Bu yazı gazeteduvar.com.tr sitesinden alındı
İktidar koalisyonu oy ve destek kaybediyor. AKP, siyasî parti olarak
artık yok sayılır. Lideri partiyi eritti. Tayyip Erdoğan da artık
herhangi bir gelecek vaadini temsil etmiyor. Türk-İslâmcılığı, böyle
ideolojiye dayalı siyasî hareketlerin hegemonya için kesinkes ihtiyaç
duydukları, başkalarınca kabullenilmelerinin yegâne aracı olan moral
üstünlüğünü bütünüyle yitirdi. “Dindarlık”la özdeşleşmesi halinde bizzat
dindarlığı kirleten, mensuplarının zenginleşmesini ve liderlerinin
şâşaasını yoksul halkın ihtiyaçlarının önüne koyan, yalana dolana
dayalı, ahlâksızlığın bin türünü meşrulaştıran, insafsızlığı,
vicdansızlığı, merhametsizliği bayrak edinen bir acayip sağcılığa
dönüştü. Bütünüyle içerideki iktidarın korunmasına yönelik dış politika
ve har vurup harman savrularak perişan edilen ekonomi kulvarlarında da
duvara toslandığında, vaatsizlik, siyasetsizlik ve moral üstünlüğün
yitirilişi, muktedir mütehakkim Türk-İslâmcıları için eziyetli koma
aşamasını başlatacak. Şimdiden yoğunbakımda hazırlıkların yapılması
yerinde olur.
BEKLENEN ŞEY
AKP’nin muktedir ve zengin ettiği, eline yetki geçirmiş güruh birer
birer sedyeyle yoğunbakıma götürülürken, kalan son gayretleriyle
başlarını azıcık doğrultabilirlerse, takım elbisesi ve tuhaf kravatıyla
camın ardından kendilerini izleyen bir yüz görecekler. O esnada
parmaklarıyla bazı garip hesaplar yapmakta olduğu anlaşılan adama ait bu
yüzden herhangi bir ifade okuyamayacak, daha da tedirgin olacaklar.
Yoğunbakımın otomatik kapısı sessizce ama hızla açılırken, acılarını
azaltmak için verilen ilacın etkisiyle gözleri kapanacak, son anda, o
yüzde belli belirsiz bir aşağılama ifadesini seçecekler. Milyonlarca
çuval inciri berbat etmiş olmanın utancı ve pişmanlığını hissedecek
duyargaları kalmış mıdır yoksa kullanılıp atılmış olmaya dair derin bir
şüphe, taze açılmış damaryollarından bedenlerine ılık ılık sızacak
mıdır; bunlar artık ayrıntı. Camın ardındaki adam, “İçeride var sekiz, dört de şimdi götürdüler, on iki,” diye fısıldayacak, “hastane beş katlı, etti on yedi, ayın dördü, yirmi bir, üç hilalin üçüne böl, kaldı yedi…”
Türk-İslâmcılığının cenazesinde hakkını helal edecek olan, bunu ancak
iki sebepten yapacak. Ya yanılgı eseri ya da işlenen bunca suçu suç
görmeme yüzünden. Bugün hâlâ yalan ve ahlâksızlığı “inanan” sayılmaya
engel görmeyen çok kişi var. İşte, kaderin tecellîsi, feleğin işi, her
neyse, hâlihazırda İslâmcılık iktidarının tahakküm kudreti, bir zamanlar
güya alıp kıracağını vaat ettiği devlet sopasının yanı sıra, bu
yanılsama kurbanlarının desteği sayesinde kutsanabiliyor. Gayrısı çıkar
peşindeki sefil sağcı zevattır, üzerine konuşacak söz yoktur.
Seçimden değil de, seçimin az ötesinden bahsetmeye geçtim, müsaadenizle.
Seçimle ilgili birbirinden isabetli değerlendirmeler okuduk, dinledik.
Seçim başarısını yanına komama, kursakta bırakma, sevinci boğma,
“istemezsek vermeyiz” pompasıyla zehir saçma operasyonları hâlâ sürerken
bunlara bir şeyler ilave etmeye çalışmak pek anlamlı değil. AKP’nin
itiraz operasyonunun maksadı ve bir defa daha dibine vurulan ahlâksızlık
üzerine tarifler yapmamız da sanırım pek gereksiz. Hele seçimden çıkan
sonuçta yine uluslararası şer güçlerin düzenlediği darbeyi bilmemneyi
teşhis ettiğini ileri süren beyinsizler ve kötü ruhlular çetesiyle
bunların dediklerine itibar eden bîçare gafilleri kaale almamız, kamu
kaynaklarını israf suçuna bile girebilir.
