Yeşil Düşünce Derneği ve Yeryüzü Derneği, İstanbul’da yurttaşların kendi enerjisini kendilerinin ürettiği ve tükettiği, yerel ve demokratik bir enerji üretim-tüketim modelinin işletildiği bir kooperatif kurmak için harekete geçti.
Ücretsiz ve herkesin katılımına açık olan buluşma 8 Şubat Cuma günü saat 19.00-20.00’de Kadıköy Kent Konseyi’nde (Kurbağalıdere Caddesi No: 21, Kadıköy Belediyesi Karşısı) gerçekleştirilecek.
Dünyanın en büyük kömür tüketicisi olan Çin kömürden vazgeçmiyor. İngiliz haber ajansı Reuters’a göre Çin’in 2018 yılı Aralık ayındaki kömür üretimi 2017’nin aynı ayına göre yüzde 2,1 oranında artarak son 3 yılın zirvesine ulaştı. Çin Ulusal İstatistik Bürosu tarafından paylaşılan verilere göre Aralık 2018’de üretim 320,38 milyon ton oldu ve Haziran 2015’ten beri en yüksek üretim hacmine ulaşılarak kayıtlara geçti.
Resmi kayıtlara göre Çin, geçtiğimiz yıl 6,64 milyar dolar değerinde yeni kömür madenciliği projesini onaylamıştı. Proje onayı Çin’deki yoğun hava kirliliği sebebiyle ülkedeki eski ve çevreyi kirleten kömür madenlerinin kapatılması kararından sonra geldi.
2015 yılında ortaya çıkan yeni veriler Çin’in önceden tahmin edilene kıyasla yüzde 14 daha fazla kömür kullandığını gösteriyor. Kaynak: Kömür Atlası 2017, EIA, Carbon Brief, NEA
Dünya Enerji Yatırımları 2018 raporuna göre Çin’de kömürle çalışan santrallere yapılan yatırımlar 2017 yılında yüzde 55 oranında düştü. 2015 yılında kömür tüketimini düşürmeyi ve havanın temizlenmesini hedefleyen Çin, kapatılan santrallerin yerine daha temiz olan ve 2,6 kat daha çok enerji üreten doğalgaz santralleri ile güneş enerjisinin geçeceğini belirtilmişti. Kömür Atlası 2017 raporuna göre dünya çapında maden kazalarından kaynaklanan ölümlerinin yüzde 80’i Çin’de görülüyor.
Ölçülemeyen, ama inanmak konusunda herkesin fazlasıyla hazır olduğu bir argüman bu. Öncelikle “düşünmek nedir” sorusu üstünde durmak istiyorum.
Öğrenciler, benim sınavlarımın zor olduğunu söyler. Hakikat payı olabilir; çünkü ayırıcı sorular sormaya gayret ederim. 100 puan üzerinden 60-70 alabilmek için temel bilgi seviyesi kâfidir. Yani basitçe, verileni geri isterim. Geri kalan sorularda ise bildiklerini bir başka meseleye aktarmalarını beklerim. Yani hâlihazırda öğrendikleri ile (teori olur, somut veri olur) bilmedikleri ya da daha az bildikleri bir olayı açıklamaları gerekir. Buna transfer denir. Sınıfın döküldüğü soru tipi budur. Üstelik bunu bu şekilde soracağımı da önceden bilirler.
Akıl yürütmek göründüğünden çok daha zor aslında. Şöyle bir deney yapılmış: Üniversite okuyan kişilere çözüm yolu aynı olan iki mesele arka arkaya okunuyor. Biri askeriye, diğeri tıp hakkında. Cevabıyla beraber okunan ilk soru, kabaca şu: Bir kaleye giden farklı yollar var, hepsi mayınla kaplı. Askerler topluca gönderildiğinde mayınlar patlıyor. Komutan o yüzden askerleri küçük gruplara bölüp kalenin önünde buluşturuyor, kaleyi öyle fethediyor. İkinci soru: Bir urun lazerle alınması gerekiyor. Ancak tek bir noktadan lazer kullanıldığında aradaki doku ve damarlar zarar görüyor. Doktor ne yapabilir? Arka arkaya okunan bu iki sorunun sonunda, doğru akıl yürütenlerin oranı yalnızca %30. Daha fenası, %10’luk bir grup ilk çözümü duymadan da doğru cevabı verebilmiş (aktaran Caplan 2018 s. 51). Geri kalan %70 ise bağlantı kuramamış.
Farklı tarifler mümkün; ama düşünmek derken ben burada akıl yürütmeyi kastediyorum. Farklı olayları birbirine bağlayabilme becerisi de diyebiliriz. Zeka ile aralarında son derece yüksek bir korelasyon var; dolayısıyla okulda bu ne derece öğretiliyor, hesaplamak ve birbirinden ayırmak kolay değil.
Haydi bu şekilde düşünmek zor diyelim, fakat en azından belli iddiaları bilimsel prensiplere dayanarak test edebilme, sorgulayabilme yeteneği öğretiyor olmalıyız. Bundan da çok emin olmamak lâzım. Arizona Üniversitesinde yapılmış bir başka deneyi aktarayım: Öğrencilerden şu ifadeyi değerlendirmeleri istenmiş: “Daha sağlıklı yemeklerle beslenmeliyiz; çünkü psikolojik yardım almak zorunda kalanların çoğunun yeme düzenleri bozuk.”
Öğrencilerden beklenti, buradaki sebep sonuç ilişkisini ters çevirebilmeleri, yani “kötü beslenenler psikolojik sorunlar yaşıyor diyorsunuz, ama psikolojik sorun yaşayanların yeme düzenleri de bozulmuş olabilir”, diyebilmeleri. Yahut mesela bir kontrol grubundan bahsedebilmeleri. Deneyi yapanların ağzından aktarıyorum:
Sonuçlar şok ediciydi. Lisede ve üniversitede en az altı yıl laboratuvar dersi alan, ileri derecede matematik görmüş yüzlerce öğrenci, dergilerde-gazetelerde çıkan gündelik bir meseleyi, metodolojik olarak sorgulayacak kadar dahi akıl yürütemedi. (…) Sadece %1’lik bir kısım, iyi derecede bilimsel yeterliliğe tekabül eden cevaplar verebildi. Çoğunluk, başka faktörlerin olabileceğini yahut başka gruplarla kıyaslama yapılması gerektiğini tümüyle göz ardı etti. Soruya, “sağlıklı beslenmenin zararı olmaz ki” diye yanıt verdiler. (Leshowitz 1989 s. 1160, çeviri bana ait).
