Önümüzdeki ay, BM iklim Değişikliği Konferansı-Cop29 Zirvesi‘ne ev sahipliği yapacak Azerbaycan‘ın nümüzdeki 10 yılda fosil gaz üretiminde büyük bir artış yapmayı planladığı ortaya çıktı.
Alman STK Urgewald ve CEE Bankwatch tarafından hazırlanan yeni rapora göre, Azerbaycan’ın önümüzdeki 10 yılda gaz üretimini üçte bir oranında artıracağı, fosil yakıt şirketlerinin ülkenin gaz sahalarına 41,4 milyar dolar harcamasının tahmin edildiği belirtildi.
Guardian‘ın aktardığı rapora göre, devlete ait petrol ve gaz şirketi Socar tek başına 2022 ile 2024 yılları arasında yeni petrol ve gaz arama çalışmalarına yaklaşık 300 milyon dolar harcadı. Socar ve ortakları, ülkenin yıllık gaz üretimini bugünkü 37 milyar metreküpten (bcm) 2033 yılına kadar 49 milyar metreküpe çıkarmaya hazırlanıyor. Şirket ayrıca yakın zamanda Avrupa Birliği‘ne gaz ihracatını 2026 yılına kadar yüzde 17 artırmayı kabul etti.
Raporda, 2023’te Socar’ın sermaye harcamalarının yüzde 97’sini petrol ve gaz projelerine aktardığı belirtiliyor. Şirket, Azerbaycan’ın zirveye ev sahibi olarak atanmasından birkaç hafta sonra bir “yeşil enerji bölümü” açmış ve rüzgar ve güneş ile karbon yakalama teknolojilerine yatırım sözü vermişti. Ancak çalışmaya göre, Socar’ın yenilenebilir enerji faaliyetleri, fosil yakıtlara yaptığı yatırımlara göre önemsiz kalmaya devam ediyor.
Azerbaycan’ın iklim eylem planı eylül ayında Climate Action Tracker (CAT) tarafından “kritik derecede yetersiz” olarak derecelendirilmişti. CAT analistleri, “Azerbaycan, iklim hedefini zayıflatan küçük bir ülke grubundan biri ve ülke fosil yakıt çıkarmayı iki katına yükseltmeye çalışıyor” demişti.
Raporda, “Cop29 müzakerelerine ev sahipliği yapanların, dünyayı fosil yakıtlara bağımlı tutmakta çıkarı olanlar değil, gerçek iklim liderleri olması hayati önem taşıyor” denildi.
Kümesi tilkiye mi teslim ettik?
Çalışmada, Azerbaycan ve Socar’ın insan hakları ihlalleriyle suçlandığına da yer verildi. Yazarlar iklim krizinin üstesinden gelmek için sivil toplumun ifade özgürlüğüne sahip olması ve insan haklarının korunması gerektiğini söyledi.
CEE Bankwatch’tan Manana Kochladze “Diğer hükümetler iklim krizini ele almak için sivil toplumla ortaklık kurarken, Aliyev rejimi sistematik olarak çevre ve insan hakları savunucularını tehdit ediyor. Bu, Bakü’de yapılacak müzakerelere güven vermiyor” diye konuştu.
Raporun baş yazarı olan Urgewald’dan Regine Richter, “Socar’ın Azerbaycan ekonomisindeki önemli rolü ve ülkenin siyasi elitleriyle yakın bağları göz önüne alındığında, etkisi Bakü’deki iklim müzakereleri boyunca kesinlikle hissedilecektir. Cop29’a hazırlanırken kendimize şu soruyu sormadan edemiyoruz: Kümesten tilkiyi mi sorumlu tuttuk?
Socar’ın yönetim kurulunu atayan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, 2003’te babasının yerini alana kadar Socar’ın başkan yardımcısıydı. 2018’e kadar 26 yıl boyunca Socar’da çalışan Azerbaycan’ın ekoloji ve doğal kaynaklar bakanı Muhtar Babayev , Cop29’u yönetecek. Socar’ın başkanı olan Rovshan Najaf da Cop29 organizasyon komitesinin bir parçası.
Aliyev, nisan ayında düzenlenen bir iklim konferansında “petrol ve gaz yataklarına sahip olmanın suçları değil, Tanrı’nın bir hediyesi” olduğunu söylemişti.
