Ana Sayfa Blog Sayfa 2467

2019 FİFA Kadınlar Dünya Kupası ABD’nin

2019 FIFA Kadınlar Dünya Kupası’nı, final maçında Hollanda’yı 2-0 mağlup eden ABD kazandı. ABD bu skorla kupayı dördüncü kez evine götürmüş oldu. Fransa’nın ev sahipliğinde 8’incisi düzenlenen kupanın finalinde, maçın favorisi olan ABD’nin golleri 61. dakikada penaltıdan Megan Anna Rapinoe ve 69. dakikada Rose Lavelle’den geldi.

Fransa’nın ev sahipliğinde bu yıl 8’incisi düzenlenen kupada, ABD çeyrek finali ev sahibi ile oynamıştı.  

Bu kupayı daha önce 1991, 1999 ve 2015 yıllarında kazanan ABD, bu turnuvada oynadığı yedi maçı da kazandı. Bu maçlarda 26 gol kaydeden ABD, kalesinde ise sadece üç gol gördü.

Türkiye’deki değişim isteğinin ardında çevre ve iklim krizi de var

Türkiye’de İklim Değişikliği Algısı 2019’ araştırması, yerel seçimlerdeki güçlü değişim isteğinin ardında yatan nedenlerden birinin iklim krizi ve çevre olduğunu ortaya koyuyor.

İklim Haber ve KONDA Araştırma tarafından gerçekleştirilen ‘Türkiye’de İklim Değişikliği Algısı 2019’ adlı araştırmanın sonuçları önümüzdeki hafta kamuoyu ile paylaşılacak.

Türkiye çapında 2745 kişi ile yüz yüze yapılan anket, kamuoyunun ülkemizde iklim krizi ve onun etkileri, afetler ile iklim konusunda hükümet ve belediyelerin çalışmaları hakkında görüşlerini gözler önüne seriyor.

Hem geçen yılki hem de bu yılki araştırma sonuçları, yurttaşların bir yandan iklim krizi ve çevre konularında epey endişeli ve huzursuz olduklarını, bir yandan da merkezi ve yerel yönetimlerin bu konudaki politikalarını da zayıf ve yetersiz bulduklarını açık şekilde ortaya koyuyor.

Peki bu sonuçlar, 31 Mart yerel seçimlerindeki güçlü değişim isteği ve eğilimine de etki etmiş olabilir mi? Seçim sonuçlarının arkasında, çevre ve iklim konusundaki rahatsızlıklar yatıyor olabilir mi?

Kesin sonuçları haftaya açıklanacak olan araştırma ile ilgili elime geçen ilk veriler, bunun doğru olabileceğini gösteriyor.

İstanbul’daki yenilginin ardında doğa tahribatı da var

İklim krizi tüm dünyada siyasi tartışmaların önemli bir parçası ve yeni toplumsal-siyasal hareketlerin bileşeni haline geldi. Hâl böyleyken, iklim krizinin Türkiye’de kendine özgü yollarla yurttaşların seçimlerine etki etmemiş olduğunu düşünmek yanlış olur.

Dünyada artık yeni bir ‘iklim kuşağı’ ve muhalefetinden ciddi anlamda söz ediliyor. Greta Thurnberg öncülüğünde yayılan ‘gelecek için iklim grevleri’ yüzbinlerce çocuğu ve genci her cuma sokaklara döküyor. TÜİK tarafından yayımlanan istatistikler de, ülkemizde son yıllarda aşırı hava olayları, iklim afetleri ve bunlara bağlı hasarlarda artış olduğunu gösterirken, iklim krizinin Türkiye’deki gençlerin fikirlerini ve seçimlerini etkilemesine çok da şaşırmamak gerek.

Gündelik sohbetlere kadar sızan “Ortalıkta ağaç kalmadı” ve “Kentler mahvoldu” yakınmalarının ardında da aslında bu var. Hükümetin “Millet bahçesi yapacağız, içinde hoplayıp zıplayacaksınız” savunmaları ve söylemleri de büyük ihtimalle, AKP’nin sıklıkla yaptırdığı anketlerde gördüğü, ufacık bir yeşilliğe hasret kalan insanların sıkıntılarına bir yanıttı. Kötü bir yanıt ama soruyu yanıtsız bırakamadığı açık.

Özellikle de İstanbul’da AKP’nin uğradığı büyük yenilginin bir nedeni de kuşkusuz, çevre konusundaki rahatsızlıklar. Elbette seçmenler, tek bir nedenle oy kullanmıyorlar. Ama çevre konusu, genel memnuniyetsizliği yaratan unsurlar içinde giderek daha fazla yer kaplıyor. Bu araştırmanın rakamları ve sonuçları önümüzdeki hafta açıklandığında, bunu daha net göreceğiz.

Delik deşik edilen Kuzey Ormanları’ndaki tahribat artık gizlenemeyecek bir boyutta. “Şu kadar ağaç diktik” sözlerini artık kimse ciddiye almıyor. Bu söylemler tersine, zekaya hakaret olarak algılanıp öfke yaratıyor. İnsanlar çoktandır, refüjleri yeşillendirmenin orman yaratmakla aynı şey olmadığının farkında.

Hükümetin ve belediyelerin iklim kriziyle mücade etmeme lüksü yok

Yerel seçimlerde İstanbul’da yenilgiye uğrayanlar, seçmenlerin oylarını çevre ve iklim kaygısının da epey etkilediğinin ne kadar farkında bilmiyorum ama esas önemli olan, seçmenin durumun ne kadar farkında olduğu. Zira önümüzde, bu konuda önemli adımlar atılmazsa çok daha büyük sorunlar yaratacak 5 yıllık bir icraat dönemi var.

Araştırma yayımlandığında, Türkiye halkının siyasi parti, sosyoekonomik konum, yaş ve cinsiyet ayırmaksızın kahir ekseriyetinin çevre ve iklim konusunda oldukça endişeli olduğunu ve kurumların hayati önemdeki bu sorunun çözümünde yeterli gayreti sarf etmediklerini düşündüklerini göreceğiz.

Merkezi yönetimin ve belediyelerin iklim krizi konusunda eyleme geçmeme lüksü yok. Artık yurttaşların hem hükümetten hem de belediyelerden yaşadıkları ekosisteme daha duyarlı ve iklim dostu politikalar konusunda beklentileri yüksek.

Yeni seçilen belediye başkanları için bu bir fırsat. Katılımcı iklim dostu politikalarla hem çevrenin hem de kariyerlerinin sürdürülebilir olmasını sağlayabilirler.

(Artı Gerçek’den alınmıştır.)

DiCaprio, ‘Dünya İttifakı’nda

ABD’li oyuncu Leonardo DiCaprio, iklim değişikliği ve biyoçeşitlilik kaybı ile mücadele edecek Dünya İttifakı adlı oluşuma katıldı

Leonardo DiCaprio, iklim değişikliği ve biyoçeşitlilik kaybı ile mücadele edecek yeni bir kâr amacı gütmeyen güç odağı oluşturmak için hayırsever yatırımcılar Laurene Powell Jobs ve Brian Sheth’e katılma kararı aldı. DiCaprio, Powell Jobs ve Sheth, Earth Alliance (Dünya İttifakı) adlı yeni bir organizasyon kuracaklar.

Earth Alliance adlı yeni organizasyon geçtiğimiz hafta yaptığı açıklamada çalışma alanlarını şu şekilde açıkladı: “Ekosistemleri ve vahşi yaşamı korumak, iklim adaletini sağlamak, yenilenebilir enerjiyi desteklemek ve yeryüzündeki tüm yaşamın yararına yerli haklarını güvence altına almak için küresel olarak çalışacak.”

Organizasyon, biyoçeşitlilik kaybı ve iklim değişikliğinden en çok etkilenen yerlerdeki halk örgütleri ve bireylerle birlikte çalışmanın yanı sıra hibe, eğitim olanakları ve fon kampanyaları sağlayacağını, bu konuları ele alan filmler yapacağını açıkladı.

DiCaprio, Earth Alliance’ı “Gezegende gerçek bir değişime neden olacak en iyi programları belirlerken kaynakları ve uzmanlığı paylaşan büyük, çevik bir platform” olarak tanımladı.

Leonardo DiCaprio Vakfı da, aslanların kurtarılması ve mangrov restorasyonundan yerli hakların savunulmasına ve güneş enerjisine daha iyi erişime kadar 100 milyon dolar hibe veriyor. Ünlü oyuncunun vakfı, Earth Alliance ile birlikte çalışacak.

