Ana Sayfa Blog Sayfa 2591

[Bir Avrupa Macerası] Bu bir Feminist İsyan! – Mehtap Doğan

8 Mart Feminist Gece Yürüyüşü, İstanbul’da ilk kez, 2003 yılında, “Savaş ve İşgal” temasıyla gerçekleştirildi. “Savaşı çıkaran, savaş kararı alanların hepsi erkek, tesadüf mü!” diyen kadınlar, Taksim Meydanı’ndan Mis Sokak’a kadar yürüdüler. 2004 Yılının teması “Kadın Cinayetleri”, pankartı ise “Erkek vuruyor, devlet koruyor”du. Bundan bir yıl sonra yürüyüş Galatasaray’dan başlayıp, Taksim Meydanı’nda son buldu. Kadınlar bu defa “Erkek düzenine itaat etmiyoruz” diyorlardı.

2006 Yılında “Feminist başkaldırı”, 2007 yılında “Patriyarkaya karşı feminist mücadele”, 2008 ve 2009’da “Militarizme, kapitalizme, milliyetçiliğe, patriyarkaya karşı feminist mücadele”, 2010 yılında ise “Erkek egemen düzene karşı feminist mücadele” pankartları taşındı.

17 Yıldır benzer taleplerle, kesintisiz şekilde devam eden 8 Mart Feminist Gece Yürüyüşü, bu yıl polisler tarafından engellenmek istendi. Yoğun güvenlik önlemleri alan polis, Taksim Metro İstasyonu’nu ve İstiklal Caddesi’ne çıkan yolları kapatmakla kalmadı, alandaki kadınlara göz yaşartıcı gaz, plastik mermiler ve köpeklerle müdahale etti.

Kamera: Fatih Pınar

İstiklal Caddesi baştan aşağı inşaat çukurlarıyla dolu olduğunda da, bombalar patladığında da, Olağanüstü Hâl koşulları altında da 8 Mart’ta sokakları, meydanları boş bırakmayan kadınlar, bütün engellemelere rağmen bir kez daha Taksim’i mora boyamayı başardılar.

Sesimizi yükseltmeye devam edeceğiz!

Tüm dünyada kadınların binler, on binler, milyonlar olup sokakları, meydanları doldurduğu, hayatı durdurduğu, hakları ve özgürlükleri için seslerini yükselttiği 8 Mart’a, bu yıl kadınların, “Susmuyoruz, korkmuyoruz, itaat etmiyoruz” sloganı eşliğinde polise gösterdikleri direnç damgasını vurdu.

Polis ablukasına rağmen…

Zambak Sokak önünde barikat kuran polis, bir grup kadını Taksim Meydanı’na doğru sürüklerken, iki yönden sıkıştırdığı diğer gruba biber gazı ve plastik mermilerle saldırıldı. Ancak bütün bu müdahaleler kadınların sesini kısmaya, onları susturmaya yetmedi. Taksim Meydanı’nda başlayan feminist isyan Eminönü’ne doğru yayıldı. “Gelsin baba, gelsin koca, gelsin devlet, gelsin cop”, “İnadına isyan, inadına özgürlük”, “Tayyip kaç kaç kadınlar geliyor”, “Dünya yerinden oynar kadınlar özgür olsa” sloganları sadece Taksim’de değil, Galata, Cihangir, Eminönü sokaklarında da yankılandı.

“9 Mart, Solcu abilerin döviz eleştirme günü”

Tüm engellemelere rağmen Fransız Kültür Merkezi önünde toplanan kadınlar, 121 gündür tecridin kaldırılması talebiyle açlık grevi eylemini sürdüren Leyla Güven’i, Ankara’da tecavüz edilip bir gökdelenin 20’inci katından atılan Şule Çet’i, iyileşmek için donör bekleyen 3,5 yaşındaki Öykü Arin’i de unutmadılar

“Diktatör değil vibratör istiyoruz”, “Vajinam şekil, önümden çekil”, “La gardaş bu biseksüel size ne etti?”, “Sen onu benim kilitorisime anlat”, “Kalkıp bir bardak çay koymaz, 8 Mart’a geleceğim diyor” gibi birbirinden renkli dövizler ise bu yıl “Solcu abiler” tarafından en çok eleştirilecek dövizler arasına girdi.

Kadınlar mı, emekçi kadınlar mı?

Bazen, 8 Mart’ta solcu erkeklerden gelen mesajları cevaplamak, onların eleştirilerine karşılık vermek Taksim Meydanı’nda polise direnmekten daha yıpratıcı olabiliyor. Örneğin “8 Mart’a emek vermiş bir kadın olarak, emekçi kadınlar gününü kutluyorum” yazan bir mesaja, “Ben kadınları emekçi ve diğerleri diye ayırmayı doğru bulmuyorum” dediğinizde, en az üç gün sürecek bir tartışmanın fitilini ateşlemiş oluyorsunuz. Bir de bunu aynı gün içinde, birden fazla erkekle yaptığınızda çekilmez bir çileye dönüşüyor.

8 Mart’ın “Dünya Kadınlar Günü” mü, “Emekçi Kadınlar Günü” mü olduğu konusunda sadece solcu erkekler değil, elbette kadınlar ve örgütler arasında da görüş ayrılıkları var. Yaklaşımlardan biri, kadına yönelik şiddet, baskı ve ayrımcılığın sınıftan bağımsız olarak tüm dünya kadınlarının sorunu olduğu, dolayısıyla tüm kadınların günü olduğu, diğeri ise biraz da tarihselliği nedeniyle emekçi kadınların dayanışma günü olduğu yönünde.

Ben kadınlar günü diyenlerdenim. Neden mi?

8 Mart’a neden “Emekçi Kadınlar” değil de, “Kadınlar Günü” demeyi yeğlediğimi, aktivist olduğumu bilen Solcu arkadaşlardan aldığım kutlama mesajları eşliğinde açıklamaya çalışayım.