Hemen her tartışmada karşımıza çıkan safsatalar, klişeler, ilgisiz çıkarımlar ve komplocu açıklamalar, okula giden bunca insana düşünmeye dair ne öğretildiği konusunda şüphe uyandırıyor. Buna rağmen okullara dair ele aldığım bu gerekçeler sorgulanmadan kabul görebiliyor. Okulların ciddi bir kültürel hegemonyası var; kırmak çok zor.
Ancak yine de okullarda düşünmeyi destekleyen ve zenginleştiren bazı unsurlar da var. Örneğin kişiler farklı alanlar hakkında ne kadar bilgi sahibi olurlarsa, bağlantı kurma ihtimalleri o kadar artıyor. Yani mesela tıp okumuş bir sosyolog, sadece sosyoloji okumuş birinden çok daha farklı ilişkileri görebiliyor. İki alana da yeni açılımlar getirme ihtimali artıyor. Dolayısıyla farklı alanlar (ülkeler, dönemler, teoriler, disiplinler, diller…) hakkındaki bilgi, düşünmenin önemli bir parçası. Okullarda öğretilebilir olan daha çok bu. Tabi öğretilenlerin çoğu unutulmasa, insanların ilgileri ve şevkleri kırılmasa… Açıkçası biz, düşünmeyi öğretmekten ziyade, önceden verilmiş bazı yönergelerin takip edilebilmesini bekliyoruz. Zaten böyle olmayan sorularda, öğrencilerin ezici çoğunluğu başarısız oluyor. Yıllarca “soru tipi” ezberleyen nesiller yetiştirdik.
Şu ana kadar meslek konusundan hiç bahsetmedim. Zira okullar tartışmasız bir şekilde insanların iş bulmasını sağlıyor. Dolayısıyla kimseye “okullara gitmeyin, tamamen gereksiz” diyemem. Burada birkaç farklı husus birbiri üstüne binmiş durumda; ister istemez karışıyor. O yüzden önce okullarla ilgili girişte yazdığım iddiayı (israf kapısı ve vakit kaybı) açıp, farklı ölçeklerde farklı doğruların olduğunu ileri süreceğim. Yani bir sonraki bölümde iddiam şu: Kişiler için faydalı olan, toplumun geneli için faydalı olmayabilir.
Kaynaklar
Caplan, Bryan 2018 The Case Against Education: Why the Education System Is a Waste of Time and Money.
Leshowitz, Barry 1989 It Is Time We Did Something about Scientific Illiteracy. American Psychologist 44(8): 1159–1160.
Geçtiğimiz günlerde havacılık tarihiyle ilgili, ülke gündeminde pek yer bulamayan büyük bir devrim hayata geçti. “Uzay Yolu” gibi bilim kurgu yapımlarında gördüğümüz motorsuz hava araçlarına ait ilk prototip uçağın, dünyanın en iyi üniversitelerinden biri olan ABD’deki MIT (Massachusetts Institute of Technology) mensubu bilim insanları tarafından ilk uçuşu gerçekleştirildi.
21 Kasım 2018’de Nature dergisinde yayımlanan makalede, Steven Barrett ve ekibi “İyon Sürüşü (Ion Drive)” teknolojisi ile uçurulan prototip uçağın detaylarını paylaştı (Xu, Haofeng, et al, 2018). Uçakta, alıştığımız şekilde kanatların altında, dönen aksamı olan bir motor yok. Sadece iyon sürüşünü gerçekleştiren elektronik devre elemanları mevcut.
İyon Sürüşü?
Peki “İyon Sürüşü” ne demek? Uçağın kanatlarının altında biri “+”, diğeri ise “-“ yüklü elektrotlar ile yüksek şiddetli bir elektrik alan oluşturuluyor. Sonuçta, parçacıkların oluşturduğu “iyon rüzgarı” ile hava molekülleri hareket ettiriliyor ve bir itme kuvveti sağlanmış oluyor. Gerçekleştirilen ilk uçuşlarda, 5 metre kanat açıklığına sahip 2.45 kg ağırlığındaki uçak, 8-9 saniye boyunca 40-45 m yol alıyor. Uçak, gücünü lityum-polimer bataryalardan sağlıyor. Dolayısıyla, fosil yakıta bağlılık ve karbon salımı ortadan kalkmış oluyor.
Bunun yanında, uçak sadece elektronik elemanlardan oluştuğu için tamamen sessiz bir uçuş gerçekleştiriyor. Bu özelliği ile önümüzdeki yıllarda yaygınlaşacak, kargo dağıtımından şehir gözetlemeye kadar birçok uygulamada kullanılacak olan gürültülü dronların da yerine geçmeye aday.
Ancak, %2,56 gibi bir verimliliğe sahip iyon sürüşü teknolojisinde alınacak daha çok yol var. Yolcu ve yük taşıyabilecek iyon sürüşlü uçakları yapmak için daha çok araştırma yapılması gerekiyor.
Yalnız şunu da unutmamak gerekir ki Wright kardeşler 1903’te bugün kullandığımız içten yanmalı ve fosil yakıt ile çalışan motorlara sahip uçakları, ilk uçuşlarında sadece 12 saniye boyunca 55 metre öteye uçurabilmişlerdi. Onlar da bugün içinde yüzlerce yolcu taşınan, çift katlı, okyanus ötesi yolculuk yapabilen dev uçakların yapılabileceğini bilmiyorlardı.
Bu “yeşil ve sessiz” iyon sürüşü teknolojisi, gelecekte daha verimli ve karbon salmadan uzun mesafeler kat edecek uçakların üretilip kullanılmasını sağlayarak daha yeşil bir dünyanın anahtarını elinde bulunduruyor olabilir.
HDP, İstanbul, İzmir ve Adana’da aday çıkarmayacağını açıkladı. Diğer büyükşehirler için karar daha sonra verilecek.
HDP Sözcüsü Saruhan Oluç, “HDP olarak demokrasi adına hak ve özgürlükler adına demokrasi, barış mücadelesinin güçlenmesi için kimi yerlerde fedakârlıklar yapma kararı aldık. Bu fedakarlığı şu, bu parti için değil Türkiye’deki demokrasi mücadelesi için yapıyoruz. Önümüzdeki günlerde açıklayacağız” dedi.
