Çocuk ve gençlik
edebiyatımızın usta yazarı Yalvaç Ural, Troya Savaşı’nı ve Tahta At
Efsanesi’ni, sözlü-yazılı anlatımlarla günümüze ulaşan pek çok kaynaktan ve
ayrımlı metinlerden yola çıkarak, çocuklar, gençler ve yetişkinler için şiirsel
bir dille kaleme aldı.
3000 yıllık destanların gizemli öyküsü
Troya Savaşı, Homeros’un
İlyada destanında, Hektor’un ölümüyle sona erer; Odysseia’da ise Odysseus’un
ülkesi İthake’ye dönerken başından geçenler anlatılır. İlyada’da kentin
yıkılışından ve Epeios adlı biri tarafından yapıldığı söylenen “tahta at”tan
hiç söz edilmez.
Tahta At Efsanesi’ni,
Odysseia’nın 8. bölüm, 490. özdekinden, Odysseus’un isteği üzerine Ozan
Demodokos’un söylediği bir ezginin sözlerinden öğreniriz. “İlyon’un destanı” da
denen İlyada’da, savaştan sonra Kral Priamos, Hekabe, Paris, Helena, Andromakhe
ve oğlundan, pek çok komutan ve askerin başına gelenlerden, Troya halkından hiç
söz edilmez. Ölümlü tek yanı olan topuğundan vurularak öldürülen Akhilleus’tan,
ada krallarından, Paris’in ölümünden ve Helena’nın başına neler geldiğinden
de… Troya Savaşı’ndan sonra yaşananları, savaşa katılan ve savaşı yazan
Frigyalı Dares’ten, Troya’dan kaçıp İtalya’ya kadar giden Kral Priamos’un
kardeşi ve yeğeninin söylencelerini de Latin şair Vergilius’un Aeneas
destanından öğreniriz.
Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanan “Troya’lı Helena ile Paris ve Tahta At Efsanesi” kitabını Erdoğan Oğultekin resimledi.
Yalvaç Ural
1945 yılında Konya’da memur bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Annesi ilkokul öğretmeni, babası ise Toprak Mahsulleri Ofisi’nde eksper müdürü idi. Öğrenimini Anadolu’nun değişik il ve ilçelerinde sürdürdü. Kabataş Lisesi’nde başladığı lise öğrenimini İstanbul’da Atatürk Erkek Lisesi’nde tamamladı. Lise yıllarında müzik ve edebiyata ilgi duydu.
Yalvaç Ural, liseden sonra gazeteciliği meslek olarak seçti ve Milliyet Gazetesi’nde editör olarak çalışmaya başladı. Gazetecilik yaşamı çok sayıda farklı yayınevi ve gazetede sürdü.23 yılda 25 çocuk dergisi yayımladı. Yurt dışında yayımlanan Türkçe dergilere katkıda bulundu. Yalvaç Ural’ın “Gölcüğü Küçük Avcılar” adlı öyküsü İngilizce’ye çevrilerek, 1996 yılında Oxford University Press tarafından orta öğretim çocukları için hazırlanan “Dört Türk Öykücüsü” adlı kitapta yer aldı.
65 çocuk kitabı yayımlayan Yalvaç Ural, yetişkinler için dört kitap ve bir şiir kitabı yayımlamıştır. Çocuk edebiyatındaki çalışmaları ile yurtdışında da ünlenen Yalvaç Ural, Hollanda’daki 5. Uluslararası Çocuk şiir Festivali’nde, “Armonikanın Şairi”, “Dünya Çocuk şiirinin şampiyonu” diye adlandırılmıştır. (Yeşil Gazete)
Lâle Müldür’ün yeni şiir
kitabı “Tehlikeliydi, Biliyordum” Yapı Kredi Yayınları’ndan çıktı.
Kitabın başına Lâle Müldür şiiri için Ferit Edgü şunları yazdı: “Lâle Müldür’ün şiiri bir esrime şiiri tıpkı kan kardeşi Rimbaud’nunki gibi. Ateşten, alevlerin yalazlarından doğan, yazma sürecinde değil, doğurma sürecinde oluşan bir şiir. Bu dünyanın değil, bu dünyanın içindeki başka dünyalara ait bir şiir. O dünyanın dili, rengi, mantığı. Lâle Müldür’ün kulağına fısıldanmış bir şiir. Rimbaud’nun, ‘sözün simyası’ dediği. Varlığın o gizli köşesinde bin yıl dokuz ay bekledikten sonra ortaya çıkıveren, akla mantığa hiçbir borcu olmayan bir şiir. Tümüyle şairin doğum öncesinde ve sırasında attığı çığlığın yansıması, yaşaması, varlığını sürdürmesi. Yaşam gibi. Rimbaud’nun sessizliği, susuşu, Artaud’nun çığlığı gibi. Ya da çarmıha gerilenin son soluğunu verirken gördüğü düş gibi.” (Yeşil Gazete)
Tabutta Rövaşata, Filler ve Çimen, Çamur, Balık ve Rüya
gibi filmleriyle tanınan, ilk kitabı Ares Harikalar Diyarında ile Yunus Nadi
Roman Armağanı’nı kazanan Yönetmen/Yazar Derviş Zaim ikinci romanı Rüyet’i
yayımladı.
Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan Rüyet,
Sibirya’ya kadar uzanan zorlu yolculuğuyla büyük bir serüven, tuzaklar ve
sürprizlerle dolu derinlikli bir roman.
Derviş Zaim’in 1992 yılında
Yunus Nadi Roman Armağanı’nı kazanan Ares Harikalar Diyarında adlı romanından
sonra kaleme aldığı ikinci eser olan Rüyet,
insan ruhunun anlam bulma ve kendini oluşturma çabasını ele alıyor.
Romanın başkahramanı Sine adlı bir mimarın gözünden
anlatılan hikâye, İstanbul’da günümüzde geçiyor. Sine, amcalarının yönettiği
bir mimarlık/mühendislik şirketinde çalışmaktadır. Ancak şirketin borçları,
mimarlık ve inşaat faaliyetlerinin günümüzdeki işleyiş biçimi onu gittikçe daha
fazla rahatsız eder. Hayatının labirentinden bir çıkış yolu ararken eline hiç
yayımlanmamış, yarım kalmış bir Birinci Dünya Savaşı hatıratı geçer. Hatıratta
yazılanlarla kendi hayatı arasındaki küçük paralellikler dikkat çekicidir. Sine,
bu metinle olan etkileşiminde ruhunu huzura erdirecek bir ipucu bulabilecek
midir?
Rüyet’i kaleme alırken etkilendiği
kaynaklardan birinin de Şeyh Galip’in Hüsn-ü Aşk mesnevisi olduğunu söyleyen
Zaim, divan edebiyatının son büyük eserlerinden
biri olarak adlandırılan bu mesneviyi ele alarak, onu roman sanatının
olanakları ile yeniden yazmaya ve inşa etmeye girişmiş.
“Eğer tecrübelerim
beni yanıltmıyorsa, roman sanatı içinde Batılı geleneklere olduğu kadar Doğulu
kaynaklara da yaslanmanın sahih ve hakiki bir yapıt üretmek bakımından sağlıklı
olabileceğini düşünüyorum” diyen Zaim, “Rüyet
sadece büyük şair Şeyh Galib’in divan edebiyatının son büyük eseri olarak kabul
edilen mesnevisine selam göndermekle yetinmiyor, onun yanısıra Spinoza’ya,
Batılı roman biçimlerine, yirminci yüzyılın Batı kökenli çağdaş sanat
düşüncesine de yer veriyor. Çünkü bütün bu yelpaze insanlık hazinesinin ve
üzerinde durduğumuz topraklarda yaşayanların ortak mirası konumunda bulunuyor”
diyor.
Altını çizmek istediği ikinci hususun Türk roman geleneği içinde tartışılan Doğu-Batı gerginliği olduğunu belirterek sözlerine devam eden Zaim, “Bu ikilemi Ahmet Hamdi Tanpınar’ın trajedi olarak konumlandırdığı, Oğuz Atay’ın ise ironi sanatını kullanarak aşmaya çalıştığı kabaca söylenebilir. Rüyet, sözünü ettiğimiz Doğu-Batı gerilimini ayrı bir yaklaşımla ele almaya gayret ediyor. Altını çizmek istediğim üçüncü nokta kitabın açık bir yapı oluşturma gayretine ilişkin olacak. Rüyet, tarihsel, kültürel kaynaklara, edebiyata, mimariye, çağdaş sanata, mitlere ve sinemaya açık bir yapı olarak inşa edilmiştir. Daha ayrıntılı ifade edecek olursam, Rüyet romanı az evvel saydığım sanatlar, düşünceler, mimari ve estetik birimler ile karşılıklı bir alışveriş içindedir. Kendi dışında bir sürü alan ile zamansal, mekânsal, eşzamanlı ve ardzamanlı bir metinlerarasılık ilişkisi yaratmanın peşine düşmüştür, her türlü alışverişe açık olacak şekilde kurulmuştur. Metnin bu tavrını, hâlihazırda varolan edebi, sinemasal, kültürel ve tarihsel bir sürü gerginliğin aşılması için bir imkân olarak değerlendiriyorum”diye sözlerini tamamlıyor.
Derviş Zaim
1964 yılında Gazimağusa‘da
doğmuştur. Mağusa Namık Kemal Lisesini bitirdi.
İstanbul Boğaziçi
Üniversitesinde İşletme bölümünden 1988 yılında mezun olmuştur. 1994 yılında da
İngiltere Warwick Üniversitesi’nde kültürel çalışmalar dalında master yaparak
eğitimini tamamlamıştır. Ayrıca 1991 yılında Londra‘da Hollywood Film Enstitüsü
tarafından organize edilen bağımsız film yapımcılığı ile ilgili bir kursa
katılmıştır.
