LGBTİ+Manşet

Mağduriyet kotası: Göçmenlik ve transfobi

0

Fotoğraflar: Narphotos.

Göçmen kelimesini duyduğumuz zaman gözümüzde hangi fotoğraflar canlanıyor? Kıyıya vuran Aylan Kürdi gözünüzün önünde belirmiştir mutlaka, çünkü çocuk olması sebebiyle daha fazla kişinin vicdanına dokunabilmişti Aylan’nın ölü bedeni. Aslında her ölüm toplumsal vicdana dokunmaya yetmiyor.  Göçmen kamplarında yaşamını sürdürmeye çalışan insanlar da gözünüzde canlanmış olabilir. Kurulan çadırlarda misafirlere sunulan hizmetler olması sebebiyle, Türkiye’nin misafirperverliğini göstermesi amacıyla ana akım medyada fazlasıyla yer verilmiştir.  Yine başka bir görüntü olan plastik botlarla karşı kıyıya gelmeye çalışan kadınlar, erkekler ve çocuklar…  Bir de gözümüzde canlanması güç olan yaşamlar var.  Gündeme gelmediği için mi, yoksa gündeme taşınmasını umursamadığımız için mi toplumsal hafızada canlanması güç olan kimliklerin hikâyeleri. Genellemelerin arasına karıştırılan medyanın görmezden duymazdan geldiği, gören ve duyanların da üç maymunu oynamayı tercih ettiği, atanmış toplumsal cinsiyeti (Cisseksizm) ve atanmış cinsel yönelimi (heteroseksizm)  reddeden, norm olarak kabul etmeyen dönmelerin, ibnelerin, intersekslerin cinsel yönelim ve cinsiyet kimliklerini aynı çatı altında toplayan seks işçiliği kültürünün, lgbti+ camiaya kazandırdığı bir kelime olarak lubunyaların, göçmen lubunların yaşam deneyimleri…

Suriye’de savaş başlamadan evvel transfobi ve homofobinin yaşam mücadelesine dönüşmesi sebebiyle, lubunyalar ölüm ve yaşam haklarının, aileleri, akrabaları, ait oldukları aşiret ya da islami terör örgütleri tarafından ellerinden alınmaması için Türkiye’ye göç ediyorlardı.  Savaşın başlamasıyla birlikte bu sayı artmaya başladı.  Çünkü çoğu lubunya Suriye’ye atılan bombaların, çatışmalarda sıkılan kurşunların, Esad tarafından zorla askere alınmanın yanı sıra homofobi ve transfobinin silahlı islami örgütler tarafından bir katliam kültürüne dönüşmesi sebebiyle yaşam mücadelesine devam edebilmek için Türkiye’ye göç etmeye başladı.  Göç süreçlerinde eril sistemin tek ortak örgütlü itilaf alanın cinsel şiddet olduğunu tekrar gördük. Faillerin yasa dışı işler yapan kaçakçılar gibi iktidarın yetki verdiği polisler, askerler, jandarmalardan oluştuğunu kadın, çocuk, lgbti+’ların deneyimlerinden dinleyebilirsiniz. Natrans bir kadın yaşadığı deneyimi anlatıyor: “Suriye’de kocam savaşta öldü. Savaş bizim mahalleye yaklaşınca çocukları alıp kaçmak zorunda kaldım. Bizi sınıra taşıyan kaçakçılara para vermek gerekiyordu. Bende para olmadığı için bizi taşıyan iki kişiyle birlikte oldum mecburen. Sonra sınırdan geçerken başkaları ile. Çok fazla senin üzerinden para kazanan oluyor aslında. Kaçakçısından, jandarmasına. Benim gibi Halep’ten gelen bir kadın önce jandarmayla birlikte olmak zorunda kaldı. Kaçakçılarla birlikte oldu. Sonra kamp görevlileriyle. Kadına etmedikleri işkence kalmadı. Kadına telefon da vermiyorlar, şikayet etmesin diye.” Bu olayda sorduğumuz ya da soracağımız sorular kişisel olarak bireylerin ve toplumun hangi değerleri ürettiğini ve kimin yanında olduğumuzu bize göstermiş oluyor. Hayatta kalana hangi soruyu soruyoruz? Yetki verilen kişilerin güvenilirliğini sorguluyor muyuz? Faillerin şiddetinin, devletin yasalarla korumadığı, kendi tanımladığı meşru alanların dışında bıraktığı kimliklere yöneldiğini görüyoruz.

