Ana Sayfa Blog Sayfa 2611

Kezban Arca Batıbeki’nin “Vaad Edilmemiş Topraklar” sergisi Pilevneli Mecidiyeköy’de

PİLEVNELİ Mecidiyeköy, 12 Şubat – 24 Mart 2019 tarihleri arasında Kezban Arca Batıbeki‘nin “Vaad Edilmemiş Topraklar” isimli yeni kişisel sergisine ev sahipliği yapıyor.

1984’ten bu yana, farklı platformlarda, kadın ve popüler kültür üzerine yaptığı işlerle tanınan, Türkiye’de güncel sanatın değerli isimlerinden Kezban Arca Batıbeki, göçler çağında; mülteci üreten coğrafyalardan ayrılan ya da ayrılmak zorunda bırakılan insanların hikâyelerini, kolajlarında, sıradanlaştırmaktan ve dramatize etmekten uzak, incelikli bir mesafeyle yansıtıyor. Bu seri; Kezban Arca Batıbeki’nin anlatım pratiğinde, insana dair olağan ya da olağandışı durumları yansıttığı, yeni dünyalar olarak ortaya çıkıyor.

Batıbeki’nin kompozisyonlarının merkezinde yer alan ideal doğa tasvirleri olarak benimsenmiş eski manzara resimlerinin, plastik müdahaleler aracılığıyla tuvalin kalanıyla bütünleştirilmesi ; Vaad Edilmemiş Topraklar’ın derinine saklanmış umut, inanç ve tutku tohumları etkisi yaratıyor. Günümüzde mültecilerin yanısıra, toplumun her kesiminden insanın kaçış ve arayış özlemlerinin göstergesi olan, farklı coğrafyalardan, farklı kültürel, ekonomik ve toplumsal kimliklere ait oldukları gözlemlenen figürler, sadece hayatta kalabilmek, en temel insani yaşam şartlarına kavuşmak için değil, aynı zamanda kendi yaşamlarını şekillendiren politik ve siyasal olandan sıyrılma amacıyla da yer değiştiriyorlar. Sanatçının kompozisyonlarında karşımıza çıkan bu hibrit kimlikler, hareketlilik, göç ve çok kültürlü bir dünyada ortaya çıkan derin değişimlerin göstergelerine dönüşüyor.

Batıbeki, kolajlarında kullandığı imgelerinde; mültecilerin otantik temsiliyeti ya da marjinalleştirilmesi riskine karşı her zamanki mesafeli tavrını korurken, kendine özgü sanatsal yorumlama pratiğiyle temayı dengeli ve yaratıcı bir aktarımla, farklı bir şekilde ele alıyor. Sanatçının internetten ve basılı yayınlardan elde ettiği, sınırlar ve ulaşılan yeni topraklardaki insanlık hallerine dair görüntüler, düşsel ve aynı zamanda ideal olarak tanımlanan manzaraları merkezine aldığı resimlerin gerçeküstü sahneleriyle kaynaşıyor ve bizi insanlık durumlarına karşı sorularla baş başa bırakıyor. 

.

(Yeşil Gazete)

Piyasalar da eşekler gibi fazla dürtersen teper!

Yaşam pahalılığı, alım gücünün düşüyor olması günümüz anketlerinde Türkiye halkının en birincil sorunu olmaya devam ediyor. İkinci sırada işsizlik geliyor. Bu da yaşadığımızın bir ekonomik kriz olduğuna şüphe bırakmıyor.

Bunun son veçhelerinden biri de soğan, domates, biber üzerinden şahit olduğumuz gelişmeler. Hükümet sorunun kökenlerini tespit edip onların üzerine gitmek yerine Tanzim Satış’ı tekrar keşfedip günü kurtarmayı tercih etti. Bu girişimin alım gücü düşen halka nefes aldıracağına kuşku yok. Sorun gıdayla sınırlı olsaydı bunda bir sorun da yok. Aslında yerel yönetimlerin bir görevi de piyasa şartlarında ulaşımı kolay olmayan ürün ve hizmetleri vatandaşlara ulaştırmak olmalı. Tamirat gibi kimi hizmetleri ucuza sağlayan başarıyla uygulanan birçok örnek var. Kar amacı gütmeden, ama sağlıktan da feragat etmeden belediyeler sebze/meyve/et/temizlik maddesi vs. satabilir ve ihtiyaç devam ettiği müddetçe de satmalıdır. Ama fiyatı artan sadece sebze/meyve değil ki, diğer ürün ve hizmetleri ne yapacağız? Bunlarla tek tek uğraşmak mümkün mü? Yoksa ekonomi yönetiminde temel bir hata mı var da bunları yaşıyoruz?

Temel sorun yaklaşık 10 yıldır ağırlaşarak devam ediyor. O da, gerçekçi olmayan bir ekonomik büyüme patikasındaki ısrardır. Türkiye son on yıldır giderek dikleşen bir arazide suyu yokuş yukarı akıtmaya  çalışıyor. Elektrikler kesildi, motor sustu (siz bunu teşvik olarak dağıtacak para kalmadı diye anlayın), su geri tepti. Son yaşananları, piyasanın tepmesi olarak nitelendirmem bundan. Tanzim satış, motordan umudu kesenlerin kovayla tepeye su taşımasına benziyor. Seçimlere kadar bir şekilde devam eder, ya sonra? Bir rasyonelitesi olmayan bu müdahalelerin sonunda piyasalar bugün domateste, biberde yarın elektrik piyasasında, ilaç sektöründe tepmeye devam edecek.

Ekonomi yönetimini “değerden” ziyade “rant” yaratma olarak algılayan mevcut yönetim önceleri bol keseden dağıttığı teşviklerle, para bitince de depo baskınları/enformel fiyat dayatmaları/kredi faizlerini gerçekdışı düzeylere zorlama gibi düzenlemeler eliyle piyasaların işleyişini iyice bozdu. Ortaya, nereye atsan elinde kalan bir ekonomik yapı çıktı. Bir yeri düzeltirken, birçok yerin çatlayıp patlaması bu yüzden. “Piyasa gerçekleri” yerine “rant-inat” ekseninde inşa edilen Osmangazi Köprüsü’nün ne işletenini, ne onunla rekabet edeni (İDO) ne de onu kullananları bir türlü memnun edemiyor oluşu da bu yüzden. Popülist müdahaleler bir sonraki adımda daha maliyetli müdahaleleri doğuruyor. Halkın sırtındaki yük ise artmaya devam ediyor.

Neden piyasalara bu kadar müdahale edilmemeli?

