Carbon Tracker tarafından, ABD, Kanada, Avrupa ve Avustralya’daki 40 petrol ve gaz şirketini inceleyen bir rapor yayımlandı. Bu şirketlerin üst düzey yönetim için belirlediği prim ve ücretlendirme politikasını inceleyen rapor, şirketlerin Paris Anlaşması hedeflerini kabul etmelerine ve düşük karbon stratejileri yayınlamalarına rağmen, gaz ve petrol üretimini arttırmayı teşvik ettiğini gösteriyor.
Paying with Fire adını taşıyan rapora göre bu şirketlerin yüzde 92’si 2017 yılında gaz ve petrol üretimini arttırmayı teşvik etmeye devam ettiğini ifade ediyor.
Rapor, bu politikaların şirket hissedarları için önemli riskler taşıdığını da ortaya koyuyor. Carbon Tracker tarafından bugün yayınlanan rapora göre, çoğu petrol ve gaz şirketi, iklim hedeflerinin tutturulması için yatırımcı baskısı hissedildiği ve yenilenebilir enerji maliyetlerindeki keskin düşüşün gelecekteki arzı yok etmeye başladığı bir dünyada, sürekli olarak büyümenin peşinde olan patronları ödüllendirerek hissedar getirilerini riske sokuyor.
Carbon Tracker, Paris Anlaşması hedeflerini gerçekleştirmek için yapılacak iklim eylemleri ve yenilenebilir enerji ve elektrikli araçlardaki hızlı büyümenin sonucunda petrol ve gaz talebinin yavaşlayacağı ve ardından da düşüşe geçeceği konusunda da uyarılarda bulundu. Küresel ısınmanın 2°C derece ile sınırlanacağı bir dünyada, varlığı kanıtlanmış rezervlerin en fazla üçte biri yakılabilir. Paris Anlaşması’nın taahhüt ettiği 1,5°C dereceye mümkün olduğu kadar yakınlaşmak için gereken ise fosil yakıt kullanımın bu oranın çok daha altında kalması.
Carbon Tracker Kıdemli Analisti ve Paying with Fire raporunun yazarı Andrew Grant petrol ve gaz şirketlerinin büyük çoğunluğunda yöneticilerin büyüme odaklı olmaları için teşvik edildiğini belirterek bu davranışın gelecekteki talep belirsiz olduğu için değer kaybı riskine yol açacağı uyarısında bulunuyor.
Grant hazırladığı raporu hazırlanış amacını ise, “Bu yaklaşıma karşı koymak ve yöneticileri sağlam mali getirilerden dolayı ödüllendiren ücret politikaları konusunda baskı yapmak isteyen hissedarlara ihtiyaç duydukları cephaneyi sağlıyor.” sözleri ile özetliyor.
Raporda, yatırımcıların fiyatların çakıldığı 2014 yılından bu yana, bir önceki yüksek yatırım ve azalan getiri döneminin aksine, hacim arttırma yerine getirilerin önceliklendirilmesi ya da “marj için yönetmek” konusunda baskı uyguladığı da belirtiliyor.
Hayvan Hakları İzleme Komitesi (HAKİM), üç partinin önergesine rağmen, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM) hayvan hakları ihlâlleri ile ilgili araştırma komisyonunun neden halen kurulamadığını sordu.
Hayvanlara yönelik şiddet haberlerine her gün bir yenisi ekleniyor. Hayvan hakları savunucuları ise parlamentonun tepkisizliğine dikkat çekiyor. Hayvan Hakları İzleme Komitesi (HAKİM), TBMM’de grubu bulunan üç partinin önergesine rağmen, parlamentoda hayvan hakları ihlâlleri konusunda araştırma komisyonunun aylardır kurulmamasına tepkisini dile getirdi.
“Vekillerin hayvan hakları konusunda hiçbir bilgisi yok”
HAKİM Koordinatörü Burak Özgüner
HAKİM Koordinatörü Burak Özgüner, parlamentodaki vekillerin hayvan hakları konusundaki bilgisizliğine dikkat çekerek “Yıllardır parlamentoda hayvanların hakları için mücadele veriyoruz. Bugüne dek tüm partilerden, sayısız vekille görüştük. Vekillerin hayvan hakları konusunda hiçbir bilgisi yok.” dedi.
Hayvan hakları ile ilgili yasa teklifinin yakında TBMM gündemine geleceği bilgisini aldıklarını da ifade eden Özgüner, “Bu bilgisizlik ile vekillerin hazırlayacağı yasa teklifinin hayvanlara bir fayda sağlayacağını düşünmüyorum. Hayvan hakları, sokaktaki hayvandan ibaret değil. Yunus parklarından faytonlara, mezbahalardan süt üretim tesislerine, deney laboratuvarlarından hayvanat bahçelerine, tür ayırt etmeksizin hayvan hakları ihlâllerinin sebep ve sonuçlarının tespit edilmesi için meclis araştırma komisyonu oldukça önemli. Bu komisyon kurulmadan, yani vekillerin hiçbir bilgiye sahip olmadan başlayıp bitirecekleri yasama çalışması yine kâğıt üzerinde kalacak. Parlamentoda, gerçekten hayvanları koruyacak, hayvan haklarını gözetecek bir yasama çalışmasına başlanmak isteniyorsa bu araştırma komisyonu hemen kurulmalı” şeklinde konuştu.
“Faillerin tespiti için dedektif gibi çalışmak zorunda kalıyoruz”
Özgüner sözlerini “Ak Parti’den Semra Kaplan Kıvırcık ve 31 vekil 94 gün önce; HDP’den Meral Danış Beştaş ve 19 vekil 191 gün önce; CHP’den Sezgin Tanrıkulu ve 24 vekil de 57 gün önce, hayvan hakları ihlâlleri hakkında bir meclis araştırması komisyonu kurulması için önerge verdi. 3 partiden, toplam 78 milletvekilinin önergesine rağmen, araştırma komisyonu aylardır kurulmuyor. Hayvanlara karşı işlenen suçların caydırıcı yaptırımlarla karşılık bulması, Türkiye ceza hukuku açısından maalesef imkânsız. Her gün korkunç işkence haberleri alıyoruz ve faillerin tespiti için dedektif gibi çalışmak zorunda kalıyoruz. Araştırma komisyonunun kurulması için parlamentoda ne gibi bir engel var, gerçekten merak ediyoruz ve milletvekillerinden tatmin edici bir cevap bekliyoruz” diyerek noktaladı.
