Uluslararası Para Fonu (IMF) Başkanı Kristalina Georgieva, hükümetler tarafından fosil yakıtlara sağlanan sübvansiyonların iklim değişikliğiyle mücadelenin finansmanı için kullanılması çağrısında bulundu.
Georgieva, İsviçre‘nin Davos kasabasında düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu (WEF) kapsamında düzenlenen “İklim ve Doğa: Sistemik Bir Yanıt Gerekiyor” başlıklı panele katıldı.
İklim değişikliğiyle mücadeleye yönelik politika eylemlerinden bahseden IMF Başkanı, bugün kolektif taahhütlerin 2030 yılına kadar ulaşılması gereken noktanın yaklaşık yüzde 50 gerisinde kaldığını söyledi.
Geçen yılki fosil yakıt sübvansiyonları 7 trilyon dolardan fazla
Georgieva, bu konuda finansmanın nereden bulunacağına dair yakınmalardan sıkıldığını, geçen yıl dünyanın doğrudan ve dolaylı olarak fosil yakıt sübvansiyonlarına 7 trilyon dolardan fazla para harcadığını belirtti.
Bu tutarın 1,3 trilyon dolarının doğrudan fosil yakıt sübvansiyonu olduğunu kaydeden Georgieva, “Bunu geri çekin ve iklim eylemini desteklemek için kullanın.” dedi.
Georgieva ayrıca, karbon fiyatlandırmasının da 2030 yılına kadar ton başına 85 dolar olması gerektiğini yineledi.
Davos’ta ikili görüşmelerde de bulunan Georgieva, Arjantin’in yeni Devlet Başkanı Javier Milei ile bir araya geldi.
Very good meeting with Argentina's President Javier Milei @JMilei. We talked about Argentina's deep economic & social challenges and decisive steps underway to bring down inflation, promote private sector led growth, and use scarce public money to help the most vulnerable people. pic.twitter.com/eUw1Y8GdKc
Georgieva, X sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda, görüşmede Arjantin’in derin ekonomik ve sosyal zorluklarından ayrıca enflasyonu düşürmek, özel sektör liderliğindeki büyümeyi teşvik etmek ve kıt olan kamu parasını en savunmasız insanlara yardım etmek için kullanmak amacıyla atılan “kararlı” adımlardan bahsettiklerini bildirdi.
ÇANAKKALE – Dün (17 Ocak) Ayvacık‘ın Cemaller, Keçikaya, Söğütlü köylerini etkileyecek olan, OR Enerji A.Ş. tarafından yapılmak istenen Ilgardere Rüzgar Enerji Santrali’nin 2. Etap kapasite artışı projesi için verilen onayın iptali için açılan davanın duruşması görüldü.
Projeye 7 Şubat 2022’de verilen ‘Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) Gerekli Değildir’ kararının iptali için KazDağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği üyeleri ve köylüler, Çanakkale 2. İdare Mahkemesi’nde görülen duruşmaya katıldı.
Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği, Cemaller Köyü Muhtarlığı, Söğütlü Köyü Muhtarlığı ve 11 köylü olmak üzere 14 davacı ile açırılan davanın duruşmasında, davacılar olarak projeye ilişkin itirazlarını dile getirerek “ÇED Gerekli Değildir” kararının iptalini talep etti.
Söz konusu dava kapsamında gerçekleştirilen bilirkişi incelemesi ve keşfi sonrasında, bilirkişi heyeti, proje tanıtım dosyasının eksik, hatalı ve yetersiz olduğunu, söz konusu dosyanın bu hali ile projenin çevre üzerinde yol açacağı etkiler ve bunun önlenmesi konusunda bir fikir edinilemeyeceğini ve projenin kamu yararı konusunda da bir karar verilemeyeceğini belirterek mahkemeye örnek bir bilirkişi raporu sunmuştu.
Mahkeme heyeti de bilirkişi raporu sonrasında “ÇED Gerekli Değildir” kararının yürütmesini durdurmuştu.
KazDağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği ve köylülerin davacılar olarak duruşmada şu beyanı sundu:
”Enerji şirketleri projeleri bölerek, parçalı proje tanıtım dosyaları hazırlayarak, eski ÇED yönetmeliğinin olanaklarından da faydalanarak, proje tanıtım dosyaları ile iş yapmakta, bu şekilde uzun ÇED süreçlerinin zaman ve masrafından kurtularak ve projeleri halktan kaçırarak, ‘ÇED Gerekli Değildir’ kararları ile bir an önce işe başlamaktalar. Ne yazık ki OR Enerji A.Ş. de projeyi üçe bölerek, 1. fazda önce üç türbin, sonra 2. faz kapsamında beş türbin, 3. faz kapsamında da ğç türbin için ÇED süreçleri yürütmüştür.”
Yurttaşlar, ilk fazın halktan kaçırılarak tamamlandığını ve işletmeye açıldığını, Halkın Katılımı Toplantısı sırasında da 2. fazdan haberdar olduklarını ve söz konusu davayı açtıklarını dile getirdi. 3. fazın ÇED sürecinin de yine dernek ve yuttaşlar tarafından takip edildiği belirtildi.
ÇED Yönetmeliği gereğince şirketlerin tek bir türbin de olsa uzun ÇED sürecini yürüterek ÇED başvuru dosyası ve ÇED raporu hazırlamakla yükümlü tutuluyor.
Proje tanıtım dosyasında kümülatif etki olarak yalnızca iki km. mesafedeki projelerin dikkate alındığını belirten yurttaşlar, proje civarında çok sayıda başka RES projelerinin yer aldığını ve o projelerin de dikkate alınması gerektiğini ifade etti.
Mahkemede, enerji şirketlerinin RES, JES, GES gibi yenilenebilir enerji projelerinde de kamu yararından çok rantı ve karlılıklarını esas alarak, bu alanda da yağma politikasını sürdürdükleri beyan edildi. Ayrıca şirketlerin köylülerin yaşam alanlarını, geçimlik tarlalarını, hayvan otlattıkları meralarını, kuş göç yollarını, ekosisteme verecekleri zararları düşünmediği ve yatırımlarını en kolay ve en ucuz şekilde yapma gayreti içinde oldukları söylendi.
Türbinlerin biri ormanlık alanda, diğerleri köylülerin tarlaları ve meraları üstünde
OR Enerji’nin 2. faz projesinde yer alan türbinlerin bir adedinin ormanlık alanda, diğerlerinin ise köylülerin tarlaları ve meraları üstünde olduğunun ifade edildiği duruşmada, birinci faz kapsamında yapılan türbinlerin sesinden ve diğer etkilerinden zaten yeterince mağdur olan köylülerin, 2. ve 3. Faz kapsamında yapımı planlanan toplam sekiz türbini istemedikleri bildirildi.
Ayrıca, RES’lerin her ne kadar yenilenebilir enerji kaynağı olsa da masum olmadığını vurgulanırken, bilirkişi raporuna işaret edilerek, RES’lerin yüksek hızla dönen pervaneler ve çıkarttığı düşük frekanslı sesler nedeniyle kuşların ölümüne ve göç yollarının olumsuz yönde etkilenmesine sebep olabildiği bildirildi ve şunlar eklendi:
RES’lerin yaydığı düşük frekanslı ses ve gölgeleme etkileri nedeniyle meydana gelen ‘Rüzgâr türbini sendromu’ isimli sağlık sorunu, insanlarda görülen en önemli ve nadir etkilerden birisidir. Belirtiler, uyku bozukluğu, uyku yoksunluğu, baş ağrısı, kulak çınlaması, kulaklarda basınç, sersemlik hissi, baş dönmesi, bulantı, bulanık görme, kalp çarpıntısı, asabiyet, konsantrasyon sorunları, hafıza problemleri, hareket hassasiyetiyle ilişkili panik nöbetleri, uyanıkken veya uykuluyken ortaya çıkan titremeler şeklindedir.”