Piyasa, ya da piyasa ekonomisinin kutsanması ne kadar yanlışsa, piyasalara her aklına (işine) geldiğinde müdahale de bir o kadar yanlıştır. İktisat diye bir bilim yokken piyasalar vardı. İnsan topluluklarının tarihi kadar eskidir piyasalar, kimileri iyi çalışır (alanı satanı memnun eder), kimisi ise aksar. İktisat bilimi müdahalenin şartlarını şu şekilde belirler. İkinci durumdaki gibi eğer bir piyasada satıcılar güçlü pozisyonları gereğince fiyatları arttırıyorsa, ki bu klasik tekel olma durumudur, hükümetler piyasadaki rekabeti arttırıp fiyatları düşürmek amacıyla müdahale etmelidir. İlk durum ise, biraz daha çetrefillidir. Alan razı satan razı durumlar her zaman toplumun genel refahını istenilen düzeyde arttırmayabilir. Örneğin, biyo-yakıt piyasasında hem o bitkileri üreten hem de satın alan petrol şirketi memnun diye tarım alanı açmak için kesilen ormanlara, ya da yerinden yurdundan edilen topluluklara sesimizi çıkarmayacak mıyız? Toplumun genel refahı düşünüldüğünde ormanlar ya da tarımsal alanların temel ihtiyaçlara hasredilmesi daha anlamlıdır. Bu durumda hükümetler biyo-yakıt üretimine kısıtlamalar getirebilir.

Kısaca, piyasaya müdahale edilebilir ama bunun şartları vardır. Önü arkası düşünülerek kullanılmalıdır. Piyasaların bir mantığı vardır. Müdahaleler piyasaları coşturabilir, hatta o güne kadar piyasaya konu olamamış ürün ve hizmetleri insanlığa sunabilir. Burayı biraz açmak gerekiyor. 2012 yılında,  Alvin E. Roth ve Lloyd S. Shapley’e ekonomi alanında Nobel Ödülü’nü kazandıran çalışmaları piyasaların işleyişi ve tasarımı üzerineydi. Timaş Yayınları’ndan yayınlanan “Kim Neyi  Neden Alır?” kitabında Roth, bazı piyasaların başarılıyken kimilerinin neden çöktüğüne dair sayısız örnek sunar ve kendi kuramı uyarınca sebeplerini inceler. Bundan daha önemlisi, böbrek gibi piyasada alınıp satılması etik sebeplerden yasaklanmış (İran dışında), sadece bağışlarla yürüdüğü için oldukça kısıtlı kalan bir alanı, masa başındaki hesaplamalarla piyasaya açmayı başarmış, birçok insanın hayatını kurtarmıştır. Böbrek piyasası oluşsa da burada paranın geçmediğini tekrar vurgulamak gerekir. Roth ve Nobel Ödülü’nü alırken adlarını sıkça andığı, Tayfun Sönmez ve Utku Ünver adlarındaki iki Türkiyeli araştırmacının yaptıkları temel iş, böbrek bekleyenlerle böbreklerini bir yakınları için vermeye hazırken kan grubu uymadığından bunu yapamayan insan gruplarını bir zincire dahil edecek kuralları belirlemekti. Piyasaların temel mantığı herkesin gönül rahatlığı içinde kabul edeceği kuralları olmasıdır. Başardılar, sıfırdan bir piyasa yarattılar. Önce böbrek bekleyenler ve bir yakını için böbreğini vermeye hazır olanların bilgileri bir merkezde toplandı. Uygun alıcı ve verici çiftleri belirlendi. Kim kimle eşleşirse, bu grup içinde en fazla sayıda takas gerçekleşir diye hesaplandı. Önceleri, sizin hastanıza böbrek vermeye hazır olan kişinin hastasıyla eşleşmek zorundayken, bu zincire dahil olmakla böbrek bulma olasılığının arttığını gören insanlar zincirlere akın ettiler. “Ben senin hastana böbreğimi veriyorum, senin yakının şu kişiye verirse onun yakını da bana verecek” şeklinde özetlenebilecek bu eşleşme problemini bireysel düzlemde çözmek çok zordu ki o güne kadar böyle bir piyasanın gelişmemiş olmasının temel sebebi de budur.

Piyasa mantığına uygun kurallar belirlediğinizde olmayan piyasalar yaratıp hayat kurtarmak, ya da o mantığa aykırı hareket ederek varolan piyasaları çökertmek mümkün. Başta gıda olmak üzere Türkiye’deki birçok piyasa ne yazık ki, popülist/rant yaratma odaklı bir yönetim anlayışının kurbanları olmuşlardır. Suyu tersine akıtmak, yokuş yukarı çıkarmak maliyetlidir. Motor bozulursa su geri teper. Doğalgaz ya da kaliteli kömür rezervi varmışçasına Türkiye’yi termik santrallere boğan bir enerji politikası, rant odaklı inşaata dayalı bir ekonomik büyüme modelini yaratmak için yapılan düzenlemeler, verilen teşvikler tüm piyasaların işleyişini bozmuştur. Sonuç, geçilmeyen köprüler, gidilmeyen hastaneler, AVM’ler, atıl durumdaki termik santraller, ortaklığından ayrılmak için yarışılan havaalanı işletmeleri ve bunları gerçekleştirmek için alınan borçların yarattığı ekonomik kırılganlıklardır. Dövizin ucuz olduğu dönemde ithalat bağımlılığının artmış olması, döviz kıtlığında maliyet artışı olarak karşımıza çıktı. Tüm bunları gözardı ederek kimi kesimleri günah keçisi ilan etmek kolaycılıktır.

Çözümün ne olduğu bellidir ve bilmesi gerekenlerce bilinmektedir. Ne var ki, yapılması gereken değişiklikler (ne kadar küçük de olsa) irrasyonel biçimde yükseltilmiş duvardan birkaç tuğla çekme anlamına gelecektir. Yapısal reformlara alerjinin kaynağı tüm duvarın bu müdahale sonucu yıkılacağı korkusudur. Ve doğrudur. Ama korkunun ecele faydası yok, ne ekonomik ne toplumsal ne de ekolojik anlamda sürdürülebilir olmayan bu yapı eninde sonunda kontrolsüz biçimde üstümüze yıkılacaktır. Bizi yönetenlerden talebimiz yama yerine, bu yapının kontrollü, insanlara ve çevreye en az zayiatla yapılması olmalıdır. 

.

.

Ahmet Atıl Aşıcı

İbiza’nın da içinde yer aldığı Balear adalarından yüzde yüz yenilenebilir enerjiye geçme kararı

Avrupa’nın en popüler tatil bölgelerinden İspanya’ya bağlı İbiza, Minorka, Palma de Mallorka ve Formentere adalarının da içinde bulunduğu Balear adaları, bu kez iklim değişikliği konusuna aldığı tarihi karar ile gündeme geliyor. Balear bölgesi, bugün (12 Şubat 2019 Salı) meclisten geçireceği İklim Değişikliği ve Enerji Geçiş Planı ile hem İspanya’ya hem de tüm Avrupa’ya öncülük ediyor. Plan, 2050 yılına kadar tüm adaların yüzde yüz yenilenebilir enerjiye geçmesini amaçlıyor.

