Ana Sayfa Blog Sayfa 2441

Yetimhane ya da planetin geleceği için bildiklerimizi yenileyici bir eylemsellik önerisi – Korhan Gümüş

Büyükada Rum Yetimhanesi Rehabilitasyonu için Europa Nostra ve Avrupa Yatırım Bankası Enstitüsü uzmanlarının hazırladığı rapor yayımlandı. Bu rapor İstanbul’un ve Adalar’ın önemli bir parçası olan Büyükada Rum Yetimhanesi kompleksinin kurtarılması ve korunması için bir eylem planını içeren teknik ve mali konuları kapsıyor. Avrupa’nın en büyük, dünyanın ikinci büyük ahşap yapısı olan Büyükada Rum Yetimhanesi ile ilgili. 2018 yılında Büyükada Rum Yetimhanesi, AB’nin kültürel miras alınındaki sivil toplum örgütleri ağı olan  Europa-Nostra ve Avrupa Yatırım Bankası Ensitüsü tarafından geliştirilen bir programa yapılan başvuru ile, 85 aday arasından yapılan bir seçimle, “Tehdit Altındaki 7 Miras Listesi”ne alındı. Seçimin Avrupa’da “Kültürel Miras Yılı” ilan edilen 2018 yılında gerçekleşmesi anlamlıydı.

Bu başvuruyu kolaylaştıran sivil girişimin hedeflediği gibi, Yetimhane’nin korunması için yapılması gereken çalışmalar da böylece uluslararası bir boyut kazanmış oldu. 2007 yılında yapının sahiplerine iadesi için AİHM yapılan başvuru ve 2011 yılında diğerleri için de bir örnek teşkil karardan sonra, korunması için de çok önemli bir adım atılmış oldu. Bu uzun süreci izleyenlerin tanık olduğu gibi, bu gelişme Türkiye’de vatandaşlık hakları konusundaki politik boyutta başlatılan iyileşmelerin bir devamı olarak görülebilir.

Yetimhane’nin listeye alınmasından sonra bir izleme ve değerlendirme süreci başladı. Çeşitli toplantılar ve incelemeler yapıldı. Bunların sonuncusu, teknik heyetin ziyareti geçtiğimiz Mayıs ayında gerçekleşti. Bu süreçte uzmanlar yapıda incelemeler gerçekleştirdiler. Resmi kuruluşların temsilcileri, STK’lar, Patrikhane ile görüşmeler yaptılar. Güncel durum hakkındaki tespitlerini paylaştılar, korunması için yapılması gerekenleri, yöntemlerini, eylem planlarını tartıştılar. Restorasyon, kültürel miras yönetimi, teknik konular üzerinde çalışan çok sayıda uzman bu çalışmalara katıldı. Bu hafta başında da Yetimhane’nin rehabilitasyonu için Europa-Nostra ve Avrupa Yatırım Bankası Enstitüsü tarafından hazırlanan rapor kamuoyuna açıklandı. ( 20190729PressReleasePrinkipoTR (1) (1).pdf )20190729PressReleasePrinkipoTR (1).p

Gelişmeleri bu şekilde bir parça özetledikten sonra, önemli bulduğum bir kaç noktaya değinmek istiyorum.

Bence bu raporun en önemli özelliği kültürel mirasın korunmasında uluslararası normlara yönelik bir çerçeve çizmesi. Raporda binanın mevcut hali, yaşamış olduğu sürecin izleri korunarak rehabilite edilmesinden söz ediliyor.

Bunun için önce hasar gören yapıyı dış etkenlerden korumak için bir “Acil Durum Muhafaza Projesi” öneriliyor. Bu devasa yapının çatısındaki 200 ton ağırlığında olan kiremitlerin yarattığı risklerin elimine edilmesi, içinde modüler bir ayrı taşıyıcı sistemin kurulması ve çatının hafif bir malzemeyle örtülmesi… Bu projenin 2 milyon Euro civarında bir bütçe gerektirdiği hesaplanıyor. Korumayla ilgili diğer fazın, rehabilitasyon çalışmasının maliyetinin ise bunun 20 katı olabileceği belirtiliyor.

1. Tarihi yapıların, SİT Alanı ilan edilmiş olan bölgelerdeki binaların çoğu zaman bir “imar hakkı” olarak değerlendirildiği ve yıkılıp, yeniden yapıldığı görülüyor. Koruma gibi zahmetli değil, araştırma, yaratıcılık ve zaman gerektirmiyor. Ayrıca bina yeniden inşa edilmeden önce nasıl kullanılacağı, yatırımcılar da ortaya çıkıyor.

Bu çerçevede “aslına uygun yapmak” diye bir klişe söz var. Restorasyondan bir yapının taklidini yapmayı anlaşılıyor. Oysa, herkes bilir, ne yapılırsa yapılsın, aslına sadık, yani mükemmel bir kopya yapmak imkansız.

2.  “Sizce Yetimhane korunabilir mi? Bu haldeki bir binanın ne kadarı sağlam olabilir, bunu biliyor musunuz” diye soranlar var. Bu görüşe göre Yetimhane’yi ayakta kalmayı başarmış bütün ögeleriyle, yaşadığı bütün travmaların izleriyle korumak zaten imkansız. (Yetimhane sapasağlam olsa bile böyle.)

Yetimhane ile ilgili toplantılarda –ki bu toplantılara korumacılar yanında resmi kuruluşların temsilcileri de katılıyor- kimi zaman soru dönüp dolaşıp, şöyle dile geliyor: Sizce Yetimhane’nin ne kadarı sağlam?  Ne kadarı kurtarılabilir? Bu aşamada Yetimhane’nin artık korunacak hali kaldı mı? Yerle bir edip, yeniden inşa edilse daha doğru olmaz mı?  Oysa yapıyı bir inşaat nesnesi olarak görmek, evet otomatik olarak işleri kolaylaştırıyor ama mimarlık yoluyla, yaratıcı bir süreçle elde edilebilecek ölçülemeyecek, önceden kestirilemeyecek çok büyük bir değeri yok ediyor.

Bu bakışın yapıyı bir kullanım nesnesi olarak gören, bilgiyi kapalı uçlu hale getiren bildik araçsallaştırıcı-işlevselci ideolojiden kaynaklandığı söylenebilir.

3. Yetimhane’yi bir imar izni olarak değerlendirmek acaba yalnızca yapının korunmasıyla ilgili bir sorun mudur? Ya da mimarlık, yaratıcı eylemsellik mekan dışında başka neleri hayatta tutar?

Yoksa mekanı, insanları şeyleştiren bir yönetimsellik biçiminin mi göstergesidir? Venedik Bienali Uluslararası Mimarlık Sergisi Küratörü Aaron Betsky  “inşaat mimarlığın mezarıdır” demişti. Örneğin şehrin kaybettiği vatandaşların politikaların yenilenmesindeki rolü çok önemli. 2015 yılında şehrin ikinci kuşak diyasporasından kişiler gönüllü olarak gelip, bir yaz boyunca çalıştılar. Eğer bu gençler hazırlıklara başlamasalardı, uluslararası bir programa, Europa-Nostra’nın Tehdit Altındaki Miras Listesi adaylığına başvuru gerçekleşmeyebilirdi. Özellikle Atina’daki İstanbulluların eğitim kurumlarına, Yetimhane’ye olan ilgisi bu bayşvuruda önemli bir rol oynadı. Patrikhane, yapının sahibi olarak bu başvurunun yapılmasını gündemine aldı.

4. Kültürel miras alanında deneyim alışverişi çok önemli. Eğer bu alan kapalı hale gelirse, tersine bir sonuç veriyor. Koruma bir ayrıcalıklı çevrenin çıkarlarını temsil eden normlar olarak algılanıyor. Bu nedenle berbat işler yapılıyor. Çoğu zaman araçsal bir yaklaşımla, mevcut yapı, imar kısıtlamalarının olduğu yerde bir imar fırsatı olarak değerlendiriliyor ve mimarlık deneyimi ortadan kalkıyor.