780 milyon ton CO2 atmosfere salınacak
Cop29 sözcüsü, Azerbaycan’ın gaz üretimi ve enerji geçişiyle ilgili olarak “Azerbaycan, Rusya‘nın tedariğinin kesintiye uğramasının ardından Avrupa‘nın artan talebine yanıt olarak gaz kapasitesine yatırım yapıyor. Bu, enerji geçişinin adil ve düzenli olmasını sağlama gerekliliği konusunda mutabık kalan BM’nin küresel envanteriyle uyumludur” dedi.
Söz konusu küresel envanter, dünyanın küresel ısınmayı durdurma yolunda olmadığı ve “acil ve derin sera gazı emisyonu azaltımlarının” gerekli olduğu sonucuna varmıştı.
Analiz , sektörün lider tedarikçisi olan Rystad Energy’nin verilerine dayanıyor. Beklenen gaz üretiminin yakılması, yaklaşık 780 milyon ton CO2 üretecek. Bu, Birleşik Krallık’ın yıllık emisyonlarının iki katından fazla.
Bilim insanları ise daha fazla rezerv keşfetmek yerine, 2021’de küresel ısınmayı 1,5C ile sınırlamak için mevcut gaz rezervlerinin çoğunun yer altında kalması gerektiğini söylüyor.
Socar’ın birlikte çalıştığı şirketlerden; Birleşik Arap Emirlikleri devlet petrol şirketi Adnoc’un CEO’su Sultan Al Jaber, geçen yıl Dubai‘de düzenlenen COP28‘in başkanlığını yapmıştı. Al Jaber, ülkelerin çoğunun istediği gibi fosil yakıtları “aşamalı olarak kaldırma” konusunda anlaşamayıp bunun yerine “fosil yakıtlardan uzaklaşma” gibi daha zayıf bir hedefi seçmelerinden sorumlu tutulmuştu.
Bankacılık İklim Kaosu Koalisyonu’nun araştırmasına göre, Socar ayrıca büyük uluslararası kuruluşlardan 2021-2023 yılları arasında toplam 6,8 milyar dolar tutarında kredi ve teminat desteği alıyor.
Uluslararası Enerji Ajansı, (IEA) göre Azerbaycan’ın ekonomisinin; ihracat gelirlerinin yüzde 90’ını ve devlet gelirlerinin yüzde 60’ını oluşturan fosil yakıt gelirlerine büyük ölçüde bağımlı olduğunu söylüyor.
Uluslararası Yenilenebilir Enerji Ajansı ( International Renewable Energy Agency-IRENA) ve Uluslararası Çalışma Örgütü (International Labour Organization-İLO) iş birliğiyle, ”Yenilenebilir Enerji ve İşler – Yıllık İnceleme 2024” raporu açıklandı.
Rapora göre geçen yıl yenilenebilir enerji sektöründeki işlerde yıllık yüzde 18’lik artışla şimdiye kadarki en yüksek artış kaydedildi. “Yeşil işler”, 2022’de bulunduğu 13,7 milyon seviyesinden, 2023’te 16,2 milyona yükseldi.
Bu işlerin en büyük katkı sağlayıcıları arasında güneş fotovoltaik (7,1 milyon iş), biyoyakıtlar, hidroelektrik ve rüzgar enerjisi yer alıyor.
Çin yine en önde
Yenilenebilir enerji alanında en büyük yatırımları yaparak başı çeken ülke olan Çin, “yeşil işler”de de önde. Ülkede geçen yıl yedi milyondan fazla yeşil iş yaratıldı. Bu da küresel toplamın yüzde 46’sına denk geliyor.
Çin’deki bu işlerin en büyük payı – yaklaşık 4,6 milyon – güneş enerjisi sektöründe. Ayrıca rüzgar ve hidroelektrik sektörünü de domine ediyorlar.
Avrupa Birliği ülkelerinde ise bir yılda toplam 1,81 milyon yeşil iş yaratıldı.
Rapordan bazı rakamlar şöyle:
Küresel yenilenebilir enerji istihdamı 2023’te 16,2 milyon: Bu rakam, 2022 yılında 13,7 milyondu. Sadece Çin’de 7,4 milyon yeşil iş yaratıldı. (Toplamın yüzde 46’sı) AB, 1,8 milyon, Brezilya 1,6 milyon istihdama sahip. ABD ve Hindistan’da da 1 milyondan fazla “yeşil iş” istihdamı gerçekleşti.