Derviş Zaim,
İstanbul’da yaşamakta ve Bilgi Üniversitesi ve Boğaziçi Üniversitesinde sinema
konusunda ders vermektedir.
Film çalışmalarına
1991’de deneysel videosu Hang the Camera ile başlayan Derviş Zaim, ardından bir
TV belgeseli olan Caminin Etrafındaki Taş’ı yönetmiştir. 1992 ve 1995 yılları
arasında TV yönetmenliği ve yazarlığı yapan Derviş Zaim, birçok televizyon
programı da yönetti.
1996 yılında İlk
filmi olan “Tabutta Rövaşata” ile yurtiçi ve yurtdışında birçok ödül
kazanmıştır. Zaim, sinema kariyerine Filler ve Çimen (2000), Çamur (2003),
Cenneti Beklerken (2006), Nokta (2008), Gölgeler ve Suretler (2011) ve Devir
(2012) filmleriyle devam etti.
2005 yılında
yaptığı “Cenneti Beklerken”, yönetmenin planladığı bir üçlemenin ilk filmidir.
Üçlemenin ikincisi 2008 yılında “Nokta” filmi, üçüncüsü ise 2010 yılında
yaptığı “Gölgeler ve Suretler” filmidir.
1995’te ilk romanı
Ares Harikalar Diyarında ile Türkiye’de Yunus Nadi Roman Ödülü’nü kazandı.
Kitapları:
1995 – Ares
Harikalar Diyarında
Filmleri:
1996 – Tabutta
Rövaşata
2000 – Filler ve
Çimen
2002 – Çamur
2005 – Cenneti
Beklerken
2008 – Nokta
2010 – Gölgeler ve
Suretler
2012 – Devir
2013 – Balık
Ödülleri:
32. İstanbul Film
Festivali, 2013, Devir, Ulusal Yarışma Jüri Özel Ödülü
33. Antalya Film
Şenliği, 1996, Tabutta Rövaşata, En İyi Senaryo
37. Antalya Film
Şenliği, 2000, Filler ve Çimen, En İyi Yönetmen
45. Antalya Altın
Portakal Film Festivali, 2008, Nokta, En İyi Yönetmen
45. Antalya Altın
Portakal Film Festivali, 2008, Nokta, Dr. Avni Tolunay Jüri Özel Ödülü
16. İstanbul Film
Festivali, 1997, Tabutta Rövaşata, Jüri Özel Ödülü
23. Siyad Türk
Sineması Ödülleri, 2001, Filler ve Çimen, En İyi Yönetmen
Çimen, En İyi
Senaryo
12. Orhan Arıburnu
Ödülleri, 2001, Filler ve Çimen, En İyi Film
12. Orhan Arıburnu
Ödülleri, 2001, Filler ve Çimen, En İyi Yönetmen
14. Orhan Arıburnu
Ödülleri, 2003, Çamur, Mehmet Emin Toprak Ödülü
Venedik Film
Şenliği, 2003, Çamur, Unesco Ödülü
27. Uluslararası
İstanbul Film Festivali, En İyi Türk Yönetmeni Ödülü (Nokta)
45. Antalya Altın
Portakal Film Festivali, En İyi Yönetmen, Nokta
45. Antalya Altın
Portakal Film Festivali, Dr. Avni Tolunay Jüri Özel Ödülü, Nokta
4. Uluslararası
Avrasya Film Festivali, Eleştirmenler Ödülü, Nokta
21. yüzyılın ilk çeyreğinin sonuna yaklaştığımızın
farkında mısınız? Fransız devrimi 18. yüzyılın son çeyreğinde olduğu gibi biz
de bir çeyrekteyiz işte. Sonrasında tarihte alelade bir satır olacağız. Belki
mühim olmayan ve kitaplarda atlanan senelerde yer alacak ömürlerimiz. İz
bırakabilsek ne ala. Ama daha çok zaman iz bırakıyor bizde. Toprağa
götüreceğimiz izler ağaç halkası gibi, anneannemizin nakışları gibi nakşediliyor
üzerimize.
Yüzyıl tartışmalarına girmemin sebebi zamana meydan
okumak değil. Haşa! Daha kimseye meydan okumadım. Konu tamamen bir ev ödevi! Kızım eve
geldiğimde bana ısrarla soruyordu. “Baba
Peter Hewitt ne icat etti?” . Bir baba her şeyi bilir diye benden daha
akıllı telefonumu elime aldım ve araştırdım. Bu herif zamanımızın bir
yönetmeni. Garfield denen miskin kedinin filmini çekmiş. Ama miskinlik çok
önceden icat edildi, kedi desen mısır piramitlerinde geziniyormuş. Sonra baktım
ki “Evde Tek Başına 5” filmini yönetmiş ki bundan önce çekilen 4 film
daha olduğunu düşünürsek ciddi bir icat söz konusu olamaz.
Kızım dertleniyor ben dertleniyorum. Ulan Edison,
Graham Bell, Wright kardeşler ne güne duruyor? Dünyada ilkokulda sorulan
mucitler gayet net olarak önceden belirlenmiş. Hayır, yeni icat çıkarmanın ne
âlemi var?