Bu nedenle uluslararası deneyimlerle, kurumlarla ilişki kurmadan, kamusal alanı açmadan başarı elde etmek mümkün değil.

5. Bu tür uygulamalar disipliner yaklaşımların ötesine geçmek için eşsiz fırsatlar sunuyor. Bu amaçla çok sayıda bağımsız uzmanlık alanına açılıyor, bu ilişkiler kapasite geliştirici bir işlev görüyor. Burada yerel toplulukların çalışmaları desteklemesi, kamu otoritesinin süreci sahiplenmesi çok önemli. Bu çalışmaları yönetebilmek için eylem odaklı, kurumsal bürokrasilerden görece bağımsız bir organlaşmaya ihtiyaç olduğu görülüyor. Proje yönetimi, çok boyutlu çalışmalarda zorunlu.

6. Nihayet, Patrik Hazretleri’nin ortaya koyduğu çerçeve çok değerli. Bu yaklaşım İstanbul’a küresel bir işlev kazandırabilir. 3 ayrı düzeyde: 1: Diyalojik ilişki: Patrik Hazretleri bu mekanı bir diyalog merkezi olarak tasavvur etmektedir. Yapısökümün temel bileşeni. 2: Ekosistem ve ekümeniklik. 3: Yapıyı yeniden canlandıracak eylemlilikler, mimarlık… Planetin ekosisteminin korunması için neler yapılacağını araştıracak bir enstitü hayal etmek…

Bunları kavramadan korumayı, mimarlığı  nasıl anlayabiliriz?  Tarihi kırılmalar, bu hayallerin her biri çelişkiler yüzünden gelişmek yerine hasar gördü: “Prinkipo Palace” ya da Avrupa ile bütünleşik egzotik bir büyük başkent hayalinin içinde bir çekim noktası (1898)…  Yetimhane: Modern bir ortak yaşarlık hayali. Hazıryapım kimlikleri yapıştıran ulusdevletten farklı bir modernlik projesi (1903)… Bunun kalıntılarının ulus-devlet içindeki çelişkili varlığı (1924)… Faaliyetten men edilme (1964), el konma… Ve reformlarla yeni bir başlangıç: A.B. üyeliği adaylığı (2005)… Geri veriliş (2010) ve nihayet “kurtarma” sürecinin başlaması (2019)… Bu kırılma noktalarının her birinin kavranması hayalleri yıkan çelişkilerin bilinmesi kadar hafızanın da onarılmasına imkan tanır. Üstelik bu zorlu işe rehberlik edecek ölçüde. Bu kırılmaların herbiri birer sabitlenemeyene, hayal edilemeyene denktir. Yetimhane’nin kurtarılması, yeniden işlevlendirilmesi, geleceği de öyle…

Bu yalnızca önemli bir yapının onarımı, rehabilitasyonu değil, planetin geleceği için İstanbul’da bildiklerimizi yenileyici bir eylemsellik biçimi önerisidir.

(Yeşil Gazete)

 

 

Kavurucu sıcaklarda iklim parmağı

Dünya İklim Atıf Grubu(World Weather Attribution Group), bugün önemli bir raporu kamuoyu ile paylaştı. Çalışma, Temmuz 2019’da Avrupa’da görülen kavurucu sıcaklıklarda iklim değişikliğinin parmağı olduğunu ortaya koyuyor. Geçtiğimiz hafta Fransa, Almanya, Hollanda, Birleşik Krallık’da ve birçok farklı avrupa ülkesinde tarihi sıcaklık rekorları kırılmıştı.

1950 – 2019 sıcaklık karşılaştırması

 

Avrupa, Temmuz 2019’da tarihin en sıcak dönemlerinden birini yaşadı, özellikle Temmuz’un son haftası ve 25-26 Temmuz tarihlerinde görülen kavurucu sıcaklıklar, hem aylık hem de günlük tarihi sıcaklık rekorlarının kırılmasına sebep oldu. Fransa’da 45.9°C’lik sıcaklıklar görülmüş, tüm zamanların rekoru kırılmış, Belçika’da da termometreler 42.3°C’yi görmüştü. Almanya’da 42°C, Hollanda’da 40.7°C, İngiltere’de 35°C sıcaklıklar kaydedildi. Bu sıcaklardan dolayı en az 13 kişinin hayatını kaybettiği ifade edilmişti.

Dünya İklim Atıf Grubu, bu sıcaklıklar üzerine yeni yayımladığı bilimsel incelemede, kavurucu sıcaklıkların arkasında iklim değişikliğinin parmağı olduğunu gözler önüne seriyor. Çalışma, iklim değişikliğinin bu hava yaşanan hava olaylarının ortaya çıkma olasılığını en az 5 kat arttırdığını ortaya koyuyor.

Çalışma, Avrupa’da günümüzde yaşanan her aşırı sıcakların, insan kaynaklı iklim değişikliği yüzünden artık daha sık ve daha şiddetli olduğunu da ifade ediyor. Çalışmaya göre iklim değişikliği Avrupa’da kavurucu sıcakların hem görülme olasılığını hem de şiddetini arttırdı.

Çalışmaya dair detaylı bilgiye linkten erişebilirsiniz

Mağduriyet kotası: Göçmenlik ve transfobi

Fotoğraflar: Narphotos.

Göçmen kelimesini duyduğumuz zaman gözümüzde hangi fotoğraflar canlanıyor? Kıyıya vuran Aylan Kürdi gözünüzün önünde belirmiştir mutlaka, çünkü çocuk olması sebebiyle daha fazla kişinin vicdanına dokunabilmişti Aylan’nın ölü bedeni. Aslında her ölüm toplumsal vicdana dokunmaya yetmiyor.  Göçmen kamplarında yaşamını sürdürmeye çalışan insanlar da gözünüzde canlanmış olabilir. Kurulan çadırlarda misafirlere sunulan hizmetler olması sebebiyle, Türkiye’nin misafirperverliğini göstermesi amacıyla ana akım medyada fazlasıyla yer verilmiştir.  Yine başka bir görüntü olan plastik botlarla karşı kıyıya gelmeye çalışan kadınlar, erkekler ve çocuklar…  Bir de gözümüzde canlanması güç olan yaşamlar var.  Gündeme gelmediği için mi, yoksa gündeme taşınmasını umursamadığımız için mi toplumsal hafızada canlanması güç olan kimliklerin hikâyeleri. Genellemelerin arasına karıştırılan medyanın görmezden duymazdan geldiği, gören ve duyanların da üç maymunu oynamayı tercih ettiği, atanmış toplumsal cinsiyeti (Cisseksizm) ve atanmış cinsel yönelimi (heteroseksizm)  reddeden, norm olarak kabul etmeyen dönmelerin, ibnelerin, intersekslerin cinsel yönelim ve cinsiyet kimliklerini aynı çatı altında toplayan seks işçiliği kültürünün, lgbti+ camiaya kazandırdığı bir kelime olarak lubunyaların, göçmen lubunların yaşam deneyimleri…