Plan sadece elektrik üretimini değil aynı zamanda ulaşımda da önemli adımları içeriyor. Yasa, adalarda 2025 yılı itibari ile yeni dizel araçların, 2035 yılı itibari ile yeni benzinli araçların satışını da yasaklıyor. 

Balear adaları olarak bilinen bölgede geçerli olacak yasanın detayları ise şöyle:

2020 yılına kadar en az yüzde 10, 2030 yılına kadar en az yüzde 35 ve 2050 yılında ise yüzde 100 yenilenebilir elektrik üretimi öngörülüyor.

2025 yılından itibaren, 1000 metre2 üzeri her yeni park alanı ve bina çatısına güneş enerji sistemleri kurmak zorunda. Aynı zamanda var olan binalar ve park alanlarından 1500 metre2 ve üzeri alana sahip olanların da, çatılarında en geç 2025 yılından itibaren güneşten elektrik üretmesi gerekiyor.

Yasa, aynı zamanda, bölgenin enerji verimliliği hedeflerini de ortaya koyuyor. Adalar birincil enerji kullanımını, 2030 itibari ile yüzde 26, 2050 itibari ile yüzde 40 oranında azaltacak.

2050 yılı itibari ile bölgedeki her ada elektrik ihtiyacının en az yüzde 70’ini kendi öz kaynakları ile karşılayacak.

Benzin ve dizel de yasaklanıyor

Bölgede bulunan Es Murterar Kömürlü Termik Santali 2020 yılı itibari ile, dizel yakıtlı Menorca ve İbiza santralleri ile 2025 yılı itibari ile kapatılacak.

Tatil bölgesi olan adalarda araç kiralama sektörü önemli sektörler arasında yer alıyor. Yasa, adalardaki tüm kiralık araçların 2035 itibari ile %100 elektrikli araçlar ile karşılanmasını zorunlu kılıyor.

.

(Yeşil Gazete)

Böceklerin büyük yokoluşu ve yaklaşan kıyamet – Ömer Madra

Bu yazı acikradyo.com.tr/ den alınmıştır

Guardian gazetesinin çevre editörü Damian Carrington’un özel haberine göre dünyada kendi türünde yapılan ilk büyük araştırma, yeryüzünün dört bir yanında böceklerin sayısında akıl almaz hızda bir düşüş olduğunu ortaya koydu.

Bu ise, sevgili okur, maalesef, Doğa’nın tümden çökmesi, ekosistemlerin hepsinin yıkılması ve insan varlığının ölümcül derecede tehlikeye düşmesi anlamına geliyor.

‘Biological Conservation’ adlı itibarlı bilimsel dergide yayımlanan araştırmada “Gıda üretme yöntemlerimizi değiştirmezsek, böcekler birkaç on yıl içinde tümden yokoluş güzergâhına girecek” deniyor.

“Bunun gezegen ekosistemleri üzerindeki etkileri en hafifinden felaket düzeyinde olacaktır” diye de ekliyor araştırmacılar.

“En hafifinden felaket” mi? Felaketten daha ağırı ne olabilir diye sormayalım lûtfen, çünkü vakanüvisiniz hakir bayağı cahil – bunun ne olabileceğini katiyyen bilmiyor?

Ama bildiği –ve aslında hepimizin bildiği– birşey varsa, yeryüzünün kuşlarının, hem karada hem suda yaşayan hayvanlarının (amfibi/yüzergezer), suda yaşayan hayvanlarının çoğunun temel gıdasının böcekler olduğu. Böcekler gitti mi, onları yiyenler de açlıktan gitti gider.

Peki neden oluyormuş bu ‘en hafifinden felaket’e yol açmakta olan böcek kıyameti?

Birinci sebep: Entansif endüstriyel tarım: Yani bütün o kimyasallar: suni gübreler, sentetik böcek öldürücüler (pestisidler), otkıranlar (herbisidler), neonikotinoid ve fipronil denen ‘ilaç’lar toprağı steril yani kısır hale getiriyor ve börtü böceği öldürüyor. Tabii, bunları imal edip satarak fantastik kârlar edenler, siyasi karar alıcıları da her türlü kamusal denetimden uzak tutanlar, zengin ve güçlü kimya ve ilaç şirketleri.

(Vakanüvisin notu: Zehire ilaç denmesi, yalnızca Türkçe’ye özgü bir fenomen değildir herhalde.)

İkinci sebep: İklim değişikliğinden dolayı meydana gelen küresel ısınma. Endüstriyel tarımın henüz girmediği, dolayısıyla kimyasalların pek kullanılmadığı tropik bölgelerde de, istikrarlı koşullara uyum sağlamış böcekler, değişim gösterme yeteneğine hemen hiç sahip değiller, havaları ve suları ısınınca adapte olamıyor ve kitlesel yokoluşa gidiyorlar.

Araştırmada görev almayan uzmanlardan Profesör Dave Goulson değerlendirmesini yaptığı araştırmanın sonuçlarından büyük kaygı duyuyor:

“Hepimiz için muazzam bir endişe kaynağı olmalı bu. Çünkü böcekler tüm yiyecek ağlarının kalbinde yer alırlar, ayrıca bitki türlerinin büyük çoğunluğunu tozlarlar, toprağı sağlıklı tutarlar, besinlerin geri dönüşümünü sağlarlar, zararlıların çoğalmasını engellerler ve bunun gibi daha pek çok şey yaparlar. İster sevin böcekleri, ister öcü gibi korkun onlardan, biz insanlar böcekler olmadan hayatta kalamayız. ”

Böceklerin yokoluş sürecini bundan 60 yıl önceki araştırmalarda tespit edip inceleyen Prof. Paul Ralph Ehrlich, kapsamlı ve derin analizler getirdiğini belirterek araştırmayı övgüyle karşılamış, ama bu kitlesel yokoluşta aşırı nüfusun ve aşırı tüketimin rolüne değinilmemiş olmasını da eksikler hanesine kaydetmiş.

Özel haberin yazarı Damian Carrington, gazetesinin ilave haberinde de bu kıyamet alameti karşısında ne yapabiliriz, ya da –daha doğrusu–  “Bir şey yapabilir miyiz?” sorusunu soruyor ve şöyle cevaplıyor:

“Nihai olarak, yaban hayatının ne kadarının yokolup gittiğini belirleyen şey, insan nüfusunun büyüklüğü ile; insanın gıda, enerji ve diğer mallar için tükettiği arazi miktarıdır. Yaban alanlarının korunması önemlidir, endüstriyel, kimyasal – temelli çiftçiliğin azaltılması da öyle. İklim değişikliği ile mücadele canalıcı önem taşır – özellikle tropik bölgelerdeki birçok böcek türleri için. Dolayısıyla, siyasal eylem talep etmenin, entansif tarımla elde edilmiş et ve mandra ürünlerini yemeyi azaltmanın ve daha az uçmanın hepsi amaca yardımcı olur.”