Vista Equity Partners’ın kurucu başkanı ve başkanı Brian Sheth, aynı zamanda Global Wildlife Conservation’ın yönetim kurulu başkanlığını yürütüyor. Sheth aynı zamanda çevresel ve eğitimsel girişimleri desteklemek için eşiyle birlikte Sheth Sangreal Vakfı’nı kurdu. Sheth Sangreal Vakfı, Earth Alliance’ın operasyonel ve idari maliyetlerini finanse edecek. Apple’ın geçtiğimiz yıllarda hayatını kaybeden eski eş kurucusu ve CEO’su Steve Jobs’un eşi Powell Jobs, hayırsever ve girişimci olarak biliniyor. Jobs aynı zamanda sosyal etki kuruluşu Emerson Collective’in de başkanı.

 

BM yetkilisi: Her hafta iklim değişikliği kaynaklı bir doğal afet yaşanıyor

BM Genel Sekreteri’nin afet riskini azaltma konusundaki özel temsilcisi Mizutori, ‘İklim değişikliği sorununa çözüm aramak uzun vadeli bir süreç olmaktan çıktı. Hemen şimdi yatırım yapılması ve önlem alınması gerek’ dedi.

Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri’nin afet riskini azaltma konusundaki özel temsilcisi Mami Mizutori, dünyada her hafta iklim değişikliğinden kaynaklı bir doğal afet yaşandığını açıkladı. Mozambik ile komşu ülkelerini vuran Idai ve Kenneth Siklonlarını, Hindistan’daki kuraklığı örnek gösteren Mizutori, “Ancak bu afetler uluslararası arenanın ilgisini çekmiyor. Yoksul ve gelişmekte olan ülkelerin afetlerle mücadele etmesini sağlamak için acilen adım atılmalı” dedi.

Bu konunun geleceğimizi değil bugünümüzü ilgilendirdiğini vurgulayan Mizutori, “İklim değişikliği sorununa çözüm aramak uzun vadeli bir süreç olmaktan çıktı. Hemen şimdi yatırım yapılması ve önlem alınması gerek” diye konuştu.

Tahminlere göre iklim kaynaklı doğal afetlerin yılda 520 milyar dolara mal olduğunu belirten Mizutori, şimdiye kadar iklim değişikliğine çare bulmak için kafa yorulduğunu, sera gazı emisyonlarını sınırlandırmak gibi konulara odaklanıldığını anımsatarak şöyle devam etti: “Ancak, iklim değişikliğini konuşmak yeterli değil. Doğal afetler gibi sonuçlarını da konuşup, onlara da çare aramak zorundayız.” Mizutori, bundan böyle daha bütüncül bir bakış açısıyla konuya yaklaşılması gerektiğinin altını çizerek iklim değişikliğinden kaynaklanan doğal afetlerin sadece gelişmekte olan ülkelerde yaşanmadığına da değindi; ABD ve Avrupa’daki orman yangınlarını örnek gösterdi.

ODTÜ polis zoruyla boşaltıldı, ağaçlar kesildi

ODTÜ kampüsünde yurt binası yapılmak istenmesine karşı 55 gündür eylem yapan öğrenciler, bu sabah polis tarafından zorla bölgeden çıkarıldı. İş makinelerinin kampüse girmesinin ardından ağaç kesimi başladı

Orta Doğu Teknik Üniversitesi‘nde (ODTÜ) Kavaklık diye bilinen arazinin  Kredi ve Yurtlar Kurumu’na (KYK) devredilmesinin ardından yapılması planlanan KYK yurduna karşı öğrenciler tarafından başlatılan ‘nöbet’ eylemi, 55’inci gününde polis baskınıyla sona erdi.  Bu sabah erken saatlerde polis ODTÜ’ye gelerek, direnişteki öğrencilerin etrafını sardı. Bölge ablukaya alınırken, öğrencilerin çadırların olduğu alandan çıkması istendi.

Öğrencilere desteğe gelen hocalar, rektörün istifasını isteyen sloganlar atarken, milletvekillerinin ise içeriye girmesine izin verilmedi. Saat 09.30 sıralarında ise polis, eylemci öğrencileri tartaklayarak dışarı çıkarttı. Gözaltına alınan öğrencinin bulunmadığı bildirildi. Bu gelişmenin ardından  kampüs içerisine inşaatta kullanılacak araçların bazılarının da geldiği görüldü.

Ağaçlar kesilmeye başlandı

Öğrenciler bölgedeki yüzlerce ağacın kesilmemesini, KYK yerine, mezunlar derneğinin desteğiyle yapılacak yurdun da ağaçsız bir bölgeye inşa edilmesini talep ediyordu. Ancak polis tarafından öğrencilerin alandan çıkarılmasının ardından alana gelen görevliler hızlıca ağaç kesimine başladı. “ODTÜ’de KYK istemiyoruz” sloganlarıyla ağaçların kesildiği alanda toplananlara polis biber gazı sıktı. Bazı öğrenciler, tepkilerini uzun eşek oynayarak gösterdi.

Öğrenciler: Direnişimiz bitmedi

Polis tarafından alandan çıkarılan öğrenciler yazılı açıklama yaparak, “Bu saldırıyı yapanlar ve yaptıranlar bilsinler ki direnişimiz bitmemiştir, bitmeyecektir! Bugün yaşanan korkunç saldırıda arkadaşlarımızı darp ettiniz, biber gazıyla saldırdınız ama bilin ki direnişin 55. günü biter, 56. günü başlar!” dedi.

Yurt yapım sürecinden öğrencilerin haberi olmadığı belirtilen açıklamada şöyle denildi: “Saldırıyla binlerce canımızı yok ettiler, ağaçlarımıza kıydılar ama bizler bu yurdu inşaa ettirmeyeceğiz! ODTÜ tarihinde daha önce de bunu görmüştük. Bir iktidar piyonu olan Hasan Tan ODTÜ’ye faşist işçileri sokarak içeriden yıkmaya çalışmıştı. Şimdi de AKP, Verşan Kök ile anlaşıp yurt yaptırarak aynısını hedeflemektedir. Bu katliamın sorumluları başta Verşan Kök, ODTÜ yönetimi olmak üzere hâlâ yılmayan ODTÜ kalesini yıkmak isteyen AKP’dir.”

Rektör Verşan Kök’ün, üç gün önce, hocalar aracılığıyla ‘alanın boşaltılmasını istediğini, polisin müdahalesine engel olamayacağını’ söylediği belirtilmişti. Mimarlar Odası Ankara Şubesi ise Kök hakkında soruşturma açılması için YÖK’e başvurmuştu.

Üniversitenin içindeki 40 dönümlük arazi, 49 yıllığına Kredi ve Yurtlar Kurumu’na devredilmişti.

 

Etki değerlendirmeleri neden yapılır

Geçtiğimiz haftalar içinde Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği (ÇED) için ‘ülkemiz şartları, dünyadaki mevcut iyi uygulamalar ve uygulamada ortaya çıkan gereksinimler, bilimsel ve teknik dayanaklar göz önüne alınarak güncellenmesi ve ÇED raporlarının puanlanmasına yönelik bir yazılım geliştirilmesi’ amacı ile bir toplantı yapıldı. Toplantının henüz bir somut sonucu yok. Ancak sayıları yirmiyi aşan daha önceki yönetmelik ‘güncellemelerine’ bakınca insan ister istemez biraz karamsar oluyor.

Bilindiği gibi ‘karar vericilere kararlarını sağlıklı bir şekilde verebilmeleri için (!) seçenek üreten ve bu seçeneklerin olumlu ve olumsuz yönlerini sergileyen bir yaklaşım olarak tanımlanan ÇED’ 1993’den bu yana Çevre Kanunu’na bağlı olarak çıkarılan yönetmelik gereği ülkemizde uygulanıyor. Ancak bu uygulamanın geldiği noktanın başarılı olduğunu iddia etmek, ülkemizdeki özellikle sanayi ve madencilik kaynaklı çevre ve çevre kirliliğine bağlı insan sağlığı sorunlarını gördükçe imkansız. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nda görevli komisyonların ÇED raporlarına çok büyük oranda daha ilk sunumda olumlu kararı vermesi; birçok yatırım alanının ÇED kapsamı dışına taşınması; birçok yatırım alanı için ise ‘ÇED gereklidir’ kararının bakanlığa bırakılması sonucu yönetmelik, çevre kirliliğinin önlenmesi açısından beklenen katkıyı yapmaktan uzaklaştı. Oysa bilimsel olarak bir bölgede yapılacak her yatırım, olası çevresel etkileri açısından teknik boyutta ÇED’e, daha da ötesinde olası insan sağlığı üzerine etkileri açısından sağlık etki değerlendirmesine (SED) tabii olması gerekir. Ancak özellikle ülkemizde ÇED uygulamaları günden güne amacından uzaklaştırılırken, SED ise hiç gündeme taşınmadı.

