oy kullanmanın ne kadar kolay olduğuyla ilgilidir. Adalet kadınların ne kadar maaş aldığıyla ilgilidir. Adalet bizim çocuk sahibi olduktan sonra, anne, baba ve tüm aile olarak çocuklarımızla yeterince vakit geçirip geçirememizle ilgilidir. Adalet nezaketin, sessiz olmakla aynı anlama gelmediğinden emin olmaktır. Aslında, çoğu kez yapabileceğiniz en doğru şey itiraz etmektir…”
Pembe Hayat KuirFest, 24 Ocak Perşembe akşamı, açılış töreni ve ardından Anahit Sahne’de gerçekleşecek konser ve partiyle festival sezonunu açıyor. 25-26-27 Ocak tarihlerinde gerçekleşecek olan festivale bu yıl Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi, Fransız Kültür Merkezi ve Tasarım Atölyesi Kadıköy ev sahipliği yapacak.
Fotoğraf: Derin Cankaya
Pembe Hayat KuirFest, LGBTİ+ bireylere sanat aracılığıyla ifade kanalları yaratmak üzere başlattığı atölyeler dizisine bu yıl, Gizem Aksu’nun yürüteceği performatif atölyeyle devam ediyor. Atölye, 26 Ocak’ta 13.30-16.00 saatleri arasında Asmalı Sahne’de gerçekleşecek.
Sanatçı Gizem Aksu’nun bedenin organ’ik bilgeliğini araştıran ve birçok festivalde gösterilen solo performansı YU’da ve IV. Mardin Bienali için ürettiği bedenin yokluğu üzerine odaklanan Barınak, Barikat, Tabiat enstalasyonunda kullandığı obje; bedenin çokluğu ve bolluğunu kutlamak için ilk kez kuir bir bağlama ve birçok performansçıya açılıyor. Katılımcıların performatif araştırmacı olacağı bu atölyede; bedenin, hareketin ve algının kuir inşasına yönelik performatif önermeler denenecek. Atölyeye performatif denemelere açık olan herkes katılabilir.
Kuzey Ormanları Savunması, geçtiğimiz Aralık ayında iptal edildiği duyurulan, ancak iptal hakkında resmi olarak bir açıklama yapılmayan Çerkezköy termik santral projesine yönelik bir kapanış töreni mizanseni düzenledi.
Kuzey Ormanları Savunması aktivistleri Tekirdağ – Çerkezköy’de, teknik sebeplerle iptal edildiği AKP Tekirdağ Milletvekili Mustafa Yel’in sosyal medya hesabından duyurulan Çerkezköy termik santral projesine yönelik olarak bir kapanış töreni düzenledi. Çerkezköy’de kurdukları termik santral bacası maketi önünde bir araya gelen aktivistler, “Trakya termiği durdurdu, sen de ÇED’i iptal et!” pankartını açtılar.
Kurulan kürsüde bir konuşma yapan Kuzey Ormanları Savunması aktivistlerinden Oruç Karacık, “Ömründe hiç kömürlü termik santral kurmak istememiş insanlar, hoşgeldiniz!” diyerek kapanış törenini başlattı. Doğa hakları aktivistlerinin bölgede termik santral kurulmaması gerektiğini daha önce de dile getirdiğinin altını çizen Karacık yaptığı konuşmada Trakya’dan vazgeçmeyeceklerini belirterek, “Kömüre kader demeyeceğiz” dedi. Karacık’ın konuşması ardından alkışlar eşliğinde baca maketi yıkıldı.
Termik santral kansere ve erken ölümlere sebep olacak
Eylemin ardından Kuzey Ormanları Savunması aktivistleri konuyla ilgili bir açıklama da gerçekleştirdi. Açıklamada, Trakya’da termik santral projelerinin başlangıcının Ekim 2016’da Trakya Alt Bölgesi Ergene Havzası 1/100.000 Ölçekli Revizyon Çevre Düzeni Planı Değişikliği ile başlandığının altı çizilerek, böylece bölgede bulunan tarım ve orman alanlarının enerji üretim alanı olarak yeniden tanımlandığını ve bunun sonucunda bölgede Çerkezköy, Vize ve Kırklareli’nde olmak üzere toplam 3 termik santral projesi olduğu belirtildi.