Benden daha akıllı telefonumda yeni bir arama yapmak
geldi aklıma ve büyüteç olan yere şunu yazdım ” Peter Hewitt icat”
önüme çıkan sayfada gözlerim doldu.
Film yönetmeyen Peter Hewitt civa buharlı lambaları icat etmiş. Şu anda LED lambaları biliyoruz, tasarruf lambası, çubuk flüoresan, Tungsten ampul, civa buharlı lamba ne bildiniz mi? ben bildim!
Babam çocukluğunu anlatırdı ben küçükken. Artık böyle bir dünya yok derdi. Üzülürdüm babamın çocukluğuna yetişemediğim için. Çocukluğum sıradandı çocukluğumda bilgisayar vardı, daha iyisi olmakla birlikte şimdi de var. Çocukluğumda telefon vardı, tamam cebe girmezdi, şarjı yoktu ama vardı işte. Sonra aklıma Beşiktaş’ın sokaklarında arabaların arka tekerinden 8-9 adım sayarak yolun ortasına koyduğumuz taş ile yaptığımız kaleler ve sokakta oynadığımız maçlar geldi aklıma. Şu anda öyle boş bir sokak yok. Sokak olsa sokaktan geçerken çocukların çil yavrusu gibi (çil ne demek bilmiyorum, bir tür kuş olabilir dağıldığına göre de kesin uçamıyordur bu tavuksu) dağılmasına izin verecek sürücü bulmak mümkün değil. Ama oynardık işte.
Akşam ezanı en kısa ezandır! İslami olarak bir
açıklaması elbette vardır ama yaşıtım insanlar için bu kısalığın tek bir anlamı
var; “Hava kararırken bir an evvel eve girmek” Annelerin bulduğu
muhteşem bir buluş. Kışın zaten ödev var, hava soğuk, çıktıysa da erkenden
içeri gelsin; zaten ezan erken okunuyor. Yazın ise tabi ki çocuğun belli
sınırlar içinde bir oynama hakkı var.
Ama abartmamak lazım bir ara gelmesi lazım; e yemek de anca hava
kararınca hazır oluyor…
Cennet Anaların ayakları altında olabilir ama Akşam
ezanı da bir o kadar anaların hizmetinde.
Peter Cooper Hewitt akşam ezanını duymadı muhtemelen.
Ama biz duyduk. Hem de maçın ya da saklambaç oyununun en heyecanlı
dakikalarında… Mahallenin müezzin amcasına çocuk aklımızla kızmadık ama şimdi
düşününce özgürlüğümüzü kısıtlayan en büyük otoritelerden biriymiş herif.
Ezanın sesiyle birlikte sokağın ortasından geçen halatın ucundaki sokak
lambasında bir ışık yanardı; kendini bile aydınlatmaktan aciz pembe bir ışık.
Sonra hafif mora çalarak gürleşirdi. Işık mora çaldığında ezan çoktan bitmiş
olurdu. Bazen annemiz unuturdu, ya da kıyak geçerdi ve biz o ışığın en parlak
anlarına tanıklık ederdik. Velhasıl; bu Peter Hewitt denen hıyar bizim sokakta
oynama özgürlüğümüzü elimizden alan mucit müsveddesinden başka bir şey
değildir. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde icat ettiği civa buharı lambasıyla 20.
yüzyılın son çeyreğinde sokakta oynayan çocuklara tahakküm etmiş ve gerek
saklambaç, gerek top oynama özgürlüklerini elinden almıştır. İcat ettiği
ışıkların içinde uyusun E mi?
Benim babamın çocukluğuna özendiğim gibi çocuklarımın da benim çocukluğuma özenmesi için yazdım bu yazıyı, yoksa bildiğin Sokak Lambası! Tarih kitapları bile yazmaz!
İl Başkanı Özcan, başvuru gerekçesini; “Geçersiz oyların ne sebeple geçersiz olduğu gerekçeli olmak zorundadır” diye açıkladı
AKP Ankara İl
Başkanı Hakan Han Özcan, İl Seçim Kurulu’na Ankara’da tüm oyların
yeniden sayılması için başvuruda bulunduklarını açıkladı. Özcan,
açıklamasında “Geçersiz
oyların ne sebeple geçersiz olduğu gerekçeli olmak zorundadır”ifadesini
kullandı.
AKP Ankara İl Başkanı Hakan Han Özcan, Ankara İl Seçim Kurulu önünde.
Özcan’ın
açıklamalarından satır başları şöyle:
Açıklamak zorundalar: İlçe seçim kurullarınca yapılan sayımlarda
partimizin oyu 1807 olarak artmıştır. Birçok sandıkta sandık sonuç
tutanaklarının gerekçe kısmında geçersiz oyların gerekçesinin yer almadığı
açıkça görüldüğünden talebimiz kısmen kabul edilmiştir. Geçersiz oyların ne
sebeple geçersiz olduğu gerekçeli olmak zorundadır.