‘RES’lerin yerleşim yerlerinden uzakta yapılması gerekli’
Bu sorunu aşmak için son yıllarda birçok ülkede yürürlüğe giren bazı yasa ve yönetmelikler ile rüzgâr türbinleri ve yerleşim yerleri arasına tampon bölgeler oluşturulduğu ifade edilirken, RES’lerin yerleşim yerlerinden uzakta yapılması gerektiği dile getirildi. Ilgardere RES projesinin ilk bölümünün ise köylülerin yaşam alanlarının yakınına ve hayvanların otlaklarına yapılarak, köylüye zarar verdiği ve şimdi yeni türbinlerde daha da zarar verileceği beyan edildi.
Türbin alanları ve bağlantı yollarının inşası ve daha sonra işletme aşamasında bölgenin en önemli geçim kaynağı olan tarım alanlarının zarar göreceğinin de bildirildiği beyanda şu ifadeler yer aldı:
“Bu durumun köylülerin köylerini terk etmesine, tarımdan kopmasına ve yoksullaşmasına yol açacaktır. Tarım ve hayvancılık ürünlerinin üretimi daha da azalacaktır.”
ÇED süreci devam eden 3. Faz projeyi de yaptırmamak için ellerinden gelen tüm çabayı göstereceklerini ifade eden Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği, Cemaller ve Söğütlü muhtarları ve 11 bireysel davacı, Çanakkale 2. İdare Mahkemesi’nden projenin 2. etabı için verilmiş olan “ÇED Gerekli Değildir” kararını iptal etmesini talep etti.
Duruşma sonrasında, tüm davacılar adliyenin önünde basın açıklaması yaptı. Açıklamayı Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Seyhan Yüksek ve Cemaller köyünden Gizem Kocaoğlu okudu.
Basın açıklamasının sonunda “Tarlama, Merama, Köyüme Dokunma”, “Havama, Suyuma, Toprağıma Dokunma”, “OR Enerji, Köyümüzü Terket” sloganları atıldı.
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü (MAPEG) tarafından, 212 adet maden sahasının ihale edileceği, 17 Ocak’taki Resmi Gazete ilanı ile duyuruldu. İlgili maden sahalarının detayları, Resmî Gazete ilanı yayımlandıktan itibaren en az 15 gün süre ile MAPEG’in web adresinde yer alacak.
İhaleler ile ilgili detaylı bilgi, bu sahaların bulunduğu iller, erişim numaraları, maden grupları, ihale şartnameleri, pafta ve koordinat bilgileri gibi önemli detaylara web sitesinden ulaşılabilecek. İhale süreci, çeşitli aşamaları içeriyor:
İhale usul ve esasları, belirtilen web sitesinde yayınlanan ihale şartnamesinde detaylandırılacak.
İhale teminat miktarı, genel müdürlük tarafından belirlenen taban ihale bedelinin ve kapalı zarf teklif bedelinin %20’sinden az olamayacak.
Başvuru belgeleri, belirtilen tarih ve saat aralığında Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü‘ne elden teslim edilecek.
İhaleler, kapalı teklif ve açık artırma usulüyle yürütülecek.
Ayrıca, ihale süreciyle ilgili diğer önemli noktalar da açıklandı. İhale bedelini yatıran katılımcılara, Maden Kanunu‘nda belirtilen diğer yükümlülükleri yerine getirmeleri için iki ay süre tanınacak. Bu süre içerisinde yükümlülükler yerine getirilmezse, ihale bedelleri iade edilmeyecek ve sahalar yeniden ihale programına alınacak.
Yine MAPEG’in web sitesinde yer alan verilere göre, Türkiye’de madencilik faaliyetlerinin ve ihalelerinin sayısı hızla artıyor. Bu projelerin doğal yaşam üzerindeki potansiyel etkileri ve madencilik faaliyetlerinin genel çevresel maliyetleri düşünüldüğünde, durum endişe verici.
Erzincan, İliç’teki Çöpler Altın Madeni’nde de siyanür sızıntısı olmadan bir yıl önce Türk Tabipler Birliği’nden (TTB) siyanürlü madencilik faaliyetlerine ilişkin uyarı niteliğinde bir görüş paylaşılmıştı. Ancak bu uyarı dikkate alınmadı ve Haziran 2022’de madendeki borulardan biri kırıldı ve siyanür sızıntısı meydana geldi. TTB’nin siyanürlü madencilik faaliyetine ilişkin 25 Mayıs 2021 tarihli görüşü ise şu şekildeydi:
“Siyanürlü madencilik faaliyeti dört ana aşamadan oluşur: Arama, sıyırma ve patlatma, öğütme ve siyanürleme, atıkların depolanması. Madenciliğin tüm bu aşamaları doğa ve insan sağlığı için farklı tehditler içerir. Biyolojik çeşitlilik, tatlı su varlığı ve insan sağlığını tehdit edecek derecede toksik bir kimyasal olan ‘siyanürlü liçleme kesinlikle yasaklanmalıdır.”
Muğla Su İnisiyatifi‘nin 31 Mart Yerel Seçimleri öncesi “Muğla bölgesi insanı ve doğası büyük bir kuşatma altında. Yaşam alanlarımız, müştereklerimiz hızla sermaye nesnesine dönüştürülüyor” diyerek seçime katılacak adaylardan söz istedi.
Muğlalılar şehirlerindeki ekolojik yıkıma dikkat çekerek su varlıklarının yok edilmesinin bölge için en büyük tehdit olduğunun altını çizdi. İnisiyatifin suyun tüm canlıların yaşam hakkı olduğunu ve ticaret konu edilemeyeceğini belirttiği açıklamada bölgedeki suyun sermaye tarafından kuşatılmasına ilişkin örnekler ise şöyle sıralandı:
DSİ [Devlet Su İşleri] tarafından, yargı kararına rağmen doğal yaşamı yok ederek faaliyetlerine devam eden termik santralleri işleten şirketlere yapılan su tahsisleri,
Beton santrali gibi ormanları, tarım alanlarını ve su havzalarını yok eden sanayi projeleri,
Ormanları, zeytinlikleri ve tarım alanlarını yok ederek hızla yayılan maden ocaklarının su kaynaklarımızı da yok etmesi, kirletmesi,
Golf sahaları gibi aşırı su tüketen turizm projelerinin sürekli gündeme getirilmesi,
Sulak alanlarda, ormanlarda, hassas kıyı ekosistemlerinde, koruma alanlarında kaçak yapılaşmaya göz yumulması, tatil köyü projeleri, millet bahçesi projeleri planlanması,
Su ve kanalizasyon hizmetlerinin özelleştirilmesi, suyun şişelenerek satılması,
Tarım alanlarında aşırı su tüketen endüstriyel tarımsal ürünprojelerinin yayılması,
Su talebini sürekli arttıran, büyüme odaklı kentleşme.