Tüm Türkiye’de buğdayın yüzde 12’sini, ayçiçeğinin yüzde 61’ini Trakya’nın ürettiği belirtilen açıklamada, bölgede bulunan kirleticiler sebebiyle Trakya’nın ve Kuzey Ormanları’nın hali hazırda tehdit altında olduğu vurgulanarak termik santrallerin bölgedeki kümülatif etkisinin yaşanmaz bir Trakya yaratacağı açıklandı.
Termik santraller için bölgeden çıkarılarak santrallerde kullanılacak linyitin de hava kirliliği, solunum yolları sorunları, kanser, çocuklarda gelişim engeli ve erken ölümlere sebep olacağı belirtilen açıklamada, “Ergene Havzası hali hazırda can cekişirken, Kuzey Ormanları mega ve yancı projelerle talan edilirken, iklim krizi kapımızdayken bölgenin ihtiyacı olan Trakya’ya yıkım getirecek tüm projelerin bir an önce iptal edilmesidir.” dendi.
Lisede neler öğrendin diye sorsalar doğru dürüst cevap veremem, çok az şey hatırlıyorum. Trigonometri, türev, integral falan hepsini unuttum. Sonradan hiç kullanmadım. Daha fenası, bazı hocaların ismini, yüzünü bile çıkaramıyorum. Üniversite hayatım da öyle… Öğrendiğim çoğu şeyi unuttum.
İ.F. Kişisel sohbet, 2017
Okulda öğrendiğimiz ve sonradan kullanmadığımız bilgilerin çoğunu unutuyoruz. Yapılan araştırmalara göre öğretmek için yıllar harcanan bazı konuların (misal geometrinin) ilk beş senede (eğer kullanılmıyorsa) yarısı, yirmi senede ise tamamına yakını yok oluyor (Caplan 2018 s.40). Buna mukabil ilk birkaç yılda öğrendiklerimizi hayat boyu kullanıyoruz: dört işlemi, okuma-yazmayı… Yaygın kanı bunun bir sorun olmadığı yönünde. Aksine, okul hayatının bir keşif süreci olduğu, insanın sonradan kullanmasa da ilgi alanlarını bulması için olabildiğince çok konuyla tanışması gerektiği ileri sürülüyor. Verilen bilgilerin ilk anda olmasa da ilerde işe yarayabileceği düşünülüyor. Biri bana bu şekilde bir ürün pazarlasa (“etkileri pek gözükmüyor; fakat ilerde işe yarar diye düşünüyoruz”) onu kapıdan kovarım. İspatı yok, yalnızca bazı kişisel anekdotlar var. Buna rağmen milyonlarca insan binlerce saatini bu uğurda harcamak zorunda.
İnsanın hayatını etkileyen, ufuk açan az sayıda ders ya da hoca yok mu peki? Elbette var, benim de vardı. Diğer dersleri uyur uyanık geçirir, o dersin gelmesini beklerdim. Fakat mevzu şu: Sıkıntıdan bunaldığım; kendimi yetersiz, aciz, aptal hissettiğim dersler (çoğu ders) hayatımın başka bir safhasında bana bir anda ilham vermeye başlamadı. Çünkü onları unuttum gitti. Dahası, unutacağımı o zaman dahi biliyordum; sene sonuna kadar (yahut 20-30 sene) beklememe gerek yoktu. Buna rağmen karşılıklı olarak hocaların benden yıldığı, benim onlardan sıkıldığım uzun yıllar geçirdik. Osmanlı padişahlarını sayıp dökmenin yahut dağ yükseklikleri ezberlemenin, ilerde kendimizi keşfetmeye yaradığını söylemek, zaten hayli zorlama bir iddia. Eğer maksat gerçekten bu olsa, sınıflar çok daha farklı tasarlanmış olurdu. Mesela 3 hafta boyunca açılan her dersi takip eden öğrenciler, ardından ilgilerini çeken iki yahut üç dersten (hakkını vermek kaydıyla) yükümlü tutulurdu. Zira öğretmenler olarak biliyor olmalıyız: Dönemde 8-9-10 ders almak zorunda olan bir öğrenci daha çok öğrenmiyor, hattâ aksine ufku kapanıyor. Ödevlerini başkasına yaptırmayı, son gece öğrendiğini sınavda kusmayı, hocanın nabzına göre şerbet vermeyi öğreniyor.