Ankara’daki tüm oyların yeniden sayılması için
İl Seçim Kurulu’na başvuru yaptık.
İlçe seçim kurulları reddetti: Kullanılan oyların ilçe seçim kurullarınca
yeniden sayımıyla ilgili talepte bulunmamıza rağmen, talebimiz hukuka ve yasaya
aykırı şekilde; Akyurt, Ayaş, Elmadağ, Etimesgut, Evren, Güdül, Haymana,
Kahramankazan, Kalecik, Kızılcahamam, Mamak, Yeni Mahalle, Çankaya 1-2-3’üncü
seçim kurullarında reddedilmiştir.
Fahiş miktarda… Altındağ, Bala, Beypazarı, Çamlıdere, Çankaya
4’üncü seçim kurulu, Çubuk, Gölbaşı, Keçiören, Polatlı, Sincan,
Şereflikoçhisar’da ise talebimizin tamamı kabul edilmesi gerekirken kısmen
kabul edilmiştir.
Kabul edilen ilçe seçim
kurulları fahiş orandaki geçersiz oylar nazara alındığında, bu denli fahiş
miktarda geçersiz oyun bir sandıkta çıkmış olması hayatın olağan akışına uygun
düşmeyeceğinden yeniden sayıma karar verilmiştir.
Ne olmuştu?
Ankara’da AKP’nin başvurusu üzerine 11 ilçede geçersiz
oyların yeniden sayımı gerçekleştirilmiş ve AKP Genel Sekreteri Fatih
Şahin, dün akşam saatlerinde yaptığı açıklamada durumun Cumhur
İttifakı’nın adayı Özhaseki’nin lehine 1139 oy değiştiğini
söylemişti.
CHP’nin açıklamasında ise Özhaseki ile Yavaş aradaki oy farkının yeniden
sayımlar sonrasında 385 azaldığı kaydedilmişti. AKP, Ankara’nın 25 ilçesinin
25’inde de yeniden il seçim kuruluna müracaat edileceğini duyurmuştu.
Balıkesir’de kesin olmayan seçim sonuçlarına göre, ittifak adayları arasında yüzde 1.28 fark var. Millet İttifakı’nın adayı Ok, mücadeleden vazgeçmeyeceklerini söyledi.
Balıkesir’de Cumhur İttifakı’nın adayı Yılmaz yüzde 47.78, Millet İttifakı adayı Ok ise yüzde 46.60 oranında oy almıştı.
İYİ Parti, Balıkesir’deki seçim sonuçlarına ilişkin İl Seçim Kurulu’na itirazda bulundu. 31 Mart yerel seçimlerinin kesinleşmemiş sonuçlarına göre, Cumhur İttifakı’nın adayı Yücel Yılmaz yüzde 47.78, Millet İttifakı’nın adayı İsmail Ok ise yüz 46.50 oy almıştı.
Balıkesir Adliyesi’ne giden İYİ Parti’nin Balıkesir Büyükşehir Belediye
Başkan adayı İsmail Ok, İl Başkanı Nedim Tuna ve partililer itiraz
dilekçelerini verdi. Cumhuriyet’te yer alan habere göre Tuna, adliye çıkışında
gazetecilere yaptığı açıklamada, daha önce İl Seçim Kurulu’na 5 ilçe için
müracaat ettiklerini, bugün de 10 ilçe için daha itiraz dilekçelerini
sunduklarını söyledi.
‘Seçim kurulları adil davranmalı’
Milli iradenin sandığa tam yansımadığını düşündükleri için sonuna kadar
mücadele edeceklerini belirten Tuna, “16 ilçede ilçe seçim kurullarına
yaptığımız itirazlarımız reddedildiği için daha önce 5 ilçemiz için itiraz
yapmıştık, bugün de 10 ilçe için daha başvurularımızı yaptık. 15 ilçede oyların
tamamının tekrar sayılmasını istiyoruz. Ankara ve İstanbul’da hak, hukuk ve
adalet nasıl işliyorsa Balıkesir’de de aynı şekilde işlemesini istiyoruz”
diye konuştu.
İsmail Ok’a verilen her oyun peşinde olduklarını dile getiren Tuna,
“Bununla ilgili mücadelemiz sonuna kadar devam edecek. AK Parti’nin diğer
illerde itirazlarını kabul eden seçim kurullarının Balıkesir’de de aynı şekilde
davranmasını bekliyoruz” ifadelerini kullandı. Ok da Balıkesir halkının
iradesinin yansıması için mücadele verdiklerini vurgulayarak, seçim sonuçları
üzerinde ciddi şaibe olduğunu iddia etti.
Antalya Hayvanat Bahçesi’nden önceki gün kaçan kurt, bir veteriner tarafından ormanlık alanda görüntülendi. Yaban hayatı koruma ekipleri, polis ve jandarma tarafından aranan hayvan, halen bulunamadı.