Belediye ve il meclislerine HDP logosu ve adaylarıyla gireceklerini anlatan Oluç, 3 büyükşehirde belediye başkanlığı için aday çıkarmama kararı aldıklarını söyledi. Oluç, bu illeri İstanbul, Adana ve İzmir olarak sıraladı, “Bu 3 şehirde HDP kendi logosu ile belediye başkan adayı göstermeeycek. Demokrasi güçlerinin işaret ettiği adaylara oy verilmesi için çalışmaları sürdüreceğiz. Diğer illeri çalışmalar tamamlanınca açıklayacağız” dedi.
Türkiye’de son aylarda medya ve siyaset aracılığıyla giderek görünür hale getirilmiş, ilk bakışta paradoksal gibi görünen bir olguyla başlamak istiyorum. Bu, özellikle akşam haberlerinde şöyle bir örüntü: Haber spikerinin kimi zaman saklayamadığı bir öğrenilmiş şaşkınlık ve dehşet ifadesiyle sunduğu, hayvanın parçalanmış üreme organları, kesilmiş uzuvları, yakılmış bedenine ait görüntülerle donatılmış işkence, eziyet, tecavüz haberi. Hemen akabinde, soğukta donmak üzere olan hayvana paltosunu, atkısını veren “koca yürekli insan” modelleri. Birkaç haber sonra da, “başıboş” ve “sahipsiz” hayvanların faili olduğu şiddet, neredeyse taammüden, planlı bir suikast haberiymiş gibi büyük bir dehşetle servis edilen “hayvan saldırısı” haberleri.
Son olarak Kayseri’de yaşanan olay, bu döngünün son halkası olarak
karşımıza çıkan “başıboş köpek saldırısı” haberlerini ana haber
bültenlerine, hatta ulusal ve yerel siyasetin gündemine taşımış durumda.
Ancak olayın en fazla birkaç gün süren sansasyonel etkisi geçince, tüm
haber kanallarının neredeyse rutinleştirdiği bu döngüyle hayvan
haberleri servis ettiğini söylemek mümkün. Hayvanın neden olduğu iddia
edilen vahşetin ifadeleri hep aynı: Sahipsiz, başıboş, saldırgan
köpekler masum vatandaşa saldırdı vb. Hayvan şiddeti mağdurlarının, ne
hikmetse, bebekli bir anne, küçük bir çocuk, yaşlı hasta bir kadın gibi
kişiler olması, söylemin arkasında yatan, hayvanı masum ve
kırılganlığının ötesinde düşmanlaştırma itkisini de ortaya koyuyor.[1]
Peki ama neden? Hayvanların şehirlerdeki hayatına dair böylesi
temsillerin, insanların onlarla kurduğu ilişkilere nasıl etkisi oluyor?
Bu yazı, hayvanlara dair duygulanımın manipüle edilirken, tekrarlanan
bir hayvan sahipliği algısını ve buna dair oluşturulan dili sorguluyor.
Bu, bazı hak savunucuları tarafından tali bir gündem gibi görülse de,
değil: Hayvanlara dair dilsel ve bilişsel çerçeveleme mekanizmaları,
şiddetin var olma koşullarının başında gelir. Toplumsal şiddetin
azalması, hayvana şiddetin kanunen suç sayılabilmesi için, hayvanların
yaşam hakkına, yerleşmeden, toplumda yer almaktan gelen özgün haklarını
dile, tahayyüle, siyasete eklemleme pratiklerini gözden geçirmemiz
gerekiyor. Hem de, şiddetin bu denli yaygınlaştığı bir dönemde, acilen.
Bir tezat, bir örnek: Son aylarda örneğin Avrupalı ve Kuzey Amerikalı
hayvan refahı savunucularının gündeminde, medeni kanunlarda yapılacak
değişikle boşanma mahkemelerinde evcil hayvanların velayeti meselesi
var. Alaska’daki bir boşanma davasında, evcil hayvanların iyiliği ve
çıkarı boşanma gibi medeni hukukun temelinde bir süreçte yasal koruma
altına alınması gibi kararla hayvan hakları savunucuları tatmin edici
bir kararla başlayan tartışma,[2]
Kaliforniya’da evcil hayvanların paylaşılacak “özel mülk” olarak değil,
aile ferdi kategorisinde medeni kanuna dahil edilmesi kararıyla
ilerliyor.[3]
Dünyada hayvanların sahipliği sorunsalı, belki hayvanla özel
mülkiyet-dışı ilişkilenebilme kapasitesinden hızla uzaklaşırken, hayvan
refahı çerçevesini daha da güçlendiriyor.
Bu esnada, Türkiye’de, 2014’te, İstanbul Kâğıthane’de Nilayım isimli
bir köpeğe tecavüz etmek suçundan yargılanan kişinin duruşmasında, hâkim
davanın katılımcılarına dönüp “Bu itin sahibi kim?” diye sorabiliyor.[4]
Bu skandal ifadenin ardından beş yıl geçti, ama hâkimin mesleği gereği
dayandığı 5199 nolu Hayvan Hakları Yasası’ndaki temel ayrım hâlâ yerli
yerinde: sahipli ve sahipsiz hayvan.
Sahibi olan, kanunun gözünde değerli mal kategorisinde, haklı bir
düzeyde korunabilecek hayvanların durumu da hiç parlak değil. Evinde
birlikte yaşadığı hayvanı zarar görmüş, öldürülmüş insanların verdikleri
mücadelenin en fazla “mala zarar” kategorisiyle değerlendirildiğini
biliyoruz. Daha vahimi “sahipsiz hayvanların” yaşadıkları. Hakları, bu
ayrımla birlikte kanunda görünmez kılınan, kendilerine karşı hem
bireyler hem de devlet kurumları tarafından işlenen her türlü ihlalin,
fiziksel zararın, istismar ve şiddetin cezasız bırakıldığı sokak
hayvanları.