Suriye’de savaş başlamadan evvel transfobi ve homofobinin yaşam mücadelesine dönüşmesi sebebiyle, lubunyalar ölüm ve yaşam haklarının, aileleri, akrabaları, ait oldukları aşiret ya da islami terör örgütleri tarafından ellerinden alınmaması için Türkiye’ye göç ediyorlardı.  Savaşın başlamasıyla birlikte bu sayı artmaya başladı.  Çünkü çoğu lubunya Suriye’ye atılan bombaların, çatışmalarda sıkılan kurşunların, Esad tarafından zorla askere alınmanın yanı sıra homofobi ve transfobinin silahlı islami örgütler tarafından bir katliam kültürüne dönüşmesi sebebiyle yaşam mücadelesine devam edebilmek için Türkiye’ye göç etmeye başladı.  Göç süreçlerinde eril sistemin tek ortak örgütlü itilaf alanın cinsel şiddet olduğunu tekrar gördük. Faillerin yasa dışı işler yapan kaçakçılar gibi iktidarın yetki verdiği polisler, askerler, jandarmalardan oluştuğunu kadın, çocuk, lgbti+’ların deneyimlerinden dinleyebilirsiniz. Natrans bir kadın yaşadığı deneyimi anlatıyor: “Suriye’de kocam savaşta öldü. Savaş bizim mahalleye yaklaşınca çocukları alıp kaçmak zorunda kaldım. Bizi sınıra taşıyan kaçakçılara para vermek gerekiyordu. Bende para olmadığı için bizi taşıyan iki kişiyle birlikte oldum mecburen. Sonra sınırdan geçerken başkaları ile. Çok fazla senin üzerinden para kazanan oluyor aslında. Kaçakçısından, jandarmasına. Benim gibi Halep’ten gelen bir kadın önce jandarmayla birlikte olmak zorunda kaldı. Kaçakçılarla birlikte oldu. Sonra kamp görevlileriyle. Kadına etmedikleri işkence kalmadı. Kadına telefon da vermiyorlar, şikayet etmesin diye.” Bu olayda sorduğumuz ya da soracağımız sorular kişisel olarak bireylerin ve toplumun hangi değerleri ürettiğini ve kimin yanında olduğumuzu bize göstermiş oluyor. Hayatta kalana hangi soruyu soruyoruz? Yetki verilen kişilerin güvenilirliğini sorguluyor muyuz? Faillerin şiddetinin, devletin yasalarla korumadığı, kendi tanımladığı meşru alanların dışında bıraktığı kimliklere yöneldiğini görüyoruz.

Türkiye’de yaşamaya başlayan göçmenlerin sayısı ve eril sistemin yaşattığı mağduriyetler artınca BM hassasiyet kriterleri konuşulur oldu. Yalnız yaşayan kadınlar, on sekiz yaş altı çocuklar, yaşlılar, HIV ile yaşayanlar ve lgbti+’ lar. Avrupa bu kriterlere uyanları senelik kotalarla ülkesine kabul etmeye başladı. BM dosyası olarak ülkelere sunulan insanların hayatları veri haline dönüştü. Örneğin Hollanda bu yıl iki yüz HIV pozitif kişi, İngiltere elli eşcinsel, Norveç beş trans kadın alacağını bildiriyor olsa da tek kriter bu olmuyor. Beş kişilik trans kotasına üç yüz kişilik dosya sunulduysa nasıl karar verecekler bu beş kişiye? Ailesi tarafından ölümle tehdit ediliyor mu? Cinsiyet kimliğinden dolayı darp edilmiş mi? Edildiyse dosyaya eklenmesi gereken hastane ve polisten alınması gereken darp raporu var mı? İstenilen raporların 2015 yılında Transgender Europe-Avrupa Trans Ağı’nın (TGEU) yayınladığı izleme raporuna göre nefret cinayetlerinde dünyada dokuzuncu, Avrupa kıtasında birinci sırada olan Türkiye hükümetinin karakollarından, hastanelerinden almaları bekleniyor. Gidilen kurumlarda başka mağduriyetlerin yaşanmaması için sivil toplum kuruluşları ayrımcılık yapmayan hastaneler ve doktorlar araştıyor. Bu kadar çok göçmene ev sahipliği yaptığını söyleyen TC’nin karakollarında bir çevirmen dahi istihdam edilmiyor. Cinsel şiddet olaylarında devletin sorumluluk almaması sebebiyle ya da yaşanan ihlalleri raporlamak ve hayatta kalana destek olabilmek için vakaların takibini yapan sivil toplum kuruluşlarının bir de çevirmen hizmetini karşılaması bekleniyor. STK’ların omuzlarına binen bu yükle de birlikte hak savunuculuğu yapacak örgütler gittikçe azaldı.  BM, insanları veri haline dönüştürmek için yüzlerce kişi istihdam ediyor.  Mağduriyetler üzerinden var edilen hassasiyetler yaşam için pazarlığa dönüşüyor.  Böylece mağduriyet dili göçmenler arasında da artıyor. Çünkü Avrupa’ya gidebilmenin yolunun daha fazla mağdur olmaktan ve mağduriyetin devletlerin nezdinde ispatından geçtiği açıkça görünüyor.

Suriye’nin bombalanması için meşruiyet yaratan ülkeler, insanların sınırları geçerken denizlerde boğulmalarını, karada kurşunlanmalarını, çocukların, kadınların, transların, eşcinsellerin yaşadığı cinsel istismarları, sınırları kaldırmak için meşru bir sebep olarak görmüyorlar. Bu yaşatılan mağduriyetler, sınırların kaldırılması ya da sivillerin geçiş yapabilecekleri güvenli yolların oluşturulması için yeterli olmuyor. Çünkü eril bir zihniyet olarak devletler güç kavramını yaşam ve barış üzerinden değil ölüm ve savaş üzerinden tanımlıyor.

Kişilerin üçüncü ülke başvuruları kabul edilirse birkaç mülakattan daha geçerler, bu mülakatlarda sorulan soruları üçüncü ülkeye başvurmuş göçmenlerden dinleyebilirsiniz. Yapılan görüşmelerde sorulan soruları sohbet etme fırsatı bulduğum arkadaşlarıma sordum.  Birkaç soruya değinmek istiyorum. Suriye’de savaş başladığında 2010 yılı ve sonrası askere gittiniz mi? Siz ya da aileniz savaşta kimi desteklediniz? Ceset gördünüz mü? Elinize silah aldınız mı? Birini öldürdünüz mü? Bu soruları, iltica etmek isteyen göçmenlere sorma hakkını kendinde bulan ülkeler Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü (SIPRI) tarafından yapılan araştırmaya göre 2011 – 2015 yılları arasında dünya silah ihracatının beşte birini gerçekleştiren Fransa, Almanya, İngiltere, ve İspanya gibi Avrupa ülkeleri. Bir yandan silah verip silah kullanmamış insanları alma çabası güdüyor. Ürettikleri silahların kendilerine doğrultulduğu ya da doğrultulup doğrultulmayacağından emin olmak istiyorlar. Dünyadaki en büyük silah ihracatçısı ABD ise, Trump’ın gelmesiyle birlikte Türkiye’de yaşayan göçmenler için ayırdığı üçüncü ülke kotasını giderek azaltmıştır. En çok silah ticareti yapan ülke yine en az göçle ilgili sorumluluk alan, hatta göçmenlere yönelik fobiyi en fazla büyüten devlettir.

Atanmış cinsiyeti sebebiyle on dokuz yaşını doldurduğu için zorla Esad’ın ordusuna alınan askere gitmek zorunda kalan, çatışma sırasında gittikleri yerde bir boşluk bulduğu anda silahı elinden atarak kaçmayı başaran birçok eşcinsel ya da trans var. Savaşa katıldığı tespit edildiği anda sebebi ne olursa olsun (zorla alınmış olmasına bakılmaksızın) Avrupa ülkeleri tarafından üçüncü ülke başvuruları reddediliyor. Kimliklerin hassasiyet kriterleri, eline zorla silah verildiği için yok sayılıyor. Esad tarafından mağdur edilen atanmış toplumsal cinsiyeti erkek olan lubunyalar Avrupa tarafından ikinci mağduriyetlerini yaşıyorlar.

Bugün Türkiye’nin gündeminde Suriyeli Mültecilere yönelik çıkarılan yeni bir mevzuat tartışılmaya başlandı. İstanbul Valiliği, “İstanbul’a kaydı olmayan (ama diğer illere kayıtlı) Suriye uyruklu yabancıların kayıtlı bulundukları illere geri dönmeleri için 20 Ağustos 2019 tarihine kadar süre verilmiştir” diye bir açıklama yaptı. “Düzensiz göçle” mücadele çalışmaları kapsamında ülkemize yasa dışı yollardan giren “düzensiz göçmenlerin” yakalanarak sınır dışı edilmelerine devam edilmektedir diye bir duyuru geçildi.