Genel anlamda baktığımız zaman çok sayıda çevre ve insan sağlığına dönük ‘etki değerlendirme’ tekniği bulunuyor. Bunlardan bazıları;

  • Çevresel Etki Değerlendirmesi,
  • Sağlık Etki Değerlendirmesi,
  • Stratejik Çevre Değerlendirmesi,
  • Sosyal Etki Değerlendirmesi,
  • Entegre Etki Değerlendirmesi’dir.

İnsan sağlığı açısından Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) 1948’den bu yana yaptığı tanımlamayı hatırlarsak bu etki değerlendirmelerinin, özellikle de SED’in önemini daha iyi kavrayabiliriz: ‘Sağlık sadece hastalık ya da sakalığın yokluğu değil; bedensel, ruhsal ve sosyal yönden tam bir iyilik durumudur.’ DSÖ’nün temel belgelerine göre, sağlık ırk, din, dil, politik inanç, ekonomik ve sosyal durum ayırımı gözetmeksizin doğuşta kazanılan bir haktır. Tüm ülkelerin imzaları ile onayladığı DSÖ’nün bu yaklaşımı nedeniyle yönetimler de kendi halkına karşı onun sağlığından sorumludur. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde de ‘insan sağlığının korunması’ bir hak olarak belirtilmiştir. Bu nedenlerle yönetimler gerçek anlamda etki değerlendirme metotlarını kullanarak çevre ve insan sağlığını açısından gerekli önlemleri almakla yükümlüdür.

Etki değerlendirmelerinden ülkemizde tam olarak yapılmamasına karşın ÇED yürürlüktedir. ÇED teknik bir etki değerlendirme metodu olup genellikle projenin sağlık etkileri hakkında herhangi bir değerlendirme raporda yer almaz. Özellikle bir kuruluşun yakın ve uzak çevresi için yaratabileceği hava kirliliği, su kirliliği, gürültü, toprak kirliliği, o bölgede beklenmeyen nüfus artışı gibi sorunların o yatırımdan önce belirlenerek çözülmesini sağlar. Eğer bilinen teknolojiler ile o sorunların çözümü olanaksızsa yatırım için seçilen yerin veya teknolojilerin değiştirilmesinden o yatırımdan tamamen vazgeçilmesine kadar kararlar alınabilir. Ancak özellikle büyük sanayi ve madencilikle ilgili kuruluşların oldukça rahat ‘ÇED olumlu’ kararı alması sonucu çevre sorunlarını ve kirliliğini önleme konusunda bugüne kadar beklenen ilerlemenin sağlanamaması, bu uygulamanın ülkemizde gereği gibi uygulanıp uygulanmadığı konusunda soru işaretlerinin ortaya çıkmasına neden olmaktadır.

Bu nedenle başta Avrupa Birliği ülkeleri olmak üzere birçok ülke 2014 yılından itibaren ÇED sürecinde değişikliğe giderek mevcut ÇED yönetmeliklerine SED ve küresel iklim değişikliği ile ilgili bölümler eklediler. Artık bu ülkelerde herhangi bir projenin sadece teknik boyutu değil; yakın ve uzak çevresinde yaşayan insanların sağlığı üzerine olabilecek olumsuz etkileri ve bu etkileri önleme yöntemleri, DSÖ nün 1948’den bu yana kabul ettiği ‘sağlığın tanımına’ uygun olarak değerlendiriliyor. DSÖ’nün 1999’da Göteborg’ta kabul ettiği konsensüs belgesine göre SED; ‘‘Her hangi bir politika, program ya da projenin, belli bir nüfusun sağlığı üzerindeki potansiyel etkilerinin değerlendirilebileceği işlem, yöntem ve araçlar bütünü ve bu etkilerin nüfus içerisindeki dağılımı’ olarak tanımlanıyor. Diğer bir anlatım ile ‘toplumun sağlığını etkilemesi olası durumların kanıta dayalı olarak değerlendirildiği işlem, yöntem ve araçların bir karışımı’ olarak tanımlanan SED’in ülkemizde hala bir yasal altyapısı yok. Günümüze kadarki tek bilimsel uygulaması Bursa’da Nilüfer Belediyesi tarafından kurulmak istenen bir spor tesisi için yaptırılmış. Tabii SED çalışması yapılmasının en önemli şartları; demokrasiye inanmak, bilimsel kanıtlardan hareket etmek ve kanıtların ahlaki kullanımı. İyi bir SED çalışması için çevre sağlığı, sağlığın sosyal belirleyicileri ve sağlık alanındaki eşitsizlikler konusunda bilgili ve donanımlı olmak ve bu alanlarda uzmanlarla çalışmak şart. Ayrıca tüm bilgilerin o projeden etkilenecek insanlarla paylaşımı ve demokratik karar verme mekanizması ise SED’in olmazsa olmaz ilkesi… SED’in öncelikli alanları var; inşaat sektörü, zirai politikalar, atık yönetimi, hava kalitesi emisyonları, ulaşım sektörü gibi… İncelendiği zaman ülkemizde ağırlığı olan sektörler olduğu görülüyor. O nedenle de SED’in yasal bir gereklilik olması çok önemli.

ÇED ve SED çalışması yapılırken dikkat edilmesi gereken diğer bir durum ise ‘kümülatif etki’. Tek başına zararsız gibi görünen bir proje o bölgenin kirlilik taşıma kapasitesinin sınırlarına ulaşıldığı için zararlı olabilir… Örneklemek gerekirse 10 ton kapasiteli bir kamyona fazladan 100 gram daha eklemek gibi… Bunu en iyi ayırt etme yolu ise ÇED’in yanı sıra SED çalışması da yapmak ve çıkacak sonuca göre karar vermek… Bu durumun ülkemizdeki tek örneği ise; ülkemizde yapılan tek SED çalışması olan Bursa Nilüfer Belediyesinin kurmak istediği bir spor tesisi için Uludağ Üniversitesi Halk Sağlığı Anabilim Dalından öğretim üyelerinin de destek verdiği SED çalışması örneği… Bu çalışma sonucunda zararsız; hatta bölge için yararlı görülebilecek bir tesisin projesinde değişiklik yapılması gerektiği görülmüştü.

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı şimdi ÇED yönetmeliğini yeniden gözden geçiriyor. Umarım yanılırız ve bu ‘gözden geçirme’ bundan öncekilere benzemez ve ÇED ekindeki ‘ÇED uygulanacak projeler’ listesinin uzayacağı; ‘seçme ve eleme kiriterlerinin uygulanacağı’ listenin de bu bölüme ekleneceği; içinde SED ile ilgili DSÖ’nün temel ilkeleri doğrultusunda bir bölüm yer alan ve ‘halkın katılımının’ olmazsa olmaz kabul edildiği yeni bir yönetmelik ile karşılaşırız. Yeni yönetmeliğe SED’in eklenmesi çok önemli. Çünkü büyük çevre ve ona bağlı insan sağlığı sorunları yaşıyoruz. Temiz Hava Hakkı Platformu’na göre hava kalitesi kriterlerimizi DSÖ’nünkilere uydurabilseydik 2017 yılında 51.574 ölümü önleyebilirdik. Bu tek veri bile durumun ciddiyetini gösteriyor.

Bu aşamada başta tüm meslek örgütü ve sivil toplum örgütlerine büyük sorumluluk düşüyor. Yeni yönetmelik için yazılı olarak önerilerini Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve kamuoyu ile paylaşmaları gerekiyor.

Unutmayalım; bugün geç ama yarın çok daha geç olacak…

 

Demirtaş: Bir de benden dinleyin

HDP Eski Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, hakkındaki iddialar ve yargı sürecine dair açıklamalarda bulundu. Demirtaş, sekiz  maddede iddialara yanıt verirken, “Neden siyasi rehine olduğumuzun daha da iyi anlaşıldığını umuyoruz” dedi.

HDP Eski Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, yargılandığı davadaki iddialara dair açıklamalarda bulundu. Resmi Twitter hesabından paylaşım yapan Demirtaş, “Merhaba, umarım hepiniz daha iyisinizdir. Biz de iyiyiz. Sözde yargılandığım davaya dair biraz bilgi vermek istiyorum. Malum nedenlerle, medyanın önemli bir kısmı duruşmalarımı takip etmiyor. Ancak herkesin gerçekleri bilme hakkı var. Belki biraz zamanınızı alacağım ama anlatacaklarımın tamamı gerçek ve çok önemli. Meydan meydan, kanal kanal dolaşıp beni “terörist, katil” ilan edenlere zaten inanmadığınızı biliyorum. Yine de bütün “iddiaları” bir de benden dinleyin lütfen” diyerek tüm süreci ve hakkındaki iddiaları açıkladı.