1. Mesaj: “AVM köşelerinde bugünü sulandıran, popüler kültüre meze eden kadınla, emeği uğruna yaşamını ölüme yatıran kadını aynı gözle göremiyorum.”

Zengin, fakir, işçi, patron fark etmeksizin bütün kadınlar herhangi bir ücret almadan erkeklere hizmet ediyorlar. Yemek pişirmek, temizlik yapmak, çamaşır, bulaşık yıkamak, çocuk, yaşlı, hasta bakmak gibi evdeki erkeklerin yapmadıkları işleri yapıyorlar. Fiziki, ekonomik, psikolojik ya da cinsel şiddet görüyorlar. Bu yüzden, 8 Mart’ı “AVM köşelerindeki” kadının da, “yaşamını ölüme yatıran” kadının da günü olarak görüyorum.

2. Mesaj: “Ben demiyorum ki 8 Mart kadınların değil, tabi ki kadınların. Ama sadece işçi kadın değil, evinde eline süpürge alan, çamaşır yıkayan kadın da emekçi. O yüzden emekçi kadınlar demeniz gerekiyor.”

Öncelikle şunu merak ediyorum. Acaba 17 yıldır Türkiye’de gece yürüyüşünü organize eden, katılan, kadına yönelik şiddete karşı aktivizm yapan, sadece 8 Mart’ta değil, Gezi’de, 1 Mayıs’ta, 25 Kasım’da polis copuna, gaz fişeğine, plastik mermiye, tazyikli suya maruz kalmayı, izdihamda ezilmeyi, işten atılmayı, TOMA önünde koşturmayı, horlanmayı, mimlenmeyi göze alan kadınlar solcu erkekler kadar kadın emeğine kafa yoramıyorlar mı? “Evinde eline süpürge alan, çamaşır yıkayan” kadının emeğini göremedikleri için “emekçi kadın” söylemine karşı çıkmaları mümkün olabilir mi? Emekçi olmayan kadın var mı?

5Harfliler sitesinde yayınlanan “Hangi 8 Mart’sınız? Kadınlar Günü mü? Emekçi Kadınlar Günü mü?” yazısında geçen şu cümle aslında durumu pek güzel özetliyor: “İşçisi, tuzu kurusu eciş bücüş adamlara direnmeyenimiz, emekleri kurda kuşa yem edilmeyenimiz mi var? 8 Mart’ı kapitalizme kaptırmamak için “emekçi” kelimesine muhtaç değiliz çok şükür. Ömrümüz dişlerimizle kazandığımız mevzileri savunarak geçiyor.”

Kadın mücadelesine emek veren biri olarak, ben kadınları emekçi ve diğerleri diye ayırmayı doğru bulmuyorum. Çünkü, “emekçi” denildiğinde akla ilk olarak ücret karşılığı bir işte istihdam edilen kadınlar geliyor. Dünya Kadınlar Günü söylemi ise sadece işçi kadınların emeğini değil, ev içi emeği de kapsıyor. Ayrıca Dünya Kadınlar Günü, sadece emek sömürüsünü değil, aynı zamanda cinsiyet üzerinden ezilmeyi de vurguluyor. Fabrika işçisi, seks işçisi, burjuva, ev kadını, hetero, lezbiyen tüm kadınlar aynı sorunları yaşıyor ve hayatın erkek bakışına, egemenliğine göre biçimlendirildiği, hane içinde kocanın, babanın, abinin üstünlüğünün kabul edildiği patriyarkal düzende eziliyorlar.

3. Mesaj: “Ben, ’Tayyip’in ikinci, üçüncü, beşinci eşi olmaya hazırım’ diyen kadınla, kadın hakları için hayatını riske atan kadını aynı kefeye koyamıyorum.”

Ben de koyamıyorum, çünkü söz konusu iki kadının aynı avantajlara, bilgi birikimine, sosyal ağa, aileye, direnç gösterecek güce sahip olduklarını düşünmüyorum. “Ben Tayyip’in eşi olmaya hazırım” diyen kadına ideolojik olarak katılmasam da, haklarını savunmamız gerektiğine inanıyorum.

Türkiye’deki okuryazarlık oranlarında cinsiyetler arası büyük bir eşitsizlik söz konusu. 2016 Verilerine göre, ülkemizde 6 yaş ve üzeri nüfus içerisinde yaklaşık 2,5 milyon kişi okuma yazma bilmiyor. Bu nüfusun içerisinde kadınların oranı ise yüzde 84. 6 Yaş üstü kadın nüfusun yüzde 5,9’u okuma yazma bilmezken, erkeklerde bu oran yüzde 1,1. Rakamlar arasındaki uçurumun en önemli nedeni ise kadınlara erkeklerle aynı fırsatların sunulmuyor olması.

Türkiye’de aileler erkek çocuklarına okula gitmeleri için gerekli imkânları sağlarken, kız çocuklarını maddi imkânsızlığı gerekçe göstererek okuldan alıyor. Kızlardan kardeşlerine bakması, tarlaya tapana gitmesi, ev işlerini yapması beklenirken, oğlanlar top peşinde koşturuyor.

2016 yılında gerçekleşen toplam evlilikler içerisinde 16 veya 17 yaşında evlendirilen kız çocuklarının sayısı 27 bin 637. Tabi bu rakama dini nikâhlar dâhil değil. Reşit olmadan evlenen erkeklerin sayısı ise bin 319. Daha 18’ine girmeden kendisinden yaşça büyük adamlarla evlendirilen çocuklardan önce kadınlık ve gelinlik, sonra da analık yapmaları isteniyor. “Mutfakta aşçı, yatakta fahişe, sokakta hanımefendi” olması, yazgısına boyun eğmesi, erine itaat etmesi, “eksik etek” olduğu için her yere gitmemesi, elinin hamuruyla her işe karışmaması, “saçı uzun, aklı kısa” olduğu için fikir beyan etmemesi tembihleniyor. Hayatı boyunca türlü baskılara ve şiddete maruz kalmış, erkekliği otoriteyle özdeşleştirmiş bir kadının hane erkeklerinin desteklediği bir partiyi desteklemesinden, Erdoğan gibi bir diktatöre hayranlık duymasından ve böyle bir adamın eşi olmayı istemesinden daha olağan ne olabilir ki? Bu yüzden öfkemizi bu kadına değil, onu bu hale getiren sisteme yönlendirmemiz gerekiyor. Benim sorunum Tayyip’in eşi olmak isteyen kadınla değil, benim sorunum kadını kadına düşman eden, kadını ezen, haklarını elinden alan patriyarkayla. Bu yüzden 8 Mart sadece emekçi ve Solcu kadınların değil, o kadının da günü olmalı diyorum.