7,1 milyon güneş fotovoltaik (PV): 2023’te toplam PV işlerinin yüzde 44’ünü oluşturan 7,1 milyon işgücü yaratıldı. Çin, 4,6 milyon ile başı çekerken AB 720 bin istihdam ile uzak ara ikinci sırada yer alıyor.
2.3 milyon doğrudan istihdam: Geçen yıl hidroelektrik enerjideki istihdam, 2022’ye göre yüzde 4 düşüş gösterdı. Yeni eklemelerle daha yavaş bir hızı yansıtıyor.
2,8 milyon biyoyakıt istihdamı: Bunun büyük kısmı, mevsimlik ve yarı zamanlı olmak üzere tarımsal tedarik zincirinde yer alıyor. Brezilya 994 bin kişiyle fazla istihdam sayısına sahip, Endonezya 798 bin kişiyle onu takip ediyor.
1,5 milyon rüzgar enerjisi istihdamı: Burada da Çin 745 bin istihdam ile önde. İkinci sıradaki Avrupa Birliği ülkeleri, halen teknoloji lideri ve yaklaşık 316 bin çalışanı bulunuyor.
IRENA, 2030 yılına kadar yenilenebilir enerji kapasitesinin üç katına çıkarılmasını öngörüyor.
Adil geçiş çabaları
Rapor, IRENA’nın 2011 yılından bu yana devam eden, yenilenebilir enerjiye dayalı bir enerji dönüşümünün sosyo-ekonomik etkilerine ilişkin kapsamlı analitik çalışmasının bir parçası olarak yayımlandı.
Çalışmaların hedefi; bir değer zinciri oluşturabilmek, kadınların yenilenebilir enerji sektörüne katılımını sağlamak, eğitim ve öğretim ihtiyaçları ve fırsatlarını belirlemek ve 2050’ye kadar enerji geçiş yollarının istihdam, gayri safi yurtiçi hasıla ve insan refahı üzerindeki etkisinin modellenmesi olarak belirtiliyor.
Çalışmanın en önemli vurgusu “adil geçiş” üzerine. Adil bir geçiş sadece gerekli mali kaynakların toplanması ve yeni teknolojilerin geliştirilmesi anlamına gelmiyor, aynı zamanda fosil yakıtlardan çıkışla birlikte yenilenebilir enerji sektörüne geçişin herkes için somut faydalar sağlamasını temin etmesi gerekiyor. En önemli bileşenler ise; kapsayıcılık ve eşitlik.
Uluslararası Çalışma Konferansı‘nın 2023 yılındaki 111. Oturumunda, beceri geliştirmenin aşağıdakilerin sağlanmasında kilit bir unsur olduğu vurgulanmıştı:
Adil geçiş: İşgücü piyasasına yeni girenler için eğitim ve öğretimi hep birlikte geliştirmek ve mevcut çalışanların yeniden beceri kazanma ve beceri geliştirme fırsatlarına sahip olmalarını sağlamak.
Eşit dönüşüm: Özellikle kadınlar, gençler ve azınlık grupları için geniş fırsatlar sunan, çeşitlilik içeren bir işgücünün oluşturulması; cazip, üretken ve insana yakışır işler yaratılması.
Çalışmada bu işlerin iyi ücret, güvenli çalışma koşulları ve işçi haklarına saygıyla birlikte eşitliği desteklemesi, sosyal adaleti ve dünyanın dört bir yanındaki toplulukların yaratılan iş ve gelirlerden adil bir pay almasının sağlaması; böylelikle kapsayıcı ve sürdürülebilir bir enerji dönüşümünün gerçekleştirilmesi gereğine vurgu yapılıyor.
Muğla’nın Dalaman, Ortaca ve Menteşe ilçelerinde 17 Ekim’de başlayan orman yangınlarında yaklaşık bin hektarlık 58 saat boyunca yandı. Yanan alanların yarısından çoğu zeytinlik, orman alanı, tarım alanı ve makilik alanlar.
Hafta başında kontrol altına alınan dev yangında yer yer soğutma çalışmaları devam ediyor. Yetkililer orman yangını açısından bölgenin hala riskli olduğunu belirterek, vatandaşlardan dikkatli olmasını istedi.
marmarisyenisayfa.com’un aktardığı bilgilere göre, yangından en çok zarar gören ilçelerden Dalaman’da maksimum 500 hektar alanın yandığı tahmin ediliyor. Bunun çoğu kısmı ziraat alanı ve makilik. Yanan ormanlık alanın ise 100 hektar civarında olduğu düşünülüyor.