İDDİA BİR: Mercek adlı gizli tanığın 2009 yılında verdiği sözde ifadeye göre, TBMM’de Kürtçe konuşma yapmak için KCK’den talimat almışım. (Kürtçe konuşmayı da Sn. Ahmet Türk yapmıştı bu arada.) Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı beni bu iddiayla tutuklattıktan iki yıl sonra, mahkemenin ısrarı üzerine gönderdiği yazıda, aslında böyle bir gizli tanığın hiç olmadığını belirtti. Bu fezlekeyi hazırlayıp TBMM’ye gönderen savcı Uğur Özcan, daha sonra Cemaat’ten tutuklandı.

İDDİA İKİ: PKK, Elazığ’daki bir aileye mektup yazmış ve bu mektubu Sn Gültan Kışanak ile benim elden teslim etmemizi istemiş. Mektup, güya eski Diyarbakır Sur Belediyesi Başkanı Sn Abdullah Demirbaş’ın bilgisayarından çıkmış ve PM üyemiz Ali Oruç bize teslim etmiş. Sene 2009.

Yıllar sonra yapılan teknik incelemede bu mektubun, A. Demirbaş’ın bilgisayarından usule aykırı bir şekilde oluşturulduğu/elde edildiği ortaya çıktı. A. Oruç, A. Demirbaş ve G. Kışanak bu suçlamalardan beraat etti. Ama dosyama konulan bu mektup, tutuklanmama gerekçe yapıldı. Zaten kendilerine mektup yazıldığı iddia edilen aile de böyle bir mektubun olmadığını belirtti. Öte yandan, bu fezlekeyi hazırlayan savcı da Cemaat’ten tutuklanan Uğur Özcan.

İDDİA ÜÇ: 2008’de (ben grup başkanvekiliyken) KCK yöneticileriyle telefon görüşmeleri yapmışım. Milletvekili olmama rağmen telefonlarım yasa dışı bir şekilde dinlenmiş. Konuşma içeriklerinde suç unsuruna rastlanmamış ama konuştuğum kişiler örgüt yöneticisiymiş.  Kim oldukları fezlekede -özellikle- belirtilmeyen bu “örgüt yöneticileri” kimmiş peki? İşte tamamı parti yöneticilerimiz olan bu kişileri, örgüt üyesi gibi gösterip fezleke düzenleyen savcı da aynı: Cemaat’ten tutuklanan Uğur Özcan.

İDDİA DÖRT: Herkesin yakından bildiği Demokratik Toplum Kongresi’nin (DTK) konferans ve panellerine katılmışım. Toplantıların içeriğinde suç unsuru yokmuş ama DTK “terör yapılanmasıymış”, ben de DTK yöneticisiymişim.

DTK legal, açık, meşru ve hali hazırda bile faaliyetlerini sürdüren bir platformdur. Anayasa yapımı çalışmalarında, görüş bildirmek üzere Meclis Başkanlığı tarafından TBMM’ye bile davet edilmiştir. Hatta bu davet üzerine DTK, görüş ve önerilerini Anayasa Uzlaşma Komisyonuna yazılı olarak sunmuştur. Suçlamaya konu DTK toplantılarının bazılarına -kaderin cilvesine bakın ki- AKP milletvekilleri Galip Ensarioğlu ve Yasin Aktay ile birlikte katılmıştık. Hepsi de basına açık, legal toplantılardı.

İDDİA BEŞ: KCK’nin Avrupa sorumlularından Faik Hoca adlı kişi, benim Avrupa’da bir konferansa katılmam yönünde aldığı talimatı Kamuran Yüksek aracılığıyla bana iletmiş. Oysa Kamuran Yüksek, o dönemde eş genel başkan yardımcımız. “Faik Hoca” dedikleri sözüm ona KCK sorumlusu ise partimizin resmî Avrupa temsilcisi Faik Yağızay. Matematik öğretmeni olduğundan, kendisine parti içinde “Faik Hoca” diye hitap edilir. Faik Hoca’yı, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu da tanır. Avrupa Konseyinde görüşmüşlükleri de vardır. Bu asılsız suçlamalar da 1 no’lu fezlekede bulunuyor. Bu fezlekenin savcısı yine Uğur Özcan, daha sonra Cemaat’ten tutuklandı.

İDDİA ALTI: 2009’da grup başkanvekiliyken, Cumhurbaşkanı ile bir yurt dışı gezisine katılmak için KCK’yi bilgilendirip izin istemişim. Oysa konuştuğum kişi benim Eş Genel Başkan Yardımcım Kamuran Yüksek. Kendisi Parti Genel Merkezi ile Meclis Grubunun ilişkisinden sorumlu. Yani daveti, kendi partimin genel merkezine bildirmiştim. Öte yandan, bu telefon konuşmam da yasa dışı bir şekilde dinlenmiştir. Bu fezlekenin savcısı da Cemaat’ten tutuklandı.

İDDİA YEDİ: KCK’nin Türkiye siyasi alan sorumlularındanmışım ve “ele geçen bir listeye” göre 21. sıradaymışım. Oysa söz konusu liste, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Konferans Salonunda, DTK ile DTP’nin ortak düzenlediği “Yerel Yönetimler Konferansı” katılımcı listesidir. Ben o konferansa grup başkanvekili sıfatıyla katıldım ve konuşmacıydım. Katılımcı listesinde 21. sıradaydım.

İDDİA SEKİZ: 6-8 Ekim olaylarına dair, HDP Genel Merkezi Twitter hesabından atılan şiddet içermeyen mesajlar konusu.

O günden bugüne yapılan tüm incelemelere rağmen, özel olarak bana ait tek bir çağrı bulunamamıştır. Bulunamaz da. Aksine 7 ve 9 Ekim’de şiddeti kınayan, durması için yapılmış iki çağrım dosyada var. Ancak hiçbir delil bulunamayınca, Murat Karayılan adına açılmış sahte bir Twitter hesabından atılan mesajlar dosyaya konulmuştur. Saatler birbirini tutsun diye de HDP’nin twitlerinin saati değiştirilmiştir. Bunlar dışındaki suçlamaların tamamı, basına açık konuşmalarıma dayandırılmıştır. Ki bunların tümünü, şu anda bile sosyal medyadan izliyorsunuz. Hepsi de ifade özgürlüğü kapsamındaki konuşmalardır. Kaldı ki, ben bu düşüncelerimi TBMM’de de dile getirdim. O nedenle değil dava veya tutuklama, bunlar hakkında soruşturma bile açılamaz. Tüm bu komplo ve kumpasları AYM’ye taşıdık. Ne hazindir ki, AYM bu sahte delilleri incelemeye bile tenezzül etmeden başvuruyu reddetti. AİHM’e başvurduk. AİHM, yargılamamın ve tutukluluğumun siyasi olduğuna karar verdi. Bu karara da, “bizi bağlamaz, tanımıyoruz” denildi.  Üç yıla yakındır ben ve milletvekili arkadaşlarım benzer kumpaslarla hücrelerde tutuluyoruz. Adaleti bir gün mutlaka bulacağımıza inanıyoruz. Bunu siyasallaşmış yargıya değil, halkımıza güvenerek, inanarak söylüyorum.

‘Yılmadık, boyun eğmedik, umutsuzluğa kapılmadık’

“Bu anlattıklarım dışında söylenen her şey yalandır, iftiradır. Bizler barış ve demokrasi için, birlikte yaşam için büyük fedakarlıklar yaptık ve bedeli bu oldu. Ama yılmadık, boyun eğmedik, umutsuzluğa kapılmadık, direnmeye devam ediyoruz. Barış ve demokrasi kazanana kadar” vurgusunda bulunan Demirtaş açıklamalarını, “Hepinize sıcak selamlarımızı ve sevgilerimizi gönderiyoruz. Neden siyasi rehine olduğumuzun daha da iyi anlaşıldığını umuyoruz” diyerek bitirdi.

Komşu’da seçimi muhafazakarlar kazandı

Yunanistan’daki erken seçimle Çipras dönemi sona erdi. Sandık başı anketlerine göre Miçotakis liderliğindeki Yeni Demokrasi (ND) hareketi tek başına iktidar olacak sonucu elde etti.

Yunanistan, solcu başbakan Aleksis Çipras’ın Avrupa Parlamentosu seçimleri ve yerel seçimlerde aldığı yenilgi sonrası istifa etmesinin ardından erken seçimler için sandık başına gitti. Sandık başı anketlere göre seçimleri Kiriakos Mitçokatis liderliğindeki Yeni Demokrasi (ND) hareketi kazandı. Yunanistan Başbakanı Aleksis Çipras’ın başında bulunduğu SYRIZA ikinci parti olarak ana muhalefet oldu.