“Havzalar arasında su transferi, kontrolsüz bir şekilde açılan kuyularla gelecek kuşakların emaneti olan yeraltı su kaynaklarını sonuna kadar tüketmek, desalinasyon projeleri gibi yeni ekolojik felaketlere kapı açacak projeler merkezi ve yerel yönetimlerin ortaklığında özel şirketler tarafından hızla gündeme getirilebiliyor” ifadelerine yer verilen açıklamada belediyelerin susuzluk sorununun asıl nedenine yönelerek soruna ‘hakça’ çözüm aramak yerine ekosistemlerin sürdürülebilirliği açısından kabul edilemez olan projelerin savunucusu olabildiğine dikkat çekildi.
Muğlalılar adaylardan altı ayrı konuda söz istiyor
Muğlalılar adayların altı madde hakkında söz vermelerini istedi. Yönetime talip olan adaylardan beklentiler şu şekilde:
Muğla’nın su bütçesi üzerindeki en büyük yük, 1996 yılından beri yargının verdiği kapatma kararına rağmen faaliyetlerine devam eden termiksantraller. DSİ’nin Yatağan ve Yeniköy termiksantrallerinin işletmecileri ile Su Tahsisleri Hakkındaki Yönetmeliğe aykırı olarak yaptığı tahsis protokolleri derhal iptal edilmeli. Muğla Büyükşehir Belediyesi ve ilçe belediyeleri halkın ve doğanın yaşam hakkı olan suyun şirketlere devredilmesine karşı durmalıdırlar. Su hakkı davasını halk adına, halkla birlikte yürütmelidirler. Adaylar; iklim, insan, doğa, hava, toprak ve su düşmanı kömürlü termik santrallerin kapatılması için halkın yanında taraf olduklarını beyan etmelidirler.
Sermayenin doğayı sınır tanımaksızın metalaştırmasının sonucu olarak yaşanan iklimkrizi gittikçe büyürken, su krizi ve gıda güvenliği riski de büyümektedir. Bu krizden ancak doğamızı, yaşam alanlarımızı koruyarak çıkabiliriz. Bu anlamda, su havzalarımızı, ormanlarımızı, tarım alanlarımızı yok ederek yürütülen sanayi, maden, enerji, turizm projeleri ekolojik krizi derinleştiren ekokırım suçu oluşturmaktadır. Yerel yönetimler halkın ve doğanın korunmasından yana tutum almalı, sermaye sahiplerini daha fazla zenginleştirmek için bu suça ortak olmamalıdır. Adaylar; doğayı, su kaynaklarını tahrip eden hiçbir projeye onay vermeyeceklerinin sözünü vermelidirler.
Adaylar, suyun ticarileştirilmesine karşı olduklarını açıkça beyan etmelidirler. Belediye sınırları içerisinde içilebilir kalitede suyun halka sunulması, suyun şişelenerek satılmasını yasaklamak üzere çalışacaklarına söz vermelidirler.
Adaylar; aşırı su tüketen turizm işletmelerine ve yüzme havuzlu özel konut projelerine izni vermeyeceklerini beyan etmelidirler.
Sukıtlığına çözüm, su bütçesinin hakça paylaşımından ve suyun ticarileştirilmesine karşı durmaktan geçmektedir. Adaylar, çözüm olarak ekosistemleri tahrip eden, suyun ticarileştirilmesinin aracı olacak projelere onay vermeyeceklerini açıklamalıdırlar.
Adaylar, Belediyenin stratejik planlama sürecinde planlarını ve bütçelerini halkın katılımı ile oluşturacağına söz vermelidirler. Planlama süreçleri, sermayenin çıkarlarını kollamak için kurulmuş olan ‘sivil’ toplum örgütleri ile göstermelik bir şekilde değil; halkın, doğanın, emeğin haklarını savunan örgütlerle, halkın en geniş katılımı ile gerçekleştirilmelidir.
Anayasa Mahkemesi (AYM) Erzincan,İliç yakınlarındaki altın madeninin kapasite artırımına verilen ‘Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) Olumlu Kararı‘nın iptali davasının reddedilmesine ilişkin yapılan başvuruda yurttaşın lehine karar verdi.
Davanın reddedilmesinin özel hayata saygı hakkının ihlali olduğunun belirtildiği başvuru AYM tarafından yerinde bir iddia olarak görüldü. AYM’nin kararında şu ifadelere yer verildi:
“Özel hayata saygı hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna, Etkili başvuru hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddia yönünden inceleme yapılmasına yer olmadığına, Anayasa’nın 20. maddesinde güvence altına alınan özel hayata saygı hakkının ihlal edildiğine […] karar verildi.”
Fotoğraf: ÇED Dosyası
Özel hayata saygı hakkı ihlal edildi
Özel hayata saygı hakkının ihlal edildiğini belirterek AYM’ye başvuran Eşref Demir, ailesiyle ikamet ettiği köyün projeden etkilendiğini, köye çok yakın mesafede atık depolama tesisi yapıldığını ve bu tesise tehlikeli kimyasallar döküldüğünü, tesisin insan sağlığı ve ekolojik yaşam açısından tehlike arz ettiğini, bu nedenle metalürji ve malzeme mühendisliği, biyolog ve halk sağlığı alanında bilirkişi talep etmesine rağmen talebinin kabul görmediğini belirtmişti.
Eşref Demir, ayrıca proje nedeniyle mera alanlarının ve bölgedeki hayvancılığın zarar gördüğünü, buna rağmen bilirkişi heyetinde ziraat mühendisine yer verilmediğini ve bu hususların bilirkişi raporunda değerlendirilmediğini, projenin çevreye verdiği zarara dair bilimsel ve görüntülü delillerin Mahkemece dikkate alınmadığını ifade ederek adil yargılanma hakkının, yaşam hakkının ve özel hayata ve aile hayatına saygı hakkının ihlal edildiğini bildirmişti.
Fotoğraf: ÇED Dosyası
Bakanlık ‘mağdur’luğun incelenmesini istemişti
Adalet Bakanlığı tarafından beyan edilen görüşte ise Demir’in proje kapsamındaki faaliyetlerden güncel ve kişisel olarak doğrudan etkilendiğini ortaya koyamadığı ve bu kapsamda mağdur sıfatının olup olmadığı hususunun incelenmesini istemişti.
Eşref Demir ise Bakanlık görüşüne karşı beyanında başvuru dilekçesindeki iddialarını ve taleplerini tekrar dile getirdi. Demir, madencilik faaliyetleri nedeniyle kullanılan kimyasalların ve oluşan toz bulutlarımın çevreye zarar verdiğini, 30 km’lik bölgede tarım ve hayvancılık yapılamadığını belirtti.
AYM’nin söz konusu anlaşmazlığa ilişkin görüşü ise şu yönde oldu:
“Olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder. Başvurunun ihlal iddialarının mahiyeti gereği, özel hayata saygı hakkı kapsamında incelenmesi uygun görülmüştür.
Somut başvuru açısından değerlendirilmesi gereken ilk husus, başvuruya konu çevresel etkinin Anayasa’nın 20. maddesi kapsamındaki güvenceleri harekete geçirecek asgari ağırlıkta olup olmadığıdır. Bu kapsamda ilgili tesis, işletme veya sair faaliyet sonucu ortaya çıkan çevresel etkiler ile başvurucunun özel ve aile hayatı veya konutunu kullanım hakkı arasında gereğince sıkı bir bağın varlığı yeterlidir
Başvurucunun ÇED olumlu kararı verilen projenin yapıldığı bölgede ikamet ettiği ve hayvancılıkla uğraştığı anlaşılmaktadır. Dolayısıyla anılan projenin başvurucunun özel hayata saygı hakkına yönelik etkisinin Anayasa’nın 20. maddesi kapsamında değerlendirilmesi gerekmektedir.
Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşıldığından başvurunun kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.
Çevresel meseleler bağlamında devletin usule ilişkin yükümlülükleri daha önce Anayasa Mahkemesinin çeşitli kararlarında ortaya konulmuştur. Buna göre muhtemel olumsuz çevresel etkilerin önlenmesi veya en aza indirilmesi amacının gerçekleştirilebilmesi için sürece dâhil olan söz konusu tarafların menfaatlerinin titizlikle değerlendirilmesi, bu değerlendirmenin sağlıklı şekilde yapılabilmesi için de ilgili tarafların sürece etkin katılımının sağlanması gerektiği tartışmasızdır. Bu doğrultuda anılan anayasal güvenceleri gözeten bir yargılama süreci yürütülmesi ve neticede ulaşılan sonucun konuyla ilgili ve yeterli gerekçelerle açıklanması gerekir.”
Keşifte ziraat mühendisi yoktu
AYM ayrıca bilirkişi raporunu hazırlayan heyette tarım ve hayvancılıkla ilgili hususların mütalaası için ziraat mühendisi bilirkişisi bulunmadığının altını çizdi. Kararda şu ifadelere yer verildi:
“[…] bilirkişi raporunda proje faaliyet alanında kalan mera nedeniyle bölgedeki hayvancılığın etkilenip etkilenmeyeceğine ilişkin esaslı bir değerlendirme yapılmadığı görülmüştür. ÇED raporunda bölge sakinlerinin temel geçim kaynağımın hayvancılık olduğu, proje alanında kalan meranın aktif olarak kullanıldığı ifade edilmiş; bilirkişi raporunda ise meranın yer yer tahrip olduğu tespitine yer verilmekle yetinilmiş, projenin hayvancılık üzerindeki olası etkileri ve gerekli tedbirler irdelenmemiştir.”
‘Yüzeysel bir değerlendirme yapılmış’
Ayrıca “Başvurucunun proje nedeniyle tarım ve hayvancılığın zarar göreceğine yönelik esaslı iddialarına rağmen bilirkişi raporunda bölgedeki meranın proje alanında kalmasının hayvancılığa etkisine ilişkin yüzeysel bir değerlendirme yapılmıştır. Derece mahkemelerince de bu husustaki iddialara ilişkin bir tartışma yapılmamıştır. Bilirkişi raporunda söz konusu meranın proje bitiminde rehabilite edileceği ve oluşan zararın telafi edileceği belirtilmişse de uzun bir süre devam edecek olan madencilik faaliyetinin bölgenin temel geçim kaynağı olan hayvancılık üzerine etkisinin de incelenmesi ve bu hususta ÇED raporunda gerekli tedbirlerin öngörülüp öngörülmediğinin ortaya konulması gerekir” denildi.
Son olarak AYM kararında ayrıca Demir’in etkili iddia ve itirazlarının derece mahkemelerince değerlendirilmediğine dikkat çekerek kamusal makamların olaya özenle yaklaşmadığı değerlendirmesinde bulundu:
“Somut başvuru açısından kamusal makamların başvurucu ve kamunun menfaatleri arasında adil bir denge tesis edip etmediklerinin belirlenmesi hususunda önemlidir. Ancak bu bağlamda yapılan inceleme neticesinde başvurucunun uyuşmazlığın sonucuna etkili iddia ve itirazlarının derece mahkemelerince değerlendirilmediği görülmüştür. Mahkemenin bilirkişi raporundan hareketle ortaya koyduğu inceleme ve gerekçesinin ise sınırlı olduğu, bu yönüyle başvurucunun belirli iddialarına doğrudan bir cevap vermediği, başvurucunun bu iddialarının yargı mercileri önünde gerektiği gibi değerlendirilmesi imkânını elde edemediği görülmüştür.
Yukarıda yer verilen tespitler ışığında kamusal makamların olaya özenle yaklaşmadığı, olayda söz konusu olan kamusal ve bireysel menfaatleri gerektiği şekilde değerlendirmediği ve özel hayata saygı hakkı bağlamında pozitif yükümlülüklerini yerine getirmediği değerlendirilmiştir.”
Ne olmuştu?
Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı 9 Ağustos 2018’de Çakmaktepe Kompleks (Au+Ag+Cu) Madeni Açık Ocak İşletmesi Kapasite Artış Projesi‘ne (proje) ilişkin ÇED olumlu kararı vermişti. Kararın iptali ve yürütmenin durdurulması talebiyle Erzincan İdare Mahkemesi’nde dava açılmıştı.
Dava dilekçesinde; projenin çevresel etkilerinin kapsamlı bir şekilde değerlendirilmediği, mera alanları ile ilgili gerekli izinler alınmadan sondaj, yarma ve galeri faaliyetlerinin gerçekleştirildiği, bu durumun tarım ve hayvancılığa olumsuz yansıyacağı, kirlenen yüzey sularının çevre köylerin içme suyunu etkileyeceği, projede kullanılacak kimyasalların insan sağlığına ve ekolojik sisteme zarar vereceği belirtilmişti.
Yargılama sürecinde orman mühendisi, çevre mühendisi, jeoloji mühendisi, maden mühendisi ve inşaat mühendisinden oluşan beş kişilik bilirkişi heyeti 8 Temmuz 2019’da bir rapor ortaya koymuştu.
Bilirkişi raporunda; ÇED olumlu kararında projenin kümülatif kirlilik etkisinin irdelendiği, su kaynaklarının korunmasını sağlayacak tedbirlerin taahhüt edildiği, projenin kimyasal kullanımı açısından ilave bir yük getirmeyeceği, ÇED raporunda atık depolama hususu yer almasa da bu konunun bölgedeki tesisler için daha önce hazırlanan başka bir ÇED raporu kapsamında kaldığı, projenin insan ve çevre sağlığına etkilerinin kabul edilebilir sınırların altında olduğu belirtilmişti.
Ayrıca projeden etkilenecek alanın yüzde 77,35’inin orman, yüzde 22,36’sının mera olduğu, bölgede verimli bir ormancılık faaliyetinin söz konusu olmadığı ve proje bitiminde zarar gören orman alanının rebabilite edileceği, mera alanının halihazırda yer yer tahrip edildiği ve proje bitiminde iyileştirileceği, mera kullanımı için gerekli izinlerin almacağının taahhüt edildiği ifade edilmişti.
Raporda sonuç olarak projenin toplam olumsuz etkilerinin tahammül edilebilir boyutta olduğu, çevrenin rehabilitasyonu için gerekli tedbirlerin taahhüt edildiği ve ÇED olumlu kararının ulusal ve uluslararası mevzuatta belirlenen teknik kriterlere ve eşik değerlere uygun olduğu değerlendirilmişti.
Mahkeme de bu bilirkişi raporunu hükme esas almış ve 26 Eylül 2019’da davanın reddine karar vermişti.
Kararın gerekçesinde; projenin mevzuatta öngörülen usule uygun hazırlandığı, ÇED raporunda proje kapsamında karşılaşabilecek sorunların tespit edilerek incelendiği, gereken önlem ve taahhütlerin yeterli ve elverişli olduğu belirtilerek ÇED raporunun teknik açıdan uygun formatta ve yeterlilikte olduğu, ÇED olumlu kararında hukuka aykırılık bulunmadığı sonucuna varılmıştı.