O hâlde iddiam şu: Çok daha az ders yükü ile daha iyi bir öğretim sistemi kurgulanabilir. Üniversiteler dahil olmak üzere birçok okulda ilham veren, hadi onu geçtim hayata yönelik akılda kalıcı, çağrışımlı bilgiye nadiren rastlanıyor. Krediler dolsun, maaşlar yatsın, herkes meşgul gözüksün, çocuklar uzun saatler okuldayken veliler işe gidebilsin, devran dönsün diye maksadı şaşmış bir yoğunluk yaratılıyor. Onun yerine az sayıda temel ders (okuma-yazma-işlem yapma-program yazma [ve bana bırakılsa ziraat, yemek pişirme, temel seviyede anatomi bilgisi, jimnastik] gibi) derslerin yanına, yine az sayıda yoğunlaştırılmış seçmeli ders, (eğer mesele ufuk açmaksa) kâfi gelecektir. Yeter ki A) hakikaten öğrenmeye değer, mümkünse uygulanabilirliği olan içerikler anlatılsın B) öğretmenler ilham verici, işinin ehli olsun ve C) bir dersi sadece ilgili talebeler alsın. (Talip kelimesinden, bilgiye talip olmak).
Bu üç kriter ilk anda basit veya sıradan gelebilir; ama çok ciddi sonuçları var. Daha az derslik, daha az iş yükü, daha az sınav kağıdı anlamına geliyor. Yani daha ucuz. Herkesin her şeyi öğrenmesi gerektiği varsayımı üzerine kurulu değil. Denebilir ki öğrencilerin bir kısmı, sevebilecekleri bazı ilgi alanlarıyla o dönemki isteksizlikleri sebebiyle tanışamayacak. Doğru; ama istisnalar çıkacak diye masraflı, boğucu, unutulmaya namzet bilgilerle dolu bu sistemi herkese ittirmenin lüzumu yok. İsraf dediğim bu.
Devamı da var: Daha az ders yükünün olduğu yerde, düşük notla ders geçilememesi lâzım. Bugün %50, hattâ %40’lık performanslarla öğrenciler öğrenim hayatına devam edebiliyor. Kendi alanım olan sosyoloji için konuşuyorum: Temel kavramları bilmeyen, düzgün yazamayan, belirli bir düşünce hattını takip edemeyen öğrenciler, dördüncü sınıfa kadar rahat rahat gelebiliyor. Arada yüzlerce kredi ve kendilerine hiç sirayet etmeyen onlarca ders almış oluyorlar. Çünkü yapılan yüz binlerce liralık masrafın, “ya tutarsa” diye harcanan binlerce saatin asıl maksadı ufuk açmak değil, diploma dağıtmak. Bu mevzuya geri döneceğim; zira zurnanın zırt dediği yer orası. Ama bu düzende açıkça hem onlara (öğrencilere) hem hocalara yazık. Öğrencilerin çok daha şevkle emek verecekleri, üretken-öğretici faaliyetler yapabileceklerine eminim. Ben de açıkçası hoca olarak, nottan öte kaygısı olmayan bir kitleye ders anlatmak istemiyorum.
Özetle, mesele ufuk açmaksa uygulama yanlış. Hattâ dersler yüzünden çoğu konuyu seveceğim varsa da sevemediğimi düşünüyorum, sıdkım sıyrıldı. Dünyanın muazzam güzelliğini ve çeşitliliğini, rutinleşmiş, bürokratikleşmiş, pek çok durumda sözleşmeli/yarı zamanlı çalışan bir meslek grubunun tebliğ etmesini beklemek, onlara da haksızlık değil mi?