Hayvan Hakları İzleme Komitesi, parlamentoda “hayvan hakları araştırma komisyonu”nun kurulması için TBMM Başkanlığı’na da acil çağrıda bulundu.
İspanya Enerji Bakanı Teresa Ribera, 2035 yılına kadar ülke genelindeki 7 nükleer santralin tamamının hükümetin aldığı kararla kapatılacağını açıkladı. Açıklama İspanya Hükümetinin 2050 yılına kadar yüzde yüz yenilenebilir enerjiye geçiş planının hemen ardından geldi.
Halihazırda İspanya’da nükleer enerji %20’lik bir paya sahip. Ülkede elektrik ihtiyacının %40’ı ise yenilenebilir enerji kaynaklarından karşılanıyor. Ülkedeki nükleer santrallerin kapatılacak olması yıllık 3.000 megawattlık elektrik ihtiyacını karşılayacak rüzgar çiftlikleri ve güneş panellerinin kurulması ile yenilenebilir enerji kaynaklarının arttırılması anlamına da geliyor.
İspanya’daki tüm nükleer santrallerin kapatılmasını öngören ve iktidardaki Partido Socialista Obrero Español partisinin bu kararı Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletlerin Paris İklim Antlaşması ile hayata geçirdiği fosil yakıtların kademeli olarak tasfiyesi ile yenilenebilir enerjiye geçiş sürecinin bir parçası.
Galerist, 13 Şubat – 23 Mart 2019 tarihleri arasında Semiha Berksoy’un galerideki ikinci sergisi “Portreler”e ev sahipliği yapıyor.
İşlerinde her zaman müziği ve dramayı taşımanın yollarını arayan Berksoy, portreler serisinde hayatını şekillendiren önemli dönemlerin birbirinden değerli şahsiyetlerini resmediyor.
İyi bir hikâye anlatıcısı olan Berksoy, portresini çizdiği kişinin
ifadesini müthiş bir beceriyle yakalar; sadece suretini değil ruhunu da görür.
Resimlerdeki insanlar zaman geçtikte yaş alır fakat Berksoy hep genç kalır;
düşüncesi ve enerjisiyle cesur ve hep daha ötededir. Bu enerjiyi alışılagelmiş
akımların dışındaki çizgileriyle sabitler, izleyiciyi şaşırtan bir hayal
dünyasına çekmeyi başarır. Baktıkça canlanan, büyüyen, renklenen, hareket eden
ve hikâyeler anlatan portrelerin kimisi müzik dünyasından, kimisi özel hayatından,
kimisi ise Berksoy’un hayal dünyasında onu yalnız bırakmayan karakterlere atfen
resmedilmiştir.
Portrelerini bir nevi anılar albümü olmaları öngörüsüyle hazırlayan Berksoy, onlarla çevrili, onlarla konuşarak, onlardan beslenerek yaşamıştır. Başlı başına bir sanat eseri gibi tasarladığı yatak odasının duvarlarını dolduran resimleri, iç dünyasının imgeleriyle ve Berksoy’u geleceğe götürecek bütün bir hayat hikâyesiyle doludur.
Ressam bir anne ve şair bir babanın kızı olarak dünyaya gelen Berksoy, sanatın her türüyle beslenerek büyümüş, yaşamındaki aşkları ve ilham aldığı sayısız insanı resimlerinde ölümsüz kılmıştır. Sevilmiş insanların yan yana dolandığı bu kozmik rahimden, bazen acıtan bazen hayranlık uyandıran hikâyeler ve derin hislerin doğuşunu görürüz.
2004 yılında kaybettiğimiz yüksek dramatik soprano, ressam, şair, aktris, performans sanatçısı Berksoy, sanatın farklı alanları arasında kurduğu doğal ilişkiler, yaşama sevinci ve şevki, yaşadığı her anı yaratma ve ölümsüz kılma becerisi ile ışığını 20. yüzyılın geniş zamanına yaymayı başarmış benzersiz bir sanatçıdır.
Çevirmenler Meslek Birliği, Yapı Kredi Yayınları‘na bir açık mektup yazarak telif oranları ve hak ihlalleri ile ilgili düzenleme çağrısında bulundu.
“Sayın Yetkili,
Kimisi üyemiz olan bir kısım
çevirmenle imzaladığınız sözleşmelerde, müteakip baskılarda telif oranını yok
denecek kadar düşüren sözleşme değişikliği önermekte, kabul etmeme eğiliminde
olan çevirmenlere de çevirilerini yeni baskılarda kullanmayabileceğinizi
belirterek, maalesef ekonomik bir dayatmada bulunmaktasınız.
Bildiğiniz üzere çevirmenlik ülkemizde halen meslek olarak asgari ekonomik güvencelerden uzak, korunaksız bir alanda icra edilmektedir. Çeviri ücretleri, çevirmenin kendisinin ve ailesinin yaşamını idame etmesi için gerekli ekonomik standartların altındadır. Buna karşılık çeviri faaliyeti işinin ehli çevirmenlerce büyük bir özveriyle ve yetkin bir biçimde sürdürülmektedir.
Yayıncılık salt ticari bir faaliyet
değildir, olmamalıdır. Bir ülkenin
kültür dünyasında önde gelen, kültürel ve entelektüel gelişimde
sorumluluk payı yüksek bir faaliyettir. Nitekim Yapı Kredi Yayınları
da her şeyden önce iştiraki olduğunuz kurumun “sosyal sorumluluk
projesi” adı altında bu faaliyeti yürütmektedir ve bu faaliyetinizin
son dönemlerdeki seyrinin böyle bir sorumluluk anlayışıyla
bağdaşmadığını belirtmek isteriz.
Çeviri ücretini müteakip baskılarda neredeyse yok sınırına çekme girişiminiz, öncelikle edebiyat ve kültür dünyamızda çok önemli bir yer tutan çevirmenlik mesleğinin hak ettiği değerden uzaklaşmasına ve çevirmenlerin zaten güçsüz olan ekonomik koşullarının daha da bozulmasına neden olmaktadır. Ve bu durum, nitelikli çeviri faaliyetinin sürdürülmesini imkânsız kılabilecek ciddiyettedir.
