Köşe YazılarıYazarlar

Bill McKibben’ın Toronto Konuşmasının Ardından: Birey Olmanın Dayanılmaz Hafifliği – Çağdaş Dedeoğlu

0
McKibben, ekoloji eylemlerine katılmaya çağırdığı yetişkinlere seslendi: Gelin tutuklanalım!

Greenpeace’in ilk başkanı Bob (Robert) Hunter’ın anısına her yıl düzenlenen derslerin bu yılki konuğu (Twitter bio’sunda kullandığı sözcüklerle) yazar, eğitimci, çevreci ve 350.org’un kurucusu Bill McKibben’dı. 3 Nisan 2019 günü Toronto Üniversitesi Çevre Fakültesinin ev sahipliğinde düzenlenen etkinlikte, McKibben, 1989’da yayımladığı The End of Nature’dan bu yana geçen 30 yılı, iklim mücadelesi özelinde değerlendirdi. Konuşmasının satır aralarında ise birey olmanın anlamına dair bazı ipuçları yakalamak mümkündü.

Etkinliğin açılışını, Toronto Üniversitesi Çevre Fakültesi Direktörü Steven Easterbrook yaptı ve kürsüye önce, kendisini Ontario’daki yerli halklarla (indigenous communities) özdeşleştiren, çevre aktivisti Kevin Best’i davet etti. Best, yerel dilde ve İngilizce olarak, bulunduğumuz toprakların asıl sahiplerine haklarını teslim etti. Ardından felsefe profesörü ve Bob Hunter biyografisinin yazarı Thomas Hart kısaca Bill McKibben’ın Toronto’ya gelişini gerekçelendirdi, Bob Hunter’ın 1973 tarihli The Enemies of Anarchy isimli kitabından alıntılayarak: “Doğa yasaları yoruma açık değildir, temyiz için bir üst mahkeme de yoktur ve hiçbir canlı ölümle sonuçlanmayacak şekilde biyoloji yasalarını çiğneyemez.” McKibben, bunu bir kez daha hatırlatmak için oradaydı.

McKibben, konuşmasına, Bob Hunter’ın gerek felsefi gücüyle gerekse Greenpeace’in kuruluşuna yol açan örgütlenme kapasitesiyle öncü olduğunu söyleyerek başladı. Ardından çocukluğunun beş yılını babasının gazetecilik mesleği dolayısıyla Toronto’da geçirdiğini anlattı. Tabii ki konu kentlerin değişimi ve büyümesine geldi. Geçen sürede, Toronto gibi, dünyanın birçok kenti de önemli değişimler geçirmişti. Ancak siyasetçiler bu değişimleri yönetmek için üzerlerine düşen görevleri yapmamışlardı. Siyasetçiler vurgusu McKibben’ın konuşmasındaki üç vurgudan ilkiydi.

O sırada, sunum yansısında Grönland’da çekilmiş fotoğraflar görülüyordu. Fotoğraflardan bir tanesi ise bir geminin deniz haritasına aitti. En son beş yıl önce güncellenen haritada buzul olması gereken yerler fotoğrafın çekildiği zamana gelinceye kadar maalesef erimişti. Yaşananlar ne Grönland yerlileri için ne de gelecek kuşaklar için adildi. McKibben, bir dipnot olarak, Kanada’nın şimdiye kadar, dünyanın geri kalanının neredeyse iki katı olacak şekilde, gezegeni 1,7 santigrat derece ısıttığını da sözlerine ekledi. Daha da önemlisi, Paris Anlaşması’nda verilen sözler tutulsa bile, söz vermeyenlerle birlikte düşünüldüğünde, gezegenin ortalama sıcaklığının 3,5 santigrat derece civarında artacağını ve bunun üzerindeki bir artışa ise hiçbir uygarlığın uyum sağlama olanağının bulunmadığını hatırlattı. McKibben, uyum sağlayamamanın nelere yol açabileceğinin bir örneği olarak Suriye’deki iç savaşı hatırlattı. Bölgedeki istikrarsızlığın önemli bir belirleyeni, bereketli hilalde yaşanan kuraklık ve buna bağlı olarak ortaya çıkan sürecin iktidar tarafından yönetilememesiydi. Özetle, iklim göçleri yanı başımızdaydı.