Gökova Turnalı‘da yanan alan ise 800 hektar. Bunun yarısından fazlası zeytinlik ve ziraat alanı. Turnalı ve Kıran mahallelerinin sahil kesiminde 20’nin üzerinde bağ evi de kül oldu. Zarar gören ormanlık alan ise 200 hektar civarında.
Menteşe’de arılar yangından kaçamadı
Menteşe ilçesinde üç gün süren yangında 120 arı kovanı da alevler arasında kaldı.
Soğutma çalışmalarının halen sürdüğü bölgeye giden Muğla Tarım ve Orman Müdürlüğü ile Muğla Arı Yetiştiricileri Birliği ekipleri hasar tespit çalışması yaptı.
Birliğin İkinci Başkanı Yılmaz Kaya, yangın başladığında bölgede olan yaklaşık 100 arıcının kendi imkanları ile yaklaşık 20 bin kovanı taşıyarak güvenli alanlara götürdüğünü belirterek, “Sadece bir üyemizin yangında 120 kovanı yandı. Daha büyük kayıpların önüne geçtik” dedi.
18 Ekim Cuma günü başlayan ve ormanlık alandaki elektrik kabloları ve trafolardan kaynaklandığı düşünülen altı ilçeyi etkileyen yangın, sert rüzgarın etkisiyle yayılmış ve ancak dördüncü günün sabah saatlerinde kontrol altına alınabilmişti.
Alevlerin asırlık ve çam balı deposu olan kızılçam ormanıyla birlikte Kıran Köyü’ne ulaşması ise güçlükle açılan yangın şeritleriyle önlenebilmişti.
Muğla’da yıl içinde şimdiye dek 425 yangın
Orman Genel Müdürlüğü sosyal medya hesabından, yangını söndürmek iin çalışan görevlilere, sivil topluma ve gönüllülere teşekkür etti.
Vali İdris Akbıyık ise 2024 yılında 269’u orman, 156’sı ziraat yangını olmak üzere 425 yangın meydana geldiğini, yangınların büyük kısmını ekiplerin hızlı ve etkin müdahalesiyle geniş alanlara yayılmadan söndürüldüğünü kaydetti.
Yeşil Düşünce Derneği‘nin “İklim Eylemi İçin Etki Kampanyaları” çalışmasının kapsamına İstanbul da dahil edildi.
17-28 yaş aralığındaki gençlerin yaşadığımız şehirlerin ve mahallelerin iklim krizine karşı dayanıklılık geliştirmesi için çeşitli projeler üretmesi amacıyla başlatılan etkinliğe son katılım tarihi 3 Kasım 2024.
Dört ay sürecek roje kapsamında gençlerin katılacakları atölyeler ve alacakları mentörlükler sayesinde iklim kampanyası geliştirecek bir ekip oluşturması hedefleniyor.
Yeşil Düşünce’den yapılan duyuruda başvurma kriterleri şöyle belirlenmiş:
İklim krizi ve ekolojik sorunlara ilgi duyuyor ve bu konularda bilgi sahibiysen,
Yaşadığınız yerde iklim odaklı çeşitli kampanya ve projeler geliştirebileceğinizi düşünüyorsan,
Sosyal medya araçlarını kullanıyor ve kampanyalarla daha etkili hale getirmeyi istiyorsan,
17-28 yaş aralığında isen ve İstanbul’da yaşıyorsan
4 aylık yolculuğa katılmaya hazırsan,
bu çağrımız tam sana göre!
Yerel yönetimlerle işbirliği
Proje, kasım ayında yüz yüze gerçekleştirilecek bir atölye ile başlayacak. Başvurucular atölyenin ardından çeşitli mentörlük oturumlarına katılacak. Ardından da Romanya merkezli Station Europe ekibiyle online olarak tanışacaklar ve deneyimlerini paylaşacaklar.
Proje sonunda katılımcıların yaşadığı yer özelinde çeşitli kampanyalar geliştirerek bunları yerel yönetimlerle paylaşması için fırsat yaratılacak.
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Alparslan Bayraktar,Türkiye’nin 2035 yılına kadar rüzgar ve güneş enerjisi kapasitesini dört katına çıkararak 120 bin MW’a çıkarmayı hedeflemesi için 108 milyar dolarlık kamu ve özel yatırıma ihtiyaç duyacağını söyledi.