Peki, ufuk açmasın. Hattâ öğretilenlerin ezici çoğunluğu unutuluyor olsun. Yine de okullar düşünmeyi, yani akıl yürütmeyi öğretmiyor mu? Cevap yine aynı: Zannedildiği kadar olmayabilir. Bir sonraki bölüm “düşünmek” hakkında.
ABD’de bu yıl üçüncüsü düzenlenen Kadınlar Yürüyüşü’ne katılan on binlerce kişi, başta Washington ve New York olmak üzere ülke genelindeki eylemlerle Donald Trump yönetiminin politikalarını protesto etti.
Başkent Washington’da Freedom Plaza civarında sabah saatlerinde bir araya gelmeye başlayan göstericiler, ellerindeki döviz ve pankartların yanı sıra attıkları sloganlarla Trump International Hotel’in önünde buluştu.
Göstericiler, burada Trump yönetiminin göç, Meksika sınırına duvar ve cinsiyet eşitliği gibi çeşitli başlıklardaki politikaları hakkında slogan atarak, yürüyüşlerine devam etti.
Soğuk havanın hakim olduğu Washington’daki yürüyüşe Amerikalı Müslüman sivil toplum örgütleri de destek verdi.
“Duvar’a da Trump’a da Hayır!”
New York’taki Kadınlar Yürüyüşü’ne geçen yapılan 6 Kasım ara seçimlerinde Kongre’ye seçilerek en genç üye ünvanını alan New York eyaleti Demokrat vekili Alexandria Ocasia-Cortez de katıldı.
Manhattan Columbus Circle’a yakın Trump International Hotel ve Tower binası önünde toplanan göstericiler, burada Ocasia-Cortez’in yaptığı kadın haklarını savunan ve Trump’ın politikalarını eleştiren kısa konuşmasından sonra FogoAzul gösteri bandosu eşliğinde Bryant Park’a doğru yürüdü.
Göstericiler, ellerinde taşıdıkları Trump maskotlarının yanısıra, “Duvar’a hayır, Trump’a hayır”, “Trump, hükümeti aç” yazılı pankart ve attıkları sloganlarla hükümeti protesto etti.
Sayılarının yaklaşık 20 bin olduğu tahmin edilen göstericiler, olaysız dağıldı.
Hrant Dink’in katledişinin 12. yıldönümünde Filiz Ali’nin yaptığı konuşma
“Sevgili Hrant,
12. kez, seni aramızdan alan karanlığa karşı, senin ve ailenin yanında durmak için, ellerinle kurduğun,
büyüttüğün gazeten Agos’un önündeyiz. Bizi acılarda akraba edenlerin
kurdurduğu ve ne yazık ki her geçen gün büyüyen geniş ailemizin en eski
üyelerinden biri olarak sesleniyorum bugün sana.
Babam Sabahattin Ali, 1948 yılında, karlı bir sabahta, benim ve annemin
birkaç poz fotoğrafını çektikten sonra, Ankara’dan İstanbul’a doğru
yola çıktı, bir daha geri dönmedi. Gözaltında kaybedilen ve akıbetini
hala bilemediğimiz babam ne yazık ki bu ülke tarihinin ne ilk ne de son
kaybı oldu. Babamı ‘milli hislerle galeyana geldiği için’ öldürdüğünü
söyleyen katilin, seni öldüren ve sonrasında bayrağın önünde poz veren
katilden farkı yoktu. Sabahattin Ali 70 yıldır kayıp. Olayın iç yüzü,
bugüne kadar gelmiş geçmiş iktidarlar tarafından ısrarla aydınlatılmadı,
tıpkı iktidarın seni öldürenlerin ‘Ankara’nın karanlık dehlizlerinde
kaybolmasına izin vermeyeceğiz’ demesine rağmen cinayeti aydınlatmamış
olması gibi…
Sabahattin Ali gibi tanınmış, sevilen bir yazarın
hunharca öldürülmesinin yarattığı dehşet ve korku, toplumu suskunluğa
sevk ederken, öte yandan her türlü muhalefeti sindirmeyi vazife bilen
karanlık güçlere de cesaret verdi. Her on yılda bir tekrarlanan askeri
darbeler ile karanlık güçler denen, aslında içimizden birileri,
diğerlerini yok etmeye devam ettiler. Öldürülen gazeteciler, yazarlar,
sanatçılar, bilim insanlarının ardından toplumda gitgide derinleşen ve
hiç bir biçimde tedavi edilemeyecek yaralar açıldı.