Ancak bu karar temyiz edilerek Danıştay Altıncı Dairesi’ne gönderildi. Danıştay, 20 Şubat 2020’de kararın hukuk ve usule uygun olduğu, bozulmasını gerektirecek bir neden bulunmadığı gerekçesiyle temyiz talebinin reddi ile kararın onanmasına oy çokluğuyla karar vermişti.
Onama kararına katılmayan iki üye ise karşı oy gerekçesinde proje alanının yüzde 22’sinin mera olduğunu ve dava dilekçesinde projenin tarım ve hayvancılıkla ilgili olumsuz etkilerine ilişkin iddialara yer verildiğini, Mahkemece hükme esas alınan bilirkişi raporunu hazırlayan heyette ziraat mühendisi bilirkişisi bulunmadığını, projenin özellikleri ve dava dilekçesindeki iddialar dikkate alınmak suretiyle yeni bir bilirkişi heyetiyle yeniden keşif ve inceleme yaptırılarak hazırlanacak yeni raporun sonucuna göre karar verilmesi gerektiğini belirtmişti.
Kararın ardından 13 Nisan 2020’de bireysel başvuruda bulunuldu. AYM’nin Resmi Gazete’de yayımlanan kararına göre başvuru sonucu yurttaşların lehine oldu.
STK Gemi Söküm Platformu, Aralık 2023’te yayınladığı “Türkiye’de Gemi Geri Dönüşümü: Sorunlar ve İleriye Dönük Hedefler” başlıklı raporda, sektöre dair önemli analizlere yer verdi.
Türkiye’deki gemi geri dönüşümü sektörü üzerinde araştırmalar yürüten ve gemilerin temiz, güvenli ve adil uygulamalar temin eden, işçi sağlığı ve iş güvenliği sağlayan tesislerde geri dönüştürülmesi için çalışmalar yürüten STK Gemi Söküm Platformu, raporda gemi geri dönüşüm süreçlerindeki çevresel etkiler, iş sağlığı ve güvenliği, hukuki çerçeve ve atık yönetimi gibi konuları ele alırken, bu alanlarda mevcut durumu ve potansiyel iyileştirmeleri de detaylandırıyor.
Aliağa’daki kirlilik yıllardır gündemde
1990’lardan bu yana yapılan çeşitli çalışmalar, bölgedeki asbest ve diğer çevresel kirleticileri araştırırken, İzmir Barosu Çevre Komisyonu‘nun 1993’teki raporu, Liman Başkanlığının gemi söküm faaliyetlerini yeterince izleyemediğini ortaya koymuştu. Raporda, 2000 yılında yapılan deniz suyu ölçümlerinde alüminyum ve demir atık seviyelerinin yüksek olduğunun görüldüğü de yer alıyordu.
2002’de Greenpeace’in yayınladığı ve gemi geri dönüşüm sektöründeki kötü koşulları belirten rapor, ise Aliağa’da asbest, mineral yağ ve ağır metallerin yaygın olduğu ortaya koymuştu. Çevre Bakanlığı tarafından 2019’da yapılan bir başka araştırma ise, bölgenin ve çevresinin ağır metaller, poliaromatik hidrokarbonlar, TBT ve dieldrin gibi maddelerle yoğun bir şekilde kirlendiğini ortaya koymuştu. Özellikle gemi geri dönüşüm bölgesindeki toprakta ağır metaller yüksek konsantrasyonlarda bulunmuş ve kirlilik kaynağının gemi boyaları olduğu tespit edilmişti.
Avrupa Birliği‘nin denetim raporlarına göre ise gemi geri dönüşüm tesislerinde kirlilik ve kontaminasyon seviyelerinin yüksek olduğu belirtiliyor. Özellikle arsenik ve kurşun kirliliği, insan sağlığı ve çevre açısından tehlikeli boyutlara ulaşmış durumda. TÜBİTAK‘ın raporları da, hava kalitesi ve su kaynaklarının kötü durumda olduğunu gösteriyor. Yerel ve uluslararası standartları aşan hava kirliliği ve ağır metal konsantrasyonları dikkat çekici.
Gemi sökümü alanı iş güvenliği bakımından da sorunlu
Gemi söküm sektörünü ve özellikle Aliağa’daki tesislerde gerçekleştirilen faaliyetleri değerlendiren raporda iş güvenliği açısından da önemli bilgilere yer verildi.
2005’te Çalışma Bakanlığı’nın yayınladığı ve Aliağa’daki gemi geri dönüşüm bölgesindeki eksiklikleri ve işçi hakları ihlallerini belirten rapora referans verilerek, ölümcül olmayan kazaların resmi kayıtlarının sistematik olmadığına dikkat çekiliyor.
İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer, İzmir Büyükşehir Belediyesi, TMMOB Çevre Mühendisleri Odası, İzmir Tabip Odası, İzmir Barosu, Türkiye Barolar Birliği, EGEÇEP Derneği ve bir grup yurttaş İzmir Bölge Adliye Mahkemesi’nde Brezilya’ya ait Sao Paulo gemisinin Aliağa’da sökümü işleminde yürütmenin durdurulması talebiyle dava açmıştı. Fotoğraf: Depo Photos
Asbest ve tehlikeli madde içeren gemiler gündem olmuştu
Öte yandan, Aliağa’ya getirilen bazı gemiler, içerdikleri tehlikeli maddeler ve Tehlikeli Madde Envanter Raporlarındaki usulsüzlükler nedeniyle tartışmalara neden olmuştu. Özellikle Otopan, Kuito ve São Paulo gemileri, kamuoyunda geniş yer bulmuştu. En son Aralık 2023’te Aliağa’da söküm işlemlerine başlanacak olan Fransız bandıralı gemi Raymond Croze, tehlikeli atık ve asbest taşıması nedeniyle büyük tepkilere neden olmuştu.
Otopan gemisinin durumu, başlangıçta bildirilen bir ton asbest miktarının gerçekte 60 ton olduğunun anlaşılmasıyla dikkat çekmişti ve gemi, tepkiler üzerine Hollanda‘ya geri gönderilmişti.
Kuito gemisi, içerdiği iddia edilen radyoaktif atık nedeniyle gündeme gelmiş, Çevre Mühendisleri Odası‘nın geminin Türkiye’de sökülmesine karşı çıkmasına rağmen, yetkililer geminin Aliağa’ya girişini ve sökümünü durdurmamıştı. İzmir 3. İdare Mahkemesi’nin yürütmenin durdurulması kararı vermesine karşın, gemi zaten sökülmüş olduğundan bu karar etkisiz kalmıştı.
São Paulo gemisi ise, asbest, PCB ve radyoaktif kirlilik içerdiği iddiaları nedeniyle tartışma konusu olmuştu. Gemideki tehlikeli maddelerin yetersiz şekilde belgelenmesi ve özellikle PCB’nin tespit edilememesi eleştirilere yol açmıştı. Geminin Türkiye‘de sökülmesine karşı başlatılan kampanya, Çevre Bakanlığı’nın geminin ithaline ilişkin iznini iptal etmesiyle sonuçlanmış ve bu durum Aliağa’daki gemi geri dönüşüm sektöründeki çevre ihlalleri ve kötü çalışma koşullarına dair farkındalığı arttırmıştı.