4. Mesaj: “8 Mart’ın kadınlar günü olarak kutlanması, bu özel günün içinin boşaltılmasına neden oluyor.”

8 Mart’ın tarihi 1857’de New York’taki dokuma işçisi kadınların daha iyi çalışma koşulları için başlattıkları greve ve 1908’de işçi kadınların meşhur ‘Ekmek ve Gül’ sloganıyla giriştikleri eylemlere kadar uzanıyor. “Ekmek” ekonomik adaleti ve güvenceyi, “Gül” ise daha iyi yaşam koşullarını simgeliyordu.

1909’da Amerikan Sosyalist Partisi şubat ayının son pazarının “Kadın Günü” olarak kutlanmasına karar verdi. Bundan bir yıl sonra yani 1910’da da Kopenhag’da gerçekleştirilen 2. Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda 8 Mart’ın Uluslararası Kadın Günü olarak kutlanması kararlaştırıldı. Louise Zeitz’ın Gleicheit’ta yazdığı kadınlar günü önerisini Clara Zetkin bu toplantıda önerge haline getirdi. Günün 8 Mart olarak kararlaştırılması ise 1913’leri buldu.  

25 Mart 1911’de New York’taki bir gömlek fabrikasında çıkan yangında çoğu İtalyan ve Yahudi olan 140 kadının, önlemlerin yetersizliği nedeniyle, yanarak ölmesinin ardından, yaklaşık 100 bin kişi sokağa döküldü. 8 Mart Rusya’da ilk kez 1913’de, Türkiye’de ise 1921’de kutlandı. 8 Mart 1977’de Birleşmiş Milletler tarafından Uluslararası Kadınlar Günü olarak tanındı. Bu kararın ardından da Türkiye’de ilk kitlesel kadın yürüyüşü yapıldı.

80’lerde feminist hareketin ortaya çıkışıyla birlikte de “8 Mart kimin?” kavgası başladı. Çünkü feminist hareket, kadınları ezenin erkek egemen sistem olduğunu ve tüm kadınların ortak bir ezilmişlik yaşadığını, dolayısıyla da kadın kurtuluş mücadelesinin öznesinin sadece işçi kadınlar değil tüm sınıflardan kadınlar olduğunu söylüyordu.

TÜİK Kasım 2017 Temel İşgücü Göstergeleri veri tabanına göre ülkede 15 yaş ve üzeri toplam nüfus 60 milyon 223 bin. Bu nüfusun 30 milyon 399 bini kadınlar ve 29 milyon 824 bini de erkeklerden oluşuyor. İşgücü olarak nitelendirilen nüfus ise 31 milyon 790 bin; bu sayının 10 milyon 287 bini kadınlar, 21 milyon 503 bini ise erkekler.  İstihdam edilen nüfus içerisinde de toplam 8 milyon 904 bin kadın ve 19 milyon 612 bin erkek var. Bu sayılar oransal olarak değerlendirildiğinde büyük bir eşitsizlik göze çarpıyor; çünkü 15 yaşın üzerindeki toplam nüfus içerisinde istihdam oranı erkeklerde yüzde 65,8 olmasına rağmen, kadınlarda bu oran yüzde 29,3 seviyesinde kalıyor.

Ayrıca kadınların işsizlik oranı da erkeklerinkinden daha fazla. Erkeklerde işsizlik oranı yüzde 8,8 iken, kadınlarda bu oran yüzde 13,7. Kadınların yaklaşık 11 milyonu, “ev işleriyle meşgul” olduğu için iş gücüne katılım sağlayamıyor. Türkiye’de yüksek öğretim mezunu olmak da yetmiyor. İstatistikler yüksek öğretim mezunu kadınların da yüzde 21,3’ünün işsiz olduklarını gösteriyor. AB’ye üye ülkelerde ise bu oran sadece yüzde 5,1.

Rakamlardan da anlaşılacağı üzere kadınların büyük bir kısmı evde, bir kısmı da hem evde hem de işte mesai yapıyor. Üstelik evde yapılan mesaiden maddi bir kazanç sağlanmıyor. Ücret karşılığı çalışan ya da çalıştığı işte hak ettiği ücreti alan kadın sayısı ise oldukça az. Kısacası, “Kadınlar Günü” söyleminin, 8 Mart’ın içini boşalttığı fikrine kesinlikle katılmıyorum. Aksine ücretli emeğe, ücretli emek sömürüsüne işaret eden “Emekçi Kadınlar Günü”nden daha kapsayıcı olduğunu düşünüyorum.

Sonuç olarak bir 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü daha geride bıraktık. Taksim Meydanı’nda toplanmaya çalışan kadınlara engel olunmuş, gazla, plastik mermilerle, köpeklerle müdahale edilmiş, basın açıklaması yapmalarına izin verilmemiş, saatler 21.30’u gösterdiğinde cadde tamamen boşaltılmış olsa da biz kadınlar sesimizi yükseltmeye, feminist isyanı büyütmeye ve Taksim’de toplanmaya devam edeceğiz.

Susmuyoruz, korkmuyoruz ve feminist isyana yapılan bu müdahaleyi kabul etmiyoruz.