Aynı kafeste kaldığı diğer türdeşleriyle
anlaşamadığı için 1 Nisan’da kafesi değiştirilmek istenirken kaçan kurdu
yakalama çalışmaları sürüyor. Hayvanat bahçesine yakın bölgede ve yaban
hayatının yoğun olduğu Termessos Milli Parkı’nda yapılan arama çalışmalarından
henüz bir sonuç alınmadı. Bölgede çalışan 5 ekip, polis ve jandarmanın da
desteğiyle sürdürdüğü çalışmalarda, sayısı artırılan foto kapanlarla kurdun
yerini tespit etmeye çalışıyor.
Cep
telefonuyla görüntülendi
Bu arada ormanlık alanın yakınlarından geçen veteriner hekim Ümit Yürekli cep telefonuyla
kaçan kurdu görüntüledi. Yürekli, “Varyanttan inerken yolda bir köpek
olduğunu düşündüm. Devamında sağına soluna bakmaya çalışınca köpek değil kurt
olduğunu gördüm. Bir taraftan takip ettim ve kurt olduğuna emin
oldum ” dedi. Hayvanın panik halinde olduğunu anlatan Yürekli, kurdun
Anadolu’nun yaygın bir türü olduğunu hatırlattı; “Saldırgan hisleri
yoktur, şehre inmezler. Halk belki panikleyebilir ama tam tersine onlar daha
çok panikliyorlar, yabancı bir ortam. Özgürlüğüne gidecektir diye
düşünüyorum” diye konuştu.
En son 2 kilometre uzaklıkta görüldüğü bildirilen
kurdun, dağlık alana geçebilmesi için trafiğin yoğun olduğu karayolundan
karşıya geçtiği ve o alanda ilerlediği düşünülüyor.
McKibben, ekoloji eylemlerine katılmaya çağırdığı yetişkinlere seslendi: Gelin tutuklanalım!
Greenpeace’in ilk başkanı Bob (Robert) Hunter’ın anısına her yıl düzenlenen
derslerin bu yılki konuğu (Twitter bio’sunda kullandığı
sözcüklerle) yazar, eğitimci, çevreci ve 350.org’un kurucusu Bill
McKibben’dı. 3 Nisan 2019 günü Toronto Üniversitesi Çevre Fakültesinin ev
sahipliğinde düzenlenen etkinlikte, McKibben, 1989’da yayımladığı The End of Nature’dan bu yana
geçen 30 yılı, iklim mücadelesi özelinde değerlendirdi. Konuşmasının satır
aralarında ise birey olmanın anlamına dair bazı ipuçları yakalamak mümkündü.
Etkinliğin açılışını, Toronto Üniversitesi Çevre Fakültesi Direktörü Steven Easterbrook yaptı ve kürsüye önce, kendisini Ontario’daki yerli halklarla (indigenous communities) özdeşleştiren, çevre aktivisti Kevin Best’i davet etti. Best, yerel dilde ve İngilizce olarak, bulunduğumuz toprakların asıl sahiplerine haklarını teslim etti. Ardından felsefe profesörü ve Bob Hunter biyografisinin yazarı Thomas Hart kısaca Bill McKibben’ın Toronto’ya gelişini gerekçelendirdi, Bob Hunter’ın 1973 tarihli The Enemies of Anarchy isimli kitabından alıntılayarak: “Doğa yasaları yoruma açık değildir, temyiz için bir üst mahkeme de yoktur ve hiçbir canlı ölümle sonuçlanmayacak şekilde biyoloji yasalarını çiğneyemez.” McKibben, bunu bir kez daha hatırlatmak için oradaydı.
McKibben, konuşmasına, Bob Hunter’ın gerek felsefi gücüyle gerekse
Greenpeace’in kuruluşuna yol açan örgütlenme kapasitesiyle öncü olduğunu söyleyerek
başladı. Ardından çocukluğunun beş yılını babasının gazetecilik mesleği
dolayısıyla Toronto’da geçirdiğini anlattı. Tabii ki konu kentlerin değişimi ve
büyümesine geldi. Geçen sürede, Toronto gibi, dünyanın birçok kenti de önemli
değişimler geçirmişti. Ancak siyasetçiler bu değişimleri yönetmek için
üzerlerine düşen görevleri yapmamışlardı. Siyasetçiler vurgusu McKibben’ın
konuşmasındaki üç vurgudan ilkiydi.