Türkiye’de yaşamaya başlayan göçmenlerin sayısı ve eril sistemin yaşattığı mağduriyetler artınca BM hassasiyet kriterleri konuşulur oldu. Yalnız yaşayan kadınlar, on sekiz yaş altı çocuklar, yaşlılar, HIV ile yaşayanlar ve lgbti+’ lar. Avrupa bu kriterlere uyanları senelik kotalarla ülkesine kabul etmeye başladı. BM dosyası olarak ülkelere sunulan insanların hayatları veri haline dönüştü. Örneğin Hollanda bu yıl iki yüz HIV pozitif kişi, İngiltere elli eşcinsel, Norveç beş trans kadın alacağını bildiriyor olsa da tek kriter bu olmuyor. Beş kişilik trans kotasına üç yüz kişilik dosya sunulduysa nasıl karar verecekler bu beş kişiye? Ailesi tarafından ölümle tehdit ediliyor mu? Cinsiyet kimliğinden dolayı darp edilmiş mi? Edildiyse dosyaya eklenmesi gereken hastane ve polisten alınması gereken darp raporu var mı? İstenilen raporların 2015 yılında Transgender Europe-Avrupa Trans Ağı’nın (TGEU) yayınladığı izleme raporuna göre nefret cinayetlerinde dünyada dokuzuncu, Avrupa kıtasında birinci sırada olan Türkiye hükümetinin karakollarından, hastanelerinden almaları bekleniyor. Gidilen kurumlarda başka mağduriyetlerin yaşanmaması için sivil toplum kuruluşları ayrımcılık yapmayan hastaneler ve doktorlar araştıyor. Bu kadar çok göçmene ev sahipliği yaptığını söyleyen TC’nin karakollarında bir çevirmen dahi istihdam edilmiyor. Cinsel şiddet olaylarında devletin sorumluluk almaması sebebiyle ya da yaşanan ihlalleri raporlamak ve hayatta kalana destek olabilmek için vakaların takibini yapan sivil toplum kuruluşlarının bir de çevirmen hizmetini karşılaması bekleniyor. STK’ların omuzlarına binen bu yükle de birlikte hak savunuculuğu yapacak örgütler gittikçe azaldı.  BM, insanları veri haline dönüştürmek için yüzlerce kişi istihdam ediyor.  Mağduriyetler üzerinden var edilen hassasiyetler yaşam için pazarlığa dönüşüyor.  Böylece mağduriyet dili göçmenler arasında da artıyor. Çünkü Avrupa’ya gidebilmenin yolunun daha fazla mağdur olmaktan ve mağduriyetin devletlerin nezdinde ispatından geçtiği açıkça görünüyor.

Suriye’nin bombalanması için meşruiyet yaratan ülkeler, insanların sınırları geçerken denizlerde boğulmalarını, karada kurşunlanmalarını, çocukların, kadınların, transların, eşcinsellerin yaşadığı cinsel istismarları, sınırları kaldırmak için meşru bir sebep olarak görmüyorlar. Bu yaşatılan mağduriyetler, sınırların kaldırılması ya da sivillerin geçiş yapabilecekleri güvenli yolların oluşturulması için yeterli olmuyor. Çünkü eril bir zihniyet olarak devletler güç kavramını yaşam ve barış üzerinden değil ölüm ve savaş üzerinden tanımlıyor.