Sektöre çevre ve insan dostu öneriler
Raporun “Türkiye’de Gemi Geri Dönüşümü için Öneriler ve Geleceğe Yönelik Yol Haritası” başlıklı bölümünde, Türkiye’nin gemi geri dönüşüm sektörünün geleceğine yönelik öneriler ve stratejik adımlara da yer verildi. Bu bölümde sektördeki mevcut sorunları ele almak ve sürdürülebilir, çevre dostu ve güvenli bir gemi geri dönüşüm endüstrisi oluşturmak için bir dizi öneri ve eylem planı sıralandı.
Öneriler arasında yasal ve düzenleyici çerçevenin güçlendirilmesi, çevresel ve iş sağlığı güvenliği standartlarının yükseltilmesi, eğitim ve farkındalık arttırma çalışmaları, teknoloji ve yeniliklere yatırım yapılması, uluslararası işbirlikleri ve ortaklıkların kurulması bulunuyor. Ayrıca, raporda sürdürülebilirlik açısından, çevre koruma önlemlerinin artırılması, atıkların etkin yönetimi ve sektördeki faaliyetlerin şeffaflaştırılması ile düzenli denetimler yapılmasına yönelik önerilere de yer veriliyor. Bu öneriler, sektörün hem ekonomik hem de çevresel açıdan sürdürülebilir bir şekilde gelişmesine katkı sağlamayı hedefliyor.
Aşırı kuraklık koşullarında bulunan Zimbabwe‘de en az 160 fil suya erişemediği ve yeterli besin bulamadığı için öldü. Sıcak ve kuru havanın devam etmesi halinde, daha fazla ölümün yaşanabileceği öngörülüyor.
Bölgede nesli tükenmekte olan fillerin yanı sıra, manda, aslan, çita, zürafa ve diğer türlere ev sahipliği yapan 14.651 kilometrekarelik Hwange Milli Parkı‘nda gecen yıl ağustos ve aralık ayları arasında fil ölümlerinin arttığı raporlandı. Yakın zamanda meydana gelen şüpheli kaçak avlanma olaylarında da parkın dışında en az altı filin daha ölü olduğu keşfedildi.
Guardian‘ın aktardığına göre, Zimbabve Parkları ve Yaban Hayatı Yönetimi Otoritesi (Zimparks), parktaki fillerin ölümlerini doğruladı ve bunları kuraklığa bağladı.
Zimparks’ın sözcüsü Tinashe Farawo “Testler yapıyoruz ve ön sonuçlar açlıktan öldüklerini gösteriyor. Hayvanların çoğu su kaynaklarının 50 ila 100 metre yakınında ölmüş.” dedi.
Ülkede kalıcı kuru hava ve uzun süreli kurak dönemler her geçen yıl yoğunlaşıyor. Hwange’deki Bhejane Trust koruma grubunun kurucu ortağı ve başkanı Trevor Lane, 2023 yılında Hwange parkında şubat ve kasım ayları arasında hiç yağmur yağmadığını söyledi: “Yetersiz beslenme, çok yüksek sıcaklıklar ve su kıtlığı vardı; Bu, büyük bir strese katkıda bulundu ve 2024’te tekrar yaşanabilir.”
Ulusal Okyanus ve Atmosfer İdaresi (NOOA), ekim ve mart ayları arasında El Niño hava olayını güçleneceğini tahmin ediyor; bu olay sıcak, kuru hava ve az yağışla sonuçlanacak. BM İnsani İşler Koordinasyon Ofisi, kasım ayındaki güncellemesinde bunun muhtemelen “yağmurların başlamasında gecikme ve uzun süreli kuraklık” ile sonuçlanacağını ve Zimbabve’de kuraklık koşullarını güçlendirebileceğini açıkladı.
2023 yılı sonu itibarıyla “Zimbabwe’nin büyük bir kısmının, uzun vadeli ortalamayla karşılaştırıldığında mevsimsel birikmiş yağışların %50’sinden daha azını aldı.
Kasım ayında Hwange ulusal parkındaki Tshompani Pan’daki bir su çıkışının etrafında toplanan filler. Fotoğraf: Bhejane Trust.
Hwange’deki yaban hayatı koruma grupları, filleri yiyeceklerin daha kolay bulunabileceği alanlara yaymak amacıyla şimdi daha fazla sondaj kuyusu açmaya çalışıyor. Ayrıca ağustos ayından itibaren sıcak mevsimde beklenen basıncı karşılamak amacıyla pompalama saatlerini uzatmak için mevcut sondajlara güneş enerjisiyle çalışan sistemler kuruluyor.
2024’te El Niño’nun tetiklediği büyük bir kuraklık yaşayabileceklerinin farkında olduklarını belirten Lane, “Bunu hafifletmek için neler yapabileceğimizi göreceğiz, ancak bu sadece en güçlü olanın hayatta kalmasıyla sınırlı olacak… eğer başka bir kuraklık olursa aynı şeyi tekrar yaşamak zorunda kalacağız” diye konuştu.
Kuraklık daha önce de Zimbabve’de fillerin kitlesel ölümüne neden olmuştu; 2019’da da iki ay içinde su eksikliği nedeniyle 200’den fazla fil ölmüştü.
Hwange’deki veteriner hekimler ve doğa koruma uzmanları, fillerin başlangıçta parkta en çok kullanılan su noktalarından birinin çevresinde kümeler halinde öldüğünü açıkladı. Daha sonra ölümlerin yaygınlaştığını ve kümeler halinde görünmediğini söylediler.
Guardian’a konuşan başka bir doğa koruma uzmanı da eylül ayında yapılan bir sayım sırasında 1.800’den fazla filin tek bir su kaynağından su içmeye çalıştığını kaydetti. Ölümler hakkında yorum yapmak için Zimparks’tan izin almadıkları için ismini vermeyi reddeden koruma uzmanı, “Etrafta dolaşıp ölü filleri ve ölümü bekleyen yetim yavruları görmek korkunçtu. Panik yapmamız gereken şey, iklim değişikliğinin bu yıl kuru hava nedeniyle hayvan kayıplarını normal göstermesi ihtimalidir” dedi.
Zimparks bu ölümleri doğruladı ve veterinerlerin hâlâ ölümlerin nedenini araştırdığını söyledi. Çevre grupları, fillerin dişlerinin çıkarıldığını ve bu durumun fildişi kaçakçılığına işaret ettiğini söylüyor.
Zimbabwe Çevre Hukuku Derneği de “Gwayi’deki kaçak avlanma olayının, yasadışı yaban hayatı ticaretinin ve yaban hayatı suçlarının arttığı bir ortamda ortaya çıktığını” açıkladı.
Kaçak avlanmanın sadece fillerin dişleri için değil, yiyecek sıkıntısı çeken insanların etleri için, biraz da çaresizlikten arttığı belirtiliyor.
Çaresizlik içinde hayvanlar çamurdan su içmeye çalışıyor ve küçük olanlar sıkışıp kalıyor. Hwange’deki işçiler bu yavru fili serbest bırakmayı başarmış. Fotoğraf: Bhejane Trust. Aralık ayında, kıtlık sezonunun yaklaşmasıyla birlikte USAid‘in Kıtlık Erken Uyarı Sistemleri Ağı, “yoksul hanelerin çoğunun kendi ürettiği gıda stoklarının tükendiğini” ve ülkenin gıda güvenliğinin çoğunun ya “stresli” ya da “kriz” seviyesinde olduğunu söyledi.