Geniş
ailemiz 1948’den 2007’ye kadar ne yazık ki durmaksızın büyüdü. Seni
kaybetmemizin ardından da hız kesmediler. Sadece Ocak ayı, onca canımızı
anımsatıyor bize. Onat Kutlar, Metin Göktepe, Uğur Mumcu, Muammer Aksoy
bize Ocak soğuğundan bakıyorlar, bugün burada bizimleler. Yasemin
Cebenoyan Aralık’tan bakıyor bize. Şubat’ın ayazında Abdi İpekçi var.
Babam kayıptır dedim, Cumartesi Anneleri / İnsanları 1995 yılından beri
Galatasaray Meydanı’nda babamın, 1915, 24 Nisan’ında İstanbul’da
gözaltına alınarak trenlere bindirilen Ermeni aydınlarının, 70’lerden
beri Türkiye’de kaybedilen yüzlerce insanın akıbetini soruyorlar,
Türkiye tarihine bir hakikat meydanı armağan eden bu insanlar kar kış,
saldırı, gözaltı dinlemeden on yıllardır kayıplarını sormaya devam
ediyorlar. Soruları gelmiş geçmiş iktidarlar tarafından yanıtlanmadı,
kayıpları bulunmadı.
Sana geçtiğimiz yıldan iyi haberler vermek
isterdim ama ne yazık ki veremiyorum. Yazarlar, kültür insanları,
siyasetçiler, gazeteciler hapiste, haklarında iddianame bile
hazırlanmadan, neden olduğunu bilmeksizin cezaevinde aylarını, yıllarını
geçiriyorlar. Uluslararası mahkeme kararları hiçe sayılıyor, imzacısı
olduğumuz sözleşmelere uyulmuyor, hukuksuz bir hukukla insanlar
özgürlüklerinden mahrum bırakılıyor. Kayıplarımız bulunmadığı, bir
mezardan mahrum bırakıldığımız yetmezmiş gibi, geçtiğimiz yıl Cumartesi
Meydanı’na yapılan saldırılara tanıklık ettik, Cumartesi Anneleri /
İnsanları artık meydanlarında değil, ara sokaklarda toplanıp soruyorlar
kayıplarının akıbetini.
Babamın kaybedilmesinden 70 yıl sonra
gelinen noktada toplum, toptan pasifize edilmiş, her türlü haksızlık,
hukuksuzluk, cinayet ve dehşeti kanıksamış durumda. Ne var ki güneşin
her sabah doğması kadar doğal ve değişmez bir gerçek var evrende.
Hafıza. İnsan hafızası kaybolan, kaybedilen, yok edilen, yakılan,
parçalanan değerlerimizi unutmaz. Onlar, bu kayıp değerler hiç umulmadık
bir yerde, umulmadık şekilde toplumun karşısına çıkar ve “susmaktan hiç
utanmadınız mı ?” diye sorar.
Sevgili Hrant, yine de o kadar umutsuz değiliz. Susmayanlar var, hala buradayız, bir yere gitmiyoruz, vazgeçmiyoruz. Seni öldürdüklerinde henüz çocuk olanlar bugün burada, aramızda, öldürülmenizin peşine düşüyorlar, soru soruyorlar, susmuyorlar. Sizler, kaybettiğimiz bütün değerlerimiz, bize Ocak ayazında bakarken, biz burada, her yıl gençleşen kalabalıklarla vazgeçmiyoruz demeye devam ediyoruz. Umut burada! Bu topraklar, bu ülke bizim!”