O sırada, sunum yansısında Grönland’da çekilmiş fotoğraflar görülüyordu. Fotoğraflardan bir tanesi ise bir geminin deniz haritasına aitti. En son beş yıl önce güncellenen haritada buzul olması gereken yerler fotoğrafın çekildiği zamana gelinceye kadar maalesef erimişti. Yaşananlar ne Grönland yerlileri için ne de gelecek kuşaklar için adildi. McKibben, bir dipnot olarak, Kanada’nın şimdiye kadar, dünyanın geri kalanının neredeyse iki katı olacak şekilde, gezegeni 1,7 santigrat derece ısıttığını da sözlerine ekledi. Daha da önemlisi, Paris Anlaşması’nda verilen sözler tutulsa bile, söz vermeyenlerle birlikte düşünüldüğünde, gezegenin ortalama sıcaklığının 3,5 santigrat derece civarında artacağını ve bunun üzerindeki bir artışa ise hiçbir uygarlığın uyum sağlama olanağının bulunmadığını hatırlattı. McKibben, uyum sağlayamamanın nelere yol açabileceğinin bir örneği olarak Suriye’deki iç savaşı hatırlattı. Bölgedeki istikrarsızlığın önemli bir belirleyeni, bereketli hilalde yaşanan kuraklık ve buna bağlı olarak ortaya çıkan sürecin iktidar tarafından yönetilememesiydi. Özetle, iklim göçleri yanı başımızdaydı.
McKibben’ın üzerinde durduğu ikinci vurgu, mühendislerdi. Ona göre, siyasetçilerin aksine geride bıraktığımız yıllarda mühendisler üzerlerine düşeni yapıp yenilenebilir temiz enerjiyi ucuz ve erişilebilir hale getirmişlerdi. Bundan sonrası alışkanlıkların değiştirilmesi ve enerji geçişinin sağlanmasına bağlıydı. Yani, doğayı değiştirmek yerine kendi içsel doğamızı değiştirmek…
Konuşmadaki üçüncü vurgu, söz konusu geçişin neden yavaş seyrettiği
sorusuna odaklandı. McKibben, fosil kaynakların terk edilmeye başlanmasında geç
kalındığını ifade etti. İklim değişikliğine karşı mücadelede çok değerli 30 yıl
kaybedilmişti. Bu nedenle, kurulu politik güç dengelerinin karbon temelli bir
ekonomik modelden ivedilikle ayrıştırılması gerekiyordu. Mücadele, fosil yakıt
endüstrisine, yani karbon üreterek inanılmaz biçimde zenginleşen şirketlere
karşı veriliyordu. McKibben konuşurken yansılarda, dünyanın dört bir yanından
350.org eylemlerinde çekilmiş fotoğraflar görülüyordu.
Söz konusu örgütlülük hemen bir günde ortaya çıkmadığı gibi kendiliğinden
de oluşmamıştı. Özveri gerektiriyordu. Bu ise ekoloji-merkezli bir anlayışın
karakterle bütünleşme sürecine karşılık geliyor. Bu anlayış, herkesi kucaklıyor.
Bu yüzden Cape Town’da din insanları eylemlere destek vermişti ya da Yemen’de
burkalı kadınlar 350’nin 0’ını oluşturmak için, gelecek için bir araya gelmişti.
İrlanda ise fosil yakıt endüstrisinden tamamen çıkma kararı alan ilk ülke olmuştu.
Bu örneklerin yanına, McKibben, “vücudunda bir tek çevreci kemik bulunmayan”
Richard Nixon’un 1970 Dünya Günü öncesinde ve sonrasında ortaya çıkan bilinçli
kalabalıklar karşısında temiz hava yasası, temiz su yasası ve nesli tükenmekte
olan canlılar yasası gibi ABD’de çevre korumacılığın temelini oluşturacak tüm
yasal mevzuatı onaylamak zorunda kaldığını da ekledi.
Daha da güçlü biçimde örgütlenmek gerekiyor. Mesele, konfor alanlarımızdan
çıkıp elimizi taşın altına koyma meselesi. Bu açıdan önemli bir tespiti daha
var McKibben’ın: Yetişkinlerin, gençlerin önünde mücadele etmesi. Greta’nın
inanılmaz liderliğinin de gösterdiği gibi gençler zaten heyecanlı ve çok daha
hevesli, ama önemli olan gençlere göre kaybedecek çok daha az şeyi olan yetişkinlerin
mücadele etmeleri, gerekirse de hapiste biraz zaman geçirmeleri. McKibben, Keystone
XL boru hattı eyleminden önce bu nedenle özellikle yetişkinlere mektup
yazdığını anlattı: “Gelin tutuklanalım!” Tabii bu tip yöntemlerin, ancak
iyi-kötü işleyen bir hukuk devletinde mümkün olabileceğini akılda tutmak
gerekiyor.
McKibben, son olarak, yukarıda ifade edilen bilinç dönüşümü sayesinde iklim
mücadelesinin bugün 10 yıl öncesine göre daha iyi bir konumda olduğunu vurguladı.
Ancak bu henüz başarı anlamına gelmiyor. İklim değişikliğinden en çok etkilenen
grupların, örneğin yerli halkların, bu mücadeledeki liderliğine ihtiyaç var.
Liderliği gruplar arasında yayarak ExxonMobil gibilerin oldukça saçma bir iş
modeline rağmen gezegende ne kadar büyük bir adaletsizliğe yol açtıklarını
göstermek ve yönetimleri karar alıp uygulamaya zorlamak gerekiyor. Bu ise birey
olmanın tarifinde bir değişikliği gerektiriyor: “bireyler en azından daha az
birey olup daha büyük bir oluşumun parçası olmayı deneyebilirler.” Bu ifade,
ekolojik vatandaşlığın da temelini oluşturuyor. Bencillikten uzak, sorgulayıcı
bir bireyselliğin eylem bilinciyle buluştuğu bir vatandaşlık biçimi. İşte bu,
denemeye değer.