Türkiye’nin yenilenebilir enerji alanındaki yol haritasının açıklandığı etkinlikte konuşan Bakan, bu yılın ilk yenilenebilir enerji kaynak alanı ihale şartlarının gelecek hafta açıklanacağını bildirdi.
Kapasite artırımı kapsamında, henüz yatırıma dönüştürülmemiş santraller için 34 bin MW’lık ön lisans ve izin başvurularının değerlendirilmesine odaklanılacak.
Bakanlığın yenilenebilir enerji yatırımlarına ilişkin mevcut düzenlemelerde değişiklik yapmak ve özel sektörün daha fazla katılımını teşvik etmek için çalıştığını belirten Bayraktar, “Yatırım aşamasındaki kapasiteye odaklanıp hızlanmamız gerekiyor… İzin alma süresini 4 yıldan 2 yıla düşürmeyi hedefliyoruz” dedi.
Bakana göre, kapasiteyi artırmak için gereken toplam yatırımların yaklaşık 28 milyar doları, ülke genelinde iletim altyapısının iyileştirilmesi, trafo inşası ve yüksek gerilim iletim şebekelerinin kurulması için ayrılacak.
İzin süreçleri kısaltılacak
Türkiye’nin rüzgar ve güneş enerjisi kapasitesinde son yıllarda görülen artışa rağmen uzun izin süreçleri ve finansman eksikliği, enerji sektöründeki yatırımcıları endişelendiren temel sorunlar.
Enerji Bakanı, bunları gidermek için gelecek yılın başlarında 2 bin megavatlık rüzgar ve güneş santrali tahsisi için ihale düzenleyeceğini, yeni düzenlemeyle taban fiyat ve uzun vadeli elektrik alım garantilerinin sağlanacağını, bunun da yatırımların finansmanını kolaylaştıracağını söyledi.
Mütevazı petrol ve doğalgaz kaynaklarına sahip olan Türkiye, yüksek ithalat faturasını düşürmek ve jeopolitik risklerden korunmak amacıyla 2005 yılından bu yana özel sektöre yenilenebilir enerji santralleri yatırımları konusunda teşvik sağlıyor.
Verilere göre, 2005 yılından sonra faaliyete geçen güneş, rüzgar, jeotermal ve biyokütle kaynaklı santraller son 18 yılda yaklaşık 30 bin MW kurulu güce ulaşarak, ülke toplam kurulu gücünün yüzde 17,7’sine ulaştı.
Türkiye’nin elektrik tüketimi son 20 yılda 3 katına çıkarken, fosil yakıt enerjisinin elektrikle ikame edilmesini içeren uzun vadeli enerji dönüşümü nedeniyle önümüzdeki yıllarda tüketimin daha da hızlı artması bekleniyor.
Fosil yakıtlar ve nükleerden vazgeçilmiyor
Bakanın sunumu “Enerji Dönüşümü – Yenilenebilir Enerji 2035” olsa da tanıtım toplantısında Türkiye’nin enerji ithalatını düşürmek için petrol ve doğal gaz aramalarına ağırlık vereceklerini ve küçük modüler reaktörlerle alakalı bir kanuni düzenleme altyapısı hedefleri olduğunu da söyledi.
Nükleer enerji, hammaddesi olan uranyumun doğada sınırlı bulunması “yenilenebilir enerji” kapsamında bulunmuyor.
Bayraktar, Türkiye’nin doğal gaz ve petrolde de önemli atılımlar yaptığını belirterek, Gabar‘da mevcut durumda günlük yaklaşık 51 bin varil petrol üretildiğini ve 100 bin varil üretimin hedeflendiğini söyledi.
Sakarya Gaz Sahası‘nda yaklaşık 7,2 milyon metreküp doğal gaz üretildiğini bildiren Bakan, 2025’in ilk çeyreğinde 9,1 milyon metreküp günlük gaz üreterek 4 milyon hanenin doğal gaz ihtiyacının karşılanacağını ifade etti.
Basın meslek örgütleri, tatile girmeden önce Meclis’e sunulan ancak yoğun tepkiler üzerine 9. Yargı Paketi’nden ayrılan “etki ajanlığı” maddesinin değiştirilmeden tekrar gündeme getirilmesini eleştirdi; maddenin basın özgürlüğünü ciddi bir tehdit altına soktuğunu duyurdu.