Hwange’de kaçak avcılıkla mücadele devriyeleri ve programları üstlenen Nick Long ise özellikle kasımdan aralık ayına kadar “ülke çapında kaçak avlanma sayısında bir artış olduğunu” doğruladı: “Victoria Şelalesi bölgesinde bu [kaçak et avcılığı] çok dikkat çekiciydi. Kardeş kuruluşumuz Victoria Şelaleleri Kaçak Avlanmayla Mücadele Birimi, aralık ayında kaçak avcıları kovalamakla meşguldü.”
İstanbul Heybeliada’nın güney tarafındaki Çamlimanı mevkiinde yer alan ve Türkiye’nin ilk pandemi hastanesi olarak 1924’te kurulan Heybeliada Sanatoryumu‘na ait 3 bin 100 metrekarelik kıyı parselinin, Kaymakamlık emri ile boşaltılmasının istendiği ve arazinin İstanbul Müftülüğü aracılığıyla Diyanet İşleri Başkanlığı’na devredileceği öğrenildi.
Sözü geçen parselde şu anda plaj olarak çalıştırılan işletmenin 4 Ocak 2024’e kadar araziyi boşaltması istenmişti ancak, 11 yıldır burayı işleten işletme sahibi Yasin Mercan, Adalar Kaymakamlığı‘nın tahliye talebini mahkemeye taşıdı. İstanbul 2. İdare Mahkemesi, yürütmeyi durdurma kararı vererek işlemi iptal etti.
Sanatoryumun bulunduğu parsel ile plajın bulunduğu kıyı parselinin Hazine’ye ait olduğu ifade ediliyor. Konuyu yakından takip eden Dünya Mirası Adalar Girişimi‘nde gönüllü Derya Tolgay, Yeşil Gazete’ye yaptığı açıklamada bu parselde ne yapılması planladığını bilmediklerini ancak kıyı kanunu kapsamında kalan ve daha önce ruhsatlandırılmış işletmenin tahliyesine dair resmi tebligat iletilmiş olduğunu anlattı.
Derya Tolgay, “Burası halka açık bir alan, arka kısımda kalan arazide de eskiden karnaval yapılırdı, şimdi o bölge de Kızılay’a tahsis edildi. Müftülük bir kıyıyı ne yapar? Adadaki en eski kurumlardan biri olan ve kütüphanesinde binlerce el yazması parça bulunan Ruhban Okulu kapalı, Sanatoryum kapalı, Osmanlı’nın ilk ticaret okulu olan Heybeliada Rum Ticaret Mektebi kapalı. Heybeliada iktisadi ve idari olarak kapatılmış ve köhneleştirilmiş durumda” dedi.
Önemli‼️Ölçümleri ile belgelenmiş en önemli mikro klima alanı #çamlimanı#HeybeliadaSanatoryumu ailemizden birilerine geçmişte mutlaka şifa olmuştur. Sahip çıkmanız, duyurmanız ve dayanışmak dileğiyle bu ekosistem hepimize şifa vermeye devam etsin 🙏 https://t.co/EDVGKzDwyD?
Daha önce de Sanatoryum arazisi devredilmek istenmişti
Hazine’ye ait olan araziler arasında yer alan Sanatoryum parseli, daha önce Diyanet İşleri Başkanlığı’na devredilmek istendi; ancak sivil toplum kuruluşları ve gönüllülerin açtığı dava sonucunda bu devir kararı iptal edildi. Mimarlar Odası‘ndan Avukat Deniz Özen, Haziran 2022’de verilen iptal kararının Aralık 2022’de kesinleştiğini bildirdi.
2018’de 200 dönümlük bu arazi Diyanet İşleri Başkanlığı’na devredilmişti. Türk Toraks Derneği, Mimarlar Odası, Şehir Plancıları Odası, İstanbul Barosu ve İstanbul Tabip Odası tarafından açılan dava sonucu, İstanbul 14. İdare Mahkemesi 14 Haziran 2022 tarihinde Heybeliada Sanatoryumu’nun Diyanet İşleri Başkanlığı’na tahsis edilmesini iptal etti. Bu karar, davalılar tarafından istinafa götürüldü.
27 Aralık 2022’de İstanbul Bölge İdare Mahkemesi Dördüncü Dava Dairesi, Heybeliada Sanatoryumu’nun Diyanet İşleri Başkanlığı’na tahsisinin iptaline yönelik İstanbul 14. İdare Mahkemesi’nin kararını oybirliğiyle kesinleştirdi.
Avukat Deniz Özen, kararın “usul yönünden” eksikleri nedeniyle verildiğini, Diyanet’in mahkeme kararındaki usul eksiklerini gidererek yeniden dava açmasının beklenebileceğini ifade etti.
Bilim insanları, Kosta Rika kıyısının açıklarında yaklaşık 260 kilometrekarelik bir alanda en az dört yeni ahtapot türü keşfetti.
2023 yılında Schmidt Okyanus Enstitüsü‘nün Falkor (aynı zamanda) araştırma gemisiyle yapılan iki keşif gezisi sırasında, ülkenin Pasifik kıyısındaki hidrotermal kaynakların çevresinde iki ahtapot üreme alanı bulundu. Araştırmacılar, birbirinden yaklaşık 10 ila 30 deniz mili (18,5 ila 55,5 km) uzaklıkta bulanan üç hidrotermal kaynağın her birinin, oluşmuş olabileceği farklı yolları gösteren kendine özgü sıcaklıkları ve kimyaları bulunduğunu keşfetti.
Euronews‘in aktardığına göre, bulunduğu yüzeyin resmi olmayan adı nedeniyle “Dorado Ahtapot” olarak adlandırılan yeni türlerden biri, bu hidrotermal kaynaklardan birinde yumurtalarını ılık sularda bırakırken gözlemlendi.
Bigelow Okyanus Bilimleri Laboratuvarı‘ndan Dr. Beth Orcutt, “Sıkı bir çalışma sonucunda ekibimiz Kosta Rika açıklarındaki seferlerimiz sırasında yeni hidrotermal kaynaklar keşfetti ve bunların derin deniz ahtapotlarının üreme alanlarına ve benzersiz biyolojik çeşitliliğe ev sahipliği yaptığını doğruladı” dedi.
Kuluçkaya yatan anne ahtapotlar. Araştırmacılar, hayvanların dokunaçları ve vantuzları dışarı bakacak şekilde kendilerini kıvırarak aldıkları pozisyonun avcıları uyaran bir savunma pozisyonu olduğuna inanıyor. ROV SuBastian / Schmidt Okyanus EnstitüsüDiğer üç tür ise yakınlardaki derin denizdeki hidrotermal kaynaklardan uzakta bulundu . Sefer sırasına Ayrıca Kosta Rika sularında Skate Park lakaplı bir derin deniz vatoz bakım alanı da bulundu.
Bilim ekibi, Kosta Rika sularındaki Tengosed deniz dağının zirvesinde, bölgeye ‘Kaykay Parkı’ adını veren, gelişen bir derin deniz vatoz bakım alanı buldu. ROV SuBastian / Schmidt Okyanus EnstitüsüGeçen aralık ayındaki keşif gezisi sırasında toplanan 160’ta fazla derin deniz hayvanı örneği, Kosta Rika Üniversitesi Zooloji Müzesi’ne gönderilecek.
Bu, bir derin deniz seferinden elde edilen biyolojik örneklerin tamamının ABD veya Avrupa’ya gönderilmek yerine geldikleri ülkede depolanacağı ilk seferlerden biri. Schmidt Okyanus Enstitüsü, bunun yerel bilim adamlarının ve öğrencilerin örneklere kolayca erişmesine olanak sağladığını ve derin denizlerini yönetme stratejilerine yardımcı olacağını söylüyor.