Savaşın başladığı 2010 yılından bu yana iktidar tarafından genelleştirilmiş bir kimlik atamasıyla “misafir” olarak tanımlanan Suriyeli Göçmenler yeni çıkan mevzuatla birlikte “Suriye uyruklu yabancılar” olarak devlet eliyle yeni bir kimlik atamasına mahkûm edildi. “Suriyeli Göçmenler” kimliği genelleştirilerek gözetilmesi gereken çok fazla hassasiyetin üstü örtülüyor. Medya, toplum ve toplumun parçası olan bireyler bu konuda farkındalık geliştirmeyi amaçlamadığı için devletin amacına hizmet eden bir pozisyonda yer alarak iktidar tarafından üretilen nefret değerlerini bilinçli ya da bilinçsiz olarak korumaya devam ediyor. Bu uygulamalar, Türkiye tarafından çatışma alanlarında sivil insanların korunmasına yönelik imzaladığı Cenevre Sözleşmesini tanımadığı anlamına da geliyor.

Şu an Türkiye’de en çok konuşulan gündem “Suriye uyruklu yabancıların” kayıtlı bulundukları illere geri dönmeleri ve kayıtlı olmayan göçmenlerin Suriye’ye geri gönderilmeleri olmakla birlikte, göçmenlerle ilgili çıkarılan tek mevzuat bu değil. Türkiye’de göçmenler için çalışma izni alma mevzusu oldukça zor. Birçok şirket ya da kurum çalıştırdığı göçmenler için İçişleri Bakanlığı’na çalışma izni başvurusunda bulunsa da çeşitli sebeplerle bu başvurular reddediliyor. Göçmenlerin sigortasız çalışmak zorunda kalmalarının bir diğer sebebi de bu iznin alınma zorluğu oluyor. Bu durum devlet ve patronlar için hesap verilebilirliğin ortadan kalkması, yasal olmayan yollardan sağlanan kar, asgari ücretin altında çalışan binlerce çalışan anlamını taşıyor. İktidarın, göçmenlerin yaşamlarını zorlaştıran çalışma izni başvurusu prosedürlerinin sorgulanması yerine izinsiz çalışma bahanesiyle kriminalize edilen göçmenler oluyor. Ancak işsizlik rakamlarının açıklanması, iktidarın gücünü kaybetmesi ve ekonomik krizle birlikte sigorta mevzusuna da el atıldı. Bu hafta birçok göçmen sigortasız çalıştırıldığı için işten çıkarıldı. Artık günlük işlerde çalışmaları bile çok zor hale geldi. Çünkü sigorta fiyatlarının yüksek olması sebebiyle çalıştığı şirket göçmenlere, “ben sana para veriyorum” sen kendi sigortanı öde diyor. Verilen maaş aylık bin liraysa ödenmesi beklenen sigorta tutarı aylık beş yüz küsür lira. Böyle olunca iş bulmak imkansız hale geliyor. Zaten transfobi ve homofobi sebebiyle iş bulamıyorlarken kimliğini gizleyerek iş bulanlar da bu mevzuatla işsiz bırakılıyor.

Devlet tarafından yasa dışı hale getirilen seks işçiliği sektörü, çıkarılan mevzuatlarla birlikte daha fazla insanın yapmaya mecbur bırakıldığı bir iş haline dönüşerek hızla büyüyor. Seks işçiliğine yönelik kriminalizasyonu meşrulaştıran yine devletin ahlaki değer hiyerarşisi oluyor. Devlet seks işçiliğini herhangi bir emek biçimi olarak görmüyor. Bu durum seks işçiliğinin yapılmaması ya da tercih edilmeyen bir sektör olmasını sağlamıyor; aksine denetimsiz, mafyatik ilişkileri yoğunlaştıran piyasaya dönüşmesi anlamına geliyor. Fiziksel ya da cinsel şiddet yaşandığında korkudan dolayı yasalara başvurulamıyor, karakola gidilmesi zorlaşıyor, insan ticareti gibi çok fazla işlenen suç alanını meşrulaştırıyor.

Devletin Suriyeli Göçmenlere yönelik getirdiği mevzuatlar şu an göçmen lubunyaların İdlib’e gönderilme korkusunu arttırmış durumda. On sekiz yaşından büyük olmaları sebebiyle Suriye’ye gönderildiklerinde orduya alınmaktan, DAEŞ’in homofobik ve transfobik katliamları ve aileleri tarafından nefret cinayetlerine maruz kalmaktan korkuyorlar. Sokağa çıkamıyor, çalışamıyor ve yemek bulmakta zorlanıyorlar. Bir arkadaşım Suriyeli olduğu anlaşılacak diye Arapça konuşmaktan korktuğunu söyledi artık. Bu deneyim bana bu ülkede kendi dilini konuşmaktan tutun da Ermeni ya da Alevi olduğunu söylemeye korkan kimlikleri hatırlattı. Bireysel ve kültürel olarak sistemin değerlerini sorgulamaktansa bu yüzleşmelerden kaçılması, tarihi tekerrürden ibaret hale getirmez mi?

Yaşanılan mağduriyetlerin tek sorumluları devletlerdir diyebilir miyiz? Butler verdiği bir röportajda “Artık neyin performatif sayılacağından emin değilim. Erkeklerin, kadınların hayatını göz ardı edilebilir hissetmekte özgür olmasını yine erkeklerin kendi içinde sessiz bir kardeşlik anlaşmasıyla bağlı olmasıyla açıklıyorum.” diyor. Her türlü sorgulamaya kapatarak hak olarak gördüğümüz,  alanımız olarak sınır çizdiğimiz bir yeri ya da bir değeri tanımladığımızda sebebi ne olursa olsun oraya girebilecek ve giremeyecek kişileri belirlemiş oluyoruz. Bunun sonucu bazı ayrımcılıklara ses çıkarıp bazılarına suskun kalmayı tercih etmek oluyor. Kendi içimizde öteki olarak yarattığımız bir kimliğe yönelik eril sistemin sessiz kardeşlik anlaşmasını sürdürdüğümüzü düşünüyorum. Yanı başımızda milyonlarca insan savaşın olduğu bölgeye geri gönderiliyorsa; biz buna dur demek yerine susmayı,  dünya gündeminden uzak kalmayı istiyorsak, yaşadığımız hayatın bedeli sadece ölenler için değil susanlar için de ağır olmayacak mı?

İktidarların ürettiği korku, kaygı ve nefret değerlerini üretmemek için değişim gerekiyor. Değişimin sorumluluğunu nasıl alabiliriz?  İhtiyacımız olduğunu düşündüğümüz, arzu ediyoruz dediğimiz şeyin hangi değerden geldiğini düşünmek ve hayır diyebilmekten korkuyor muyuz? Akdeniz, mülteciler için ölüm denizi haline gelmişken savaş devam ettiği sürece Akdeniz’e turizm için gitmemek Akdeniz’de yüzmeyi arzulasak bile bu arzudan, başka birinin acısını durdurabilmek için vazgeçmek, Akdeniz turizmini boykot etmek çok mu zordu? Ya da kaydı olmadığından dışarı çıkma korkusu yaşayan göçmenlere yapılanı boykot etmek için bir hafta evden çıkmamak, alışveriş yapmamak mümkün olamaz mı? Futbol maçına örgütlenerek gitmeyi tercih ettiğimiz gibi neden sınıra aynı örgütlülüğü göstererek gitmediğimizi, iktidarın ölüme göndermeye çalıştığı insanlara dur demediğimizi sorgulama cesaretini bulabilmeliyiz. Enerjimizi iktidarın değerlerini sorgulamaya, bu değerlerin bize getirdiği ekonomik ayrıcalıklardan vazgeçmeye harcayabiliriz. Namus kavramını, genel ahlakı, toplumsal cinsiyeti reddedenleri denetlemek yerine devletlerin tanımladığı sınırları ihlal edenlerin kontrolüne adanmış hayatları reddedebiliriz.