Öte yandan hukukumuzda sözleşmelerin
devamlılığı esastır ve kaçınılmaz bir neden olmadıkça sözleşme koşullarının
taraflardan biri aleyhine değiştirilmesine cevaz verilmemektedir. Sözleşmenin
ekonomik olarak güçlü tarafının, bu gücü ekonomik olarak güçsüz taraf aleyhine
kullanma girişimi, sözleşme öncesi yapılan görüşmelerde uygulanan dürüstlük
kuralına sözleşme süresince de bağlı kalınması düsturuyla, başka bir deyişle
ahde vefa ilkesiyle bağdaşmamaktadır.
Sözleşme etiğine aykırı, sosyal sorumluluk faaliyeti yürütme iddianızla bağdaşmayan ve kurumunuzun kültür hayatımızda işgal ettiği alan dolayısıyla sizden beklenen özeni yansıtmayan bu uygulamadan vazgeçmenizi ve mevcut sözleşme koşullarının korunması için, ekonomik olarak güçlü taraf olmanız göz önüne alınarak, çevirmenlerin kazanılmış haklarına dokunmamanızı talep ediyoruz.
Isınan bir gezegende eski usullerle güç üretilmeye devam edebilir mi? Spoiler olacak ama hayır. Bunu biraz açmak istiyorum. Bu yazıyı neden yazdığıma gelirsek de, yakın zamanda The Guardian’da çıkan bir haber beni buna itti.
Takip edenler
biliyordur, Avustralya bu sene yanıyor. Kıtanın kışında
başlayan kuraklık ve ardından gelen sıcak dalgası, kıta
tarihinde rekor üzerine rekor kırıyor. Kömür yakmaya bayılan
elektrik güç sistemleri de iflasın eşiğine gelmiş durumda.
Sorun, iklim değişikliği konularının tamamında olduğu gibi bir
çeşit sarmal şeklinde genişliyor. Aşırı sıcaklar elektrik
talebini artırıyor, elektrik üreten serbest piyasadaki dev
şirketler bu talebi karşılayamıyor, termodinamik elektrik üretim
sınırlarını zorluyor, sonuç olarak aynı kapasitenin
üretilebilmesi için daha çok kömür yanıyor ve hava daha da
ısınıyor.
Bir saniye termodinamik mi?
Evet
termodinamik. İklim değişikliği, güç üretimi, iletimi ve
termodinamik, bilim çevreleri tarafından tabii ki konuşulan bir
konu ama işin aslı ben bu alanın dışında konuşulduğuna pek
denk gelmedim. Gerçi yukarıda dediğim haber bile aslında bundan
bahsetmiyor ama bende çağrışım için yeterli oldu.
Bilmeyenler için
kısa bir özet geçeyim. Termodinamik, enerjinin bir formdan
diğerine dönüşümünü inceleyen bilim dalıdır. Bunu da bazı
temel kanunlarla özetlemek pek yaygındır. 0, 1, 2 ve 3 olarak
numaralandırılırlar. Bu temel kanunlar üzerine popüler kültür
içinde pek çok doğrudan ya da dolaylı gönderme bulmak mümkün.
Özellikle de Termodinamiğin 2. Kanunu hakkında. Bu konuyu
meraklısına bırakıyorum. Kısa bir not, bildiğimiz tüm güç
üretme metotları termodinamik kanunlarına bağlı.
Gezegendeki
enerjinin çoğunluğunu fosil kaynaklardan sağlıyoruz. Dünya
bankası verilerine göre 2015 yılında fosil yakıtların genele
oranı %79. Yaklaşık olarak %8’i de nükleer. Fosil ve nükleer
güç santralleri bir akışkanı ısıtarak bu yakıtlarla ısıtarak
ve sıcak akışkanı türbinden geçirerek güç üretirler. Peki bu
sonra bu akışkana n’oluyor. Sıcaklığını ve basıncını
kaybeden akışkan tekrar ısıtılarak güç yüklenmek için önce
soğutuluyor. Bu soğutmanın türlü yöntemleri var ancak en yaygın
olanı fazla ısıyı atmosfere atmak. Bunun yolu da atmosfer ile
akışkan arasındaki ısı farkı.
Isı akısının
şiddeti sıcaklık farkıyla artar. Hani görmüşsünüzdür,
Sibirya’da falan kışın kaynar suyu havaya atarsanız hemen
donar. Bu güç santralleri de sıcaklık farkını artırabilmek
için akışkanı sıkıştırır. Tam olarak evinizdeki buzdolabının
yaptığı şey yani. Ama çok sıcak bir günde aynı şiddeti
sağlamak için daha çok sıkıştırmak gerekir ki bu zaten
çoğunlukla ya çok maliyetli hale geliyor (sıkıştırma da enerji
tüketiyor sonuçta) ya da kullanılan malzemelerin yetersizliğinden
dolayı artık mümkün olmuyor.
O kadar da
soğumasın canım diyebilirsiniz bu akışkan. Sonuçta yine
ısınacak kazandan geçerken. Aynı kural geçerli olduğu için,
ısı akısının şiddetinin artması için sıcaklık farkının
artması gerekir. Bu durumda ya daha çok yakıt yakarsınız, ya
daha uzun ısıtma işlemi uygularsınız ya da yeni teknolojili
çözümler bulursunuz. Yukarıda anlattığım durumu aşmak için
çok farklı santral çözümleri mevcut. Bu konuda haklarını
teslim etmek lazım.
Bu da tamam. İşte
aşılabiliyor. Sonuçta insanlar düşünüp çözmüşler bu
sorunları. Ancak sorun burada zaten eski santraller, bunlardan kar
etmeye çalışan şirketler, insanlar ve bunun bir kısır döngü
yarattığına ikna olmayan politika yapıcılar. Avustralya
örneğinde olduğu gibi, böyle bir kusur için koca santral
kapatılacak değil ya. Yeni teknoloji de pahalı. O zaman en temizi
daha çok yakıt yakmak ya da daha yüksek basınçlara çıkmak.