Cam ahtapot. ROV SuBastian / Schmidt Okyanus Enstitüsü
Keşif gezisinin eş başkanı Kosta Rika Üniversitesi’nden Jorge Cortés, ” R/V Falkor (ve) keşif gezilerinin Kosta Rika’nın Pasifik Okyanusu’nun derin sularını anlama üzerindeki etkisi gelecekte de sürecek ve umarız ülkenin derin denizlerini korumaya yönelik politikalara dönüşen farkındalık yaratacaktır” diyor:
“Umarım bu keşif gezisi yeni nesillere ilham kaynağı olur. Derin deniz mirasımıza ilişkin bilgiyi ilerletmek için daha fazla uluslararası iş birliğine ihtiyacımız var.”
Falkor, bu yıl da Peru ve Şili kıyılarında faaliyet gösterecek ve Güney Amerika‘dan daha fazla bilim insanını gemiye alacak.
Schmidt Okyanus Enstitüsü İcra Direktörü Dr. Jyotika Virmani, araştırma gemisi nereye giderse gitsin bilim camiasını desteklemeyi umduklarını söylüyor.
Venedik, hafta sonları yaşanan aşırı yoğunluğu durdurmak için turizm vergisi uygulamasını başlattı. Günlük turist akışını kontrol etmek amacıyla başlatılan portal hizmeti, kente ziyarette bulunanlardan giriş ücreti olarak alınacak 5 avroluk ücretin önceden ödenebileceği ve tatil günleri gibi yoğun dönemlerde rezervasyon yapılmasını sağlayacak.
Kasım 2023’te Venedik yetkilileri, uzun süredir üzerinde çalıştıkları günübirlik ziyaretçilerden ücret alma planlarının pilot programını açıkladı.
Euronews‘in aktardığına göre, turist vergisinin yılın başlarında uygulamaya konulması planlanıyordu ancak lojistik sorunlar ve turizm gelirlerine darbe vuracağı endişesiyle ertelendi.
Belediye, turistlerin bilet rezervasyonu yapmak için kullanmaları gereken Venedik’e Giriş Ücreti (Contributo di Accesso a Venezia) adıyla oluşturulan çevrimiçi ödeme platformunun başlatıldığını doğruladı.
Portal dün (16 Ocak) öğle saatlerinde aktif edildi. Venedik’e gelen ziyaretçiler siteyi kullanarak kentte kontrol yapan yetkililere gösterilmek üzere bir QR kodu alacak.
Giriş ücreti kalabalığı azaltmayı, daha uzun süreli ziyaretleri teşvik etmeyi ve kent sakinlerinin yaşam kalitesini artırmayı amaçlıyor.
Fotoğraf: Tuğba Erol
Ziyaretçiler Venedik’i ziyaret etmek için ne zaman para ödemek zorunda kalacak?
Bu yıldan itibaren ziyaretçiler kırılgan lagün şehrine girmek için 5 Avro (163, 779 TL) ücret ödemek zorunda kalacak.
Bu ücret, hafta sonları ve Nisan ile Temmuz ortası arasındaki diğer günlerde toplam 29 gün geçerli olacak.
Günübirlikçi ücreti sabah 8.30’dan akşam 16.00’a kadar olan yoğun saatlerde geçerli olacak, yani Venedik’e akşam yemeği ya da konser için gelen ziyaretçiler ücret ödemek zorunda kalmayacak.
Fotoğraf: Tuğba Erol
Venedik’i ziyaret etmek için kimler bilet almak zorunda?
Giriş ücreti sisteminde bir dizi muafiyet uygulanıyor.
Günübirlik turist vergisi ödemek zorunda olmayanlar arasında Venedik’te ikamet edenler, Venedik doğumlu ziyaretçiler, öğrenciler ve işçilerin yanı sıra otel veya diğer konaklama rezervasyonlarına sahip turistler yer alıyor.
Venedik için biletinizi nasıl rezerve edebilirsiniz?
16 Ocak itibariyle ziyaretçiler Venedik’te geçirecekleri günü özel bir platform üzerinden ‘rezerve’ edebilecek.
Günübirlik ziyaretçiler 5 avroluk bir ücret ödeyerek bir QR kodu alıyor ve bu kod, ana tren istasyonu da dahil olmak üzere şehrin yedi giriş noktasındaki kontrol noktalarında kontrol ediliyor.
Giriş ücretini ödemeyenler, yerel yetkililerin kontrollerinde tespit edilmeleri durumunda giriş ücretine ek olarak 50 ile 300 avro arasında değişen bir idari para cezası ödemek zorunda kalacak.
Otel rezervasyonu olan ziyaretçiler otel bilgilerini girdikten sonra gösterecekleri bir QR kodu da alıyor. Ancak otel faturalarında Venedik konaklama ücreti zaten yer alacağı için ödeme yapmak zorunda değiller.
Fotoğraf: Tuğba Erol
Venedik neden turist vergisi getiriyor?
Turist vergisinin uygulamaya konulması, Venedik’in aşırı turizmin hassas ekosistemine verdiği zarar nedeniyle geçen yıl UNESCO‘nun tehlike listesine alınmaktan kıl payı kurtulmasının ardından geldi.
Üye devletler Venedik’i listeden çıkarmaya karar verirken önerilen yeni giriş ücretini gerekçe gösterdi.
Venedik Belediye Başkanı Luigi Brugnaro, ücretin ekstra gelir getirmeye yönelik bir girişim olmadığını söyledi. Bunun yerine, dünyanın en çok ziyaret edilen yerlerinden birinde turist akışını düzenlemek için ‘türünün ilk örneği bir deney’ olduğunu bildirdi.
Ücretlendirmenin amacı, ziyaretçileri trafiğin yoğun olduğu dönemlerden kaçınmaya ve diğer günlerde gelmeye teşvik etmesi.
Pilot programın ana hatlarının açıklandığı bir basın toplantısında Brugnaro, “Amacımız daha yaşanabilir bir şehir yaratmak” dedi.
Fotoğraf: Tuğba Erol
Venedik turizmi nasıl daha sürdürülebilir hale getiriyor?
COVID-19 karantinalarının turizm sektörünü harap etmesinin ardından Venedik, ziyaretçilerle ilişkisini daha sürdürülebilir bir şekilde yeniden düşünmeye ve aynı zamanda sakinlerini yerlerinde kalmaya teşvik etmeye çalışıyor.
Şehir, Venediklilerin sürekli olarak anakaraya göç etmeleri karşısında harekete geçmek zorunda kaldı.
UNESCO ve çevrecilerin baskısı üzerine yetkililer nihayet büyük yolcu gemilerinin San Marco Meydanı‘ndan ve Giudecca kanalından geçmesini yasakladı.
Venedik, daha fazla harcama yapma eğiliminde oldukları için uzun süreli turistleri kentin ayakta kalmasının anahtarı olarak görüyor.
Yeni günübirlikçi ücret katkısının hiçbir şekilde turizmi genel olarak caydırmadığını, sadece daha iyi yönetmeyi amaçladığını ifade eden Brugnaro, ziyaretçi programında muhtemelen aksaklıklar yaşanacağını ve değişiklik yapılması gerekeceğini kabul etti. Ancak yıllar süren çalışma ve konuşmalardan sonra artık uygulamaya geçme zamanının geldiğini söyledi.