Hayvanın boşanma davalarında velayetinin tartışabildiği örneğin arka
planında şöyle tartışmalar var: Widener Üniversitesi Hukuk Fakültesinden
John Culhane, Batı toplumlarının büyük kısmında evliliklerde birlikte
yaşanan hayvanın ya da hayvanların velayeti için de boşanmanın mülke
ilişkin kurallarının geçerli olduğunu hatırlatıyor . Eğer taraflardan
biri, örneğin bir köpeği evlilikten önce sahiplenmişse, köpek onun
“malı” sayılıyor; yani boşanınca köpeğin velayeti evlilik öncesinde de
sahiplik hakları bulunan tarafta kalıyor. Diğer tarafın hayvanla kurduğu
ilişki, hayvana bakımındaki nitelikler, ona yönelik şefkat, sevgi,
ihtimam duygularının kanunen bir anlamı olmuyor; velayet kararını hiçbir
şekilde etkilemiyor. Aile kurumunu oluşturan yasal sözleşmenin ortadan
kalkmasıyla birlikte yaşanan hayvanın, çocuklarda olduğu gibi, velayeti
bugüne dek medeni hukuk kapsamında değildi; yani hayvanların birlikte
yaşamadan doğan haklarının ötesinde, birlikteliğin bitmesiyle haklarını
koruyacak bir düzenleme mevcut değildi. Evcilleştirilmiş hayvanların
“ortak mülke ait” “ailenin bir parçası” olarak kabul edildiği özellikle
Batı Avrupa ve Kuzey Amerika ülkelerinde, evliliğin sona ermesi
durumunda hayvanların “mülk olarak değerlendiriliği[ni]”, dolayısıyla
mülkiyet bölüşümü anlaşmalarına tabi olması gerektiğini savunan hak
savunuculuğu öne çıkmış durumda.
Hayvan Savunma Birliği (Animal Legal Defense) de,
Alaska’daki evcil hayvanların velayeti tartışmasının ardından, boşanma
davası hâkimlerine insan olmayan aile üyelerinin velayetine ilişkin
kararlarda, “hayvanın iyiliğini” göz önünde bulundurmaları için yasa
değişikliği teklifinde bulundu. Bu değişikliğe, medeni hukukun,
özellikle reşit olmayan aile fertlerinin paylaşımı ve malların
bölüşümüne ilişkin maddelerde yapılacak bir dizi değişiklik eşlik
edecek. Hayvan hakları örgütleri de, boşanacak bireylerin, kendilerinin
ve birlikte yaşadıkları hayvanlarının haklarını korumalarında yardım
edecek eğitici faaliyetlere hız vermiş durumda.[5]
“Reşit olmayan aile ferdi” olarak hayvan?
İnsan olmayan aile fertlerinin “iyiliğine”, mülkiyet hukukunun
üzerinde bir önem atfedilmesinin hayvan özgürlüğü mücadelesinin üç temel
hedefine doğru atılan büyük bir adım olduğu söyleyebilir: 1) Hayvan ile
insan arasındaki ilişkinin hayvanın “sahibinin” vicdanına göre değil;
adaletin kaidelerine göre belirlenmesi, 2) Hayvanların yaşama ve barınma
haklarının, kendi yaşam alanları üzerindeki “egemenliklerinin” kanunen
tanınması, 3) Hayvanların belirli mekânlarda kapatılarak değil,
doğalarından gelen hareket etme, sosyalleşme ve üreme eğilimlerini ve
özgürlüklerini icra edebilmesi; yakınlık kurdukları ve ihtiyaç
duydukları ölçüde insanlardan ihtimam, sağlık bakımı ve beslenme desteği
görebilmeleri.
Hayvanların velayetinin, mülkiyet bölüşümüne göre değil, hayvanın
iyiliği açısından değerlendirilmesi daha önce öncülü olmayan, dünyada
ilk kez örneğini gördüğümüz bir gelişme.
Yeni yasada “mahkemelere, boşanma ve ayrılma süreçlerinde yoldaş
hayvanların velayetine karar verirken onların çıkarlarının göz önünde
bulundurması gerekir” ifadesine yer veriliyor. Yasa, taraflara söz
konusu hayvan ya da hayvanlar üzerinde “ortak sahiplik” hakkı da
tanıyor.
Pennsylvania Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden Penny Ellison,
“Mahkemeler Hayvanların Çıkarlarını Göz Önünde Bulundurabilir mi?”
başlıklı makalesinde bu gelişmenin, evcil hayvanları “mal” olarak
tanımlanmanın ötesinde geçme yönünde bir adım olduğunu savunuyor.[6]
Ellison, özellikle boşanan eşler arasında hayvanın kiminle yaşayacağı,
kimin ona daha iyi bakabileceği yönünde anlaşmazlık olduğu durumlarda,
bu sorunun “hayvanın çıkarını” ön plana alan mahkemeler tarafından
çözülmesinin geç kalınmış, gerekli bir düzenleme olduğunu düşünenlerden.
Evcil hayvanların hak sahibi varlıklar olarak görülmeye başlamasının,
hayvan hakları açısından sevindirici bir gelişme olduğunu söylerken bir
noktanın altını çizmemiz gerekiyor: Hayvanların, boşanma sürecinde tıpkı
çocuklar gibi “reşit olmayan aile ferdi” olarak velayetlerinin
mülklerden ayrı olarak değerlendirilmesi, Batı toplumlarındaki burjuva
çekirdek aile hukukunun özgün tarihinin, özellikle burjuva sınıfının
kültürel pratiklerinin gelişiminin, mülkiyet ilişkilerinin toplumsal
üretiminin insan olmayan hayvanlarla ilişkiyi ayrıştırma, tasnif etme,
tanımlama ve sınırlayarak düzenleme süreçlerinden geçmesinin bir sonucu.
Batı toplumlarında evcil hayvanların, 19. yüzyıl boyunca devam eden,
“hane halkı” ya da özel alan ile kamusal alanın ayrışması süreci
sonucunda, hane içine dahil edilerek “hak” sahibi olabildiğini
unutmamamız gerekiyor. Aynı tarihsel süreçte sokaktaki türdeşlerinin
kitlesel ve sistematik olarak yok edildiğini, bugün “medeni” Avrupa ya
da Kuzey Amerika şehirlerinin çoğunda sokak hayvanı görmememizin altında
yatan kanlı tarihi de…
“Bu itin sahibi kim?”
Türkiye’de 2014’teki tecavüz davası hâkiminin skandal sorusuyla bir
kez daha gündeme gelen tartışmanın arka planı şöyle: Yaklaşık on beş
senedir yürürlükte olan, parça parça değişikliklere tabi tutulan,
özellikle sokak hayvanlarının haklarını korumada ve hayvana yönelik
şiddete karşı cezai ve caydırıcı yaptırımlar geliştirme konusunda son
derece yetersiz olan 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nda, meta
değeri olmayan, “kullanılamayan”, sermaye birikimi süreçlerine doğrudan
dahil edilemeyen (etinden, sütünden, derisinden, kürkünden
yararlanılarak, binek, besi ya da deney hayvanı olmayan) evcil hayvanlar
“sahibinin malı” olarak değerlendiriliyor. Türkiye’deki mevcut yasal
düzenleme, evcil hayvanınız başka biri tarafından şiddet gördüğünde,
hayvanın sahibi olduğunuzu çeşitli belgelerle (veteriner onaylı kimlik
kartı, aşı karnesi vesaire) kanıtlamanızı şart koşuyor. Hayvana yönelik
şiddet ve zor kullanımının cezalandırılması “mala zarar” kapsamına
giriyor.