Özetle gezegen ısındıkça bu çevrimi verimli yapmak pahalı ve
karmaşık hale geliyor.
İyi o zaman güneş, rüzgar bize yeter
O da tam öyle
olmuyor. Güneş panellerinin enerji verimliliği de sıcaklıklarıyla
doğrudan alakalı. Paneller ısındıkça verimlilikleri düşüyor.
Piyasada bulması kolay olan paneller %11-%15 verimlilik arasında
çalışıyor. Gelecekte daha verimli olanlarının daha kolay
erişilebilir olması muhtemel. Ayrıca sıcaklıktan daha az
etkilenen modeller de mevcut. Ama ısınan bir gezegende bunun
sürdürülebilir olması güçleşiyor. Ayrıca ısınan bir
gezegenin bazı yerleri de çok nemli, bulutlu ve yağışlı olacak.
Rüzgar pek bu
işlerden etkilenmiyor gibi duruyor değil mi? Hem de kıyıdan
açıkta olanlar. Nasılsa hep rüzgar eser. Bu da pek öyle değil.
Termodinamikten en çok etkilenen enerji üretme metodumuz bu
sanırım. O pervaneler aşırı iklim olaylarında dönmeye devam
edemezler. Aşırı iklim olayları sıklaştıkça da bu pek
güvenilemez hale gelirler.
Başka kaynaklar var, biokütle, jeotermal
Doğru başka
kaynaklar da ama yine termodinamiğe bağlılar. Isınan bir
gezegende çalışmaları güçleşir. Mesela hidrodinamik güçler,
barajlar yani. Yağmur rejimleri değişirse çalışamazlar.
Peki sarmal bunun neresinde?
Gezegen ısındıkça
hem enerji talebi artıyor, hem güç üretimi zorlaşıyor. Bu ikisi
birbirlerini tetiklemeye durmadan devam ediyor. Yazın serinlemeyelim
mi yani, çölün ortasında kayak da mı olmasın, peki tropik
meyveler, kinoa falan da mı yemeyelim. Tabii yapalım. Aynen böyle
devam.
Bu üretim ve tüketimin geçen yılın Kaliforniya yangınlarının müsebbibi oldu (ve daha nicesine tabii ki). Artan talebe dayanamayan aşırı ısınmış elektrik iletim hatları iflas ettiler. Bu şebekeler, endüstri devriminin başlangıcından bu yana 1 ˚C ısınmış gezegenin sıcaklık rekorları kıran günlerinde artan nüfusun klima kullanımı için tasarlanmadılar. Hayır öyle yapıldılar diyen yalan söylüyordur size diyeyim. Sonuçta ormanlar yanıyor, gezegen biraz daha ısınıyor.
Kaynakların gittikçe azalması da cabası. Yeni moda olmuş bir laf var bu sıralar. Ucuz enerji dönemi bitti diye. Bu işe sosyal bir boyut da katıyor. Enerjinin maliyetini dar gelirli hariç kimseye yıkma eğilimi yok. Mesela, artan meyve, sebze fiyatlarının tabii ki tek boyutu enerji değil ama artış içindeki enerji fiyatlarını sadece tüketici ödüyor mesela.
N’apalım yani enerji mi üretmeyelim
Bu sorunun cevabını kesinlikle içten bir şekilde veremiyorum. Bu sorunun aslında daha geniş bir soruyla karşılığı var. Tamamen sürdürülebilir bir ekosistem inşa edebilir miyiz? Bunun cevabı sanırım başka bir yazıyla verilmeli. Biraz daha termodinamik konuşalım.
Verilecek cevap, geleceği nasıl tasavvur ettiğimize bağlı. Eğer maksat diğerlerinin önüne geçmekse, okulların bu konuda donanım sağladığını inkâr etmek zor. Ama eğer mesele, sonraki nesli bilinmeyen bir dünyaya hazırlamak; bugünkü ayrımcılıklara ve eşitsizliğe deva olmaksa okulların büyük ölçüde sınıfta kaldığını söyleyebilirim.
Dünya hızla bilmediğimiz bir yere doğru gidiyor. 60 sene önceki atmosferi solumuyoruz mesela, içindeki gazlar aynı değil. İklim değişiyor. Kimi yerlerde şiddetli fırtınalar yaşanırken bazı yerlerde kuraklıklar olacak, olmaya başladı. Türkiye’de karla kaplı günler son 50 senede %20 azaldı, toprak kar tutmuyor (Meteoroloji Genel Müdürlüğü 2016). Bazı bölgelerde arka arkaya aşırı kuraklıklar yaşanıyor, konuşmuyoruz. Örneğin Güneydoğu Anadolu’da son on yılın altısı, son otuz beş yılın onu aşırı kurak geçti (Meteoroloji Genel Müdürlüğü 2018).
Fabrika usûlü tarım modellerinden beton şehirlere, enerji politikalarından diğer varlıklarla ilişkimize kadar her alanda kapsamlı bir sorgulamaya ihtiyaç var. Kanımızda ziraî kalıntılar dolaşıyor, dokularımızda mikro-plastikler birikiyor. Sadece bizim değil, bu dünyanın havasını soluyan bütün canlıların… Yaşam ağları birbirini tetikleyerek ardı ardına çökebilir, kritik eşikler geçiliyor (tüyler ürpertici çok belirti var; şunlara bakılabilir Kolbert 2015; Warwick 2017; Zeybek 2017).
Okullara giden çocuklar ise hâlâ yerlere çöp atmayın-çimlere basmayın seviyesinde bilgiler ediniyorlar. Geleceğe hazırlayan gerçek bir okul yerlere çöp atmamanın estetik bir kaygıdan ibaret olduğunu, çimlerin ise (özellikle Türkiye’nin su fakiri şehirleri için) israf olduğunu anlatırdı. Çim ekmeyi, beton döşemeyi, çöpleri çöpe atıp dağlar oluşturmayı bırakın derdi.