***

Yanlış anlamaya mahal vermemek için hemen söyleyelim: Burada, uçakla, helikopterle filan uçan insanları kasdediyor yazar. Yoksa, böceğe güzelleme olarak söylenen o şarkıdaki durumu değil:

“Uç uc böcecik

Annen sana terlik pabuç alacak…”

Bu yazı acikradyo.com.tr/ den alınmıştır

.

Ömer Madra

Vakanüvis ÖM

Geçmiş olsun, 3. havalimanı battı! – Bahadır Özgür

Bu yazı gazeteduvar.com.tr sitesinden alındı

Hiç uzatmadan söyleyelim. 3. havalimanı henüz tam faaliyete geçmeden battı. Milyarlarca Euro’luk faturası da vatandaşa kaldı. Köprüde, havalimanında oy pusulası geçmediğine göre, her kuruşunu ‘mega projelerin’ üzerinde erik dalı oynayanlarla oynamayanlar beraberce ödeyecekler. Geçmiş olsun…

Gelin madde madde bunun nasıl gerçekleştiğine bakalım şimdi.

* Malum, havalimanını yapan ve 25 yıl işletecek İGA’nın yüzde 20’şer payla 5 ortağı vardı: Kolin, Limak, Kalyon, Cengiz, MNG. İhaleyi 3 Mayıs 2013’te KDV hariç 22 milyar 150 milyon Euro’ya aldılar. İktidar da şirketlere ağır Hazine garantileri sağladı. Neydi bunlar? Onları da kısaca hatırlayalım.

* İlk 13 yıl için 6.3 milyar Euro yolcu garantisi verildi. Garanti tutarı yolcu başına dış hatta 20 Euro, dış hattan gelip dış hata gidenlerde 5 Euro ve iç hattan gelip dış hata gidenler için de 3 Euro üzerinden hesaplanacak. Devletin verdiği yolcu garantisi ilk etapta 90 milyon kişi. Miktar tutturulamadığında üzerini devlet ödeyecek.

* Kağıt üzerinde şahane anlaşma. Ne var ki, şirketlerin söz konusu işi kendi kaynaklarından tamamlaması imkansızdı. Dolayısıyla yine Hazine devreye girdi. Ve 3.4 milyar Euro’su Ziraat, Halkbank ve Vakıfbank’tan, 500 milyon Euro’su Denizbank’tan, 300’er milyon Euro’su da Garanti ve Finansbank’tan olmak üzere toplam 4.5 milyar Euro borç alındı. 16 yıl vadeli, dört yılı ana para ödemesiz. Kredi şartları da harika. Gel gelelim cebinden tek kuruş harcamamaya yeminli beş şirket, geçen yılın mayıs ayında yine Hazine garantisi altında 1.4 milyar Euro daha kredi çekti. Borç toplamı 6 milyar Euro’yu buldu. Havalimanının ilk fazı zar zor bu krediyle bitirildi.

İşte asıl hikaye de bundan sonra başlıyor…

* Kolin, 9 Ocak 2019 günü elindeki yüzde 20 hisseyi Kalyon’a devrettiğini açıkladı. Kalyon’un payı yüzde 40’a yükseldi. Geçen hafta iki şirketin daha havalimanı ortaklığından çekileceğine dair bir haber kulislere düştü. Henüz tam faaliyete geçmemiş ve kağıt üzerinde olağanüstü kârlı görünen havalimanından bu ‘acil kaçışlar’ açıkçası şüphe uyandırıyor.

İşin perde arkasını biraz kurcalayalım.

* 10 Ocak 2019 günü havacılık konusunda uzman gazetecilerden sayılan Habertürk yazarı Güntay Şimşek’in bir analizi yayınlandı. Gündemin yoğunluğunda çoğu kimsenin gözünden kaçan bu analiz, 3. havalimanında dönen oyunlara dair ilginç ipuçları veriyordu.

* Öncelikle şirketlerin kur artışıyla katlanan 6 milyar Euro’luk kredinin faizini dahi ödeyemeyecek durumda oldukları görülüyor. Nitekim Kalyon’un hisse devrinde tutar açıklanmadı. Devrin onun payına düşen 1.5 milyar Euro’luk borcun karşılığı gerçekleştirildiği belirtiliyor. Kısaca Kolin, inşaatı tamamladığı için devletten alacağı yüklü miktardaki hak edişi tahsil ettikten sonra borcunu devredip çıktı.

* Geriye kalan şirketlerden Kalyon yüzde 40 hissesi ile ortaklıkta işletme yükünü taşıyan firma. Onun çıkması söz konusu değil. Cengiz ise ihalede teknik kriteri üstlenen pilot şirketti ve onun da üç yıl boyunca çıkması yasaktı. Süre bu yıl doldu. Limak ve MNG ise inşaat işinde. Her zaman çıkabilirler. Özetle üç şirketin çıkmasının önünde yasal engel yok artık. Peki bu nasıl olacak? O kadar borcu Kalyon tek başına mı üstlenecek?

* Önce bir hatırlatma daha yapalım. 15 Kasım 2017’de THY, “THY Havaalanı Gayrimenkul Yatırım ve İşletme Anonim” adı altında yeni bir şirket kurdu. Bu şirket anında tek yetkilinin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan olduğu Varlık Fonu’na devredildi. THY’nin yüzde 49,12’lik bölümü de zaten Varlık Fonu bünyesine 3 Şubat 2017 günü alınmıştı.

* Şimşek’in kulisinde 3. havalimanının yüzde 70’ini kullanacak olan THY’nin havalimanı işletmesine yüzde 20 ortak olmasının düşünüldüğü aktarılıyordu. Kolin’in çekilmesinin ardından ise THY’nin yüzde 40 hisse almasının planlandığı ileri sürülüyor. Bunun anlamı, kalan şirketlerin hisselerinin bir kısmını THY’nin alması. Havalimanı işletmesinin yüzde 60’ının Kalyon’a, yüzde 40’ının da THY’ye geçmesi planlanıyor. Hisse devirleri borç devirlerini de kapsadığı için, THY 6 milyar Euro’luk kredinin bir kısmını üstlenmiş olacak. Ancak gerçekte tüm borç Hazine garantisinde olmasından dolayı tamamı kamuya kalacak zaten. Bu arada inşaatın bitmesi için gerekli 4.5 milyar Euro’luk yeni yatırımı da THY üstlenecek.