( Yazan: Güvenlik nedeniyle ismini açıklamak istemeyen STK çalışanı)

https://journo.com.tr/suriyeli-seks-iscileri

https://www.bbc.com/turkce/haberler/2015/09/150908_kurdi_vatandaslik

https://www.demokrathaber.org/lgbti/turkiye-trans-cinayetlerinde-avrupa-birincisi-h48865.html

https://www.dw.com/tr/d%C3%BCnya-silah-pazar%C4%B1n%C4%B1n-en-iyi-m%C3%BC%C5%9Fterileri/a-19064789

https://onedio.com/haber/turkiye-trans-cinayetlerinde-avrupa-da-birinci-469606

https://www.independentturkish.com/node/53731/r%C3%B6portaj/%C3%BCnl%C3%BC-feminist-d%C3%BC%C5%9F%C3%BCn%C3%BCr-judith-butler-en-%C3%B6nemli-kuram%C4%B1ndan-geri-ad%C4%B1m-m%C4%B1-att%C4%B1-art%C4%B1k?fbclid=

 

[Cadı Kazanı] Yeşil beton- Nuran Seyhan Bayer

Nerdeyse iki ay oldu doğayla buluşmam. İlk acemilikler geçince gözlemler başladı. Önce bir ay boyunca sokağımıza bir “SIFIR ATIK” konteyneri konulması için onlarca telefon görüşmesi yaptım ve sonunda başardım. Konteyner doldu, taştı ama almaya gelen olmadı. Yine onlarca telefon ve bu yazıyı yazarken hala alınmamıştı. Sonra da balkonda oturduğumda gözümün içine giren, yatak odamı gündüz gibi aydınlatan sokak lambasının yönünün yukarıya kalkık değil aşağı doğru olması için burada hizmet veren elektrik şirketine (AYDEM) defalarca telefon etmeme rağmen hala sonuç alamadım. Sokağı aydınlatması gereken lambanın neden havayı aydınlatır bir açıda takıldığını düşünmek bile istemiyorum.

Yeşil beton

Çevremdeki evlerin bir kısmı uzun yıllardır burada yaşayan bir anlamda yerliler, diğerleri “ yeşil vadi konakları “olarak adlandırmış havuzlu, ’güvenlikli’ villalarda yaşıyor… Bu villalardan bir kaçı, doğayı seyretmek için koltuğuma oturduğumda tam da bakış açımın içine giriyor. İstemesem de izlemek zorunda kalıyorum, “bahçe ve havuz” bölümlerini. Doğada yaşamanın onlar için sadece her daim biçilen çimler, hava üfleyen gürültülü aletlerle yok edilen kuru yapraklar ve ancak 4-5 kulaç atabildikleri havuzlar olduğunu anlamam uzun sürmedi. Çevrecilerin çim alanlara haklı yakıştırması “YEŞİL BETON” için çok miktarda su ve emek tüketilmesinin yanısıra kullanılan ilaçlar cabası. Oysa çimen yerine yabani bitkiler, sebze ve meyve dikebilirler. Arıları mutlu eden flora türleri ise kendi gelecekleri için de bir yatırım olur, üstelik bedava bir yatırım…

Perma kültür kavramının isim babası Bill Mollison; “Permakültür: Bir Tasarımcı El kitabı “adlı eserinde perma kültürü şöyle tanımlar: “Permakültür, doğal ekosistemlerin çeşitliliğine, istikrarına ve esnekliğine sahip olan tarımsal olarak üretken ekosistemlerin bilinçli tasarımı ve bakımlarının sağlanmasıdır. Üzerinde yaşayan insanlar ile arazinin, gıda, enerji, barınak ve diğer maddi ve manevi ihtiyaçları sürdürülebilir bir şekilde karşılayan ahenkli bütünleşmeleridir. Permakültür tasarımı, kavramsal, maddi ve stratejik bileşenleri tüm canlıların yararına çalışan bir model içinde bir araya getiren bir sistemdir. Permakültür’ün arkasındaki felsefe, doğaya aykırı olmaktan ziyade onunla birlikte çalışma, uzun süreli düşüncesizce hareket etmekten ziyade uzun süreli özenli gözlem yapma, sistemlerin sadece bir ürününün peşinde koşmaktan ziyade onlara bütün işlevleriyle bakma ve sistemlerin kendi evrimlerinin gerçekleşmesine izin vermedir.”

Permakültür, sürdürülebilir insan yerleşimleri kurgulayabilmemizi sağlayan bütünsel bir tasarım bilimidir. Kısacası, bırak dağınık kalsın…

Arabalarıyla geçerken sıfır atık konteynerini görmemeleri olanaksız ama henüz ayrı torbalarda, ayrıştırılmış çöp atıklarını görmedim. Konteynerin önünde ne atılması gerektiğini gösteren fotoğraflar var ama… Havuza düşen bir yaprak ya da çiçeği özenle yok eden bir sakin, sitesinde kesilen ağaç dallarının, bitkilerin çöp konteynerlerinin yanına yığınlarla atılmasını umursamıyor anlaşılan. Oysa Bodrum belediyesinin bu konuda hizmeti var ve sadece belirli bir ücret yatırarak bunların alınmasını sağlayabiliyorsunuz. Havuzum mis ama sokak pis olabilir. İlkelce döşenmiş elektrik, telefon kabloları, estetikten uzak beton direkleri, güneş enerjisinden yararlanmak için iyi ama estetik açısından garabet olan sıcak su sağlayıcı metal bidonları söylemeye gerek yok çünkü bütün sahillerimiz aynı estetik yoksunu. Oysa ağaçlara, ormana, doğaya bakmaları yeter, estetik duygularını geliştirmek için.

Halkın ücretsiz yararlanacağı kıyıların hepsi “beach” olarak adlandırılan işletmeler, otel, motel ve restoranlar tarafından adeta işgal edilmiş. Denize girdiğinizde ise, suyun sakinliğine kendinizi bırakmanız çok zor. Sağınızdan jet-ski’lerin motor gürültüsü, solunuzdan ise, çalışanının müzik zevki ile belirlenen bangır bangır müzikler. Kentlerin gürültüsünden, trafiğinden kaçan tatilcilerin (çoğunun) umurunda da değil zaten. Umurlarında olmayan bir başka şey de SU.. O kadar fütursuzca kullanıyorlar ki, uyarmaktan kendimi alamıyorum. Denizden çıkan çocuğunu duş alırken, gereksiz su akıtmaması için uyaran bir tek aile gördüm. Üstelik Türkiye’de yaşamıyorlardı ama bu ülkenin suyunu düşünüyorlar. Milliyetçilik denince mangalda kül bırakmayan halkımızın ülkesinin doğal kaynaklarını koruma (ma) anlayışı bu kadar.

29 Temmuz’da dünya yıllık doğal kaynağını tüketti ve gelecek yılın hakkından kullanmaya başladı. Türkiye ise dünya ortalamasından 32 gün önce tüketmeyi başardı. Küresel Ayak İzi Ağı’nın açıkladığı rakamlara göre bir yıllık doğal kaynakların tüketim günü olan Küresel Limit Aşım Günü, bu yıl dünyada 29 Temmuz, Türkiye’de 27 Haziran olarak belirlendi. Her yıl bu tarihler biraz daha erkene kaymaya devam ediyor. Yani önümüzdeki yıllarda bir de bakmışız ki, Ocak ayında, artık o yıl için tüketecek doğal kaynağımız kalmamış. Karar mekanizmalarının başında olanlarının umuru değil anlaşılan. O zaman artık çocuklara ve gençlere yatırım yapmak için hepimiz kolları sıvamalıyız. Prof.Dr. Selçuk Şirin bunu deneyimleyip, çocuklar için ayağa kalkan ve projeler üreten bir düşünce insanı. Onun yaptıklarını ve yapmak istediklerini örnek alarak,  elimizden geldiğince maddi-manevi destek olmak, geleceğimiz için yapılası en önemli yatırım.