Umutlu olunacak gelişmeler de var. Yaşamaya dair yeni bir estetik gelişiyor. Petrolle yürütülen, ota-böceğe-toprağa düşman endüstriyel tarıma karşılık, mesela kendi kendine yetişen otlardan yemek yapmayı öğreniyor bazı insanlar. İklim değişikliği karşısında hayatî önem arz eden bir beceri. Yaşam ağlarını imha etmeyen, tektipleştirmeyen üretim modelleri üzerine çalışıyorlar. Hasta olduktan sonra ilaca sarılmaktansa, bağışıklık sistemlerini nasıl güçlendireceklerini öğreniyorlar. Bedeni kullanmayı, esnetmeyi, bükmeyi; kas yığınına dönüşmeden güçlenmeyi gösteriyorlar. Çocuklarla ceza-ödül denklemi dışında ilişki kurabilmemiz için kılavuzluk ediyorlar.
Ben okulda bunların hiçbirini öğrenmedim.
Dahası var. Dünya eşitsizliklerle dolu. Neresinden tutsak elimizde kalan kurgulara; ırkçılığa, cinsiyetçiliğe, türcülüğe, iyiler-kötüler yahut hainler-vatanseverler basitliğinde yürüyen kamplaşmalara teslim olmuş durumdayız. Okullar bunlara deva olmak şöyle dursun, ayrımcılığı daha da derinleştiriyor.
Hepsini tek tek söküp atacak bambaşka tasarımlara ihtiyacımız var. Eleştirel düşünce çok kıymetli; ancak onun bile içinde bulunduğumuz ortamda ne kadar işe yaradığından emin değilim. Son çalıştığım üniversitenin kampüsünde beş ayrı kahve zinciri vardı mesela. İstediğimiz eleştiriyi yapalım, öğrencilerin pratik olarak öğrendiği, bir sürü sömürü zincirinden süzülerek gelmiş kahvenin en birinci sosyalleşme aracı olduğu. Tuvalet temizleyen insanlarla iletişimin sınırlı olduğu, buna mukabil hocalara bazen aşırıya kaçan saygı merasimlerinin düzenlediği; bol paranın, enerjinin döndüğü; her gün tonlarca çöp üreten merkezlerin bizi nasıl bir geleceğe götürdüğü konusunda çok daha eleştirel olmalıyız.
O hâlde mesele, sonraki nesli bugünün devamına hazırlamak değil; daha iyi, daha adil, daha temiz, herkes için daha sağlıklı bir geleceği inşa etmek olmalı. Merakı öldürmeyen, lüzumsuz ders yükü altında ezmeyen, tüketime özendirmeyen, şaşaaya tamah etmeyen, hayata daha yakın okullar niye kuramayalım?
Sonuç ve Öneriler
En başında okulların büyük ölçüde israf kapısı ve telafisi mümkün olmayan vakit kaybı olduğunu yazmıştım. Büyük ölçüde sözünün altı çizili idi; çünkü böyle tartışmalarda en uç noktaya savrulmak mümkün. O yüzden son kısımda biraz geri adım atmak istiyorum: Okullar tümüyle gereksiz değil. Okuma-yazma, dört işlem gibi hayat boyu kullandığımız bazı becerileri okulda öğreniyoruz. Kimi meslekler okulsuz olmaz. Beni tedavi eden doktorun mevzuya hakim olduğundan emin olmalıyım. İşin aslı, bütün meslekler için okula ihtiyaç var. Ancak iddiam şu: Çoğu meslek için 10-15 yıl boyunca, bu yoğunlukta okula gitmeye gerek yok…
6-14, 15-18 ve 19-23 yaşları arasında verilen içeriklerin her biri, önemli ölçüde azaltılabilir. Yerine ne koyacağımız önemli. Özellikle genç yaş grupları için uygulamaya yönelik derslerin artması, artmaktan ziyade çeşitlenmesi önemli. Yemek yapabilmek, tohumculuk, marangozluk, terzilik, incitmeden konuşabilmek yahut tamirat işlerinden anlamak gibi bazı beceri setleri, sanıyorum okullarda öğrettiğimiz pek çok bilgiden daha kıymetli. Bunların bir çoğunu sınıflarda öğretemeyiz. O hâlde hayatın her alanını okul gibi düşünebilmemiz gerekiyor. Görece soyut dersler de gerekli, eleştirel düşünceyi nakşetmek adına… Mesela çocuk bakmak yahut yemek yapmak üzerinden (yani talebelerin ilgi alanlarına hitap edecek şekilde) tarih, coğrafya, sosyoloji, felsefe dersleri tasarlanabilir, gayet mümkün. Amaç o zaman isim ezberletmek, şematik bilgi sunmak, milliyetçi propaganda yapmak olmaz; hayatî meseleler tartışılır. Bir hayvanın doğumunda ebelik yapmak (eğer gerekirse), temel biyoloji bilgisi ister; tarımla uğraşmak kimya bilgisi… Bunları ıskalıyoruz. Deneyim okullara dair tartışmanın tam göbeğinde olmalı, çünkü bilginin kalıcı olmasını sağlayan ana unsur bu. Deneyim yoksa, bilgi akar gider. Mesela geometri unutuluyor dedim en başta. Bu derse karşı olduğumdan değil. Geometri bilgisinin kullanılmasını gerektirecek ihtiyaç varsa, elbette öğretilmeli. Mesele, bilginin talibinin olması.
O hâlde pratiğe yönelen, pratiği geliştirmeye yarayacak araçlar sunan okullar icat edilmeli. Okulun arkasında hobi bahçesi kurmak değil kastım; elleri kana, toprağa, suya sokmayı gerektirecek hakiki faaliyetlerden bahsediyorum. Çocukların ve hattâ gençlerin çalışmasına pek çok insanın itiraz edeceğini biliyorum. Ancak ben, sömürüye ve orantısız zenginleşmeye karşı önlem almak kaydıyla, herkesin yapabilecekleri nispetinde hayata dahil olmasını ve üretebilmesini savunuyorum. Onları hapishaneden bozma yerlere gün boyu kapatmak, daha iyi bir seçenek değil diye düşünüyorum.