Yaşasın 8 Mart. Yaşasın feminist mücadelemiz.

Mehtap Doğan

[email protected]

Ömrümün caddesi İstiklal ve 8 Mart ya da var mı bu sorulara bir cevabınız? – Filiz Kerestecioğlu

Bu yazı t24.com.tr sitesinden alındı

8 Mart. Saat 15.00’te İstiklal Caddesi’ndeydim. 20 yıldan fazla çalıştığım avukatlık büromun caddesi.
Kadın Hakları Merkezi’ni kurduğumuz baronun caddesi.
Faili meçhullerin yakınlarına, hak ihlallerine kapı olan İHD’ye, şiddet mağduru kadınlara sığınak olan Mor Çatı’ya, ömrümün çok önemli dönemlerini geçirdiğim sokaklara açılan cadde…
Müziğin her rengine kucak açan cadde.
Yıllardır her gösteriye tanık olan cadde.
Sokak köpeklerinin, korkmak bir yana en çok eylemcileri sevdiği, onlarla yürüdüğü cadde…
Cumartesi Anneleri’nin, kayıp yakınlarının, hasta tutsakların yakınlarının caddesi…

Saat 16.00’dan itibaren caddenin tüm sokakları demir parmaklıklarla çevrelendi! Dur! Geçiş yok!
Neden derseniz; öncelikle ezelden ebede bir uydurmaca var hayatımızda biliyorsunuz: Güvenliğiniz için!!!

Gün boyu tacizler, yıldırmaca, kimse caddede toplanmasın diye spekülatif haberler…
Esnafa 16.00’dan itibaren dükkanlarınızı kapatın bildirimleri…
Ne oluyor? Bugün 8 Mart!
Adeta 8 Mart’a karşı seferberlik ilan edilmiş!
Çünkü geriye kalan neydi bu caddeden: 8 Mart Feminist Gece Yürüyüşü.
Onu da yok edelim, rahat edelim! Tatsız tuzsuz ettiğimiz bu caddeyi hepten susuz, soluksuz bırakalım!

Ben size şöyle diyeyim sayın kifayetsiz muhteris muhteremler!
Ne burnumuzdaki gaz sızısı, ne bacağımızdaki tekme dahi olamazsınız! Uçup gider bunlar; uçucudur!
Siz kadınları yürütmediniz öyle mi! Öyle sanın iyi gelir!
Kadınlar İstanbul’un her yakasından, Galata Köprüsü’nden, en uzaklardan akın akın geldiler.
Çocuklarıyla, anneleriyle gelen arkadaşlarım vardı!
Birisinin 13 yaşındaki kızı soruyordu; “Polislerin hepsi kötü olamaz değil mi anne? Bak şu mesela gülümsedi bize! Niye bu kadar çoklar, yürüsek ne olurmuş?”
Var mı bu sorulara cevabınız!
Arkadaşım verdi cevabı “Tabii ki olamaz kızım ama onlar bir kararla gelmişler buraya!”

Siz plastik mermicilere, gazcılara emir verirken şuncacık kalbiniz, insanlığınız var mıydı gerçekten?
Binlerce kadın bekliyordu yürümek için. Binlerce kadın bir valinin emniyete cevabını bekliyordu! Ve o yürütmeyin, dağıtın emrini verdi. Bu kadar basit. Ha polisler emir kuluydu, vali de emir kuluydu.
Peki emri veren kimdi? Ve de bu kadar mı emir kulu olunur bir memlekette?

Kimseye saldırmayacakları, kimseyi incitmeyecekleri çoktan ve 16 yıldır belli olan bir kadın yürüyüşüne saldırmak, saldırtmak için bu kadar mı kuldunuz?
Var mı bu soruya bir cevabınız?
Beyaz saçlı olanlar öne geçsin diyen kadınlar vardı yürüyüşte! Genç kadınlara daha çok zarar verileceğini düşünüyorlardı!
Var mı bu düşünceye bir cevabınız?
Yoksa Dilipakgillerden misiniz siz de! Hani o “8 Mart’a gidenler fahişeliğe yakındır” diyenlerden!

16 yıldır yürüyen kadınlar kimi taciz etti, kimi öldürdü, kime cinsel saldırıda bulundu, kime hakaret etti, kimi aşağıladı, kime kibirlendi, kimin emeğini çaldı, hangi savaşı çıkardı peki?
Var mı bu sorulara bir cevabınız?
Biz 8 Mart’ı kutladık kardeşim! Hem de doyasıya, hem de direne direne… Tarih 8 Mart 2019’u böyle yazdı. Gerisi laf-ı güzaf. Derdinize yanın!

Fotoğraf: Hayri Tunç

Filiz Kerestecioğlu – T24.com.tr

“Ben Her Zaman Öteki’nin Alanındayım” Agâh Uğur Kolleksiyonu’ndan bir seçki

Müze Evliyagil, 9 Mart – 14 Temmuz 2019 tarihleri arasında küratörlüğünü Beral Madra’nın üstlendiği “Ben Her Zaman Öteki’nin Alanındayım: Agâh Uğur Koleksiyonu’ndan Bir Seçki” başlıklı sergiye ev sahipliği yapıyor.

Sergide, Agâh Uğur koleksiyonunda bulunan, 2000’li yıllarda farklı zaman ve coğrafyalarda kadın ve erkek imgeleri üzerinden üretilmiş, 21 sanatçının eserlerinden bir araya getiriliyor.

Sergi, videolardaki erkek ve kadın performansları farklı coğrafyalar, kültürler, zaman ve mekânlarda yapılmış olmasına karşın, bu performansların bir karşılıklılık ya da karşıtlık, bir söyleşi ya da tartışma barındırdığı iddiasını taşıyor.

Videoların ideolojik ve kavramsal içerikleri ise hakikati arayan izleyiciye mevcut toplumsal, siyasi ve iktisadi düzen içinde kadın ve erkek kimliklerinin bir kez daha ve bu videolar aracılığıyla irdelenmesini ve şifrelerin keşfedilmesini öneriyor.