McKibben’ın üzerinde durduğu ikinci vurgu, mühendislerdi. Ona göre, siyasetçilerin aksine geride bıraktığımız yıllarda mühendisler üzerlerine düşeni yapıp yenilenebilir temiz enerjiyi ucuz ve erişilebilir hale getirmişlerdi. Bundan sonrası alışkanlıkların değiştirilmesi ve enerji geçişinin sağlanmasına bağlıydı. Yani, doğayı değiştirmek yerine kendi içsel doğamızı değiştirmek…

Konuşmadaki üçüncü vurgu, söz konusu geçişin neden yavaş seyrettiği sorusuna odaklandı. McKibben, fosil kaynakların terk edilmeye başlanmasında geç kalındığını ifade etti. İklim değişikliğine karşı mücadelede çok değerli 30 yıl kaybedilmişti. Bu nedenle, kurulu politik güç dengelerinin karbon temelli bir ekonomik modelden ivedilikle ayrıştırılması gerekiyordu. Mücadele, fosil yakıt endüstrisine, yani karbon üreterek inanılmaz biçimde zenginleşen şirketlere karşı veriliyordu. McKibben konuşurken yansılarda, dünyanın dört bir yanından 350.org eylemlerinde çekilmiş fotoğraflar görülüyordu.

Söz konusu örgütlülük hemen bir günde ortaya çıkmadığı gibi kendiliğinden de oluşmamıştı. Özveri gerektiriyordu. Bu ise ekoloji-merkezli bir anlayışın karakterle bütünleşme sürecine karşılık geliyor. Bu anlayış, herkesi kucaklıyor. Bu yüzden Cape Town’da din insanları eylemlere destek vermişti ya da Yemen’de burkalı kadınlar 350’nin 0’ını oluşturmak için, gelecek için bir araya gelmişti. İrlanda ise fosil yakıt endüstrisinden tamamen çıkma kararı alan ilk ülke olmuştu. Bu örneklerin yanına, McKibben, “vücudunda bir tek çevreci kemik bulunmayan” Richard Nixon’un 1970 Dünya Günü öncesinde ve sonrasında ortaya çıkan bilinçli kalabalıklar karşısında temiz hava yasası, temiz su yasası ve nesli tükenmekte olan canlılar yasası gibi ABD’de çevre korumacılığın temelini oluşturacak tüm yasal mevzuatı onaylamak zorunda kaldığını da ekledi.

Daha da güçlü biçimde örgütlenmek gerekiyor. Mesele, konfor alanlarımızdan çıkıp elimizi taşın altına koyma meselesi. Bu açıdan önemli bir tespiti daha var McKibben’ın: Yetişkinlerin, gençlerin önünde mücadele etmesi. Greta’nın inanılmaz liderliğinin de gösterdiği gibi gençler zaten heyecanlı ve çok daha hevesli, ama önemli olan gençlere göre kaybedecek çok daha az şeyi olan yetişkinlerin mücadele etmeleri, gerekirse de hapiste biraz zaman geçirmeleri. McKibben, Keystone XL boru hattı eyleminden önce bu nedenle özellikle yetişkinlere mektup yazdığını anlattı: “Gelin tutuklanalım!” Tabii bu tip yöntemlerin, ancak iyi-kötü işleyen bir hukuk devletinde mümkün olabileceğini akılda tutmak gerekiyor.

McKibben, son olarak, yukarıda ifade edilen bilinç dönüşümü sayesinde iklim mücadelesinin bugün 10 yıl öncesine göre daha iyi bir konumda olduğunu vurguladı. Ancak bu henüz başarı anlamına gelmiyor. İklim değişikliğinden en çok etkilenen grupların, örneğin yerli halkların, bu mücadeledeki liderliğine ihtiyaç var. Liderliği gruplar arasında yayarak ExxonMobil gibilerin oldukça saçma bir iş modeline rağmen gezegende ne kadar büyük bir adaletsizliğe yol açtıklarını göstermek ve yönetimleri karar alıp uygulamaya zorlamak gerekiyor. Bu ise birey olmanın tarifinde bir değişikliği gerektiriyor: “bireyler en azından daha az birey olup daha büyük bir oluşumun parçası olmayı deneyebilirler.” Bu ifade, ekolojik vatandaşlığın da temelini oluşturuyor. Bencillikten uzak, sorgulayıcı bir bireyselliğin eylem bilinciyle buluştuğu bir vatandaşlık biçimi. İşte bu, denemeye değer.

Çağdaş Dedeoğlu (Twitter: @CagdasDedeoglu)

Siyaset bilimi doktoru.

You may also like

Comments

Comments are closed.