Evcil hayvanın mevcut yasada hak sahibi bir varlık olarak değil,
“mal” olarak tanımlanmasının iki temel sonucu var: 1) Hayvanın “sahibi”
olarak tanımlanan şahıs veya şahısların hayvanın beden ve ruh bütünlüğü
üzerinde mutlak bir kullanım hakkına sahip olması. Kendi kedisine ve
köpeğine şiddet uygulayan bir insanın eylemleri cezasız kalıyor. “Benim
karım, sana ne kardeşim, döverim de, severim de” türünden aile içi
şiddete hayvanlar da tabi oluyor. “Benim kedim, sana ne”ler, “Benim
köpeğim, hem o zevk almasa izin vermez” türünden kâbus cümleleri
Türkiye’de hayvanseverlerin duyageldiği cümleler. 2) Evcilleştirilmiş
hayvanlara ya da sokak hayvanlarına uygulanan fiziksel şiddet, istismar,
işkence ve zor kullanımı Ceza Kanunu yerine, Kabahatler Kanunu
kapsamında değerlendirildiği için de şiddet uygulayanın cezası
genellikle para cezasına çevriliyor. Dahası, hayvana şiddet uygulayan
kişinin, kabahati para ile cezalandırılmış olsa bile, sabıka kaydına
herhangi bir giriş yapılmıyor. Hayvana yönelik şiddet, istismar ve
işkence “suç” olarak sayılmadığı, para cezasına çevrilen basit
fenalıklar olarak değerlendirildiği için, Türkiye’de hayvana taciz,
tecavüz, işkence, silahla öldürme, dayak vesaire haberleri eksik
olmuyor. Kanunun korumasından mahrum kaldıkça ve yaşam hakları yasal
olarak tanınmadıkça, hem evcilleştirilmiş hayvanlara, hem yaban
hayvanlarına yapılan kötülüğün de sonu gelmiyor.
Adalet mücadelesi içinde hayvanların “yeri” meselesi
Türkiye’de insan-hayvan ilişkisine dair önemli tarihsel-toplumsal
meselelere, hayvanlarla gündelik ilişkilenmede coğrafi, kültürel
farkların etkisini göz ardı etmeden, bir noktanın altını çizmek
istiyorum: Bir hâkimin korkunç bir hak ve beden ihlali davasında o
sözleri sarf edebildiği ülkemizde, başka pek çok ülkede olmayan bir
şansa sahibiz: Sokaklarımızda hâlâ hayvanlar yaşıyor! Tüm zorluklara,
resmen teşvik edilmese de hukuken göz yumulan şiddete ve devlet eliyle,
resmî kurumlarca, kayıtdışı öldürmelere, sürgün ve tecritlere rağmen
özellikle şehirlerde, kamusal alanlara, insan yaşamına temas eden yüz
binlerce kedi ve köpekle birlikte yaşıyoruz. Türkiye gibi hak ihlalleri
sabıka kaydı kabarık bir ülkede, bunu bile başlı başına bir ilişkilenme
fırsatı olarak görmemiz gerekiyor.
Hayvanlarla kurduğumuz mülkiyet ilişkisini, sahiplenme/sahiplik,
onları kendimize “mal” etme ilişkisini, hayvanlarla, özellikle de
kimsenin “malı” olmayan sokak hayvanlarıyla bir arada yaşama
tarihimizden gelen ihtimam, koruma ve bakım pratiklerini artırarak,
çoğaltarak, savunarak değiştirebiliriz. Bu değişim, ancak dilde
başlayacak ve sembolik alandaki dönüşümle mümkün olabilir: Türkiye’de
sokak hayvanları sahipsiz ya da başı boş değildir, Batı dillerindeki
“stray” kelimesinin Türkçedeki karşılığı olarak kullanılan bu ifadeler
sokak hayvanlarının kültürel tarihin içindeki konumlarını, mekânsal
aidiyetlerini, şehir yaşantısı içindeki “yerlerini” görünmez kıldığı
için sorunlu.
Hayvanların sahibi değil, koruyucusu olmak
Türkiye’de evcilleştirilmiş hayvanlarla ilişkinin yeri sokaklar,
şehrin kamusal alanlarıdır. Hayvanla karşılaşma, ilişki kurmanın biricik
mekânı da hanenin içi değil, herkese açık olması gereken, kamuya ait
olan, görece serbest gezinme ve barınmanın mümkün olması gereken
sokaklardır. Hayvanların sokakta yaşamasını savunurken, sokağı, özgür ve
açık ilişkilenmenin biricik mekânı olarak görme yanılsamasına karşı
dikkatli olmamız gerekiyor. Barınaklar birer tecrit mekânı, birer
toplama kampıdır, hayvanlar alıştıkları, bakım, sevgi ve ihtimam
gördükleri, insan ile ilişki içine girebilecekleri hareket alanlarına
sahip oldukları ölçülerde şehir içinde yaşamlarını sürdürmelidir. Ancak
sokakların hayvanlar için emniyetli olmadığı, özellikle büyükşehirlerde
dur durak bilmeyen inşaatlarla her biri birer şantiyeye dönmüş
mahalleler, hayvanlar için yeterince emniyetli mi? Hal böyleyken,
sokakları hâlâ onların ilksel yaşam alanları olarak savunmak son derece
kritik, bir o kadar da dikkatle kurmamız gereken bir savunma hattı.
Yine de, sokakta yaşayan hayvanlar inşaat sermayesine, artan polis
varlığına, denetim ve ayrışmaya teslim edemeyeceğimiz sokakları,
mahalleleri savunmak için belki de en meşru, en geçerli ve gerçek
nedenlerimiz. Sahipsiz ya da başıboş değil, sokak hayvanı olduklarını
vurgulamamın bir nedeni de şu: hayvanlara hem dilde, hem şehir yaşamında
ve siyasetinde, hem şehrin müştereklerine dair tahayyülde yer açmak.