Pek çok örnek var ilham alabileceğimiz: Keystone Okulu, Waldorf Okulları, Gemi Okulu (Tall Ship School), Orman Okulları, Deep Springs College… Hiçbiri sorunsuz yahut ideal değil (zaten olamaz); ama deneyci ve bilgiyi pratikle yoğuran yönleri var. Mesela Kaliforniya’daki Deep Springs College’ta (üniversite seviyesindeki) talebeler bir çiftlikte çalışıyor. Para ödemiyorlar. Zamanlarının yarısında Hegel, Nietzsche veya vatandaşlığın prensiplerini çalışıp, diğer yarısında tamirattan süt sağmaya çeşitli beceriler ediniyorlar. Okullar, her yaştan insanın karşısına çıkan pratik sorunları çözebileceği, o sorunların ötesindeki meselelerle bağlantı kurabileceği, ufuk açan yerler hâline neden gelmesin? Üstelik bu kadar hoca, bu kadar idareci olmadan da başarılabilir bu.
Son olarak öğretmenlere dönmek istiyorum. Herhangi bir iş kağıt üstünde istediği kadar güzel gözüksün, ortaya çıkan ürün ancak onu yapanlar kadar iyi olabiliyor, bunu biliyoruz. Bugün öğretmenlik ne yazık ki kıymet gören bir iş değil. Oysa ilham veren, dünyaya karşı merak duygusu ölmemiş, “bu benim alanım değil” diyerek sırtını dönmeyen ve farklı alanlardan gelen bilgileri sentezleyebilen yeni sürüm öğretmenlere ihtiyacımız var. Çok nadir bulunuyorlar, el üstünde tutulmalılar. Çünkü gerçekten meraklı öğrenciyle buluştuklarında dünyalar değişiyor.
Toparlayayım: Okullar şu anki hâlleriyle öğrenme şevkini kurutan; değişimi tetiklemek şöyle dursun, ona engel olan kurumlar olarak varlığını sürdürüyor. Adil değil, imtiyazlı toplumların izlerini taşıyor. Merhameti değil rekabeti, paylaşmayı değil öne geçmeyi öğretiyor. Renksiz-ahenksiz içeriklerle bizi yıllarca esir ediyor.
Kendimden biliyorum. Okuya okuya köreldim.
Kaynaklar:
Kolbert, Elizabeth 2015 The Sixth Extinction: An Unnatural History.
Meteoroloji Genel Müdürlüğü
2016 Türkiye’de Ortalama Kar Örtülü Günler Sayısı. Ankara: Meteoroloji Genel Müdürlüğü. http://www.mgm.gov.tr/FILES/resmi-istatistikler/turkiye-ort-kar-ortulu-gunler-sayisi-6.pdf.
Meteoroloji Genel Müdürlüğü
2018 Kuraklık İzleme Sistemi 3.0. http://kuraklikizle.mgm.gov.tr/, erişim Mart 2, 2018.
Warwick, Hugh
2017 Where Have All the Insects Gone? | Hugh Warwick. The Guardian, Mayıs 13. http://www.theguardian.com/commentisfree/2017/may/13/where-insects-extinction-world-denuded-life, erişim Nisan 12, 2018.
Zeybek, Sezai Ozan 2017 Bir Mirasyedinin Gelecekle İmtihanı: İklim Adaleti ve Fosil Yakıtlar. Oyunbozan. http://ozanoyunbozan.blogspot.de/2017/06/bir-mirasyedinin-gelecekle-imtihan.html, erişim Mayıs 28, 2018.
* Bu yazı, Bryan Caplan’ın “The Case Against Education” kitabından hareketle yazıldı. Oradaki ana argümana (genç yaşta işe başlansın, küçük bir azınlık okula devam etsin) ve yönteme (bütün mesele işi paraya vurduğumuzda ortaya çıkan yekûndur, misal eleştirel düşüncenin gelecekte maaşa ne kadar katkı sunduğuna bakalım, azsa mesai harcamayalım) katılmamakla birlikte kendi fikirlerimi onunkilerle harmanladım diyebilirim. Ortaya çıkanın adı ne bilmiyorum. Ama arzum, buradaki tartışmanın yeni tartışmaları tetiklemesi
Bingöl’ün Kiğı ilçesi hayvan katliamına sahne oldu. Belediye ekipleri tarafından zehirlenerek ve vurularak öldürüldükten sonra ilçe çöplüğüne atıldığı iddia edilen hayvanlara hayvanseverler büyük tepki gösterdi.
4 Şubat 2019
Çöplükte bulduğu hayvanların görüntülerini sosyal medya hesabı üzerinden paylaşan Hüsnü Alkan isimli yurttaş yaşanan bu katliama karşı bir an önce önlem alınması gerektiğini söyledi.
“Psikolojimiz bozuldu” diyen Alkan şöyle konuştu:
“Bu hayvanlar için bir barınak yapılmalı”
“Kıği ilçesine bağlı köyler var. Köylüler Mart ayında geliyorlar 12’nci ayın başlarında İstanbul’a geri dönüyorlar. Yanlarında getirip besledikleri hayvanları ilçeye bırakıyorlar. Bazılarını da geri dönene kadar bakmaları için insanlara emanet ediyorlar. Bu hayvanlar herhangi bir zarar vermeden ilçenin sokaklarında geziyorlar. O kadar tatlılar ki insan bakmaya kıyamıyor. Bunlar evcil hayvanlar. Evlerde yaşıyorlar. Kış olduğunda 2-3 ay ilçenin sokaklarında özgürce dolaşıyorlar. Burada Kiğı Belediyesi’nin görevi bana göre şu olmalı: Bu hayvanlar için bir barınak yapmalı ve onları beslemeli. Öldürmek, katletmek değil.
“Toplumda hayvanlara yapılanlara karşı bir duyarsızlık var”
Hayvanların bir kısmını kurşuna vurmuşlar, bir kısmını zehirlemişler. 30-40 tane katledilmiş hayvan vardı. Bu sadece benim gördüğümdü, bunu devamlı yapıyorlarmış. Kedileri de aynı şekilde toplayıp zehirliyorlarmış. Toplumda hayvanlara yapılanlara karşı bir duyarsızlık var. Geçen gün Bingöl dönüşünde yaklaşık 15 tane köpek yavrusu vardı. O kadar tatlılar ki. Dağda kurtlara bırakmışlar. Bunlarla mücadele etmemiz, önlemler almamız gerekiyor. Çevre köylerde de o kadar güzel sokak köpekleri var ki, onları da katletmelerinden korkuyorum.”