“Olanca kötülüğün, karanlığın içinde her şeye rağmen ışık vardır ve ışığa zaten en çok ‘karanlık zamanlar’da ihtiyaç duyarız. Her doğum bir mucize, her insan yeni bir başlangıçtır ve insanlar bir araya gelip ortak eylemde bulunabildikleri sürece umut da vardır. Dünya sevgisini mümkün kılan, içinde yaşadığımız dünya için sorumluluk alıp ortak eylemde bulunma yetimizdir.”  Hannah Arendt

Nuran Seyhan Bayer

İstanbul Sea Life Akvaryum Saros Körfezi Özel Çevre Koruma Alanı’ndan deniz canlılarını çalarken yakalandı

İstanbul Forum AVM’de bulunan Sea Life Akvaryum’a ait ticari bir araç, akşam saatlerinde Saros Körfezi Özel Çevre Koruma Bölgesi’nde (ÖÇKB) hayvanları denizden çıkartıp araca yüklerken suçüstü jandarmaya yakalandı. Doğal yaşam ortamlarından çalınan bazı hayvanların, avlanması yasak olan koruma altındaki türler olduğu anlaşıldı.

30 Temmuz Çarşamba günü akşam saatlerinde İstanbul Sea Life Akvaryum’a ait bir aracı, koruma altındaki Kömür Limanı ve Despot Koyu arasında park halinde gören kişiler  şüphelenerek jandarmaya bildirdi. Scuba dalışlarında kullanılan alüminyum tüpleri fark eden ziyaretçilere, akvaryuma deniz suyu alma amacıyla bölgede olduklarını söyleyen İstanbul Sea Life ekibi, Gelibolu İlçe Jandarma ekiplerinin hızlı baskını sonucunda araç içinde sakladıkları deniz canlılarını çıkartmak zorunda kaldı.

Araçtan avlanması yasak kırmızı denizyıldızı çıktı

Jandarma, İstanbul Sea Life Akvaryum’a ait araçta plastik taşıma kapları ve deniz suyu içinde deniz anemonu, deniz şakayığı ve Su Ürünleri Tebliğine göre avlanması yasak olan kırmızı denizyıldızı gibi çeşitli hayvanların olduğunu tespit etti. Olayla ilgili tutanak oluşturan jandarma ekipleri hazırladıkları raporu, özel çevre koruma bölgesinde gece dalışı yaparak yasadışı avlandığı gerekçesiyle İstanbul Sea Life Akvaryum’a yasal yaptırım uygulanması için İlçe Su Ürünleri Müdürlüğü’yle paylaştı. El konulan deniz canlılarının ise, Saros Körfezi’nde uygun bir alanda jandarma tarafından yeniden denize bırakılacağı öğrenildi.

“Hassas A” bölgesinde kara ve su ürünleri avcılığı yasak

Akvaryum ekiplerinin yasadışı avlandığı Kömür Limanı ve Despot Koyu, Saros ÖÇKB Yönetim Planı’na göre kara ve su ürünleri avcılığının kesinlikle yasak olduğu “Hassas A” bölgesinde yer alıyor. Hassas A bölgesi, “doğal, tarihi ve kültürel değerler yönünden bölgenin en zengin, aynı zamanda tehditlere karşı en hassas yerleri olup, insan faaliyetlerinin büyük oranda kısıtlandığı alanlar” olarak tanımlanıyor. Aynı zamanda bu bölgelerde “yaban hayatına zarar verecek, rahatsızlık yaratacak ve ekolojik ilişkilerin bozulmasına neden olabilecek” hiçbir faaliyete izin verilmiyor.

Koruma altındaki türlerin avlanmasını yasaklayan Su Ürünleri Kanun ve Tebliğ ile ÖÇKB koruma hükümlerine uymayan İstanbul Sea Life Akvaryum, aynı zamanda 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nda yer alan “Yabani hayvanların yaşama ortamlarından koparılmaması, doğada serbestçe yaşayan bir hayvanın yakalanıp özgürlükten yoksun bırakılmaması esastır” maddesini de ihlal etmiş bulunuyor.

Şimdi, çeşitli kanunlara muhalefet ettiği gerekçesiyle Sea Life Akvaryum’a Tarım ve Orman Bakanlığı ile Çevre ve Şehircilik Bakanlıklarının ilgili kurumları tarafından verilecek yasal yaptırım bekleniyor.

“Korumak varken bu vahşet, bu korsanlık niye?”

Olaya şahit olan ve jandarma ekiplerini hızla bölgeye yönlendiren Çetiner Doğru, konuyla ilgili sosyal medya paylaşımında “Bizler denizlerimize bu kadar özen gösterirken, bu canlıları kendi ortamlarında ziyaret etmek varken veya bizden sonraki gelecek nesillere ve dalıcılara bu güzellikleri göstermek varken bu vahşet, bu korsanlık niye?” dedi.

Türkiye Sualtı Sporları Federasyonu Çevre Kurulu Başkanı ve Sualtı Görüntü Yönetmeni Tahsin Ceylan ise yaptığı paylaşımda, “Kurumsal bir işletmenin yasadışı bir uygulama içine girmiş olması üzücüdür. Tarım Bakanlığı konunun muhatabıdır. Kötü olarak yapılan hiçbir şey iyi insanlara örnek olmamalıdır. Duyarlı ve sorumlu davranışı nedeniyle Sevgili Çetiner Doğru’yu alkışlıyorum,” dedi.

“Hayvanları koruyan bütüncül yaklaşım eksik”

Türkiye’de hayvan esaretinin sonlandırılması için mücadele eden Yunuslara Özgürlük Platformu ise, sosyal medyada paylaşılan fotoğraflar üzerinden akvaryum hakkında ilgili bakanlıklara suç duyurusu yapacağını açıklayarak hayvan hakları ve doğa koruma derneklerini harekete geçirdi.

Platform sözcüsü Öykü Yağcı yaptığı açıklamada şunları söyledi: “Sualtı Gazetesi tarafından bize ulaştırılan ihbar sonrasında mevcut yasaları tekrar gözden geçirirken, neredeyse ilgili olabilecek hiçbir ulusal mevzuatta yabani fauna ve flora türlerinin doğal yaşam ortamlarından koparılmasına ve esaret altına alınmasına dair somut bir madde olmadığını fark ettik.

İstanbul Forum Akvaryum’un doğal yaşam ortamından çaldığı bu türlerden bazıları koruma altında olmasaydı veya avlandıkları alan ÖÇKB olmasaydı, belki de akvaryum yetkililerine hiçbir yaptırım uygulanmayacaktı. Nitekim, mevcut düzenlemelerde bile bu tür vahim olaylara karşı verilen para cezaları caydırıcı olmaktan çok uzak; suç kapsamında bile değil.

Türü veya koruma statüsü ne olursa olsun, hayvanların doğal yaşam ortamlarından koparılarak yapay ortamlarda tutsak edilmesi ve yasaların bu kadar teşvik edici olması kabul edilemez. Mevcut kanunlar, çeşitli yönetmeliklerdeki bazı muğlak ibarelerle kolaylıkla delinebiliyorken, özellikle de sorunun ahlaki boyutu gerektiği gibi tartışılmıyorken, hayvanları ve doğal yaşam ortamlarını bütüncül bir yaklaşımla koruyabilen yasal düzenlemelerin eksikliğini Türkiye’de her geçen gün daha fazla hissediyoruz.

Bu nedenle ulusal ve uluslararası boyutlardaki hayvan ticaretinden beslenen bu tür işletmelere gitmeyerek ve yasa yapıcılara bu tesislerin yasaklanması yönündeki çağrılarımızı ulaştırarak esareti hep birlikte sonlandırabiliriz.”