Normal tarihinden yaklaşık dört ay öne çekilen seçime 20 siyasi parti katıldı. Yüzde 3 seçim barajının uygulandığı seçimde, partiler meclisteki 300 sandalye için yarıştı. Seçimlerde 9 milyon 903 bin seçmenin oy kullandığı belirtiliyor. 577 bin genç ilk defa sandık başına gitti. Sandık çıkış anketi, ülkedeki yüzde 3’lük seçim barajını geçen partilerin oy dağılımını şu şekilde yansıtıyor: ND yüzde 38-42, SYRIZA yüzde 26,5-30,5, KINAL yüzde 6-8, KKE yüzde 5-7, MERA 3-5, Altın Şafak yüzde 2,8-4,8, Yunan Çözümü 2,5-4,5.
Seçim sistemine göre, hükümet kurmayı kolaylaştırmak amacıyla seçimde birinci çıkan parti, fazladan 50 milletvekili hakkı kazanıyor. Bu sonuçlara göre Yeni Demokrasi tek parti hükümeti kurabilecek. Aşırı sağ Altın Şafak’ın büyük oranda oy kaybetmesi dikkati çekti. Altın Şafak dahil olmak üzere, yüzde 3 barajına yakın bulunan 3 partinin durumu sonuçların açıklanması ile netleşecek.

Tek başına iktidar

2015’te ekonomik krizin, milyarlarca euroluk borcun ve tasarruf yükünün yarattığı boğucu ortamda iktidara gelen solcu Aleksis Çipras ve partisi SYRIZA’nın, yine ekonomi politikaları yüzünden seçimleri kaybetmesi bekleniyordu. Krizin sorumlusu gösterilen ama Kiriakos Miçotakis liderliğinde küllerinden doğan Yeni Demokrasi ise seçimlerin favorisiydi.

Daha az vergi, bol yatırım sözü

Başkent Atina’daki ND genel merkez binası önünde coşkulu kalabalığa seslenen Miçotakis, zafer konuşması yaptı. Miçotakis, yeni hükümetin çok çalışacağını vurgulayarak “Daha az vergi, bolca yatırım, kalkınma ve etkin devlet sözünü verdim. Şeffaflık, hesap verme ve liyakat ülkeye geri gelecek. Sizden zaman istemiyorum çünkü kaybedecek zamanımız yok” dedi. Milli sorumluluk ve zorlukların farkında olarak iktidarı devralacağını söyleyen Miçotakis, “Yunan halkı konuştu. Kararı kesin. Yunan halkı, büyüme, istihdam, güvenlik ve hakettiği şekilde ülkesinin yeniden inşaasını istiyor” ifadesini kullandı.

Miçotakis, birlik içerisinde yapmaları gereken çok iş olduğuna işaret ederek, kendilerini desteklemeyen vatandaşları da ikna etmek için sıkı şekilde çalışacağını söyledi.

Çipras’tan açıklama: Halkın iradesini saygı göstereceğiz

Yunanistan’da erken genel seçimde iktidarı kaybeden SYRIZA lideri Aleksis Çipras, “Halkın iradesini saygı göstereceğiz.” dedi.  Seçim merkezinde basın toplantısı düzenleyerek seçim sonuçlarını değerlendiren Çipras, demokrasilerde değişimin doğal ve demokrasinin özü olduğunu ifade ederek, “Miçotakis’i arayarak kendisini zaferinden dolayı tebrik ettim. Halkın iradesini saygı göstereceğiz.” diye konuştu.

Ülkenin 4,5 yıl önce teslim aldığına kıyasla çok daha iyi bir durumda olduğunu belirten Çipras, “Ülke o zaman çok zor bir durumdaydı. İflasın eşiğine gelmiş, kasası boşalmış, halkın çoğunluğu fakirlikle boğuşuyordu. Şimdi hazinede 37 milyar avroyla, tarihin en düşük faiz oranlarıyla, uluslararası alanda saygın bir ülke teslim ediyoruz.” İfadelerini kullandı.

Kiriakos Miçotakis kimdir?

2016’dan bu yana Yeni Demokrasi’nin lideri olan 51 yaşındaki Kiriakos Miçotakis, Harvard Üniversitesi’nden mezun olan eski bir bankacı. Miçotakis, Yunan siyasetinde yakından tanınan ‘Yeni Demokrasili’ bir aileden geliyor. Babası Konstantinos Miçotakis 1990-1993 arasında başbakanlık yaptı, yakınlarını kayırma suçlamaları sonrası istifa etmek zorunda kaldı. Kardeşi Dora Bakoyanni ise dışişleri bakanlığı yapmış bir isim.

Erdoğan’dan tebrik telefonu

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Yunanistan’ın yeni Başbakanı seçilen Kiriakos Miçotakis ile bir telefon görüşmesi gerçekleştirdi. Erdoğan görüşmede, Miçotakis’i tebrik ederek, sonuçların Türkiye-Yunanistan ilişkileri ve bölge için hayırlı olması temennisinde bulundu. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu da Miçotakis’i kutladı. Çavuşoğlu, Twitter hesabından yaptığı paylaşımda, “Yeni Demokrasi lideri Kriakos Mitsotakis’i seçimlerdeki başarısından dolayı içtenlikle kutluyorum. Onun liderliğinde Türk-Yunan halkları arasındaki dostluğun ve ikili ilişkilerimizin daha da güçleneceğine inanıyorum.” ifadesini kullandı.

 

 

Muhbirliğin rapor hali: SETA onlarca gazeteciyi fişlemiş

İktidar yanlısı SETA’nın Türkiye’de faaliyet gösteren yabancı basın kuruluşlarında çalışan gazetecileri ‘uzantı’ tanımlamasıyla fişlediği ortaya çıktı. Meslek örgütleri ve gazetecilerden tepki büyük. TGS dava açıyor. SETA kendini ‘muhalif olmaları onların tercihi’ diye savundu.

İktidar yanlısı Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı (SETA) Türkiye’de faaliyet gösteren yabancı basın kuruluşları ve bu kuruluşlarda çalışan gazetecilerle ilgili ‘fişleme’ niteliğinde bir rapor yayınladı.

Raporda, gazetecilere, savcılık iddianamelerinde sıklıkla rastlandığı gibi haber, yazı ve sosyal medya paylaşımları nedeniyle suçlamalar yöneltildi. Gazetecilerin daha önce çalıştığı kurumları gösteren şemalara yer verilen raporda, bu medya kuruluşlarının yaptığı ‘hükümet aleyhine haberler’in şikayet edilmesi ve bu kuruluşların yakın takibe alınması istendi.

İsmail Çağlar, Kevser Hülya Akdemir ve Seca Toker imzalı 202 sayfalık rapor ‘Uluslararası Medya Kuruluşlarının Türkiye Uzantıları’ başlığını taşıyor. Raporda BBC Türkçe, Deutsche Welle Türkçe, Amerika’nın Sesi Türkçe, (VOA), Sputnik Türkiye, Euronews Türkiye, CRI Türk (Çin Uluslararası Radyosu Türkiye), Independent Türkçe’nin haber ve yayın politikalarının yanısıra bu kuruluşlarda çalışanların haber, yazı ve sosyal medya paylaşımları ‘analiz’ ediliyor. ‘Uluslararası yayın yapan medya organlarının daha iyi tanınması ve Türkiye’deki faaliyet ve bağlantılarının anlaşılması’ amacıyla hazırlandığı belirtilen raporda, incelenen kuruluşların özellikle 15 Temmuz darbe girişimini nasıl yansıttığına geniş yer veriliyor.

Raporda, bu yayın kuruluşları için Türkiye’de çalışan yabancı ve Türklerin çalışanların isimlerinin yanısıra, sosyal medya hesapları ve haklarındaki davalara kadar ayrıntılı bilgiler aktarılıyor.

‘Yazılarındaki ana vurgu’ suçlaması

Raporda, gazetecilere yaptıkları haberler, yazıları ve sosyal medya paylaşımları ve hatta ‘retweet’leri nedeniyle yöneltilen garip suçlamalardan bazıları şöyle:

-Yazılarındaki ana vurgu Türkiye’de insan haklarına saygı duyulmadığı, gazetecilerin yeterince özgür olmadığı ve ülkenin otoriter bir yönetime sahip olduğu üzerinedir.

-Genel olarak Türkiye’de basın özgürlüğü ve insan hakları konusunda zafiyet bulunduğuna yönelik bir haber üretim politikası takip etmektedir.

-Almanya Başbakanı Angela Merkel’e yönelik övgü içeren paylaşımları da dikkat çekmekte.

-Twitter hesabından daha çok çocuk istismarı, kadın cinayetleri ve kürtaj gibi meseleler hakkında paylaşımlar yapmıştır. Türkiye’de kadınlara yönelik devlet baskısının olduğunu iddia eden paylaşımlarda bulunmuştur.