Çöplükte görüntülediği hayvanların bir kısmının da kurtlar
tarafından parçalandığını aktaran Alkan, Trabzon-Söğüt’de de benzer bir olayın
yaşandığını ifade etti.
Open Space, 2019’da gerçekleştireceği sergiler, müdahaleler, metin yazarlığı çalışmaları ve uluslararası misafir küratör programından oluşan bir yıllık programını açıkladı.
Gezgin bir sanat kurumu olan Open Space, gelişmekte olan uluslararası yaratıcı pratikleri, beklenmedik mekânlarda gerçekleştirdiği projelerden oluşan yıllık programıyla destekler. Kurumun son dört yılda yaptığı çalışmalara ek olarak tasarladığı ve yeni tanıtılan 2019 programı, tekrarlanan dört projeden oluşacak: Forum, performanslar, gösterimler, sanatçı moderatörlüğünde gerçekleşecek konuşmalar ve atölye çalışmalarını içeren üç̧ günlük bir program; Writing Space (Yazma Alanı), metin yazarlığı çalışmaları; yeni mezun küratöre İstanbul ’da 8 hafta geçirme fırsatı sunan Open Space Residency(Open Space Misafir Küratör Programı); ve çağdaş̧ sanat pratiğinde malzeme olarak yiyecekleri araştıran Edible Goods(Yenilebilir Eserler) sergi serisi.
‘Space without Spaces’ (Mekansız Mekanlar) başlıklı 2019 programı, belirsiz bir siyasi ortamda sınırların belirginleşmesi gibi küresel meselelerden, kamu ve sanat mekanlarının özelleştirilmesindeki artış dahil olmak üzere, toplum üzerindeki ulusal baskılara kadar çeşitli güncel sorunlara dikkat çekmeyi amaçlamaktadır. Üç gün boyunca sürecek olan Forum, Bloomsbury, Londra’da beklenmedik üç kamusal alanda bir dizi performans, gösterim ve atölye çalışmasına ev sahipliği yapacak: Mary Ward House (28 Mart), UCL Gustave Tuck Lecture Theatre (29 Mart) ve Pushkin House (30 Mart). Yakın zamanda, 1:54 Contemporary African Art Fair için sanatçı projelerinin küratörlüğünü yapan bağımsız küratör Katherine Finerty’nin küratörlüğünde bu alışılmadık mekanlarda gerçekleşecek etkinlikte, katılımcı sanatçılar misafirperverlik, hiyerarşi, ritüel ve aidiyet konuları üzerine çalışacaklar.
Tender Touches (Duyarlı Dokunuşlar) | 17 Mayıs – 30 Haziran 2019 | Ön izleme: 16 Mayıs 2019, Perşembe | AMP Gallery, Peckham
Tender Touches, Open Space’in Edible Goods (Yenilebilir Eserler) sergi serisinin ilk edisyonudur. Tender Touches, galeri, stüdyo ve iç̧ mekânlar arasındaki çizgileri bulanıklaştırarak, ‘sanat kafesi’ (Art Cafe) formatında olacak. Sergi, mekânı sohbet etmek için bir katalizör olarak kullanarak, geleneksel bir yemek mekânının sınırlarını zorlarken, insanları yiyecekler aracılığıyla bir araya getirmeyi amaçlıyor.
Writing Space (Yazma Alanı) | 2019 boyunca
Writing Space, 2019 programı teması üzerine birlikte bir metin yazmak üzere farklı disiplinlerde üretim yapan dört misafir yazarı davet ediyor. Program kapsamında bu yıl yazılacak metinlerin dört teması olacak: Mimari Alan - mimaride pozitif ve negatif alan arasındaki ikilik; Dijital Alan – internet aracılığıyla sanal yasam alanının keşfi; Performans Alanı – kamusal buluşmalar için toplumsal rollerin ve mekânların incelenmesi ve Siyasi Alan – sınırlara tepki olarak beden politikası, devlet olma hali ve devletsizlik kavramı, kırılgan ve başarısız devletler.
Open Space Residency (Open Space Misafir Küratör Programı)
Open Space, 2019 programının bir parçası olarak yeni bir misafir küratör programı başlattı. Her yıl, yeni mezun bir küratöre Huma Kabakcı Koleksiyonu’nun da dâhil olduğu, İstanbul ‘da bulunan sanat kurumlarıyla 8 hafta boyunca yeni bir proje üretmek üzere çalışma fırsatı sunacak olan bu programın sonunda ortaya çıkacak iş, İstanbul ve Londra’da sonbahar aylarında sergilenecek. Küratörler, açık bir çağrı sonrasında uluslararası bir jüri tarafından seçilecek ve 2019 Haziran ayı ortalarında ilan edilecek. Başvurular için son gün: 30 Nisan 2019.
Burgazada’daki Martha Koyu’nun bir kişiye 15 yıllığına kiralanması sonrası ilk icraat gerçekleşti ve Burgazada’nın simge isimlerinden Martha Arat’ın adı verilen Martha Koyu’ndaki evdeki eşyalar tahliye edildi.
İstanbul Burgazada’da 1. derece SİT alanı olan Martha Koyu’nun Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından yapılan bir ihaleyle restoran işletmecisi bir kişiye 15 yıllığına kiralanması sonrası, koyda bulunan “Martha’nın evi” boşaltıldı.
Fotoğraf: Sevgi Çekiç
Yaşananları bianet’e anlatan Martha Koyu Dayanışması’ndan Sevgi Çekiç, dün öğleden sonra Çevik Kuvvet polisleri, Belediye çalışanları, Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Kaymakamlık yetkililerinin Martha Koyu’na girdiklerini söyledi.
Martha’nın evinin tahliyesini ertelemek için uğraştıklarını ama çabalarının “Kaymakam’ın kesin emri var” denilerek boşa çıkarıldığını ifade eden Çekiç, evde kiracı olarak kalan kişiler orada yokken kapının çilingir tarafından açıldığını ve tahliye işleminin gerçekleştiğini söyledi.
Sevgi Çekiç’in aktardığına göre Martha Koyu’nda “Martha’nın evi” dışında bir de Abidin Aksu’ya ait bir yapı bulunuyor ve o da önümüzdeki hafta, 18 Şubat Pazartesi günü tahliye edilecek.