Bu yüzden başka yöne bakalım.
BEKLENMEDİK ŞEYLER
CHP’nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı Ekrem İmamoğlu’nun
hem iç ısıtıcı hem serinletici -profesyonelliğinden yitirmeksizin samimi
görünen- performansı vesilesiyle, CHP’den yana dönelim. Böyle bir
performans, CHP’de görmeyi beklemediğimiz ama gördüğümüz tek şey değil.
Meğer CHP’nin içinde bir siyasî parti, bir siyasî hareket varmış!
Sözünü sakınmayan, açık tavırlı, cesur, belki en önemlisi, siyaset
yapmaya niyetli, lider özelliklerinden de yoksun olmayan figürler ortaya
çıkınca yanında insan da buluyor, doğru dürüst organizasyon da
yapabiliyorlar. Oyları, sandıkları korumak için doğru dürüst yemeden
içmeden, uyumadan, kimi yerde saldırı tehlikesi altında sürdürülen
fedakârca çaba ve gösterilen beceriklilik şaşırtıcı. Bu oradan geçen bir
ziraî donatım uçağından düşmüş tohumun beklenmedik yerde beklenmedik
anda filiz verivermesi gibi tesadüfî bir hadise olamayacağına göre,
şöyle düşünmek durumundayız: O partinin içinde böyle birileri, böyle bir
potansiyel vardı, ama yol verilmediği, teşvik edilmediği, maalesef daha
büyük ihtimal, engellendiği için bugünküne benzer bir mücadeleye tanık
olmuyorduk.
İster istemez umutlanıyor insan, müstakbel çoğulcu demokrasi adına, müstakbel hak-adalet ortamı adına.
Sanırım İzmir’de Tunç Soyer’in, Beyoğlu’nda Alper Taş’ın adaylığı
partinin sahici sosyal demokrasiye yakın, çoğulculuk karşıtı olmayan,
daha açık konuşalım, Kürt alerjisinden mustarip olmayan kesimlerinde,
geleneksel tıkızlık ve siyasî kabızlığın nihayet CHP’liliğin zorunlu
şartı olmaktan çıkarılacağı izlenimini yaratmış olmalı. Kabuk kırmaya
cevaz verildiği duygusu…
Alper Taş’ın adaylığı ayrıca daha genç kesimlerde muhtemelen bir tür Gezi koalisyonu özlemini canlandırdı.
İstanbul adayı olarak Ekrem İmamoğlu ise, baştan, icabında kendi
kampında tepki toplamayı göze alabileceğini -Erdoğan’ı ziyaret!-,
bilahare bunu giderebileceğini gösterdi, kısaca, ne yaptığını bildiği
görüntüsünü verdi. Erdoğan’ın arzuladığı kavgacı-patırtıcı rakip olarak
ortaya çıkmayışı, kendi tarzından sapmayışı -ki mazbatasını geciktirmek
için türlü dümenler çevrilirken de tavrını bozmadı-, her şeyden önce,
sürekli gerginlik ve çatışma havasını dağıtmaya aday ve ehil bir
siyasetçi olarak algılanmasını sağladı.
Karşısına bu seçenekler konmasa, en iddialı olunan yerde, ülkenin
başkentinde, bu iddianın borçlu olunduğu Mansur Yavaş’la seçime girecek
CHP, birçok seçmeninin pazar gününü pijamaları ve eşofmanlarıyla,
kahvaltı masasından kalkmadan geçirmesine yolaçabilirdi. Beş dönem arka
arkaya Melih Gökçek’e mâruz kalmanın sıkıntısı ve utancıyla iki büklüm
Ankaralı muhalifler muhtemelen yine gidip “eski Ülkücü” -fakat halen ne,
belirsiz- Yavaş’a, dolayısıyla CHP’ye oy atacaklardı. Ancak bunun başka
yerdeki CHP’li seçmen üzerinde herhangi bir müşevvik veya doping etkisi
yapmayacağı ortadaydı. Belki aksine.