Yol haritası bu. Uygulanması için sadece müsait zaman ve zemin bekleniyor…

Havalimanının zarar edeceğini biliyorlardı

Birkaç ay sonra iktidar, “Tek kuruş harcamadan milyarlık havalimanını şirketlere yaptırıp kamuya kazandırdık” derse şaşırtıcı olmaz. Zira 3. havalimanı, beş şirket ve onlarca taşeronu zengin etmenin yanında etrafındaki arazilerle birlikte yeni bir rant alanı yaratmanın ötesinde amacı olmayan bir projeydi. Bırakın 25 yılı 2071’e kadar dahi kim işletirse işletsin asla kâr edilemeyeceği, sürekli kamudan para aktarılmak zorunda kalınacağı başından belliydi. Nasıl mı?

BETAM Direktörü Prof. Seyfettin Gürsel ve araştırmacı Tuba Toru Delibaşı’nın dünyada benzer projeler için yapılan simülasyonları esas alan ve ihaleden bir ay sonra 28 Haziran 2013 günü yayınlanan araştırması, havalimanının kâr etmesinin imkansızlığını ortaya koyuyordu. Araştırmanın tamamı meraklısı için şurada.

Resmi plana göre, havalimanı ilk aşamada 90 milyon, ikinci aşamada 120 milyon ve üçüncü aşamada 150 milyon kapasiteye ulaşacak. BETAM’ın çalışmasında nüfus artış hızı, bilet fiyatları ve ekonominin büyüme performansı dikkate alınarak iki farklı senaryo oluşturuldu. Senaryo 1’de büyüme 2013- 2019 dönemi için yüzde 5, 2020-2030 döneminde yüzde 4 ve 2031-2043 döneminde de yüzde 2 kabul edildiğinde; yolcu sayısı 2019’da 80 milyon, 2020’lerin ikinci yarasında 120 milyon, 2030’larda ise 150 milyon olarak tahmin ediliyor. Buna karşılık, büyüme hızlarının aynı dönemlerde yüzde 4, yüzde 3 ve yüzde 1.5 kabul edildiği Senaryo 2’de; 90 milyon yolcuya 2020’lerin ikinci yarısında, 120 milyon yolcuya ise 2050’lere doğru ancak ulaşılabiliyor.

Gelir-gider analizine bakıldığında her iki senaryoda da havalimanının 2019-2030 döneminde, yani kredi borcunun ödeneceği süreçte sürekli zarar edeceği ortaya çıkıyor. Senaryo 1’de tahmini zarar 5.7 milyar Euro, Senaryo 2’de ise 7.7 milyar Euro’yu buluyor. İyimser senaryoda bile ancak 2030’dan sonra kâr etmeye başlayan havalimanı zararı 2043’ün sonunda kapatabiliyor. Buna karşılık Senaryo 2’de birikimli zarar o yıla kadar da kapatılamıyor ve toplamda 4.8 milyar Euro net zarar ediliyor.

Bu ne demek? Havalimanını kim işletirse işletsin, ekonomide bir istikrar yakalansa dahi 2043’e kadar tek kuruş kâr olmayacak demek. Kâr edilmesi için ne lazım biliyor musunuz? 25 yıl içinde havalimanının olağan gelirleri dışında, 10 milyar Euro’nun üzerinde ekstra gelir bulunması. Nereden? Ya dünyanın en pahalı yolcu taşımacılığını yapmanız lazım ya da işletecek şirketlere bu parayı çıkarabilecekleri yeni rant alanları açmanız.

Her iki senaryo da şu sıralar ağırlaşan ekonomik krizi öngörmüyordu. Dolayısıyla 2019’da ekonominin küçüleceği düşünüldüğünde zararın katlanacağını, bırakın 2043’ü, 2071’de bile kâr etmenin mümkün olmadığını söylemek abartı sayılmaz.

Peki niye yaptılar? Bunu şirketler, iktidar bilmiyor muydu? Elbette biliyordu. Yanıtın bir kısmı şu hesapta gizli.

Yeni havalimanı için ayrılan alan 7400 hektar. 45 milyon yolcu kapasiteli Atatürk Havalimanı’nın alanı 1178 hektardır. Geçen yıl 100 milyon yolcunun uçtuğu ve dünyanın en yoğun havalimanlarından Atlanta’nın kurulduğu alan da 1625 hektar. Velev ki, 3. havalimanı 150 milyon yolcuyu bulsun, gerekli alan fazla fazla 3500 hektar hesaplanıyor. Kalan 3900 hektar ne olacak? Ya çevresindeki binlerce hektar? O arazilerin ortakları kimler?

AKP ve inşaat bir araya geldiğinde nasıl bir tehlike oluşuyor, varın siz hesap edin…

Bahadır Özgür – Gazete Duvar

Marta Koyu Dayanışması: Ücretli plaj, restoran, konser ve düğün organizasyonları yapılması planlanıyor

Prens Adaları’nın yüzölçümü bakımından üçüncü büyük adası Burgazada’da, 1. derece doğal SİT alanı olan Marta Koyu yapılaşma ve kirlilik tehdidi altında. Halkın ücretsiz olarak denize girebildiği ve dinlenebildiği koyun içinde yer aldığı 56 dönümlük arazi, 15 Aralık 2018’de yapılan ihaleyle 15 bin TL aylık kira bedeliyle 15 yıllığına bir kişiye kiralandı.

Adanın kültürel belleğini ve doğal yaşamını etkileyecek olan girişim ile neredeyse yüzyıllık olan Marta’nın evi de dahil diğer yapılar için imar barışından yararlanmak üzere yapılan başvurular sonrasında alınacak turizm ruhsatı, bölgenin turistik işletmelere açık hale gelmesine yol açacak.

Araziyi kiralayan işletmecinin Marta Koyu’na girişi ücretli hale getireceği, bölgeyi çitlerle çevireceği, konser alanı, restoran, plaj ve düğün organizasyonu yapmayı planladığı belirtiliyor. Buna karşılık ada sakinlerinin kurduğu Marta Koyu Dayanışması, bölgenin olduğu gibi korunması için mücadele veriyor. Yeşil Gazete’nin sorularını yanıtlayan Marta Koyu Dayanışması’ndan ve Burgazada sakinlerinden Mehmet Deniz Bölükbaşı, koyun olduğu gibi korunmasını istediklerini söylüyor.

“Marta Koyu sadece insanların değil, ağaçların, bitkilerin, martıların, kuşların, balıkların hepsinin yaşam alanı”

“56 dönümlük parselin bir kısmının içinde 30-40 tane ev var. Ben de o evlerden birinde oturuyorum. Bizim de sonradan haberimiz oldu. Kiralama işlemi geçen yıl Nisan ayından beri gündemde. Bu süreçler arkada yürütülüyor. Vakıflar Genel Müdürlüğü’nden kira sözleşmesini talep ediyoruz, ısrarla vermiyorlar ısrarla. Normalde bu sözleşmeyi vermesi gerekiyor. Orası bir kamu kurumu. Marta Koyu’nda 2 tane ev var. Bunlardan bir tanesi yaklaşık 100 yıllık olan Marta’nın kendi kulübesi dediğimiz ev, eski bir balıkçı barınağı. Bir de Abidin Aksu diye birinin evi var. Şimdi bu iki eve boşaltılması için tebligat gitti, Perşembe gününe kadar süre verildi, bunu takip ediyoruz. STK’larla ve gazetecilerle görüşüyoruz.