-Türkiye ile ilgili basın özgürlüğünü eleştirdiği içerikler de mevcuttur.

-Üzerinde durduğu konulardan biri de Türkiye’nin terörle mücadelesi olmuştur. Doğu Anadolu Bölgesi ve Kürtlerle alakalı birçok haber yapmıştır.

-Terör örgütü PKK/PYD saflarında Ayn el-Arab’da savaşırken ölen teröristlerin yakınlarıyla röportajlar yapmıştır. Cumartesi Anneleri ile ilgili haberleri sık sık hesabı üzerinden aktarmıştır.

Metin Akpınar ve Müjdat Gezen’e yönelik başlatılan soruşturmayı eleştiren birçok paylaşım yapmıştır.

‘Yolsuzluk ve işçi hakları haberleri yapıyor’

-Çeşitli mecraların Selahattin Demirtaş’ın tutuklanmasına karşı çıkan haber içeriklerini de sık sık retweet etmiştir.

-DW Türkçe ile birlikte Bianet, Diken, BBC ve Guardian sayfalarının haberlerini çokça paylaşmıştır.

-Haber içerikleri hükümetin yolsuzluk yaptığı iddiaları, basın özgürlüğü ve işçi hakları üzerine yoğunlaşmıştır. Araştırmacı-gazeteci olarak çalışan X, spekülatif konular üzerinden hükümete yönelik yaptığı suçlayıcı iddialarla dikkat çekmektedir.

-PKK ile açık bir bağı olan HDP’yi destekleyen bu söylemleri kendisinin siyasi duruşunu ortaya koymaktadır.

-Twitter hesabından eski CHP milletvekili Eren Erdem’in terör suçlamasıyla tutuklanmasına büyük tepki göstermiştir. Ağırlıklı olarak ‘İslamcı faşizm’ gibi ifadelerle AK Parti’ye karşı bir nefret dili geliştirmiştir. Sosyal medya paylaşımları AK Parti’yi siyasal İslamcı ve faşist bir yönetim olarak gördüğünü ve bu nedenle hükümet karşıtı bir duruşa sahip olduğunu göstermektedir.

-Sosyal medyada ‘diken.com.tr’nin Osman Kavala’nın mektubunu paylaştığı haberini retweet etmiştir.

-“Şu konudaki” paylaşımı retweet ederek konuyu tekrar gündeme getirmiştir.

-“Şu konuyu” hükümetin muhalefete baskı uyguladığı algısına neden olacak şekilde haberleştirilmiştir.

Basın özgürlüğü, kadın hakları…

-Basın özgürlüğü üzerine sıkça paylaşımda bulunmuştur.

-Türkiye’de gerçeğin peşinde olan gazetecilerin tutuklandığını iddia eden haber içeriklerini paylaşmıştır.

-… yaptığı bir röportajdan dolayı hakkında dava açılmıştır.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’a hakaretten yargılanan Evrensel gazetesi genel yayın yönetmeni Fatih Polat’ı savunan paylaşımları retweet ederek tekrar dolaşıma sokmuştur.

-Zaman zaman 140journos, BirGün, Habertürk, DHA gibi mecraların içeriklerine de sosyal medya hesabında yer vermiştir.

-T24, Guardian gibi haber sitelerinin ve başörtüsünü çıkaran kadınların kurduğu ‘Yalnız Yürümeyeceksin’ platformunun paylaşımlarını ve kadın hareketleriyle ilgili yapılan haberleri paylaşmaktadır.

-T24, Bianet, Evrensel, Cumhuriyet, Diken, BirGün, DW Türkçe ve Sınır Ta-nımayan Gazeteciler gibi hükümet karşıtı söylemleriyle ön plana çıkan mecraların haberlerine yer verdiği görülmektedir.

-Türkiye’nin önemli toplumsal meselelerinden biri olan kadın cinayetleri, kadına şiddet, kadın meclisleriyle ilgili de çokça paylaşım yapmıştır. Bunun yanı sıra Demirtaş ve Öcalan ile ilgili paylaşımları dikkat çekmektedir.

-Hükümet karşıtlığı paylaşımlarından anlaşılan X, Medyascope programlarına katılmıştır.

-MİT tırları davasında Can Dündar ile beraber tutuklanan Erdem Gül üzerinden basın özgürlüğü paylaşımları yapmıştır.

-Millet İttifakı Ankara büyükşehir belediye başkan adayı Mansur Yavaş’ın paylaşımını ve Cumhur İttifakı Ankara büyükşehir belediye başkan adayı Mehmet Özhaseki’nin Pensilvanya’ya mektup gönderdiğini iddia eden haberi retweet etmiştir.

-Twitter hesabından yaptığı paylaşımların tamamen şahsi paylaşımlar olduğunu söylemiş ve retweetlerinin onay anlamına gelmediğinin altını çizmiştir.

-FETÖ’den aranan ve aynı zamanda kapatılan Bugün gazetesinin yazarı olan Yavuz Baydar’ı retweet etmesi dikkat çekicidir.

-Zaman zaman Reuters, Economist, New York Times gibi uluslararası yayın kuruluşlarının haberlerini paylaşmıştır.

-Avrupa’dan siyasi ve genel kültür içerikli haberler retweet etmiştir.

-Twitter adresinden Vatan Partisi’nin ve Aydınlık gazetesinin paylaşımlarını retweetlemiştir. Cumhuriyet gazetesi ve Ulusal Kanal’ın paylaşımları da mevcuttur.

‘Türkiye’ye yeterince destek vermeme’ suçlaması

Raporda ayrıca yabancı medya kuruluşları da yayın politikası nedeniyle suçlanırken “Dünya çapında bir terör örgütü olarak kabul edilen PKK’ya karşı Türkiye’nin verdiği askeri ve hukuki mücadeleyi yeterince desteklememiştir” ifadesine yer veriliyor.

 ‘CRI Türk dışında hepsi hükümeti eleştiriyor’

Raporda ilgili medya kuruluşlarının Türkiye algısının 15 Temmuz darbe girişimi, PKK’nın hendek terörü ve HDP’li milletvekillerinin tutuklanması, Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekatları, Yavuz Sultan Selim Köprüsü ve İstanbul Havalimanı’nın açılışı ve son olarak rahip Brunson krizinden sonra yaşanan ekonomik dalgalanma üzerinden ölçülmeye çalışıldığı belirtiliyor. Dahası, “CRI Türk haricindeki mecraların haberlerinde mevcut hükümet karşıtı bir haber dilinin benimsediği görülmüştür. Bu haberlerin kaynağını ise çoğu zaman basın özgürlüğü, demokrasi, ekonomik kriz, siyasal otoriterleşme gibi alanlara yönelik eleştiriler oluşturmaktadır” deniyor.

Hükümete takip ve raporlama önerisi

Raporun sonunda yer alan öneriler kısmında ise bu kuruluşların sitelerindeki ‘şikayet ve öneri’ bölümünün kullanılması isteniyor: “Özellikle doğrudan hükümeti hedef alan haberlerde yanlış bir içerik ve tutum tespit edildiğinde ilgili mercilere itiraz ve uyarıda bulunulmalıdır. Böylece medya kuruluşu ve kamu yayıncıları için ilgili ülke nezdinde denetim mekanizmaları işletilebilir.”

TRT World gibi örneklerin sayısının artırılması tavsiye edilen raporda ayrıca bu kuruluşların yakından takibi için de şu öneride bulunuluyor: “Türkiye’de yayın yapan yabancı medya kuruluşlarının güvenilirliği ve tarafsızlığı takip edilip kamuoyuyla paylaşılmalıdır. Bu maksatla bir yayın takip ve raporlama oluşumu kurulmalıdır. Medyanın tabiatı gereği oluşumun devlet tarafından kurulması isabetli olmayacaktır. Sivil toplumun kuracağı bu oluşum desteklenmeli ve teşvik edilmelidir.”

Raporun tam metnine bu bağlantıdan ulaşabilirsiniz.

TGS’den suç duyurusu

Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) ve Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği (MLSA) uluslararası medya kuruluşlarının Türkiye edisyonlarında çalışan gazetecileri fişleyen bir rapora imza atan Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı (SETA) hakkında suç duyurusunda bulunacaklarını duyurdu.