Dünyamız yaklaşık 4,5 milyar yaşında ve kendi içinde büyük bir düzeni var. Çok yavaş bir değişim üzerine kurulu bu düzen. Binlerce hatta milyonlarca yıl süren değişim döngüleri sayesinde Dünya’nın ve tüm canlıların çoğunlukla kolayca adapte olabileceği uyum temelli bir süreç bu. Bilim gösteriyor ki bu döngüler sırasında Dünya soğumuş, ısınmış, canlılar evrilirken bazıları yaşama farklı şekillerde devam etmiş ve bazıları yok olmuş. Tüm bunlar çok çok uzun zaman içinde doğal olarak meydana gelmiş. Kimsenin hatasından kaynaklı veya engelleyebileceği olgular değil.
Dünya sahnesinde görece çok yeni yerini almış insan, bu yavaş değişimi çok hızlandırdı. İnsanlık güçlendikçe tüm dünya kaynaklarının insanlığın emrine amade olduğu fikri iyice yerleşti. Zaten sorumlu güçlenme diye bir uygulama hiç bir zaman olmadı. Eylemlerin ve seçimlerin sonuçları hiç düşünülmedi. Ve son 150 yıldır, Sanayi Devrimi ile beraber, insan kaynaklı hızlı ve insan dâhil pek çok canlının adaptasyon yeteneğinin sınırlarını zorlayan yeni bir döneme girildi.
Bu dönemin mirası olarak azımsanmayacak miktarda sera gazı salımı nedeniyle bozulan atmosferin dengesi, küresel ısınma ve iklim değişikliği gerçeklerini hayatımıza soktu. Bir parçası olduğumuz bu çılgın üretim-tüketim döneminin tek sonucu bunlarla sınırlı değil maalesef… Artan kirlilik, kaynakların sürdürülebilir kullanılmaması gibi nedenlerden dolayı ekosistem tahribatı ve doğayı talan insanlık medeniyeti yükselişiyle beraber tırmandı. Sadece üretim-tüketim ilişkisi değil, bu ilişkiyi daha da sağlamlaştırmaya çalışan bilimsel gelişmelerin de gezegenimiz üzerinde maliyeti oldu ve oluyor. Bilimsel bilgi, iyiye veya kötüye kullanılabiliyor. Buna isteyerek ya da istemeyerek alan tanıyan yasal boşluklar ve çevre etiği eksikliği, insan medeniyetinin Dünya ve tüm canlılar üzerinde kimi zaman geri dönüşü mümkün olmayan yıkımlar yaratmasına neden oluyor.
Plastik Gezegen
1960’lı yıllarda üretilmeye başlayan fosil yakıt bazlı plastik materyalin, bilim dünyasının mucizevi buluşlarından biri olarak hayatımızda girmediği alan yok. Etrafımıza kısaca bakınca bile anlaşılıyor bu durum. Ve tabi bu daha buz dağının görünen yüzü… Plastiğin girdiği yerler hayal sınırlarımızı zorlayacak cinsten. Bu denli yoğun şekilde kullanılan plastiklerin doğada tamamen çözünmesinin yaklaşık 450-500 yıl süreceği düşünüldüğünde, artık dünyamıza plastik gezegen deniliyor.
Pek çok alanda konforu da beraberinde getiren plastik aslında problemin ana kaynağı değil. Esas mesele plastiği ne kadar, nasıl kullandığımız ve kullanımını ne şekilde yönettiğimiz. Örneğin tek kullanımlık plastiklerin yaklaşık %90’ı geri dönüştürülmüyor ve doğaya atılıyor. Plastik atıklar endokrin bozucular olarak nitelendirilen kimyasalları barındırdığı için atıldığı doğal ortamın dengesini ve sağlığını bozuyor. Doğaya atılan atıklar nedeniyle veya üretim aşamasında gıda bulaşanı olarak besin zincirine entegre olan plastikler insan sağlığını ciddi şekilde tehdit ediyor.
Öte yandan, plastik ürünlerin yapımı ise ayrıca çevresel maliyet getiriyor. Plastiklerin üretilmesi için kullanılan fosil yakıt miktarı, yıllık toplam fosil yakıt tüketiminin %12’sini oluşturuyor. Tüketim çılgınlığımız ve plastik materyali bu şekilde her yerde kullanma eğilimimiz devam ettiği sürece, bu oranın %20 civarına ulaşması bekleniyor. İklim değişikliğine artan bir etki demek bu!