Kişilerin üçüncü ülke başvuruları kabul edilirse birkaç mülakattan daha geçerler, bu mülakatlarda sorulan soruları üçüncü ülkeye başvurmuş göçmenlerden dinleyebilirsiniz. Yapılan görüşmelerde sorulan soruları sohbet etme fırsatı bulduğum arkadaşlarıma sordum.  Birkaç soruya değinmek istiyorum. Suriye’de savaş başladığında 2010 yılı ve sonrası askere gittiniz mi? Siz ya da aileniz savaşta kimi desteklediniz? Ceset gördünüz mü? Elinize silah aldınız mı? Birini öldürdünüz mü? Bu soruları, iltica etmek isteyen göçmenlere sorma hakkını kendinde bulan ülkeler Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü (SIPRI) tarafından yapılan araştırmaya göre 2011 – 2015 yılları arasında dünya silah ihracatının beşte birini gerçekleştiren Fransa, Almanya, İngiltere, ve İspanya gibi Avrupa ülkeleri. Bir yandan silah verip silah kullanmamış insanları alma çabası güdüyor. Ürettikleri silahların kendilerine doğrultulduğu ya da doğrultulup doğrultulmayacağından emin olmak istiyorlar. Dünyadaki en büyük silah ihracatçısı ABD ise, Trump’ın gelmesiyle birlikte Türkiye’de yaşayan göçmenler için ayırdığı üçüncü ülke kotasını giderek azaltmıştır. En çok silah ticareti yapan ülke yine en az göçle ilgili sorumluluk alan, hatta göçmenlere yönelik fobiyi en fazla büyüten devlettir.

Atanmış cinsiyeti sebebiyle on dokuz yaşını doldurduğu için zorla Esad’ın ordusuna alınan askere gitmek zorunda kalan, çatışma sırasında gittikleri yerde bir boşluk bulduğu anda silahı elinden atarak kaçmayı başaran birçok eşcinsel ya da trans var. Savaşa katıldığı tespit edildiği anda sebebi ne olursa olsun (zorla alınmış olmasına bakılmaksızın) Avrupa ülkeleri tarafından üçüncü ülke başvuruları reddediliyor. Kimliklerin hassasiyet kriterleri, eline zorla silah verildiği için yok sayılıyor. Esad tarafından mağdur edilen atanmış toplumsal cinsiyeti erkek olan lubunyalar Avrupa tarafından ikinci mağduriyetlerini yaşıyorlar.

Bugün Türkiye’nin gündeminde Suriyeli Mültecilere yönelik çıkarılan yeni bir mevzuat tartışılmaya başlandı. İstanbul Valiliği, “İstanbul’a kaydı olmayan (ama diğer illere kayıtlı) Suriye uyruklu yabancıların kayıtlı bulundukları illere geri dönmeleri için 20 Ağustos 2019 tarihine kadar süre verilmiştir” diye bir açıklama yaptı. “Düzensiz göçle” mücadele çalışmaları kapsamında ülkemize yasa dışı yollardan giren “düzensiz göçmenlerin” yakalanarak sınır dışı edilmelerine devam edilmektedir diye bir duyuru geçildi.

Savaşın başladığı 2010 yılından bu yana iktidar tarafından genelleştirilmiş bir kimlik atamasıyla “misafir” olarak tanımlanan Suriyeli Göçmenler yeni çıkan mevzuatla birlikte “Suriye uyruklu yabancılar” olarak devlet eliyle yeni bir kimlik atamasına mahkûm edildi. “Suriyeli Göçmenler” kimliği genelleştirilerek gözetilmesi gereken çok fazla hassasiyetin üstü örtülüyor. Medya, toplum ve toplumun parçası olan bireyler bu konuda farkındalık geliştirmeyi amaçlamadığı için devletin amacına hizmet eden bir pozisyonda yer alarak iktidar tarafından üretilen nefret değerlerini bilinçli ya da bilinçsiz olarak korumaya devam ediyor. Bu uygulamalar, Türkiye tarafından çatışma alanlarında sivil insanların korunmasına yönelik imzaladığı Cenevre Sözleşmesini tanımadığı anlamına da geliyor.