Yeni düzenleme ile beraber Türkiye’de “etki ajanlığı” suçunu işleyenler aynı zamanda casusluk faaliyeti kapsamında yargılanacak.
Yeni bir suç oluşturulan maddede “devletin güvenliği ile iç veya dış siyasal yararları aleyhine yabancı bir devlet veya organizasyonun stratejik çıkarları veya talimatı doğrultusunda suç işleyenlerin 3 yıldan 7 yıla kadar hapis cezasıyla” yargılanması; fiil, devletin savaş hazırlığı veya savaş sırasında işlenmesi halinde cezanın 8 yıldan 12 yıla kadar çıkması öngörülüyor.
“Devletin iç veya dış siyasal yararları kavramı” içinde tarif edilen alanlar ise; iktisadi, mali, askeri, milli savunma, kamu sağlığı, kamu güvenliği, kamu düzeni, teknolojik, kültürel, ulaştırma, haberleşme, siber alan, kritik altyapılar ve enerji…
‘Muğlak ifadelerle gazeteciliğin varlığına ve onuruna saldırı’
Basın Konseyi, DİSK/Basın-İş, Diploması Muhabirleri Derneği, Çağdaş Gazeteciler Derneği, Gazeteciler Cemiyeti, Ekonomi Muhabirleri Derneği, Haber-Sen, İzmir Gazeteciler Cemiyeti, Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği, Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın ortak açıklamasında şunlar denildi:
““Gazetecilik faaliyetlerini hukuki belirsizliklerle suç unsuru haline getirecek olan ‘etki ajanlığı’ düzenlemesi AKP iktidarı tarafından yeniden TBMM gündemine getiriliyor. Geçtiğimiz mayıs ayında 9’uncu Yargı Paketi taslağında yer alan ve tepkilerle geri çekilen bu düzenleme, şimdi farklı bir torba yasa teklifi kapsamında yeniden karşımıza çıkmıştır. Bu yasa, iktidar eleştirisini bastırmak ve gazetecilik faaliyetlerini hukuki belirsizliklerle dolu bir alan içine itmek amacıyla oluşturulmaktadır
“Etki ajanlığı” kavramının ceza kanununa eklenmesinin basın özgürlüğünü ciddi bir tehdit altına sokacağı kaydedilen açıklamada, söz konusu maddedeki ifadelerin muğlaklığına dikkat çekildi:
“‘İç ve dış siyasal yararlar aleyhine’, ‘yabancı organizasyon’ ve ‘savaş etkinliği’ ifadelerinin getirdiği muğlaklık, bu düzenlemenin her türlü gazetecilik faaliyeti üzerinde baskı oluşturma potansiyeli taşıdığına işaret etmektedir. Bu düzenleme, gazetecilerin mesleklerini icra ederken her an ‘etki ajanı’ olarak damgalanma riski ile karşı karşıya kalacakları bir ortam yaratacaktır.”
Meslek örgütleri düzenlemenin Türkiye’de ifade özgürlüğünün daha da kısıtlanmasına yol açacağı ve halkın doğru bilgiye ulaşma hakkını ihlal edeceği uyarısı yaptı; gazeteciliğin sadece bir meslek değil, aynı zamanda toplumun bilgilenmesini sağlama görevi olduğuna dikkat çekti: “İktidarın bu tür yasalarla toplumu sindirmeye çalışması, gazetecilik mesleğinin onuruna ve varlığına yapılmış açık bir saldırıdır.”
Açıklama şu ifadelerle sona erdi:
“Gazeteciler olarak, halkın haber alma hakkını savunmak ve gerçeği ortaya koymak adına üzerimize düşen her sorumluluğu yerine getireceğiz. Bu nedenle, tüm meslek örgütleri ve sivil toplum kuruluşlarıyla dayanışma içinde bu hukuk dışı yasal düzenlemeye karşı çıkacak ve kamuoyunu bilgilendirmeye devam edeceğiz. Bizler, özgür bir basının ve ifade özgürlüğünün savunucusuyuz. Bu mücadelemizi, her koşulda sürdüreceğiz.”
Torba Yasa olduğu gibi geçerse, TCK‘nın “Devlet Sırlarına Karşı Suçlar ve Casusluk” bölümündeki “Devlet güvenliği ile ilgili belgeleri elinde bulundurma” başlıklı 339. maddesinden sonra “339/A” adıyla yeni bir madde oluşturulacak.