Hayvanlar iklimin bozulmasına adapte olamıyor

Nature Communications meta analizi, iklim değişimleri sırasında evrimin devamlılığı sağlayacak hızda olmadığını öne sürüyor.

Bilim insanlarına göre karaca ve saksağan gibi hayvanlar iklim değişimlerine ayak uydurmakta yeterince hızlı adapte olamıyor.  Her ne kadar bazı türler artan sıcaklıklarla mücadele edebilse de, araştırmalar, bu adaptasyonun bazı popülasyonların uzun dönem devamlılığını garanti edecek oranda olmadığını ortaya koyuyor.  Avrupa karaca , ötücü serçe ve bayağı dalıcı martı ile Asya saksağan popülasyonları bu risk altında olanlardan. 

Sıcaklıklar

Nature Communications‘da yayınlanan meta analiz, göç ve üreme gibi türlerin yaşam döngüsü olaylarının (fenoloji) tarihsel zamanlamasının mevcut iklime uymadığını öne sürüyor. Bilim insanları ancak davranışlarında ve gelişmelerinde yeterli genetik çeşitlilik olduğu takdirde hayvanların, fenolojilerinin başkalaşımı ile potansiyel olarak üstesinden gelebileceklerini söylüyorlar.

Ekip, özellikle kuşlar üzerine odaklanarak iklim değişimine hayvanların tepkilerini belirlemek için 1090 bilimsel abstraktı değerlendirmiş ve 13 ülkede 17 türün temsil edildiği 71 yayınlanmış çalışmanın verilerini çıkarmış. 

Almanya’daki Leibniz Institute for Zoo and Wildlife Research‘den (IZW) (Leibniz Hayvanat Bahçesi ve Doğal Yaşam için Araştırma Enstitüsü) baş yazar Viktoriia Radchuk “Diğer gruplar üzerindeki tüm veriler yetersiz olduğu için araştırmamızda kuşlar üzerine odaklandık” diyor: ”Ortaya koyduk ki ılıman bölgelerde yükselen sıcaklıkların, biyolojik olayların zamanlamasının daha erken olmasıyla bir ilişkisi var.”

Söyleşi

Berkeley’deki Kaliforniya Üniversitesi’nden ortak yazar profesör Steven Beissinger’in “Bu ortaya koyuyor ki türler iklim değişimi ile yeterince hızlı başa çıktıkları ölçüde ısınan doğal habitatlarında kalabilirler” ifadelerine rağmen, Leibniz-IZW’ den de olan kıdemli yazar Alexandre Courtiol şunları söylüyor: “Durum böyle değil çünkü belli bir hızda adaptif değişim gösteren popülasyonlar dahi devamlılıklarını garanti edemiyorlar.”

Bilim insanları, iklim değişimiyle nispeten daha iyi başa çıktığı bilinen büyük baştankara, Avrupa kara sinek kapan ya da bayağı saksağan gibi yaygın ve sayıca fazla olan türlerin dahil edildiği analiz verilerinin daha fazla endişe verici olduğunu belirtiyor. 

Leibniz-IZW’dan Stephanie Kramer-Schadt’in vardığı sonuç şöyle: “Nadir ve tehlike altındaki türler üzerine adaptif yanıtlar analiz edilmek üzerine beklemektedir. Korkarız ki koruma kaygısı olan türlerin popülasyon devamlılığının tahminleri daha da kötümser olacak.”

Araştırmacılar, analizlerinin ve birleştirilmiş veri kümelerinin küresel değişim karşısında hayvan popülasyonlarının esnekliği üzerine araştırmaları canlandıracağını ve gelecekteki koruma yönetimine yardımcı olmak için daha iyi öngören çerçeveye katkıda bulunmasını umut ediyorlar.

Makalenin İngilizce Orijinali

Yeşil Gazete için çeviren: Nilüfer Ağaç

 

Kirazlı’da kesilen ağaçlar için suç duyurusu

Kirazlı’da yürütülen metalik madencilik faaliyeti kapsamında hukuksuz bir şekilde ağaç kesimleri için bir grup gönüllü avukat, STK temsilcileri ve vatandaş Çanakale Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunuldu. Avukatlar bu süreci yakından takip edeceklerini beyan ettiler.

Kirazlı’da yürütülen metalik madencilik faaliyeti kapsamında bölgede 195 binin üzerinde ağaç kesimi yapıldı. Tarım Orman Bakanlığı ise bölgede kesilen ağaç sayısını 13 bin 400 olduğunu iddia ediyor.

Suç duyurusunda ÇED Raporu’na aykırı bir şekilde 195 bin ağaçtan çok daha fazlasının kesilmesi işleminin gerçekleştirildiği belirtilerek, ilgililerin hakkında Türk Ceza Kanunu’nun 305. Maddesinde düzenlenen “Temel Milli Yararlara Karşı Faaliyette Bulunmak Üzere Yarar Sağlama”, 257. Maddesinde düzenlenen “Görevi Kötüye Kullanma” ve Orman Kanunu’na muhalefet suçlarından cezalandırılması talep edildi.

Avukatlar, STK temsilcileri ve vatandaşlar maden sahası içerisinde ağaç kesimlerinin usulsüz yapıldığı gerekçesiyle yapılan suç duyurusunda Çanakkale Barosu avukatlarından Ali Furkan Oğuz, Bursa Barosu Çevre ve Kent Hukuku Komisyonu Başkanı Av. Eralp Atabek, Bursa Barosu Çevre ve Kent Hukuku Komisyonu üyesi Av. Erol Cicek, Bergama Mücadelesi Avukatı Av. Arif Ali Cangı, Türk Tabipleri Birliği Avukatı Av. Ziynet Özçelik ve Halk Sağlığı Uzmanı Prof. Dr. Kayıhan Pala, STK temsilcileri ve vatandaşlar katıldı.

Çanakkale Barosu eski Çevre Komisyonu Başkanı Av. Ali Furkan Oğuz suç duyurusu ile ilgili, “Çanakkale’de çevre, ekoloji ve hukuk mücadelesi 2000’li yılların başından beri devam ediyor. Bu aşamada yaklaşık 70’e yakın dava açıldı ve mücadelemiz devam ediyor. Kirazlı davası da bu davalardan biri. Şirket bu süreçte ağaç kesimlerine başladı. TEMA’nın elde ettiği verilere göre ağaç kesimlerinin 45 bin olması gerekirken, 195 bin olduğu belgelendi. Biz suç duyurusunda bulunmak üzere buradayız. Başka illerden de suç duyurusunda bulunulacak. Yapılan ağaç kesimleri hukuksuzdur. Görevi kötüye kullanma durumu vardır ve şikayette bulunuyoruz” dedi.

Bergama mücadelesi avukatlarından aynı zamanda İzmir Barosu Çevre ve Kent Komisyonu üyesi Arif Ali Cangı, “Ekolojiyi yok edilirken bir taraftan da onurumuzla oynanıyor. Bu direniş Türkiye’nin coğrafyanın ve bölgenin geleceği açısından önemlidir. Biz bu tip çalışmaları Bergama’da gördük. Bergama’da o zamanlar büyük çapta bir halk hareketi olmuştu, hukuk mücadelesi sürdürülmüştü buna rağmen madencilik faaliyetleri devam etti. İzmir’den kalktık geldik, buradaki mücadeleye destek olacağız” ifadelerini kullandı.

Avukatlar  daha sonra siyanürlü altın madeni işletmesi yapılması düşünülen Kirazlı bölgesine giderek katliamı yerinde gördüler ve su nöbeti yapan aktivistlere detek oldular.

Malatya’da dört bölge kesin korunacak hassas bölge ilan edildi

Bazı alanların kentsel dönüşüm alanı ilan edilmesi ile 4 bölgenin kesin korunacak hassas alan olarak ilan edilmesine ilişkin Cumhurbaşkanı kararları Resmi Gazete’de yayımlandı.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın imzasıyla Resmi Gazete’de yayımlanan kararlara göre, Malatya’nın Darende ilçesinde bulunan Tohma Çayı Doğal Vadisi, Somuncu Baba Boğazı ve Doğal Akvaryum (Balıklı Göl), doğal sit alanının koruma statüsünün yeniden değerlendirilmesi sonucunda kesin korunacak hassas alan olarak tescil ve ilan edildi.