Şu an Türkiye’de en çok konuşulan gündem “Suriye uyruklu yabancıların” kayıtlı bulundukları illere geri dönmeleri ve kayıtlı olmayan göçmenlerin Suriye’ye geri gönderilmeleri olmakla birlikte, göçmenlerle ilgili çıkarılan tek mevzuat bu değil. Türkiye’de göçmenler için çalışma izni alma mevzusu oldukça zor. Birçok şirket ya da kurum çalıştırdığı göçmenler için İçişleri Bakanlığı’na çalışma izni başvurusunda bulunsa da çeşitli sebeplerle bu başvurular reddediliyor. Göçmenlerin sigortasız çalışmak zorunda kalmalarının bir diğer sebebi de bu iznin alınma zorluğu oluyor. Bu durum devlet ve patronlar için hesap verilebilirliğin ortadan kalkması, yasal olmayan yollardan sağlanan kar, asgari ücretin altında çalışan binlerce çalışan anlamını taşıyor. İktidarın, göçmenlerin yaşamlarını zorlaştıran çalışma izni başvurusu prosedürlerinin sorgulanması yerine izinsiz çalışma bahanesiyle kriminalize edilen göçmenler oluyor. Ancak işsizlik rakamlarının açıklanması, iktidarın gücünü kaybetmesi ve ekonomik krizle birlikte sigorta mevzusuna da el atıldı. Bu hafta birçok göçmen sigortasız çalıştırıldığı için işten çıkarıldı. Artık günlük işlerde çalışmaları bile çok zor hale geldi. Çünkü sigorta fiyatlarının yüksek olması sebebiyle çalıştığı şirket göçmenlere, “ben sana para veriyorum” sen kendi sigortanı öde diyor. Verilen maaş aylık bin liraysa ödenmesi beklenen sigorta tutarı aylık beş yüz küsür lira. Böyle olunca iş bulmak imkansız hale geliyor. Zaten transfobi ve homofobi sebebiyle iş bulamıyorlarken kimliğini gizleyerek iş bulanlar da bu mevzuatla işsiz bırakılıyor.

Devlet tarafından yasa dışı hale getirilen seks işçiliği sektörü, çıkarılan mevzuatlarla birlikte daha fazla insanın yapmaya mecbur bırakıldığı bir iş haline dönüşerek hızla büyüyor. Seks işçiliğine yönelik kriminalizasyonu meşrulaştıran yine devletin ahlaki değer hiyerarşisi oluyor. Devlet seks işçiliğini herhangi bir emek biçimi olarak görmüyor. Bu durum seks işçiliğinin yapılmaması ya da tercih edilmeyen bir sektör olmasını sağlamıyor; aksine denetimsiz, mafyatik ilişkileri yoğunlaştıran piyasaya dönüşmesi anlamına geliyor. Fiziksel ya da cinsel şiddet yaşandığında korkudan dolayı yasalara başvurulamıyor, karakola gidilmesi zorlaşıyor, insan ticareti gibi çok fazla işlenen suç alanını meşrulaştırıyor.

Devletin Suriyeli Göçmenlere yönelik getirdiği mevzuatlar şu an göçmen lubunyaların İdlib’e gönderilme korkusunu arttırmış durumda. On sekiz yaşından büyük olmaları sebebiyle Suriye’ye gönderildiklerinde orduya alınmaktan, DAEŞ’in homofobik ve transfobik katliamları ve aileleri tarafından nefret cinayetlerine maruz kalmaktan korkuyorlar. Sokağa çıkamıyor, çalışamıyor ve yemek bulmakta zorlanıyorlar. Bir arkadaşım Suriyeli olduğu anlaşılacak diye Arapça konuşmaktan korktuğunu söyledi artık. Bu deneyim bana bu ülkede kendi dilini konuşmaktan tutun da Ermeni ya da Alevi olduğunu söylemeye korkan kimlikleri hatırlattı. Bireysel ve kültürel olarak sistemin değerlerini sorgulamaktansa bu yüzleşmelerden kaçılması, tarihi tekerrürden ibaret hale getirmez mi?