“46 dönümün tamamı 1. dereceden doğal SİT alanı”
Tahliye işleminin Martha Koyu için ilk icraat olduğunu
ve bundan sonra yapılacakları kendilerinin de merakla beklediğini söyleyen
Sevgi Çekiç, kiralayan işletmecinin kendilerine planlarını doğrudan aktardığını
ifade etti:
“Bize bizzat oraya çit çekmek istediğini, iki binayı
kullanmak istediğini, bir alanı konser ve düğün organizasyonları için
kullanmayı planladığını, tuvalet yaptıracağını söyledi.
“İşletmenin kiraladığı yer 46 dönüm. Kalpazankaya’ya
doğru 10 dönümlük kadar alanda ise 40-50 civarı ev bulunuyor. 46 dönümün tamamı
1. dereceden doğal SİT alanı.
“Martha Koyu’nda 600-650 metre civarında sahil şeridi var. Bunun da gerçekten burun tarafında konser-düğün alanı yapılabilecek arazi mevcut. Ancak bunların kullanımı Kıyı Kanunu’yla çok çelişiyor.”
“Son halk plajı”
Martha Koyu
Sevgi Çekiç’e Adalar’da sahil alanlarının yaz dönemlerinde özel işletmeler tarafından kapatılarak paralı hale getirilmesi ve Kıyı Kanunu ile fiili uygulamalar arasındaki genel çelişkiyi hatırlatıyoruz.
“Evet, dört adada da Kıyı Kanunu ihlal ediliyor. Büyükada’da da, Heybeli’de de aynı sorun var. Kınalı zaten tamamen şezlong kaplı. Sanki kalan son halk plajıydı Martha Koyu.”
Kıyı Kanunu ne diyor?
3621 Sayılı Kıyı Kanunu’na göre kamunun sahilleri
kullanabilmesine yönelik şu düzenlemeler bulunuyor:
Madde 5 –Kıyılar, Devletin hüküm ve tasarrufu
altındadır. Kıyılar, herkesin eşit ve serbest olarak yararlanmasına açıktır,
Kıyı ve sahil şeritlerinden yararlanmada öncelikle kamu yararı gözetilir.
Kıyıda ve sahil şeridinde planlama ve uygulama yapılabilmesi için kıyı kenar
çizgisinin tespiti zorunludur. Kıyı kenar çizgisinin tespit edilmediği
bölgelerde talep vukuunda, talep tarihini takip eden üç ay içinde kıyı kenar
çizgisinin tespiti zorunludur. Sahil şeritlerinde yapılacak yapılar kıyı kenar
çizgisine en fazla 50 metre yaklaşabilir.
Madde 6 – Kıyı, herkesin eşitlik ve serbestlikle
yararlanmasına açık olup, buralarda hiçbir yapı yapılamaz; duvar, çit,
parmaklık, tel örgü, hendek, kazık ve benzeri engeller oluşturulamaz.
Madde 15 – Kıyıda ve uygulama imar planı bulunan sahil şeritlerinde duvar, çit, parmaklık, tel örgü, hendek, kazık ve benzeri engelleri oluşturanlara 2.000 Türk Lirasından 10.000 Türk Lirasına kadar idarî para cezası verilir. Ayrıca oluşturulan engellerin beş günden fazla olmamak üzere belirlenen süre zarfında kaldırılmasına karar verilir. Bu süre zarfında engellerin ilgililer tarafından kaldırılmaması halinde, masrafı yüzde 20 zammıyla birlikte kendilerinden kamu alacaklarının tahsili usulüne göre tahsil edilmek üzere kamu gücü kullanılmak suretiyle derhal kaldırılır. Kabahatin tekrarı halinde, ceza üst sınırdan verilir.
“Sadece insanlar değil, tüm canlılar…”
Sevgi Çekiç’e son olarak Adalılar için Martha Koyu’nun
önemini soruyoruz.
“Martha
Koyu doğa olarak çok güzel. Hem orman alanı var, denize sahili çok güzel. İmara
kapalı olduğu için doğal haliyle kalabilmiş çok az yerden biri.
“Bütün
bu deniz kıyısındaki yerler işletmeler tarafından kapatıldıktan sonra da
insanların denize rahatça girebildiği neredeyse tek yer.
“Bir
tek insanlar açısından da değerlendirmiyoruz. Oradaki tüm canlılar için çok
önemli bir yer ve böyle kalmasını istiyoruz.
“Öte yandan Adalar için hazırlanan imar planı çok yoğunluklu olduğu için itiraz edildiğinden kaldırılmış durumda. Şu an Adalar’la ilgili bir plan da yok. Dolayısıyla her şeyin yapılma yöntemleri bulunabilir diye endişeleniyoruz.”
***
“Martha Koyu halkın kalsın” başlıklı imza kampanyasına katılmak için tıklayın.
Martha hakkında
Martha Arat
Türkiye’nin ilk balerinlerinden biri olarak tanındı.
Evlenip Burgazada’ya yerleştikten sonra kendisini doğaya ve denize adadı.
Martha’nın evi aslında Aya Nikola meydanındaydı ancak
vaktinin çoğunu sonradan ismini alan bu koyda eski bir kulübede geçirirdi. Yaz-kış
denize girerdi.
Denizden topladığı taşlardan çocuklara kolyeler yapardı. Yağmur sularını biriktirir her yağmurdan sonra, “Biraz Allah suyuyla yıkanayım” diyerek evine koşardı.
Bercuhi Berberyan, “Burgazada Sevgilim…”
kitabında onu şöyle anlatır:
“…Deniz onun canıydı… İbadet eder gibi yüzerdi, meditasyon yapar gibi… Çocuğunun doğum sancısı bile denizdeyken gelmiş, bıraksalar suda doğururdu belki de…”
Her akşam rengârenk elbiselerle iskeleye inip eşini
karşılardı. Ancak kendisinin bu tarzı, ada sakinleri tarafından dedikodu
malzemesi olmuştu.
80’lerin başında dedikodulara dayanamayıp intihar
etmiştir ve ardında “artık rahat edersiniz” notunu bırakmıştır.
Adanın kadınları el birliği ile Martha’nın ruhunu yaşatmak ve onu anlamak için tiyatro ve bir de belgesel yaptılar.