Dayanışma olarak öne çıkardığımız konu Marta Koyu’nun bu şekilde korunması. Burası sadece insanların değil, ağaçların, bitkilerin, martıların, kuşların, balıkların hepsinin yaşam alanı. Her yere bir şey yapmaya gerek yok. Bir sürü insan orada müzik sesi dinlemeden oturmak istiyor. Rüzgarın sesini, martının sesini dinleyeyim istiyor, doğanın kendi sesinden başka ses istemiyor. Temel derdimiz olduğu gibi kalsın, kiralanmasın. Belediye, belediye başkan adaylarıyla konuşuyoruz. Adada bir yer kiralanacaksa burayı belediye kiralasın, halk plajı olarak kalsın gibi önerilerimiz olacak. “

“İmar meselesi Yassıada ile yeni bir boyuta evrildi”

“Kanunlar sürekli değişiyor. 1. derece SİT alanları eskiden Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın alt birimi olan Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma  Kurulu’na bağlıydı. Onlardan alıp Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na verdiler” diyen Bölükbaşı, adaların ranta açılmasının yarattığı tehlikeye şu sözlerle dikkat çekiyor.

“Burgazada’nın 1/5000 imar planı yok, iptal edildi. Şu anda inşaat anlamında adada hiçbir şey yapılamaz durumda. Siz plansız bir bölgede neye binaen herhangi bir inşaat yapabilirsiniz ki? Adaların tamamı SİT alanı, bir tek inşaat yapabilmek için Yassıada’yı çıkardılar içinden. Şimdi Sivriadayı çıkaracaklar. Orada da inşaat başladı. İstanbul’a baktığımızda Adaların ranta açılması, şimdiye kadar bu kadarla sınırlı kalması bile mucize diyebiliriz. Ne Büyükada’da, ne Heybeliada’da ne de Kınalıada’da merkeze yakın insanların parasız girebileceği hiçbir sahil yok. Uzak olanlar bile kapatılmaya çalışılıyor. İmar meselesi Yassıada ile yeni bir boyuta evrildi.

Burayı kiralayacak kişiyle konuştuğumuzda bölgeyi çitle çevirip girişten para alacağım, gelen yolcular için iskele yapmayı düşünüyorum diyordu. İkinci bir sorun 600 metre uzunluğundaki tüm sahili şezlongla kapatabilir. 100 kişi gelebilir. Bunlar korkunç rakamlar. Adaya gelen insan sayısı daha da artacak. Fayton ihtiyacı doğacak. Yetmeyince elektrikli araç diyecekler. İskele yapılırsa tekneler yanaşacak. Zaten turist tekneleri gelip bütün gün bangır bangır müzik çalıyorlar, sürekli şikayet ediyoruz. Aşağıda bağırsanız yukarıdan duyuluyor. Orada konser ve düğün yapmak istiyorum diyor. Marta Koyu’nun üzerinde yüzlerce insan yaşıyor. Oraya yapılacak büyük bir tesis orayı ses açısından oturulmaz bir hale getirecek. Adalılar bu durumun yaşanmasını istemiyorlar. “

10 Haziran 2017’de Marta Koyu’nda kamp kuran çadırcılara güvenlik güçleri operasyon düzenlemişti. Mehmet Deniz Bölükbaşı, 1. derece SİT alanlarına çadır kurmanın yasak olduğunu hatırlatarak günübirlik çadırcıların adalılar tarafından neden istenmediğine şu şekilde açıklık getiriyor:

“Belediye kıyılardan çöp toplamıyor, yazın çöp dağları oluyor”

“Başlarda çadır kuranların sayısı azdı, kimseyi çok rahatsız etmiyordu. Belgesel ve klip çekimi yapılınca duyuldu. Kamp moda oldu. Bazı günler 100 çadır oluyordu. Orada tesis yok, kamp için bir düzenek yok, tuvalet yok. Olmasın da zaten ama gelip 1-2 ay kalan da var. Yazın çok koku oluyordu. En büyük sorun ise çöp. Belediye kıyılardan çöp toplamıyor. Normalde toplaması gerekiyor ama araç girişi olmadığı için yol sorun oluyor. Bundan 5-6 yıl önce bir şeyler yapılmış. Bir tekne yanaşıp sahilden, koylardan çöpleri temizliyormuş. Sonra bunu da bırakmışlar.

Yazın çöp dağları oluyor. Gidip çöp topluyoruz. Çöp toplama günleri düzenleniyor. Uyarı tabelaları asılıyor. Bazı kamp kuran kişiler bunu alıp yakıyorlar. Odun lazım deyip yaş ağaçları kırıyorlar. Onlar çadırla gelen günübirlikçiler. Geceleyin kapılarımız çalınıp ekmekler mi istenmedi, bahçemizden odunlar mı çalınmadı. Bunların hepsi doğru. Devletimizin genel yaklaşımı şöyledir: Önce orada bir sorun çıksın, sorun çıktıktan sonra orada bir düzenleme yapayım der. Bu kampçıların bu kadar serbest bırakılmasının sebebi bu. Çok daha önceden çözüm bulunabilirdi. Her akşam orada duran bir polisin ceza kesmesine bakıyor.”

“Adalara sirayet eden muazzam bir saldırı var”

Dünya Mirası Adalar Girişimi ve Açık Radyo programcılarından Derya Tolgay Büyükada sakinlerinden biri. Prens Adaları’nın UNESCO’ya girmesi için 2 buçuk yıldır çalışmalar yürüten ve önümüzdeki ay önbaşvuruda bulunacakları müjdesini veren Tolgay, Adalar’ın imar rantı üzerinden büyük bir saldırı altında olduğu görüşünde.

“Marta Koyu ile ilgili ilk defa böyle bir karar çıkıyor ama problemli olan burada adaların kıyıları. Halkın kullanabilecekleri hiçbir açık alanı yok. Dört tarafı su olup da halka bu kadar kapalı olan örnekler dünyada çok azdır. Marta Koyu buzdağının sadece görünün bir kısmı. İmar rantı üzerinden Adalara sirayet eden muazzam bir saldırı var. Mesela 2011’e kadar fayton sorunu yoktu. Onlar da oluşturuldu. Onlar çaresiz ve yönetimsiz hale bırakıldı. Adalılar adanın ellerinden alındığını düşünüyorlar. Hiçbir yerini kullanamaz haldeler. Denetimsiz, korkunç bir turizm baskısı altındalar. Turistler çekildikten sonra akşamüstü saat yediden sonra nefes alıp sokaklara çıkabiliyorlar.”