Gösterilen sıra dışı adaylar CHP’nin aldığı oyları artırdı mı,
bilemiyoruz; muhtemelen çok artırmadı. Ancak CHP Genel Merkezi adlı kamu
kuruluşu idarehanesinin deposunda, parıltısını ve cıvıltısını kaybetsin
diye küflü klasörlerin sıralandığı rafların ardına atılmış bekletilen,
seferberliğe, mücadeleye niyetli partililerin ortaya çıkıp bir siyasî
hareket oluşturmasını sağladı. Azıcık sola kayıldığında partiyi öcülerin
kapmayacağına inananlar arttı.
Tabiî sahiden baharın gelişini, çiçeğin böceğin canlanarak ortaya
fırlayışını hatırlatan bütün bu hareketliliğe dalıp gitmek tehlikeli.
Zira o köhne idarehanenin loş koridorlarında ne tehlikeler saklı.
Kuytularda takım elbiseli canavarlar gezer. Onyılların tortusuyla kaplı
zeminde ses çıkarmadan yürürler. Hantal adımlarını attıkça kalkan
tozlarla beslenirler. Ancak bu onları kesmez. Kendi yarattıkları
sasılığın yaydığı sıkıntıdan öyle bunalırlar ki, canlanabilmek için,
kanlarını emmek üzere genç ruhlar ararlar. Kurbanların illâ genç olması
gerekmez; “değişim” mealinde herhangi bir lafı telaffuz edecek herkes
onların ihtiyaç duyduğu mineralleri içeren gıda maddesidir.
Muş ve başka birçok yer için HDP’nin ortaya attığı
usûlsüzlük-yanlışlık iddialarına karşı bürünülen put gibi
sessizlik-kıpırtısızlık halini İstanbul’da sergilenen fedakârane,
cesurâne gayretle yan yana koyduğunuzda, o gayretin bütün iyi
niyetliliğine rağmen ortaya yeni bir ayrımcılık manifestosu çıkıyor.
(Muş, Tatvan, Malazgirt, Viranşehir, Gercüş, Dargeçit, Taşlıçay,
Şemdinli, Akdeniz’deki seçimlere HDP’nin itirazları kafadan reddedildi,
ülkenin batısı İstanbul için hop oturup hop kalkarken bunlara dair doğru
dürüst ses çıkmıyor. En azından bu satırlar yazılırken henüz
çıkmamıştı.) Sebebi, kendi başlarına yanına yanaşamayacakları seçim
başarılarına çok isabetli taktik ve son derece bilinçli seçmen
davranışıyla hayatî katkıda bulunan “Kürt partisi”ne dair hikâyeyi bir
an önce unutmak ve unutturmak isteyen o canavarlardır işte.
CHP şimdilik şu yukarıda izah ettiklerimin inşallah uzun ömürlü
olamayacak bir terkibi, tekinsiz bir ‘ikisibirarada’dır. Şu yeni yüzler,
şu yeni eylem niyeti, şu silkiniş üstün gelse Türkiye’de öyle çok şey
değişir ki!..
Acaba İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayının eşi Dilek
İmamoğlu’nun eylemini -evet, basbayağı eylem sayılır- bu yönde işaret
sayabilir miyiz? Oy çuvallarının kilit altında tutulduğu odaların
kapıları önünde üç gündür bir-iki saat uykuyla bekleşen partililerin,
memleketin elinde kalan tek değerli siyasî müesseseyi, seçim kurumunu da
kaybetmemesi için didinişinin yanına koyup…
Dilek Hanım’ın “gördüğü lüzum üzerine” söyledikleri, kim bilir, belki
bir devri nihayet sona erdirir. İmamoğlu ailesinin fotoğrafını
özellikle Binali Yıldırım’ın eşi Semiha Hanım’la fotoğraflarının yanına
koyarak her zamanki herzeleriyle seviyesiz büyükşehir ırkçı edebiyatına
katkılar yapan “modern” şahsiyetleri kınadı Dilek İmamoğlu. “Eğer bir aşağılama ya da güzelleme yaptıklarını sanıyorlarsa,” dedi, “bilmeliler
ki beni de aşağılıyorlar. Çünkü ben Sayın Semiha Yıldırım’ın
fotoğrafına bakınca kendi annemi, kendi ablamı görüyorum. Onların
tercihi de böyle. O yüzden bu paylaşımı hiç iyi niyetli bulmuyorum.”
Yani köprülerin altında akıntılar hızlandı. Mevcut badireden, seçim kurumunun da anlamını paramparça, işlevini imha etmiş olarak çıkmazsak, yakın gelecek değişimlere gebe görünüyor.
Ümit Kıvanç – Gazete Duvar