TGS, sosyal medya hesabından şu duyuruyu yaptı:

SETA hakkında suç duyurusunda bulunuyoruz. Fişlenen meslektaşlarımızla birlikte. Artık mahkemede görüşürüz. Çağlayan Adliyesi C Kapısı. Pazartesi – 11:30

MLSA da yine Twitter hesabından bir paylaşım yaparak rapor hakkında suç duyurusunda bulunacağını söyledi:

“MLSA, SETA Vakfı hakkında gazeteciliği kriminalize eden ve adeta bir iddianame gibi hazırlanmış olan ‘Uluslararası Medya Kuruluşlarının Türkiye Uzantıları’ raporunda gazetecileri fişlediği ve hedef gösterdiği gerekçesiyle suç duyurusunda bulunacak. #GazetecilikSucDegildir”

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti de rapor hakkında bir açıklama yaptı:

“Türkiye’de düşünce özgürlüğünün geliştirilmesi için iktidar tarafından kamuoyuna yargı reformunun sunulduğu bir ortamda SETA Uluslararası Medya Kuruluşlarının Türkiye Uzantıları başlığıyla 196 sayfalık bir rapor hazırlamıştır. 

BBC Türkçe, DW Türkçe, Amerika’nın Sesi, Sputnik Türkiye, Euronews Türkçe, Independent Türkiye ve CRI Türk (Çin Uluslararası Radyosu) çalışanlarının özgeçmişleri ve daha önce çalıştıkları kurumlar ve sosyal medya paylaşımları listelenmiştir. 

Gazetecilerin haberleri, basın ve düşünceyi ifade özgürlüğü konusundaki paylaşımları, hükümet karşıtı ve tek sesli olarak tanımlanmıştır. Bu rapor iktidara yakın olmayan, eleştirisel gazetecilik yapan tüm gazeteciler açısından açık bir hedef göstermedir. Akademik çalışma değil, polis raporu niteliğinde fişleme belgesidir. Türkiye demokrasisine, basın ve ifade özgürlüğüne vurulan ağır bir darbedir.
İsmail Çağlar, Kevser Hülya Akdemir ve Seca Toker imzalı raporda basın kuruluşlarına ‘gazetecileri denetleyin’ önerisi de getirilmiştir. 

Raporun gazeteciliğin evrensel boyutunu anlamayan, çok seslilikten rahatsız olan ve haberin serbest dolaşımını istemeyenler tarafından hazırlandığı ortadır. Bu kişiler, haber almak için devletin yayınlayacağı tek tip bültenlerle yetinebilirler.

Bu raporu hazırlayanlar, raporda hedef gösterdikleri meslektaşlarımıza yönelik her türlü saldırıdan sorumlu olduklarını unutmamalıdır. Raporda fişlenen ve hedef gösterilen tüm gazetecilerin yanında olduğumuzu kamuoyuna bildiriyoruz. Hala anlamayanlara gazeteciliğin ‘iktidara değil, halkın haber alma ve gerçekleri öğrenme hakkına hizmet eden bir meslek olduğunu’ bir kez daha tekrar hatırlatıyoruz.”

Çağdaş Gazeteciler Derneği’nin sosyal medya hesabından yapılan paylaşımda raporun hedef gösterdiği belirtilerek, “SETA’nın fişleme belgesi tarihimizde kara lekelerden biri olarak anılacaktır” denildi. DİSK Basın-İş’den yapılan açıklamada,, “SETA tarafından hazırlanan ‘raporda’ adı geçen tek bir meslektaşımızın başına gelecek olumsuzluktani raporu hazırlayan, talimat veren ve yayınan sunanlar sorumludur” ifadelerine yer verildi. Sınır Tanımayan Gazeteciler de (RSF) örgütünün sosyal medya hesabından “Bu raporu hazırlayanlar hedef gösterdikleri meslektaşlarımıza yönelik her türlü saldırıdan sorumlu olduklarını unutmamalıdır. Raporda fişlenen/hedef gösterilen tüm meslektaşlarımızın yanındayız…” açıklamasını yaptı.

SETA’dan açıklama: Muhaliflere odaklanmadık

Tepkilerin artması üzerine SETA’dan bir açıklama geldi. Raporun “Muhalif gazetecilere odaklanan bir çalışma olmadığını” öne süren SETA, açıklamasında “Gazetecilerin siyasi pozisyonu olması da bunların tespiti de meşrudur. Bu kuruluşların bazılarının Türkiye ofisinde çalışanlarının belirgin siyasi pozisyonlarının olması çalışmamızın değil adı geçen kuruluşların tercihidir” ifadesini kullandı. Açıklamada, “çalışmanın tamamen açık kaynaklarda yer alan verilerle yapıldığı” söylendi; fişleme ve andıç yorumlarının gerçekle ilgisi olmadığı belirtildi. Açıklamada; “Dünyadaki farklı düşünce kuruluşları metot ve/veya içerik olarak benzer çalışmalara imza atmışlardır. Sayısız örnek arasından RAND’ın “Russia’s Use of Media and Information Operations in Turkey”, Center for American Progress’in “The Roots of the Islamaphobia Network in America” ve Media Pluralism Monitor’un her yıl periyodik olarak yayınladığı raporları kamuoyunun dikkatine sunarız.

SETA olarak bundan sonra da iyi niyetli ve yapıcı eleştirileri dikkate alarak Türkiye’nin gündemindeki meseleleri soğukkanlı ve somut verilere dayanarak çalışmaya ve ulaştığımız sonuçları kamuoyu ile paylaşmaya devam edeceğiz” ifadeleri kullanıldı.

Türkiye’den 1 milyon 125 bin dolar ‘bağış’ toplanmış

Gazetecileri fişleyen SETA’nın ABD’de “SETA Foundation” adlı bir şubesinin olduğu ortaya çıktı. ABD yasaları gereği vergiden muaf vakıf ve derneklerin mali bilgileri halka açık bir sisteme kaydediliyor. Bu sistemdeki halka açık bilgileri Twitter hesabından paylaşan akademisyen Selim Sazak, SETA’nın ABD’deki şubesine Ankara’dan 1 milyon 125 bin dolar para gönderildiğini yazdı. Maaş harcamalarının 277 bin 582 dolar olarak görüldüğü sistemde, SETA’nın bütün gelirinin Ankara’dan toplanan bağış miktarı olduğu görülüyor.

Sistemde personel maaşı olarak, yalnızca “Genel Direktör” sıfatıyla yönetim kuruluna da üye olan Kadir Üstün’ün 75 bin 567 dolar aldığı anlaşılıyor.

Utanılacak işlerle övünmek…

A) HAREKET

Facebook’ta biri paylaşmış, mealen aktarıyorum: “Bir haftada üç ayrı ülkeye gittim; iki konuşma, dört uçak yolculuğu yaptım. Çok yoruldum.” Paylaşımın altında konuşmadan fotoğraflar, birtakım yorgunluk ve başarı anları…

Bugün hâlâ bu tür paylaşımların altına genelde “woww, harikasın, takipteyiz, seninle gurur duyuyoruz” gibi cümleler yazılıyor; kalp emojileri konuyor. Oysa başlamış olan iklim felaketini idrak edebilmiş bir toplumda, bunların bitmiş olması ve bu tarzda hareket etmiş olmaktan hicap duyulması gerekir. O yüzden karşında “woww” değil; yol yordam bilmemeye, kendinden emin cahilliğe, vurdumduymazlığa verilen tepkilerin aynısını vermek lâzım. Hattâ bence en iyisi, bu paylaşımları sessizlik duvarıyla kuşatmak olurdu.

Fakat günümüz toplumu hâlâ uzaklara gidip gelmeye ve bunu mümkünse sık aralıklarla yapmaya büyük kıymet veriyor. Ne kadar uzağa gidilebilirse o kadar statü kazanıldığı düşünülüyor. Mesleklerin sınıfsal dağılımı da buna göre. Kimi seçkin meslek grupları işleri gereği sık sık seyahat ediyor. Kimi zaman iki günlük konferanslar için okyanuslar aşılıyor. Para muhtemelen hâlâ en önemli kriter; ama yine de daha az hareket imkânı sunan işlerin daha az rağbet gördüğünü, maaşı çok yüksek olmayan bazı mesleklerin ise sağladığı hareketlilik nispetinde önemli görüldüğünü (akademisyenlik, sivil toplumculuk…) söyleyebiliriz. “Geçen gün Brüksel’de bir toplantıdaydım, iki gün Ankara’dayım, yarın Viyana’ya geçeceğim” demek büyük statü göstergesi.

Dolayısıyla hareketlilik büyük ölçüde sınıfsal koordinatlarla örtüşüyor. Fakat yine de hareketin değerini belirleyen daha geniş bir şebekeden bahsetmek mümkün: Kalınan oteller, yenen yemekler, kiralık otomobiller, yaka kartları, kredi kartları, kurumlara kesilen faturalar veya seyahat esnasında kaç kişiden hizmet alınabildiği, bahsi geçen hareket ile sezonluk işçilerin yahut alt sınıf göçmenlerin hareketliliğini birbirinden ayırıyor. Dolayısıyla her hareket aynı değil, sınıfsal kümelenmeler var. Birbirine güya taban tabana zıt dünya görüşlerine sahip toplumsal gruplar, bu eksende yan yana gelebiliyor. Örneğin eleştirel akademisyenler, sivil toplum mensupları, politikacılar ve şirket yöneticileri, uzun mesafeli sık hareket etme imkânları, yüksek hacimli tüketimleri ve bunu ifşa etmekteki hevesleriyle ortak bir noktada buluşabiliyor.