Ne olmuştu?

Osmanlı’ya borç veren Yorgo Zarifis adlı Rum bir bankere bunun karşılığında Burgazada’dan araziler veriliyor. Zarifis adadan ayrılırken buradaki arazilerini Aya Yorgi Kapris Manastırı‘na bağışlıyor. 1986’da dönemin Başbakanı Turgut Özal vakıf malları ile ilgili bir yasa çıkartıyor. Bu yasayla bir sürü vakıf malına el konuluyor. Arazi, Hazine’ye kayıtlıyken 2006’da trampa (değiş tokuş) ile Silahtar Abdullah Ağa isimli vakfa devrediliyor. 15 Aralık 2018’de arazi ihaleye açılıyor.

Haber: Merve Damcı

(Yeşil Gazete)

Talât Sait Halman Çeviri Ödülü ve Ahmet Cemal İlk Çeviri Ödülü sahiplerini buldu

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından 2014 yılında kaybettiğimiz Talât Sait Halman anısına başlatılan Talât Sait Halman Çeviri Ödülü ve bu yıla özel Ahmet Cemal’in anısına verilen Ahmet Cemal İlk Çeviri Ödülü, İKSV Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı ve seçici kurul üyelerinin katıldığı bir törenle sahiplerine takdim edildi.

Törende ilk olarak 2017’de kaybettiğimiz yazar ve çevirmen Ahmet Cemal’in anısına verilen Ahmet Cemal İlk Çeviri Ödülü takdim edildi. Juniçiro Tanizaki’nin Bir Kedi, Bir Adam, İki Kadın adlı romanını Japonca aslından Türkçeye çeviren Sinan Ceylan ve José Eduardo Agualusa’nın Unutmanın Genel Teorisi adlı romanını Portekizce aslından Türkçeye çeviren Sevcan Şahin’e sunuldu.

Ödüllerin gerekçesi  “Bir “ilk çeviri” ödülünün amacının bu mesleğe/uğraşa ilk adımlarını atan genç çevirmenleri yüreklendirmek ve bu uğraşlarını geliştirmeye teşvik etmek olduğu gerçeğinden hareketle, eserlerin tümünü ve özellikle Türkçe dilini kullanmaktaki başarılarını değerlendirdiğimizde, Seçici Kurul Üyeleri olarak her iki çevirmenimizin ileride çok daha yetkin çeviriler yapabileceklerine ikna olduğumuz için kendilerini ödüllendirmeye karar verdik,” olarak açıklandı.

2018 Talât Sait Halman Çeviri Ödülü ise Alberto Manguel’in Dönüş adlı novellasını İngilizce aslından Türkçeye çeviren Ülker İnce’ye İKSV Yönetim Kurulu Başkanı Bülten Eczacıbaşı tarafından takdim edildi. Seçici Kurul başkanı Doğan Hızlan, İnce’ye sunulan ödülün gerekçesini: “2018 Talât Sait Halman Çeviri Ödülü, Arjantinli yazar Alberto Manguel’in tarihle, hafızayla ve sürgün olmakla yüzleştiği novellası Dönüş’ü ahengine, müziğine ve kelime zenginliğine yakışan bir biçimde Türkçeye çeviren Ülker İnce’ye verilmiştir. 

Talât Sait Halman Çeviri Ödülü jürisi, Gökhan Sarı’yı ise Mark Z. Danielewski’nin çetrefilli, bol oyunlu, kült romanı Yapraklar Evi’ni Türkçeye çevirmekteki cesareti ve başarısı nedeniyle Jüri Özel Ödülüne layık gördü.

.

(Yeşil Gazete)

Ankara Fransız Kültür Merkezi’nde yeni sergi: “Deleuze: Yer(siz) Yurt(suz)”

Erdal Ateş’in “Deleuze: Yer(siz) Yurt(suz)” projesi 11 – 20 Şubat 2019 tarihleri arasında Ankara Fransız Kültür Merkezinde sergileniyor.

Deleuze: Yer(siz) Yurt(suz), kavramsal bağlamlı sergi projesinin çıkış noktası “yaratıcı Deleuze”ün kavram coğrafyasında görsel anlamda bir yüzey arkeolojisidir. Sanatçı Erdal Ateş’in imgelemindeki Deleuze imgesidir. Deleuze metinleri, bu metinlerden hareketle görsel im(ge)ler, anlatılar inşa etme denemesi de denilebilir.

Deleuze, 20. yüzyıl felsefe tarihinde ayrıksı söylemi ve pratiği ile belki de en sıradışı filozof. Bu yönüyle yaşarken de öldükten sonra da salt felsefe alanında değil birçok farklı disiplinde çalışan insanı etkilemiştir. Deleuze’den hareketle farklı disiplinlerde üretilen yayınların çokluğuna baktığımızda bugün de hâlâ bu etki ve çekim alanı varlığını sürdürmektedir.

Deleuze, bir anlamda, bir rönesans sanatçısı gibi birçok alana sokulur ve sokulduğu alandan son derece çarpıcı felsefik çıkarsamalar ortaya koyar: Edebiyat, siyaset bilimi, doğa bilimi, sinema, plastik sanatlar… Daha birçok disiplin…

.

(Yeşil Gazete)

Lapseki’de içme suyu altın madeni şirketine kiralandı iddiası

Çanakkale’nin Lapseki ilçesinde bölge halkının 30 yıl önce kendi imkanları ile topladığı paralarla, Dumanlı Dağ’dan Lapseki merkezde yaptırılan çeşmelere getirdiği suların Şahinli Köyü yakınlarında altın ve gümüş madenciliği yapan TÜMAD şirketinin şantiyesine kiralandığı iddia edildi.

Çanakkale Aynalıpazar.com’da yer alan habere göre 30 yıl önce Lâpseki’ye Dumanlı Dağ’dan getirilen ve ilçede herkesin içme suyu olarak kullanılan su son aylarda adeta buharlaştı.

İddiayı gündeme getiren Lapseki Belediyesi’nnin CHP’li İl Genel Meclis üyesi Hicri Nalbant’ın iddiasının temelinde ise Lâpseki Belediye Meclisinin aldığı kararlar yatıyor. 

2 Aralık 2016 Cuma günü toplanan Lapseki Belediye Meclisi 8 maddelik gündemi görüşmek için toplanmış. 8’nci madde olan kapanış yapılması gerekirken gündeme iki madde daha getirilerek oylamaya sunulmuş. Bu maddelerden ilki; Lapseki’nin su ihtiyacını karşılayan Su Kuyularının Şahinli Köyünde altın madenciliği işletmeciliği yapan TÜMAD isimli firmaya Kuyu Sularının kiralanması konusu.