(Yeşil Gazete)

[Cadı Kazanı] Dayatılan kadınlık, yüceltilen erkeklik- Nuran Seyhan Bayer

Aslında bu hafta gıda israfı konusuna devam edecektim, “kadınlık” konusuna girmeyi hiç istemedim, çünkü girersem çıkamayacağımı biliyordum.

Yirmili yaşlarımda İlerici Kadınlar Derneği (İKD) ile başladığım feminist aktivistliğini, zaman zaman aile ve çocukların da önüne koyarak büyük bir özveriyle 5 yıl öncesine kadar sürdürdüm. Türkiye’nin ilk kadın sığınma evini açan Kadın Dayanışma Vakfı’nın kurucusu 40 kadından biri olmak, hep onurum oldu. Yine kurucularından biri olduğum İRİS Eşitlik Gözlem Grubu’yla kadın hakları konusunda yapılan her türlü çalışmaya ortak olmak, medeni ve ceza yasalarının değiştirilmesinde lobicilik yapıp saatlerce erkek milletvekillerinde hatta bazen, zaten minimum sayıdaki kadın milletvekillerinde farkındalık yaratmak için çabalayıp durmamız, kadınların karar mekanizmalarında yokluğunu ortaya koyan yayımlanmış araştırmalarımız, Avrupa birliğine sunulan raporlar, MEDİZ (Kadınların Medya İzleme Grubu) ile yapılan çalışmalar, RTÜK’e yapılan başvurular, sunulan raporlar… Ve her an geriye doğru giden geldiğimiz nokta. Mehter takımını da geçen bir ileri iki geri adımlar…

Bu konuda söyleyecek sözümün neredeyse hepsini, yine televizyondaki yönetmenlik kariyerimin doruğu olarak gördüğüm, aldığım Sedat Simavi ödülüyle onurlandırıldığım “Sesimi Duy” adlı belgeselimde söylemiştim. Peki, o zaman geriye ne kaldı ki bu yazıyı yazma gereği duyduğumu soracaksınız, anlatayım:

Genelde çok fazla televizyon seyretmem, gündüz saatlerinde ise hemen hiç, çok özel bir şey olmazsa. O özel şey, çalışma hayatımın 40 yılını geçirdiğim TRT’nin yeni (aslında varken yok edilen eski) bir kanalı, kültür ve sanat kanalı olacağı iddiasıyla yayına başladığı TRT-2 oldu. Biraz da eskiye özlem duygusu ağır bastı ve gündüz gündüz açtım televizyonu. Açtığım anda, piyanist Anjelika Akbar’ın sunduğu ve konuğu piyanist Gülsin Onay’ın olduğunu sonradan anladığım çok da hoş bir programla karşılaştım. Gülsin Onay’ı sesinden hemen tanıdım tabii ama yüzünü gördüğümde tereddüt etmedim dersem yalan söylerim. Yaşadığım şoku atlatınca anlamaya çalıştım; yetenekli dünya çapında tanınan, özellikle Chopin yorumlarıyla bildiğimiz bu nedenle Polonya’nın bir madalyayla teşekkür ettiği, ayaklarının üzerinde sıkıca duran bir sanatçı -piyanist olarak, yıllarca her türlü zorluğa göğüs geren bu harika kadının, dayatılmış kadınlığın bir parçası olan her daim genç görünmek yalanına inanmış olma olasılığı neden oldu bu yazıyı yazmama.

Martha Argerich

Daha birkaç gün önce, hazırlamayı düşündüğüm bir radyo klasik müzik programı için araştırma yaparken, zorlu hayatını okuduğumda bir kez daha hayranlık duyduğum, dünyanın en tanınan ve yorumlarıyla bir efsane yaratan piyanist Martha Argerich’in son günlerdeki görüntüsü geldi gözümün önüne. Yaş dönümünü simgeleyen siyahtan griye dönen uzun dalgalı saçları ve yüzünde artık bilgeliğe ulaştığını anlatan derin çizgiler. Yıllarca önce İstanbul Müzik Festivalinde, hiç ak düşmemiş saçları, ateşli çalışını destekleyen gençliğindeki görüntüden çok bir şey kalmamış ama yorumları daha anlamlı ve huzurlu. Daniel Barenboim geçkin yaşına rağmen bir piyanist olarak ne kadar değerliyse Martha Argerich de, Gülsin Onay da öyle. Kadın ya da erkek, görüntü değil sanatlarıyla var oluyorlar.

Oysa kadın bir sanatçıya, asla bir erkek sanatçıya sorulmayan bir soru her zaman olduğu gibi TRT-2 deki sunucunun, aynı zamanda kadın ve piyanist olan Anjelika Akbar’ın da dudaklarından dökülüveriyor: “ Aynı zamanda anne siniz ve bir aileniz var, bunu nasıl başarıyorsunuz?” Hiçbir erkeğe sorulmayan “kadınlara mahsus” bir soru bu. Sanmayın ki sadece bizde soruluyor tabii ki hayır. Hatta Martha Argerich’in yaşamının konu alındığı “Bloody Daughter” (2012) adlı belgeselde, sanatçı piyano çalışırken kızının piyanonun altında uyuduğu anlatılır. Ben hiçbir erkek piyanistin çalışırken çocuklarının piyanosunun altında uyuduğunu, yani çocuklarına çalışmaları yüzünden yeterli ilgiyi göstermediğine dair bir bilgiye hiç rastlamadım. Eğer bir bileniniz varsa lütfen beni de bilgilendirsin…

Sadece kadın sanatçılar için değil, her alanda kadın için dayatmalara şahit oluruz,  medya da bunun yansımasını en rahat gördüğümüz bir alan ve Türkiye’de durum oldukça iç karartıcı.