Yaşanılan mağduriyetlerin tek sorumluları devletlerdir diyebilir miyiz? Butler verdiği bir röportajda “Artık neyin performatif sayılacağından emin değilim. Erkeklerin, kadınların hayatını göz ardı edilebilir hissetmekte özgür olmasını yine erkeklerin kendi içinde sessiz bir kardeşlik anlaşmasıyla bağlı olmasıyla açıklıyorum.” diyor. Her türlü sorgulamaya kapatarak hak olarak gördüğümüz,  alanımız olarak sınır çizdiğimiz bir yeri ya da bir değeri tanımladığımızda sebebi ne olursa olsun oraya girebilecek ve giremeyecek kişileri belirlemiş oluyoruz. Bunun sonucu bazı ayrımcılıklara ses çıkarıp bazılarına suskun kalmayı tercih etmek oluyor. Kendi içimizde öteki olarak yarattığımız bir kimliğe yönelik eril sistemin sessiz kardeşlik anlaşmasını sürdürdüğümüzü düşünüyorum. Yanı başımızda milyonlarca insan savaşın olduğu bölgeye geri gönderiliyorsa; biz buna dur demek yerine susmayı,  dünya gündeminden uzak kalmayı istiyorsak, yaşadığımız hayatın bedeli sadece ölenler için değil susanlar için de ağır olmayacak mı?

İktidarların ürettiği korku, kaygı ve nefret değerlerini üretmemek için değişim gerekiyor. Değişimin sorumluluğunu nasıl alabiliriz?  İhtiyacımız olduğunu düşündüğümüz, arzu ediyoruz dediğimiz şeyin hangi değerden geldiğini düşünmek ve hayır diyebilmekten korkuyor muyuz? Akdeniz, mülteciler için ölüm denizi haline gelmişken savaş devam ettiği sürece Akdeniz’e turizm için gitmemek Akdeniz’de yüzmeyi arzulasak bile bu arzudan, başka birinin acısını durdurabilmek için vazgeçmek, Akdeniz turizmini boykot etmek çok mu zordu? Ya da kaydı olmadığından dışarı çıkma korkusu yaşayan göçmenlere yapılanı boykot etmek için bir hafta evden çıkmamak, alışveriş yapmamak mümkün olamaz mı? Futbol maçına örgütlenerek gitmeyi tercih ettiğimiz gibi neden sınıra aynı örgütlülüğü göstererek gitmediğimizi, iktidarın ölüme göndermeye çalıştığı insanlara dur demediğimizi sorgulama cesaretini bulabilmeliyiz. Enerjimizi iktidarın değerlerini sorgulamaya, bu değerlerin bize getirdiği ekonomik ayrıcalıklardan vazgeçmeye harcayabiliriz. Namus kavramını, genel ahlakı, toplumsal cinsiyeti reddedenleri denetlemek yerine devletlerin tanımladığı sınırları ihlal edenlerin kontrolüne adanmış hayatları reddedebiliriz.

( Yazan: Güvenlik nedeniyle ismini açıklamak istemeyen STK çalışanı)

https://journo.com.tr/suriyeli-seks-iscileri

https://www.bbc.com/turkce/haberler/2015/09/150908_kurdi_vatandaslik

https://www.demokrathaber.org/lgbti/turkiye-trans-cinayetlerinde-avrupa-birincisi-h48865.html

https://www.dw.com/tr/d%C3%BCnya-silah-pazar%C4%B1n%C4%B1n-en-iyi-m%C3%BC%C5%9Fterileri/a-19064789

https://onedio.com/haber/turkiye-trans-cinayetlerinde-avrupa-da-birinci-469606

https://www.independentturkish.com/node/53731/r%C3%B6portaj/%C3%BCnl%C3%BC-feminist-d%C3%BC%C5%9F%C3%BCn%C3%BCr-judith-butler-en-%C3%B6nemli-kuram%C4%B1ndan-geri-ad%C4%B1m-m%C4%B1-att%C4%B1-art%C4%B1k?fbclid=

 

More in LGBTİ+

You may also like

Comments

Comments are closed.