Ayrıca Malatya’nın Yazıhan, Akçadağ ve Darende ilçeleri sınırları içerisinde bulunan Ozan Kanyonu’nun da kesin korunacak hassas alan olarak tescil ve ilan edilmesine karar verildi.

Aynı kararda Samsun’un Bafra ilçesine bağlı Aktekke Mahallesi sınırları içerisinde yer alan bazı alanların kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanı ilan edildiği belirtiliyor.

Kerem Altıparmak: “Türkiye sansür tarihinin en büyük adımı”

İnternet üzerinden yapılan radyo ve TV yayınlarını Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) ve Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK) altına sokarak denetim ve yaptırım kurallarına bağlayan yeni internet yayını düzenlemesine tepkiler sürüyor.

Bianet’te yayınlanan habere göre Resmi Gazete’de yayınlanan yönetmelik kapsamında internet üzerinden yayın yapan dijital platformların artık yayın yapabilmesi için RTÜK’ten yayın lisansı alması gerekecek.

Konu hakkında açıklamalarda bulunan insan hakları ve Anayasa hukukçusu Yrd. Doç. Dr. Kerem Altıparmak, yönetmeliğin Eylül 2018’de yayınlanan yönetmelik taslağıyla benzer olduğunu belirtti.

“Yönetmelik yasanın verdiği yetkiyi aşıyor”

Söz konusu yönetmeliğin, yasanın verdiği yetkiyi aştığını dile getiren Altıparmak şunları söyledi:

“6112 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayın Hizmetleri Hakkında Kanun’a ek bir kural getirilmişti. O kuralda internet yayıncılığını lisansa bağlanacağı düzenlenmişti. Ancak bir yönetmelik düzenlemesi öngörülüyordu. Şimdi o yönetmelik düzenlemesi yasadaki lisanslamayı aşan yetkileri RTÜK’e veriyor. ‘Nedir o?’ diye sorarsanız 6112 sayılı kanunun tamamının artık RTÜK tarafından uygulanması söz konusu.

“Ayrıca 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi Ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkındaki Kanun’un da tamamının uygulanması söz konusu.

“Bunun anlamı şudur: Normal bir televizyon yayınına RTÜK nasıl yayın yasağı koyabiliyorsa, müstehcenlik nasıl tanımlıyorsa, genel ahlakı nasıl tanımlıyorsa, ulusal bütünlüğü nasıl tanımlıyorsa artık bunu internet yayıncılığı için de tanımlayacak demektir.

“Ama bu, yasada bu şekilde tanımlanmış mıydı? Hayır. Bunu yönetmelik getiriyor. Yani yönetmelikle yasada olmayan, yasadaki sınırlamayı aşan çok geniş bir alan tanımlanmış oluyor.

“Youtube’dan yayın yapan platformlar belirsiz”

“Burada ilk etkilenecek platform olarak akla Netflix, BluTV gibi sürekli yayın yapan platformlar geliyor ama yönetmelikte çok muğlak alan var. Deutsche Welle (DW) gibi, BBC Türkçe gibi veya görüntülü haber yayını yapan diğer siteler gibi, sürekli yayın yapmayan ama düzenli yayın yapan kanalların durumları çok belirsiz.

“Youtube platform olarak sorumlu olmasa da, Youtube üzerinden yayın yapan kişi veya sürekli olarak yayın yapan kanalların bundan etkilenip etkilenmeyeceği muallakta kalıyor ki, bence bu durum bilerek muallakta bırakılmış.

“Bunların hepsi RTÜK’ün yorumuna kalmış olacak. RTÜK’ün televizyon kanallarına uyguladığı kuralları Netflix’e uygulaması halinde, Netflix’in Türkiye’de yayın yapabilmesi imkansız hale gelir. Netflix’in yayın yapabilmesi için tüm dizilerini yayından kaldırması gerekir. RTÜK’ün standartlarına bakarak, ‘bipleyerek’ Netflix’i kurtaramazsınız.

“Neyin karşılığı olarak istiyorsunuz bunu?”

“Bir de para durumu var tabii. Netflix ya da diğer büyük platformlar için 100 bin lira büyük bir rakam olmayabilir. Ama peki amatör kanallar, alternatif medya için 100 bin lira çok büyük bir para. Zaten ne geliri var ki yıllık lisans için 100 bin lira yatırabilsinler. Neyin karşılığı olarak istiyorsunuz bunu?

“Yasayla değil düzenleyici işlemle getirilen bir uygulamadan bahsediyoruz. Bu Türkiye sansür tarihinin en büyük adımı. Daha önce küçük parçalarla bir sürü içeriğe sansür uygulayıp toplamında bu yönetmelikten çok daha fazla sansür yapıldığı açık ve net fakat tek bir adımla, en büyük sansür adımı nedir derseniz muhtemelen ben RTÜK yönetmeliğini söylerim.”

ABD, Rusya’nın da taraf olduğu Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler Anlaşması’ndan resmen çekiliyor

ABD, 1987 yılında Sovyetler Birliği’yle imzaladığı ve bu ülkenin dağılması sonrası Rusya’nın taraf olduğu Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler Anlaşması’ndan (INF) bugün resmen çekiliyor. BBC’de yer alan habere göre Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Antonio Guterres, ABD’nin kararıyla “paha biçilmez bir fren mekanizmasının” kaybedildiğini söyledi.

INF Anlaşması, dönemin ABD Başkanı Ronald Reagan ve Sovyetler Birliği lideri Mihail Gorbaçov tarafından imzalanmıştı. Anlaşma, menzili 500 ile 5 bin 500 kilometre arasında olan ve karadan havaya atılabilen orta menzilli tüm nükleer ve konvansiyonel balistik füzelerin yasaklanmasını öngörüyordu.

Ancak bu yılın başlarında, ABD, Rusya’yı yeni tip bir füze geliştirmekle suçlamış ve anlaşmayı askıya aldığını açıklamıştı. Rusya ise ABD’nin iddiasını yalanlamıştı. ABD Başkanı Donald Trump, Şubat ayında yaptığı açıklamada, en geç 2 Ağustos tarihine kadar anlaşma şartlarına geri dönülmesi çağrısında bulunmuştu. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin de, ABD’nin hemen ardından ülkesinin anlaşmayla ilgili yükümlülüklerini askıya aldığını duyurmuştu.

‘Yeni bir silahlanma yarışı başlayabilir’

Uzmanlar, tarihi anlaşmanın çökmesi ile ABD, Rusya ve Çin arasında yeni bir silahlanma yarışının başlayabileceği endişesini dile getiriyor.

Fransız haber ajansı AFP’ye konuşan Rus askeri analist Pavel Felgenhauer, “Anlaşma ortadan kalktığına göre, yeni silahların geliştirildiğini ve yerleştirildiğini göreceğiz” dedi.

Anlaşma neden önemli?

INF Anlaşması, denizden ateşlenen füzeleri ise kapsamıyordu. Nükleer savaş tehdidini ortadan kaldırmayı hedefleyen anlaşma kapsamında 4 yılda yaklaşık 2 bin 691 füze imha edilmişti. INF Anlaşması, nükleer başlık takılan füzelerin 30 yılı aşkın süredir Avrupa topraklarından uzak tutulmasını sağlamıştı. Anlaşma, Soğuk Savaş’ın son dönemlerinde iki süper gücün nükleer savaş tehdidini azaltmak amacıyla başlattığı üç ayaklı silahsızlanma sürecinin parçasıydı.

Bu sürecin diğer ayağını 1991’de imzalanan Stratejik Nükleer Silahların Azaltılması Anlaşması (START), diğerini de uzay silahları konusundaki müzakereler oluşturmuştu.