Daha doğrusu yüzyıllardır dolaştıkları, yaşadıkları, yemek yiyip,
çiftleşip, hastalanıp bakım ve şiddet gördükleri, öldükleri “yerleri”
görünmez kılan kavramsallaştırmalara karşı, hayvanların ait oldukları
yerlere, sokaklara iade etmek. Onları aidiyet, yerleşme ve yer-üretme (place-making)
pratiklerimizin asli unsuru olarak düşünebilmek. Bu aynı zamanda,
hayvanların hakları için mutlak olarak barışı (sokaklarda barış
olmadığında hangi hayvan nasıl yaşayabilir ki?) ve adaleti talep etmenin
de en temel yolu.
Tecavüz edilmiş köpeğin sahibini sorma cesaretini gösterebilmiş
hâkime cevabımız net olmalı: Evdeki, sokaktaki, ormanlara atılmış, bütün
itler bizim, bizimle birlikteler. Sahipleri değiliz ama bizim
sorumluluğumuzda. Yalnızca hayvanseverlerin değil, tüm mahalle
sakinlerinin ihtimamıyla yaşayabilecek canların. Sokak hayvanları
sadakacı değil, hak sahibidir. Bizden önce de burada olmaktan gelen,
yaşıyor ve duyumsuyor olmaktan, kırılgan ve korunmaya muhtaç olmaktan
gelen hakları var. Hayvanların sahibi değiliz. Belki de en iyi
ihtimalle, başları sıkıştığında, yaralandıklarında, hastalandıklarında,
acıkıp susadıklarında başlarını uzattıkları, arkadaşları, komşuları,
yoldaşlarıyız.
Hayvanların yasal hakkını koruma yolunda atılacak en önemli adımlardan birinin, dilde ve tahayyülde gerçekleşecek, toplumsal alana sirayet edecek olanın hayvanlar ile adalet arasında kuracağımız, son derece ciddi özen ve titizlik isteyen bu kavramsal ve siyasi ilişki olduğunu savunuyorum. Sokak hayvanlarının düşmanlaştırılmasına karşı çıkarken, diğer yandan onların yasal hakları için mücadelede onlara karşı sorumluğumuzu merkeze almanın önemli olduğunu savunuyorum. Sokak hayvanlarına merhamet, vicdan, bakım, yemek, sudan çok, onlar kadar acil, adalet borçluyuz.
[1] Konuyla ilgili Abdullah Onay “Devlet-Toplum Kıskacında ‘Sokak Hayvanları’” başlıklı yazısında, Kayseri’deki olayı mümkün kılan koşullara değiniyor, olaya müdahil olan farklı siyasi aktörlerin tutumunu, aralarındaki ilişkiyi değerlendiriyor. Siyasi aktörler arasındaki ilişkinin, hayvanların yaşadığı ve içine çekildiği şiddet ilişkisini sorgulamak, bu şiddeti bahane göstererek kuvvetlenen şehirleri köpeksizleştirme eğilimine karşı mücadele örgütleyebilmek açısından kritik. https://hayvanlarinaynasinda.wordpress.com/2019/01/19/devlet-toplum-kiskacinda-sokak-hayvanlari/
“Huzurumuza, refahımıza kastedenlere hayat hakkı tanımayacağız. İçeride ve dışarıda.”
Irak Kürdistan’ında PKK’ye karşı hava bombardımanı sırasında yaşanan
sivil kayıplar üzerine Türk üssünü basan Kürtlerle ilgili Cumhurbaşkanı
Erdoğan’ın sözü bu.
Ortadoğu’ya düzen vermekten Türkiye’yle uyumsuz her şeyi düzlemeye
dönüşen müdahaleciliği betimliyor. Caydırıcı, cezalandırıcı, yok edici…
Barışçıl çözüm seçeneklerini tepeleyip çatışmayı yücelten Cumhur
İttifakı’nın kimyasına uygun bir dizin.
“Huzurumuz kutsaldır!”
Kimin huzuru kutsal değildir? Kutsalı olan, başkasının huzurunu da kutsal bilendir.
2011’den itibaren Libyalı, Arabistanlı, Yemenli, Ürdünlü, Mısırlı,
Cezayirli, Faslı, Kafkasyalı, Doğu Türkistanlı onbinlerce cihatçı
Suriye’nin huzuru için geldikleri için mi Türkiye sınırlarında VIP
muamelesi gördü? Yemen ve Libya limanlarında silahlarla yakalanan Türk
gemileri huzur için mi seyrüsefer halindeydi?
Hükümet ‘terörle mücadele’ konseptini, yol açacağı sorunlarla baş
edemeyecek kadar genişletmede ısrar ediyor. Suriye’de Afrin’den Fırat’ın
doğusunda 490 km’lik şeride, Irak tarafında Kandil dağ silsilesinden
Şengal’e ve ülkenin orta yerinde Mahmur’a kadar geniş bir coğrafya
‘terörle mücadele’ alanı olarak tanımlanıyor. Tahran’ın onayına bağlı
olarak kısmen İran toprakları da bu alana dahil.
Irak Kürdistan’ındaki kaynaklara göre Türkiye’nin son zamanlarda
yürüttüğü hava operasyonları sırasında ölen sivillerin sayısı 20’yi
buldu. 26 Ocak’ta Duhok’un Amedi ilçesine bağlı Şiladze’den bir grubun
Sire’deki Türk askeri karargâhını basmasına sebep de hava
saldırılarıydı. Deraluk bölgesindeki Geli Reşava köyünde düzenlenen
saldırılarda 22 Ocak’ta 4, 25 Ocak’ta 2 sivil öldü. Milli Savunma
Bakanlığı bu operasyonlarla ilgili “21 bölücü terörist etkisiz hale
getirilmiştir” demişti. Karargâh etrafındaki olaylar sırasında bir
gösterici öldü, 15’i yaralandı. Türk askerinin kaldığı odalar, araçlar
ve iki tank ateşe verildi.
Erdoğan, “Bugün Kuzey Irak’ta yanlış yapmak istediler. İHA’lar,
uçaklar kalktı. Hepsi dağıldı” dedi. Ardından girişte yazdığım cümleyi
söyledi. Milli Savunma Bakanlığı, “PKK terör örgütünün provokasyonu
neticesinde bir saldırı gerçekleşmiştir” açıklamasını yaptı. Dışişleri
Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu da PKK’yi sorumlu tuttu: “Yerel halkı
kışkırtmaya başladılar. Arkasında PKK’nın olduğunu biliyoruz.”