Tam da bu sebeple hemen her kurum eğitimi, fuarı bahane edip ve büyük ödenekler ayırıp çalışanlarını her sene bir yere götürüyor. Burada da dereceler var: Seçkin şirketlerin menzili Las Vegas’a kadar uzanabiliyor, bir tavuk şirketinin sözleşmeli üreticileri ise ancak Antalya’ya gidebiliyor. Bu şekilde çalışanların kendilerini kıymetli hissetmeleri, harekete dayalı seçkin hayat tarzına iştirak etmeleri sağlanıyor.

Tüm toplumsal hayat bu sınıfsal kodlar etrafında örülmüş durumda. Anneler-babalar çocuklarının gittiği ülkeleri komşulara anlatarak hava atıyor. Turizm, tüketimi büyüttüğü ölçüde sınıfsal mevzileri tahkim ediyor. Instagram paylaşımları tüm bu kodları doğallaştırmaya, özendirmeye yarıyor. Oysa aklı başında bir medeniyetin bugün bambaşka tepkiler vermesi lâzım. Bana göre üç günlüğüne okyanus aşanların kürk giyen, çocuklara sigara üfleyen, sokakta ona buna laf atan birine yapılan muameleyi görmesi hiç de aşırı olmaz. Çünkü toplu olarak hareketlerimizin azalması, yavaşlaması lâzım. Sadece insanlarınki değil; gıdanın, kıyafetin, her şeyin menzilinin daralması gerekiyor. Örneğin bir yerde sadece bir hafta (hattâ 1 aydan az) kalınacaksa uçağa binilemesin. Dünyanın öbür ucundan gelen yiyeceklere caydırıcı vergiler konsun. Kullan-at diye tabir edilen hiçbir ürün satılamasın. Bu yönde adımlar atılmaya başlansa akla daha neler gelir… Futbolun, eğitimin, eğlence kültürünün, yeme içme alışkanlıklarının, itibar kazandıran faaliyetlerin hemen hepsinin yeniden gözden geçirilme zamanı. Onlarca konferansa katılmış biri olarak söylüyorum: Böyle bir dönemde beş bin kişinin katıldığı on bin sunumun yapıldığı organizasyonlar ifrata kaçıyor. Bir çoğu iptal edilse insanlık herhangi bir kayba uğramaz, CV’ler gereksiz yüklerden kurtulmuş olur.

Ne kadar çok hareket ettiğiniz ile hava atmayı bırakın; böyle yapanlara prim vermeyin, alkış tutmayın.

Son olarak: “Benim uçağa binmememle bu işler çözülmez, şirketleri/devletleri durduralım” diyenler çıkacaktır. Bir bakıma doğru. Fakat yukarda bahsettiğim, bir haftada dört kez uçan kişi de bu yönde gelen eleştiri karşısında Amerikalıların büyük arabalarını ve daha büyük sistemleri suçlayarak kendine çıkış aramış. Haklı bir tespit yapmakla mazeret üretmek arasında ince bir çizgi var. Üstelik buradaki tartışma ekseni bir nebze farklı. Değer sistemimizde, yaşama etiğimizde köklü bir devrime ihtiyaç var. Utanılacak şeylerle övünüyoruz, bu rahatlığın bozulması gerekiyor.

B) NE KADAR YOĞUN OLDUĞUNDAN DEM VURMAK

Sınıfsal konumla bağlantılı bir diğer mevzu. Yoğunluk, günümüzde birinin değerini gösteren temel parametrelerden biri hâline gelmiş durumda. Genelde şikayet dili kullanılıyormuş gibi yapılsa da uzun uzun yoğunluktan bahsetmenin gizli bir övünme içerdiğini fark ediyor olmalısınız. Şikâyet eden kişi aynı zamanda üretkenliğini, kendisine ihtiyaç duyulduğunu, önemli işler yaptığını vurgulamış oluyor. Örneğin şu satırları yazarken bir tanıdığa “selam, n’aber, civarda mısın” diye mesaj attım. Karşılığında yakın zamanda katılacağı konferans, iş arkadaşlarıyla çıkacağı yemek ve Ağustos sonuna sarkan yoğun programına dair (bugün 2 Temmuz) bilgiler edinmek durumunda kaldım. Özetle, gelemeyecekmiş.

Şikayet dilinin kendi sınıfsallığı var: Bir temizlikçinin yetiştirmesi gereken işleri karşıdakine tek tek listelemesi, gitmesi gereken uzak yerlerden bahsetmesi, bu esnada birtakım jargonlara başvurması pek olası değil. İşinin yorucu olduğunu söyleyebilir; ama o işle hava atamaz.

Peki bu hikâyeleri dillendirenler gerçekten yoğun değil mi? Yoğunlar. Mübalağa olsa da yalan söylendiğini zannetmiyorum. Ama zaten sorun bu. Niye bu kadar yoğunluk var? Niye günde onlarca mail cevaplamak, toplantıya katılmak zorundayız? Bu yoğunluk insanların kaygı seviyelerini yükseltmekle, pek çok insana kendini yetersiz hissettirmekle kalmıyor; iklime, geride bıraktığımız dünyaya da hasar veriyor. Daha çok çöp, daha çok uçuş, daha çok sunum, daha çok rekabet üretiyor. Yahut şöyle söyleyeyim: “Daha az tüketmeliyiz, tüketim toplumu olduk” gibi lafları sıkça duyuyoruz; ama bunun yolu daha az üretmek. Haftada çalışılan gün sayısı dünya çapında azalsa karbon salımı da azalacak (Bregman 2016). Üstelik, kimse alınmasın, icra edilen işlerin önemli bir bölümü hayatî değil. Sivil toplumcuların yürüttüğü pek çok proje, akademisyenlerin seri üretime bağladığı pek çok yazı ve sunum, çikolata ambalajının rengine karar vermek için yapılan pazar araştırmaları ve onlarca toplantı olmasa da olur, eksik kalsınlar.

Bizi bu kadar çok çalışmaya mecbur eden koşullara isyan etme zamanı, bu kez bir de iklim için: Yüksek emlâk fiyatlarına, borçlu hayatımıza, özel okullara, metalaşan sağlığa, aşırı lüks hayatlara…

Bu çalışma temposu sınıfsal ayrışmayı da derinleştiriyor. İmtiyazlı yoğun işlerin yükünü temizlikçiler, dadılar, garsonlar, kasiyerler çekiyor. Yoğun geçen bir şirket toplantısının yahut konferansın sonunda çıkmadan evvel etrafa bir göz atın: Bardaklar, artmış yemekler, dağınık sandalyeler, masada bırakılmış kağıtlar, dolu çöpler… Birileri geliyor (genelde kadınlar) ve meşgûl insanların geride bıraktıklarını temizliyor.

Boş duralım demiyorum; ama bunların yerine yapılabilecek, yaşadığımız habitata düşman olmayan onlarca başka faaliyet var. Mahallenin çocuklarına oyun oynattım, üst kattaki yaşlı teyzeye baktım, kendi sabunumu yaptım, hikâye uydurdum ve şarkı söyledim gibi faaliyetlere (ve bunların takdir görmesine) çok ihtiyacımız var.

Sözün özü: Kurumsal meşguliyetlerle, bizden beklenen üretkenliğe cevap vermiş olmakla, o-bu-şu projesini sabaha kadar çalışarak bitirmiş olmakla övünmeyi bırakın. Gerçek bir yardım veya dayanışma talebiniz varsa bunu başka türlü ifade edebilirsiniz; ama yoksa sınıfsal konumun bu şekilde icrası umuyorum yakın zamanda karşıdakini sizin adınıza utandıran bir kabalığa dönüşür.

***Not: Bilmiyorum yazıyı buraya kadar okuyan var mı; ama eğer varsa, sizin aklınıza acilen bitmesi gereken başka neler geliyor? Utanmamız gereken başka nelerle övünüyoruz? Fikirlerinizi Facebook’tan bana ulaştırabilirseniz çok makbule geçer.

Bregman, Rutger. 2016. “The Solution to (Nearly) Everything: Working Less [Hemen Her Şeyin Çözümü: Daha Az Çalışmak]” The Guardian, Nisan 18, 2016, Opinion bölümü. https://www.theguardian.com/commentisfree/2016/apr/18/solution-everything-working-less-work-pressure.

(Yeşil Gazete)