Lapseki Belediye Meclisi’nin ilgili kararında gündeme gelen Kuyu sularının kiralanması ile ilgili olarak Lâpseki Belediye Başkanı Eyüp Yılmaz meclis üyelerinden bu suların kiralanması için yetki talebinde bulunmuş. İlgili madde de şu ifadeler yer alıyor; “5393 sayılı kanunun 18.maddesi (t) fıkrası “Mücavir alanlara belediye hizmetlerinin götürülmesine karar vermek” talep olması halinde boşa çıkan su kuyularının değerlendirilmesine, ücretinin kuyu başı olarak peşin ödeme olursa 20.000,00 TL, diğer şekilde 25.000,00 TL belirlenmesine, bu konuda 10 yıla kadar protokol yapma yetkisinin Belediye Başkanına verilmesine oy çokluğu ile karar verild. Meclis üyesi (CHP’li üye) Nilüfer Soyupak red oyu kullandı” ifadeleri yer alıyor.

.

(Çanakkale Aynalıpazar)

Hırsız bizim hırsızımız, mermi bizim mermimiz – Yetvart Danzikyan

Bu yazı artigercek.com/ dan alınmıştır

8 Şubat Cumartesi günü memlekette olup bitenlere gerçekten yer veren az sayıdaki gazeteden birini açanlar şu tuhaf açıklamalarla karşılaştılar: Mersin Çamlıyayla AKP İlçe Başkanı Mehmet Ali Yetiş, internette yer alan bir görüntüye bakılırsa, hırsızlıkla suçlanan belediye başkan adayı için “Hırsız bizim hırsızımız, yanında yer alırız, yarın burayı Allah korusun kaybetme durumunda bunun hesabını veremeyiz” diyordu. Cumhurbaşkanı Erdoğan ise Sivas’ta bir mitingde konuşmuştu. Son zamanların en can yakıcı gündem maddesi olan sebze ve meyve fiyatlarındaki artışa şu sözlerle değinmişti: “Ne diyorlar domates, biber. Düşünün ya bir merminin fiyatı nedir?” Erdoğan aynı mitingde kadro isteyenleri de azarlamıştı ve şöyle demişti: “Şu toplantıyı provoke etmeyin. Her şeyi verdik, bir şey beklemeyin. Biz Cudi’de Kandil’de terörle mücadele ederken sizin söylediklerinize bakın..”

Şu üç açıklamayı yan yana koyduğumuzda çıkan tablo, Erdoğan rejiminin halihazırdaki durumunu özetler nitelikte. Daha doğrusu önümüze iki seçenek koymakta. a) Erdoğan ve AKP artık her ne olursa olsun seçimlerde mağlup olmayacaklarını anladılar. Dolayısıyla ağızlarına geleni söylüyorlar, taban buna hazır, ne derlerse desinler oy kaybetmeyecekler. Hem çekirdek taban onları (şu ya da bu sebeple) terketmeyecek, hem de seçim sisteminde yapılan değişiklikler, yani sandık taşıma, yeni seçmen yaratma, YSK’nın rejime doğrudan bağlı olması gibi nedenlerle ve medyanın tamamen kontrolleri altında olmasıyla şu sistemde ne yaparlarsa yapsınlar seçim kaybetmeyeceklerini anladılar. b) Her totaliter-baskıcı rejimin başına gelen Erdoğan rejiminin de başına geliyor. Rejim çürüyor, demokratik mekanizmalar, kuvvetler ayrılığı ilkesi işletilmediği için, hiçbir kurum denetlenmediği ve hesap vermediği için, her şey tek adam rejiminde tek adama bağlandığı için sistem artık su kaynatıyor, makinenin her yerinden dumanlar çıkıyor, rejim kendi kendini idame ettiremiyor, “Türkiye uçacak” diye geçilen Cumhurbaşkanlığı sisteminde ekonomi başta olmak üzere hiçbir iş yürümüyor, dolayısıyla rejim kendi kendini sabote ediyor.

Bu seçeneklerden hangisinin geçerli olduğunu net bir şekilde söylemek kendi adıma zor. Kimi zaman ilk ihtimal daha güçlü gibi görünürken kimi zaman da ikinci ihtimal daha güçlü görünüyor. Ya da belki de ikisi birden, iç içe. Unutmayalım, diyalektik, bir yandan da bunu söyler. 

Fakat bir yandan da ayan beyan ortada olan şu var. Erdoğan rejimi gerçekten sıkışmış ve şu belediye seçimlerini bile bir beka sorunu olarak sunmak durumunda kalmıştır. İyi de hangi beka sorunu? Türkiye’yi tehdit eden beka sorunu nedir?

En büyük tehdit olarak görülen darbe girişimi püskürtülmüştür. Kürt meselesi deseniz, yürüyen çözüm süreci rejimin elleriyle berhava edilmiş, Kürtlerin siyasal ve legal zemindeki temsilcisi konumundaki siyasetçiler rejimin iradesiyle hapse atılmıştır. 

Beri yandan çatışmalar da neredeyse durmuş, Kandil için epey bir süredir ağırlıklı mesele Kuzey Suriye’deki yapıyı savunmak haline gelmiştir. Bu süreçte Erdoğan rejimi MHP, devlet içindeki/dışındaki ulusalcılar ve eski derin devlet yapıları ile koalisyon yoluna gitmiş, Kuzey Suriye’deki Kürt yönetimini dağıtmayı kendine öncelikli görev saymıştır. Bu politika çerçevesinde Afrin’e girilmiş, oradaki demografik yapı değiştirilmiş, şimdi de Fırat’ın doğusu gözlere kestirilmiştir. Rusya ve ABD izin verirse oraya da girme hesapları yapılmaktadır. 

Ancak ülke içinde ekonomi ve yargı başta olmak üzere hiçbir iş yolunda gitmemektedir. Bütçeye para girsin diye çıkarılan İmar Affı (iktidar buna ‘barış’ diyecekti tabii) kaçak binaların sistemin içine çekilmesine yol açmış, Kartal’da çöken ve -şimdilik- 21 kişiye mezar olan bina, bu alandaki çürümüşlüğü gözler önüne sermiştir. Ancak bunda da elbette rejim sorumluluk almayacak, suçu başkalarına atacaktır.

Bu tablo içinde Erdoğan rejimi herhalde topluma sunabileceği tek şeyin “mermi” olduğuna kanaat getirmiş olsa gerek. Diğer hiçbir alanda Erdoğan rejiminin ve -artık buharlaşan- AKP ve Hükümet’in topluma sunabileceği bir şey kalmamış durumda. 

Toplum ve özellikle de Erdoğan’ın seçmenleri bu “mermi” siyasetine ne diyecek, başta CHP olmak üzere siyaset alanının aktörleri bu siyasete nasıl karşılık verecek? Önümüzdeki günleri herhalde bu soruların cevapları belirleyecek. 

Bu yazı artigercek.com/ dan alınmıştır

.

Yetvart Danzikyan