Bölgeye Peşmerge güçlerini gönderen Kürdistan Bölgesel Hükümeti de
Ankara’yı yatıştıracak bir beyanata bulundu: “Olayların arkasında kaos
çıkarmak isteyen eller var. Soruşturma sonucunda provokatörler
cezalandırılacaktır.”
***
Durumun tartışılmasını ve anlaşılmasını istemiyorsanız basitçe her
şeyi provokasyona bağlayabilirsiniz. Bu izahat, hakikat adına “siviller
öldü” demeyi bile ‘terör propagandası’ sayan siyasal iklimde zihinlerde
durulma yaratıyor. Bu olay, Türkiye’nin insansız hava araçlarının
ağırlık kazanmasına paralel olarak ‘hedef gözeten isabetli atışlar’
yapıldığına dair iddialı yeni terörle mücadele stratejisinin önündeki
handikaplara işaret ediyor.
Karargâhın önüne gelip bir bildiri okuyan göstericilerin üç talebi vardı:
– Türkiye hava operasyonlarına son versin
– Bölgedeki Türk askerleri çekilsin ve egemenliğe saygı gösterilsin.
– PKK topraklarımızı terk etsin.
Yani sivil ölümlerin beslediği öfke sadece Türkiye değil PKK’yi de
hedef alıyor. Kuşkusuz PKK kamplarının bulunduğu alanlarda köylülerle
etkileşimi var. Ama bu insanlar çatışmaların bedelini ödemek de
istemiyor. Bu bölgedeki Kürtlerle ilgili başka siyasal bir realite de
şu: Kani Mase, Bamırne, Amedi gibi yerlerde tarihsel olarak Barzanilerle
ya da Kürdistan Demokrat Partisi’yle (KDP) husumeti olan Kürt
aşiretleri yaşıyor. Üssü basanlar da Rekani aşiretinden insanlar.
Buradaki Kürtler bu husumet nedeniyle Saddam döneminde KDP’ye karşı
Bağdat’tan yana oldular. 1990 sonrası KDP, PKK’ye karşı Türkiye ile
birlikte savaşa girdiğinde bölgenin Kürtleri farklı bir pozisyon
almıştı. Bu süreçte bölgedeki Kürtler, Kürdistan Yurtseverler Birliği’ne
(KYB) kaymıştı. Ancak Kürdistan Bölgesel Hükümeti’nin inşası sürecinde
KDP tekrar güç kazanınca Kürtlerden bir kısmı KDP’ye katıldı, bir kısmı
Musul gibi yerlere gitti. KDP alanlarında rahat hareket edemeyen PKK,
KYB’nin bölgelerinde nispeten daha fazla ağa sahip. Üst düzey iki MİT
görevlisinin Ağustos 2017’de Süleymaniye yakınlarında kaçırılmasının
ardından Türkiye’nin baskısıyla KYB’nin PKK’ye karşı aldığı önlemler de
durumu fazla değiştirmiyor. Şengal gibi gri alanlarda ise PKK çizgisi
daha kolay damar bulabiliyor.
Bu bölgeyle ilgili bir diğer husus: Ekonomik olarak daha geri
bırakılmış olan bölgede İslamcı Kürtler giderek palazlanıyor. Bu tür
tepkilerin gelişmesi şaşırtıcı değil.
Bunun ötesinde Türkiye’nin güneydeki üsleri ve sınır ötesi
operasyonlarıyla ilgili rahatsızlık hem Kürdistan hem de Irak
siyasetinde belirginlik kazanıyor. KDP, Türkiye ile ilişkilerin hatırına
PKK’ye karşı yürütülen mücadelenin bir parçası olageldi. Ancak içeride
farklı meydan okumalarla karşı karşıya kalan KDP, PKK’ye karşı
hassasiyetini sürdürse de eskisi kadar bu savaşa aracılık etmek
istemiyor. Bölgeden bir gazeteci dostumun son olayla ilgili yorumu
şöyle:
“İnsanlar karargâhı basmaya gitmedi. Aileler ölümleri protesto etmek
için bir bildiri okudu. Ancak kalabalığa ateş açılması üzerine olaylar
büyüdü. Ama işin ilginç tarafı, KDP zamanında müdahale etmedi. Bu soru
işaretidir. Belki bunun üzerinden bir siyaset oluşturmak ve Irak
hükümeti üzerinden ‘PKK ve Türk askeri çıksın’ diye bir kampanya
başlatmak istiyor.”
Bu konuda Bağdat’ta da artan bir hassasiyet sözkonusu. Irak’la
diplomatik temasların ana gündem maddelerinden biri artık Musul
yakınlarındaki Beşika dahil tüm üslerin boşaltılması. Bu mesele Irak’la
normalleşme çabalarının önündeki en önemli engel. Irak hükümeti IŞİD’le
savaşı bitirip kontrolü ele aldıkça bu konuda daha keskin bir politika
izleyebilir.
***
Ankara askeri çözümde ısrar ediyor. Fakat önümüzde çok yalın bir gerçek uzanıyor: Yıllardır kuzeydoğu hattında Kandil, Ranya ve Bahdinan bölgelerinde etkin olan PKK, 2014’ten itibaren IŞİD ile mücadelede Şengal, Kerkük ve Celevle gibi yerlerde de nüfuzunu artırdı. Rojava ile birlikte bütün bu coğrafyadaki değişimi tersine çevirmek için geliştirilen söylem, “İnlerine gireceğiz.” Hangi in? Mesele, 160 km uzunluğunda bir alana yayılmış olan Kandil silsilesini çok aşmış, şehirlerde yapılanmalara dönüşmüş durumda. Kürt sorununun çözülmediği her zaman dilimi, PKK çizgisinin daha büyük bir coğrafyada yatay ve dikey genişlemesine yarıyor. Sadece sahada değil Türk diplomasisinin önemli bütün ayaklarında, Kürt sorununun yarattığı açmazlarla boğuşuluyor. Yakıcı bir gerçeğe, gerçekçi bir yaklaşım gerekiyor. Sorun, İHA’larla, yeni üslerle, tamponlarla ihata edilebilecek kadar konsantre değil. İşte bu yüzden Kürt sorununa siyasal çözüm hayati önem arz ediyor.
Mersin’in Çamlıyayla ilçesinde, tavuk ve yumurta üretim firması kiraladığı kümese yaklaşık 2 milyon civciv getirdi. Firma iflas edince aç ve susuz kalan civcivler ölüme terk edildi.