BBC ya da CNN gibi köklü televizyonlarda, üzerinde bile zor durdukları her halinden rahat olmadığı anlaşılan aşırı yüksek ince topuklu ayakkabılar, pür makyaj ve hatta botokslu yüzleriyle kadın haber ya da program sunucularına hemen hemen hiç rastlanmazken, bizde çoğu kez aynı tornadan geçmiş gibidirler… Tabii artık bir de, birbirine benzeyen kadınlar yaratan botoks var. Oysa ak saçlı, kırışık yüzlü onca anchorman ( tabii man kelimesi İngilizcede herkesi kapsadığı için anchorwoman olmaz!) ,var oluşlarını genç görüntülerine değil ilerleyen yaşlarının onlara sağladığı deneyim, bilgi ve bilgeliklerine borçluydular. Çünkü bilgi ve deneyim her şeydir. Oysa kadın sunucular için bu Türkiye’de hiç geçerli olmadı. En önemli kriter güzellik ve gençlik olurken bilgi ve deneyim hiç önemsenmedi. Tabi az da olsa istisnalar yok değil ama genel geçer kabul bu ne yazık ki. Sözün özü, erkekler yaşlandıkça yüceltiliyor, kadınlar yaşlandıkça genç görünmeleri için kozmetik sanayisinin ve plastik cerrahinin olanakları dayatılıyor.

Bütün bu anlattıklarım buz dağının sadece görünen kısmı yani sonucu. Dedim ya dayatılan kadınlık konusuna girince toplumsal cinsiyetten başlayıp erkeklerin yazdığı tarihe kadar uzanan binlerce yıllık bir oluşumun katmanlarını tek tek ayırmanız gerekir.

“Olanca kötülüğün, karanlığın içinde her şeye rağmen ışık vardır ve ışığa zaten en çok ‘karanlık zamanlar’da ihtiyaç duyarız. Her doğum bir mucize, her insan yeni bir başlangıçtır ve insanlar bir araya gelip ortak eylemde bulunabildikleri sürece umut da vardır. Dünya sevgisini mümkün kılan, içinde yaşadığımız dünya için sorumluluk alıp ortak eylemde bulunma yetimizdir.”
                                                                                                 HANNAH ARENDT

Nuran Seyhan Bayer

Bruno Barbey” My Morocco” sergisiyle Leica Gallery İstanbul’da

Fas doğumlu, İsviçre- Fransa vatandaşı fotoğraf sanatçısı Bruno Barbey, son projesi olan Çin fotoğraflarının yer aldığı bir sergiyle geçtiğimiz yıl Bursalı fotoğrafseverlerin karşısına çıkmıştı. Bruno Barbey, 14 Mart’ta, ilk kez 1999’da Paris Petit Palais’te sergilenen ve otuz yıla yayılan bir zaman içerisinde çektiği Fas fotoğraflarını içeren “My Morocco” başlıklı kişisel sergisiyle Leica Gallery İstanbul’da yer alacak.

Bruno Barbey

Bruno Barbey, 1941’de Fas’ta dünyaya geldi. İsviçre- Vevey’de bulunan Ecole des Arts ve Métiers’de fotoğrafçılık ve grafik sanatı eğitimi aldı.

1961-1964 yılları arasında bir ulusun ruhunu yakalamak amacıyla, İtalyanları bir tiyatro sahnesinde rol oynayan oyuncular olarak fotoğrafladı.

Dennis STOCK, Josef KOUDELKA, Bruno BARBEY ve William KLEIN. Magnum Ofisi  Paris, 1981.

1964’te Magnum Photos’la çalışmaya başladı. 1978-1979’da Magnum Başkan Yardımcısı ve 1992- 1995 yılları arasında Magnum Uluslararası Başkanlığını yaptı.

İlk sergisi 1967’de Paris Ulusal Kütüphanesi’nde açılan İtalya fotoğraflarını içeren sergisiydi. 

Bruno Barbey beş kıtada fotoğraflar çekti. Nijerya, Vietnam, Orta Doğu, Bangladeş, Kamboçya, Kuzey İrlanda, Irak ve Kuveyt’teki savaşları ve çatışmaları ele aldı. Çalışmaları dünyanın önde gelen dergilerinde yayımlandı.

Fotoğraf çalışmalarını içeren otuz kitap yayımladı. Paris’teki Avrupa Fotoğraf Evi, 2015-2016’da, bugün dünyayı dolaşan retrospektif sergisiyle eş zamanlı retrospektif kitabı “Passages” ı yayınladı.

Bruno Barbey, Paris, Halle Aux Vins’te, 1968
Bruno Barbie’nin son kitabı “68 Mayıs’ın Kalbinde” 2018’de yayımlandı. Kitabın metinlerini Phillippe Tesson yazdı.

Bruno Barbey, Ulusal Liyakat Nişanı da dâhil olmak üzere çalışmaları için sayısız ödüller aldı. 2016 yılında Fransa’da Institut de France Académie des Beaux-Arts üyeliğine seçildi.

Bruno Barbey’in fotoğrafları bugün birçok müzenin koleksiyonlarında yer alıyor.

Sanatçı bugünlerde Çin’i fotoğrafladığı büyük bir fotografik proje üzerinde çalışıyor.

Bruno Barbey’in otuz yıla yayılan bir zaman içerisinde çektiği Fas fotoğraflarını içeren “My Morocco” başlıklı kişisel sergisi 14 Mart’ta Leica Gallery İstanbul’da açılıyor.

(Yeşil Gazete)

Selçuk Demirel’den yeni bir kitap: PSİ – Bilinçaltından Gerçeküstüne

“Mutluluk denen şey, yetişkinlik döneminde gerçekleşen bir çocukluk düşüdür.” Sigmund Freud

Selçuk Demirel, Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan yeni kitabı PSİ’de psikanalizin temel kavram ve durumlarından hareketle dünyaya salınmış bireyin ruh halinden kesitler sunuyor. Kitapta yer alan çalışmalara zaman zaman Freud, Jung, Nietszche, Poe, Pessoa, Lacan gibi isimler eşlik ediyor.