Tüm bunları düşündüğümüzde plastikle olan bu yeni ilişkimiz tehlikeli ve sürdürülebilir değil!
Plastiklerin kullanımının azaltılması
Plastiklerin azaltılması için pek çok sivil çaba öteden beri var. Son dönemlerde, bir çok ülkeden mikroplastikler ve tek kullanımlık plastiklerle ilgili yasal düzenleme haberleri de gelmeye başladı. Ülkemizde de, pek çok Avrupa ülkesinde uzun yıllardır olan marketlerde ücretli plastik poşet uygulamasına başlamak için 2017’de düğmeye basılmıştı. Ve ancak Aralık 2018’de yayımlanan kanunla 1 Ocak 2019 itibariyle marketlerde plastik poşet kullanımı ücretli hale geldi. Yıllık 30 milyarın üzerinde plastik poşet kullanılan ülkemizde, 2018 yılında kişi başı 440 poşet kullanılmış, bu sayının 2019 yılı sonunda 90’a, 2025 yılında ise 40’a indirilmesi hedefleniyor. Bazı giyim mağazaları çok daha önceden ücretli poşet satışına başlamıştı. Bu kanunun ardından plastik poşet satışı yapan mağazalar arttı, bazıları ise şimdilerde tamamen kâğıt poşetlere geçiş yapmayı hedefliyor. Bunların tamamı olumlu ve sevindirici gelişmeler ancak hepimizin fark ettiği bazı sorunlar var. Özellikle halkta plastik poşetlerin ücretli olmasına karşı olumsuz tepki oluşmuş gibi bir hava hakim.
Yasal düzenlemenin ilk bakıştaki eksiklikleri
Daha yasa uygulamaya girmeden istisnai durumlar açıklandı: Manav, şarküteri ve fırın kısımlarında incecik olan plastik poşetler ücretsiz şekilde kullanılmaya devam ediyor. Ayrıca kuru temizleme, lostra, kargo gibi hizmetlerde tek kullanımlık plastikleri kullanmaya da yeşil ışık geldi. Yasal düzenleme istisnalar tarif etmekten ziyade gıda ve pek çok ürünün ambalajlarında ve hizmetlerin sunumunda daha çevreci çözümler geliştirilmesini teşvik edebilirdi. Yanı sıra tek kullanımlık plastiklerin kullanımında kısıtlamalar ve hatta yasaklama getirebilirdi. Mikroplastik kirliliğine karşı önlem olarak özellikle kozmetik ürünlerin içeriğinde plastik kullanımını yasaklayabilirdi. Zira artık dünya bunlarla meşgul.
Yasal uygulamanın, en çok eleştiri aldığı nokta 25 kuruş. Marketlere ödenecek plastik poşet ücretlerinden bir fon yaratılarak plastik kirliliği ile mücadele için somut kampanyalar başlatılabilir. Şu haliyle uygulamada ödenecek poşet ücreti marketlere kar olarak kalacak gibi görünse bile yasal olarak böyle bir fon oluşturulmuş. Umalım ki bu fon verimli kullanılsın.
Çin’den ithal plastik poşetler
Gelişmiş ülkelerde plastik atıklar her geçen yıl artmaya devam ediyor. Bu artışla başa çıkamayan bazı ülkeler plastik atıklarını Çin’e ihraç ediyordu. Çin, “Biz de zenginiz, o halde neden başkalarının çöpleriyle uğraşıyoruz ki” diye düşünmüş olacak ki 2018 yılında plastik çöp alımını yasaklandı. Bunun üzerine, bazı ülkeler Çin’in yerini aldı. 2018 yılında ülkemiz de bu yeni plastik ‘pazarında’ büyüyen pastasıyla plastik atıklara talip.
Yukarıda bahsedilen eksikliklerin bir yasa içinde çözüm bulmasını beklemek çok gerçekçi olmayabilir belki ancak ülkemizde plastik atık ithalatımız artarken ve ulusal geri dönüşümü henüz sağlayamamışken, plastik poşetlerin ücretli hale gelmesiyle sağlayabileceğimiz etki ne kadar gerçekçi beraber göreceğiz.