Çamlıyayla’da Sabire Eren’e ait kümesi kiralayan Adana merkezli şirket, buraya yaklaşık 2 milyon civciv getirdi. Şirket kısa süre önce iflas ettiğini açıklayıp 15 gündür bölgeye yem göndermeyince hayvanlar da açlık ve ölüm tehlikesi ile karşı karşıya kaldı. Şimdiye kadar 200 bine yakın civciv açlıktan öldü.
https://www.youtube.com/watch?v=Q-dKPpBwgmg
Ölen civcivleri küreklerle çuvala doldurup attırmak zorunda kaldığını belirten kümes sahibi Sabire Eren, “Hayvanların aç susuz öldüğüne yanıyorum. Ağzıma ekmek alsam boğazımda kalıyor. Bu hayvanların günahı ne anlayamadım. Yıllardır böyle bir şey görmedik” diyerek gözyaşı döktü.
Mahalle Muhtarı Mustafa Borluoğlu ise yardım beklediklerini ifade ederek, “Firmanın göndermiş olduğu civcivler ölmeye başladı. Civcivler geleli 15 gün oldu, bir sefer yem gelmedi. Kendi imkanımızla bu kadar yapabiliyoruz. İmkanlar el vermeyince civcivler telef oldu. Cumhurbaşkanımızdan, devletimizden yardım istiyoruz. Tarım kredi ve bankalara borcu olan bu insanlara yardım edilmesi lazım. Bir papağan kadar bu tavuk üreticilerinin değeri kalmadı. Sahada 2 milyon hayvan var bunların hepsi ölüme terk edildi” dedi.
Brezilya’da maden atık barajının çökmesi sonucu ölenlerin sayısı 58’i bulurken, kaybolan 300 kişiyi arayan kurtarma ekipleri sağ kurtulan bulma ihtimalinin “çok düşük” olduğunu belirti. Ülkenin güneydoğusundaki Brumadinho keti yakınlarındaki barajın Cuma günü çökmesinin ardından Pazar günü kimse sağ kurtarılamadı.
Demir cevheri madeninde atık tortuyu depolamak için kullanılan barajın çökmesi sonucu işçilerin öğle yemeği yedikleri kafeterya ve çevredeki köyler çamura gömülmüştu.
Barajın neden çöktüğü bilinmiyor. Madeni işleten şirket Vale artan eleştirilere karşılık, tüm güvenlik prosedürüne uygun davrandıklarını savundu.
Brezilya’nın Belo Horizonte kenti yakınlarında çöken maden atık barajının ardından yaşanan riskli durum nedeniyle yaklaşık 24 bin kişi tahliye ediliyor.
Yetkililer, geçtiğimiz Cuma günü meydana gelen facianın ardından hala 250 kişinin kayıp olduğunu bildirdi. Ancak bu kişilerin hayatta olma olasılıkları çok düşük görülüyor. Felaketin yaşandığı Minas Gerais vilayetinin valisi Romeu Zema, son olarak çamur yığınlarının altında kalan bir otobüsün içinden tüm yolcuları ölü olarak çıkardıklarını dile getirerek, “Bundan sonra sadece cesetlere ulaşabileceğiz” dedi.
Yeni felaket tehlikesi
Bölgede yürütülen arama kurtarma çalışmalarına hava koşulları nedeniyle Pazar günü bir süre ara verilirken, civardaki bir başka barajda yapılan ölçümlerde çökme tehlikesiyle ilgili riskli veriler elde edildi. Bunun üzerine maden bölgesinde yer alan Brumadinho kasabasında yaşayan insanların bir bölümüyle birlikte toplamda yaklaşık 24 bin kişinin tahliyesine başlandı.
2015 yılından bu yana faaliyette olmayan “Barragem 1” adlı atık barajının Cuma günü öğle saatlerinde çökmesi sonucu, yaklaşık 12 milyon metreküp katı madde çamur haline gelerek vadideki yerleşim birimleri ile madenlerin ve yolların üstünü kapladı. Barajın çöküş nedeni şu an için belirsizliğini koruyor. Alman denetleme ve teknik muayene kuruluşu TÜV Süd’ün geçtiğimiz Eylül ayında Barragem 1’de ölçümler yaptığı ve sağlam raporu verip, yeniden devreye sokulabileceği yönünde görüş belirttiği bildirildi. TÜV Süd’ten konuyla ilgili yapılan açıklamada, olayla alakalı soruşturmaların tüm safhalarına tam destek verileceği açıklandı.
İlk değil
5 Kasım 2015’te yine Minas Gerais eyaletinde Vale ve BHP Billiton şirketlerinin ortaklaşa sahip olduğu bir baraj çökmüş ve 19 kişi hayatını kaybetmişti.
Brezilya’nın en büyük çevre felaketi olarak görülen facianın ardından uzün süren bin dava süreci yaşanmış ve şirketin Brezilya hükümetine 1,8 milyar dolar tazminat ödemesini öngören bir anlaşma yapılmıştı.
Kocaeli Kandıra’da yapımı planlanan Sungurlu Baraj’ına kurban gidecek köyler kurtuldu. Baraj için hazırlanan ÇED Raporu İstanbul 11. İdare Mahkemesi tarafından iptal edildi.
İstanbul’un su ihtiyacının karşılanması için yapılan yapımı planlanan Sungurlu Barajı, vatandaşların büyük tepkisine neden olmuştu. Baraj sebebiyle Kandıra’nın Akçaova ve Teksen Köylerini tamamen sular altında kalacak, 16 köy ise yine bu barajdan etkilenecekti. Akçaova köyünde ÇED Toplantısı düzenlenmek istenmiş, ancak köylülerin engel olmasıyla toplantı yapılamamıştı.
Sungurlu Barajı’na karşı uzun zamandır mücadele eden köylüler, konuyu yargıya taşıdı. Mahkemeden sevindirici haber gecikmedi. Hazırlanan ÇED raporu, İstanbul 11. İdare Mahkemesi tarafından hukuka uygunsuz bulanarak iptal edildi.
Mahkeme tarafından, projenin yapılacağı sahanın özelliğine göre gerekli ve yeterli bilimsel araştırma ve irdelemelerin yapılmadığı, keşif esnafında elde edilen bilgi ve bulgular ile dosyada mevcut veriler esas alınarak yapılacak değerlendirmenin ise çevresel etkileri tam anlamıyla ortaya koyamayacağı sonucuna varıldı.
Eksik incelemeye dayalı olarak hazırlanan ÇED Raporu dayanak alınarak verilen dava konusu 4192 sayılı ‘ÇED OLUMLU’ kararı da hukuka uygun bulunmayarak iptal edildi.