Kendine özgü çizgisinin yazın ile sürekli kesiştiği sanatçıların başında gelen Selçuk Demirel, Freud’un açtığı kapının eşiğinde, desen ve resimleriyle, bilinçaltı ile yalın gerçeklik arasında insanlık durumuna göndermelerde bulunuyor. Çizgi yoluyla kendisinin ve insanların varoluş sorunlarını anlamaya çalışıyor.

PSİ – Bilinçaltından Gerçeküstüne, bu bağlamda zorlu bir konunun üstünden hakkıyla geliyor.

(Yeşil Gazete)

DigitalSSM ve Araştırma Alanı açıldı

Sakıp Sabancı Müzesi’nin 2013‘te kuruluşunun 10. yılında kültürel mirasın korunmasına katkı sağlamak amacıyla hayata geçirdiği dijital arşiv platformu digitalSSM projesi 6 yıl sonra Müze’nin içindeki yeni mekânında “digitalSSM Arşiv ve Araştırma Alanı” ismi ile 8 Mart’ta hizmet vermeye başladı.

digitalSSM’in fiziksel bir mekâna kavuşmasıyla birlikte, 2003 yılından bugüne Sakıp Sabancı Müzesi’nin düzenlediği sergilere ait tüm içerikler de farklı kullanıcıların erişimine açılıyor. Müze, bu proje ile müzeoloji çalışmaları açısından da önemli bir platform olmayı hedefliyor. İçeriğin çeşitlenmesi ve zenginleşmesi, sanata daha kolay erişebilirlik ve paylaşılabilirlik digitalSSM’in ulaşacağı toplulukları da genişletecek. digitalSSM, bu yeni mekânı ile dijital stratejiler belirleyebilen, stratejilerini uygulamaya koyabilen ve işbirlikleri üretebilen bir platforma dönüşmeyi hedefliyor.

digitalSSM nedir?

digitalSSM, Sakıp Sabancı Müzesi (SSM) koleksiyonlarının ve arşivlerinin dijitale taşınarak, kültürel mirasın korunması çalışmalarına katkı vermek amacıyla hayata geçirdiği bir dijital arşiv platformu. Bu platform, bugüne kadarki yapısıyla daha çok Kitap ve Hat Sanatları ile Türk Resim Sanatı üzerine araştırma yapan kişiler için önemli bir çevrimiçi kaynak durumundaydı. digitalSSM’in öncelikli amacı ise sanata erişimin önündeki engelleri kaldırmak ve herkes için eşit erişim imkânı sağlamak.

Platformun, artık fiziksel bir mekâna kavuşmasıyla birlikte genişleyen yapısı ile araştırma ve arşivin farklı tipteki kullanıcıların ihtiyaçlarını karşılayabilecek ve kültüre katılımın önündeki engelleri aşacak bir nitelik kazanması sağlanacak.

İşbirlikçi ve paylaşımcı bir model

digitalSSM Arşiv ve Araştırma Alanı’nın odak noktasını, dijital ortama aktarılan ya da dijital ortamda üretilen bilginin uzun süreli korunmasında stratejiler oluşturmak şeklinde ifade edebiliriz. Dijital arşivlerin sürdürülebilirliği, bilginin tanımlanmasında standartların üretilmesi, açık kaynak, açık erişim, dijital sanatın sürdürülebilir depolanması gibi başlıklar araştırma sahasını oluşturuyor. Platformun odağı esasen Sakıp Sabancı Müzesi’nin koleksiyonları, arşivleri ve düzenlenen sergilere ait içerikler üzerine olmakla birlikte, Sakıp Sabancı Müzesi, diğer kültür kurumlarıyla işbirliği içerisinde olmanın, birlikte stratejiler ortaya koymanın da önemli olduğunu düşünüyor.

digitalSSM, kısa bir süre içerisinde, Stanford Üniversitesi öncülüğünde yürütülen The Digital Library of Middle East dijital platformu için işbirliği teklifi de aldı. Platform; Stanford Üniversitesi, Harvard Üniversitesi, Princeton Üniversitesi, Metropolitan Müzesi ve Penn Müzesi gibi kurumların katkı sağladığı, prototipi tamamlanan projeye dâhil olacak ve çalışmalarını uluslararası bir platformla paylaşacak. Bu işbirliği, platformun işbirlikçi yaklaşımını gösteren önemli bir örnek.

Dijitalden fiziksele gelişen ve değişen kullanıcılar

digitalSSM, daha çok araştırma ve yapılan araştırmalara görsel desteği sağlamak amacıyla kullanılan bir platform. Yurt içi ve yurt dışından akademisyen, araştırmacı, kültür-sanat kurumlarında çalışan profesyoneller, sanat tarihi öğrencileri platformun kullanıcı profilini oluşturuyor. digitalSSM’e erişim, ağırlıklı olarak Türkiye, sonra sırasıyla Amerika Birleşik Devletleri, Mısır, Almanya, İran, Fransa ve Bahreyn gibi ülkelerden sağlanıyor.

Platformun, izleyici geliştirme ve katılımcı yaklaşımı temel alan politikalar ile ürettiği etkinlikler de düzenli olarak bu mekânda gerçekleşecek. Konferans, açık ders ve atölye formatlarında gerçekleşecek etkinliklerin ilki, 8 Mart günü saat 14.00’te, Prof. Dr. Yaşar Tonta’nın “Kültürel Miras Yönetiminde Bellek Kurumlarının Rolü” başlıklı konuşmasıyla başladı.

digitalSSM Arşiv ve Araştırma Alanı’nda gerçekleşecek ikinci etkinlik ise, 10 Nisan günü saat 14.00’te “Açık Erişim” konusunda önemli çalışmaları olan İlkay Holt’u ağırlayacak. Platform, bundan sonraki etkinliklerini ise “dijital koruma” üzerine yoğunlaştırarak, sanatçılar, küratörler, konservasyon uzmanları ve bilişimciler ile konunun farklı boyutlarını ele alacak.