Suudi Arabistan’ın, ilk nükleer reaktörü sayılabilecek araştırma reaktörünün bu yılın sonunda devreye alınacağı açıklandı. Uluslararası toplum, ülkenin Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’nı delebileceği konusunda kaygılı.
Bloomberg tarafından yayımlanan uydu görüntüleri, reaktörün başkent Riyad yakınlarındaki Kral Abdülaziz kentinde yer aldığını gösteriyor.
Britanya’nın önde gelen gazetelerinden Guardian’ın haberine göre, Arjantinli firma Invap SE tarafından inşa edilen reaktöre dair bilgiler Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun (UAEK) eski denetçilerinden Robert Kelley tarafından ortaya çıkarıldı. Kelley, araştırma reaktörünün 30 kilovat kapasiteli olduğunu belirtti. UAEK’nin Arjantin temsilcisi Rafael Mariano Grossi ise, “Bu reaktör yıl sonunda çalıştırılabilir” dedi. Reaktörün eğitim amaçlı olarak nükleer teknisyenlerin eğitiminde kullanılacağını belirten Kelley yine de nükleer yakıt reaktöre yüklenmeden önce izlenecek adımların dışına çıkılmaması gerektiğinin altını çizdi. Bunun için Suudi Arabistan’ın, UAEK denetimleri dahil bir dizi denetim kural ve prosedürlerine uygun hareket etmesi gerekecek.
Bir araştırma reaktörü kurilması, nükleer eşiğin aşılması anlamına geldiği gibi, geçtiğimiz ay sonunda ABD tarafından Suudi Arabistan’a nükleer teknolojinin transferinin önünü açan yedi önemli izin verilmiş bulunuyor.
Suudi Arabistan, Nükleer Silahları Yayılmasını Önleme Anlaşması’nı 1988 yılında imzalamıştı. Nükleer santralin nükleer silah üretimine dönüştürülmeyeceğine dair bir dizi taahhüdü öngören CSA adındaki ek anlaşmayı ise 2005’e kadar imzalamamıştı. Ülke yönetimi, anlaşmalara imza atmasına rağmen sürecin başından itibaren sınırlarını uluslararası denetçilere kapalı tutuyor.
İhtimaller korkutucu
Yakın zamanda İstanbul’daki Suudi Arabistan Büyükelçiliği’nde işlenen Gazeteci Cemal Kaşıkçı cinayetiyle dünya gündemine oturan Suudi Arabistan’ın nükleer teknolojiye sahip olma ihtimali haklı endişelerin kaynağı. Zira şeffaflıktan uzak yönetimi soru işaretleri oluşturan Suudi Arabistan’ın şimdi nükleer silah teknolojisine sahip olması nükleer silah geliştirmesi ihtimallerini de beraberinde getirecek. Nükleer reaktör altyapısının kurulması nükleer silah üretimi için uygun fiziksel şartları sağlarken var olan imkanları bu yönde kullanmak yalnızca siyasi iktidarların niyet ve motivasyonuna bağlı.
bianet‘in yerel ve ulusal gazetelerden, haber sitelerinden ve
ajanslardan derlediği haberlere göre, erkekler, 2019’un üçüncü ayında en az 22
kadını ve erkeklerin yanında olan iki erkeği öldürdü. Mart’ta iki çocuk da
erkek şiddetinin kurbanı olarak hayatını kaybetti. 2019’un ilk üç ayında 68
kadını erkekler tarafından öldürüldü.
Taciz, tecavüz, istismar
Bu
yılın Mart ayı içinde en az altı kadına tecavüz edildi, en az yedi kadın da
cinsel tacize uğradı. Sekiz kız çocuğu
istismara uğrarken, en az 20 kadın da erkekler tarafından yaralandı. Adana ve
Ankara’da iki kadın öldürmeye teşebbüs girişiminden kurtularken, İstanbul ve
Ankara’da iki kadın şüpheli şekilde yaşamını kaybetti
3 yılda 932 kadın kurban
Ayrıca Polis Akademisi istatistiklerine göre de en çok kadın cinayeti İstanbul, Ankara ve İzmir’de işlendi. Kadınların yüzde 72,8’i konut ve metruk binalarda, yüzde 15’i ise sokak ortasında öldürüldü. Katillerin hepsi erkek.
Polis Akademisi Başkanlığı tarafından hazırlanan ‘Dünya ve Türkiye’de Kadın
Cinayetleri 2016-2017-2018 Verileri ve Analizler’ raporuna göre, kadın
cinayetlerinin yarısından fazlası ateşli silahlarla işlendi. Bu silahların
yüzde 83’ünün ruhsatsız olduğu belirlendi. Bu rakamı yüzde 31,9 ile kesici
ve delici aletler takip etti.