(Yeşil Gazete)

“Yeldeğirmeni’nden Kent Öyküleri II“ sergisi CKM’de açıldı

Kadıköy Belediyesi Caddebostan Kültür Merkezi (CKM) Sanat Galerisi, 7 Mart – 3 Nisan 2019 tarihleri arasında “Yeldeğirmeni’nden Kent Öyküleri II” başlıklı sergiye ev sahipliği yapıyor. Sergi, tarihi doku ve belleği ile Kadıköy’ün en önemli yerlerinden biri olan Yeldeğirmeni’nde üretim yapan sanatçıların eserlerine yer veriyor.

Bu yıl ikinci kez düzenlenen sergide, Yeldeğirmeni’nde atölyesi olan ve üreten, farklı disiplinlere sahip 14 sanatçının eserleri sergilenecek. CKM Sanat Galerisi’nden Ayşe Eren Dündar ve Semra Tosun’un organizasyonunu yaptığı sergide farklı disiplinlerden gelen 14 sanatçının resim, heykel, seramik, fotoğraf olmak üzere yaklaşık 50’den fazla eseri yer alıyor.

Sergide Bilal Hakan Karakaya, Gözde Can Köroğlu, Şener Yılmaz Aslan, Tarık Ceddi, Günay Demir, Onur Kaçmaz, Ebru Zarakolu, Kaan Fıçıcı, Yiğit Altıparmakoğulları, Gül Yıldız, Levent Aygül, Ahu Akgün, Dilara Bozdağ ve Zuhal Aktan’ın eserleri yer alacak.

(Yeşil Gazete)

Art On İstanbul’da yeni sergi: “Kan Görünce Rüya Bozulur”

Art On İstanbul, 9 Mart – 20 Nisan 2019 tarihleri arasında Ali Elmacı’nın beşinci kişisel sergisi “Kan Görünce Rüya Bozulur” başlıklı sergiye ev sahipliği yapıyor.

Sergi, ismini halk arasında yaygın bir biçimde kullanılan “kan görünce rüya bozulur” deyişinden alıyor. Ali Elmacı, ilk defa rölyef, heykel ve resimlerini bir arada gösterdiği ve duvarlardaki boya ve gül yerleştirmesi ile bütünlediği bu kuşatıcı sunumla, günümüz kutsalını sorguluyor. Sanatçı, kompozisyonlarında, iktidarın, güç sembollerinin, şöhretin kutsandığı bir zamanda, “Rabbim Beni Baştan Yarat”, “Yaralarımla Yaşıyorum” ve sergiye adını veren “Kan Görünce Rüya Bozulur” isimli üç̧ ayrı seriden işlerin yer alacağı sergide, sanatçı, daha önceki serilerinden farklı olarak figürlerini hareket halinde ve daha dinamik pozlarda sunuyor. “Rabbim Beni Baştan Yarat” serisi, yaşanan ve yansıtılan hayatlar arasındaki tezatı, idol olarak yüceltilen Lady Gaga, Rihanna, Freddie Mercury gibi ünlüler üzerinden anlatıyor.

(Yeşil Gazete)

‘Tırnak İçinde Hizmetçiler’ oyunu üzerine- Ergi İşbilen

Yönetmenliğini Hakan Emre Ünal’ın, Dramaturjisini Ayşe Draz’ın yaptığı Nezaket Erden ve Pınar Güntürkün’ün sahneyi şenlendirdiği ‘Tırnak İçinde Hizmetçiler’ bu sezon izlediğim en keyifli oyunlardan biri.

Oyun, Jean Genet’nin “Hizmetçiler”ini anımsatıyor. Genet’nin 1933 yılında Papin kardeşlerin işledikleri korkunç cinayetten esinlenerek yazdığı oyun gerçek bir hikâyeye dayanıyordu. Emre’nin oyunu da günümüz gerçekliklerine dikkat çekiyor. Yönetmenin yazdığı ve sahnelediği bir diğer oyun Trom’da da olduğu gibi olay bu oyunda da yönetmen ve oyuncunun iç yolculuğu üzerinden sahneye taşınıyor. Böylece hikâye kadar anlatan ve anlatış şekli de eş derecede öne çıkıyor.

Papin Olayı diye bilinen bu olayda Papin kardeşler, yanlarında yedi yıl hizmetçi olarak çalıştıkları evin hanımını ve kızını bıçak ve baltayla öldürüyorlar, gözlerini oyuyor, etlerini doğrayarak parçalara ayırıyorlar… Bu yolculukta cinnetin sonuçlarını görmüyoruz, süreç boyunca iki ‘hizmetçi’nin hikâyesinin çağımızda ve ülkemizde tırnak içinde hangi yaşamlara dokunabildiğini görüyoruz.

‘Tırnak İçinde Hizmetçiler, Claire ve Solange karakterlerini içselleştirmeye çalışan iki genç kadının oyun ve gerçeğin iç içe geçtiği hikâyelerini seyircinin çok yakından tanıdığı betimlemelerle anlatıyor.

Oyuncular Nezaket Erden ve Pınar Güntürkün’ün farklı oyunculuk metotları arasındaki akıcı geçişleri, seyirciye birbirini aynalatan oturma düzeni, sade-minimal dekor ve kostümler, oyunla bütünleşen ışık tasarımı tüm detaylarıyla uyumlu ve keyifli bir iş yaratıyor.

Tabii ki eleştirecek detaylar da bulmak mümkün, benim için oyunun artıları eksilerini açık ara kapatıyor.

Tiyatro Hemhâl Tiyatro Hemhâl ekibinin ‘Tırnak İçinde Hizmetçiler’ oyununu sezon sonuna kadar farklı sahnelerde izleme fırsatı yakalayabilirsiniz. Tarih ve mekânlar www.tiyatrolar.com.tr adresinden takip edilebilir.

Ergi İşbilen