“Devletin güvenliği veya siyasal yararları aleyhine suç işleme” başlığını taşıyacak madde şöyle:
(1) Devletin güvenliği veya iç veya dış siyasal yararları aleyhine yabancı bir devlet veya organizasyonun stratejik çıkarları veya talimatı doğrultusunda suç işleyenler hakkında üç yıldan yedi yıla kadar hapis cezası verilir. Fail hakkında hem bu suçtan hem de işlediği ilgili suçtan dolayı ayrı ayrı cezaya hükmolunur.
(2) Fiil, savaş sırasında işlenmiş veya Devletin savaş hazırlıklarını veya savaş etkinliğini veya askerî hareketlerini tehlikeyle karşı karşıya bırakmış ise faile sekiz yıldan oniki yıla kadar hapis cezası verilir.
(3) Suçun, milli güvenlik açısından stratejik önemi haiz birimler ile proje, tesis ve hizmetleri yerine getiren kurum ve kuruluşlarda görev yapanlar tarafından işlenmesi halinde verilecek ceza bir kat artırılır.
(4) Bu suçtan dolayı kovuşturma yapılması, Adalet Bakanının iznine bağlıdır.
Bazı sesler vardır hayatımızda, olmazsa olmaz. En azından benim için bu böyle. Suyun çağıltısı, ormanın fısıltısı, rüzgarın uğultusu, kuşların cıvıltısı, toprağın haykırışı, dağların yankısı, annemin nidası, oğlumun gülüşü ve bir de Rodrigo’nun gitar konçertosu… Boşluğunu anında hissettiğim Açık Radyo‘nun sesi de bu seslerin her biri ve aynı zamanda hepsi desem abartmış olmam herhalde.
Programcısı ve sürekli dinleyicisi olduğum radyomuzu, RTÜK‘ün acımasız kararı gereği, tüm programcı ve radyo emekçisi dostlarımızla bir süreliğine de olsa canlı yayında saniyeleri sayarak kapatmak zorunda kalışımız beni çok duygulandırdı. Yıllarca emek verip ellerimle büyüttüğüm çiçeğimin-çocuğumun, benden koparılışı ve ne zaman geri dönüşünü bilemeyişimin hüznüydü belki de bu yaşadığım. Hemen toparlanıyorum.
Buradan şu sonuç çıkmasın: hayırdır teslim mi oluyorsun? Asla! Tam tersine yaşadığım bu derin hüzün bir sonraki adımım için beni daha köklü ve daha azimli kılıyor. Örneğin radyo açılır açılmaz yayınlayacağım programım hazır. Radyo açılırsa demiyorum çünkü açacağımızın bir yolunu bulacağımıza inancım tam. Tüm yol arkadaşlarımda da bu inancı görüyorum. Ayrıca biraz teoriyi zorlayarak birşey söylemek istiyorum. “Hüznün fiziği”nin diyalekti açısından bakarsak en derin hüzünler en coşkulu ve en mutlu adımları getirecektir. Tabii yaşama ve mücadeleye olan inancımızı yitirmemişsek! Ki bunun ibareleri de fazlasıyla var.
Söz bizim sözümüz, ses bizim sesimiz
Açık Radyo, kapatılsa da kapatılamadı. Hemen her kesimden insanlar ve kolektiflerin tepkisi çığ gibi büyüyor. Çünkü gördükleri tek şey; sayısız gönüllü programcının ve radyo emekçisinin tüm samimiyetiyle kamusal alanın niteliği için çalıştığı oldu bugüne kadar. Daha da önemlisi sesini duyurma yetisi olmayan her nesne dile geldi Açık Radyo’da. Yaşamın bütünselliğinde yer alan canlı-cansız hiçbir varlık dışarıda kalmadı.
İşte bunun için Açık Radyo açık kalmalı ve biz elimizden ne geliyorsa potansiyelimizi bunun için sonuna kadar kullanmalıyız! Çünkü Açık Radyo’nun sesi bizim sesimiz, araya giren hiçbir görüntü yok. Herhangi bir sermaye grubunun erki yok! Söz bizim sözümüz, ses bizim sesimiz susturmayalım! Açık Radyo olmazsa gerçekten olmaz!
The Guardian‘dan Phoebe Weston‘un COP16 vesilesiyle bilim insanlarıyla yaptığı görüşmelerin özetlenerek çevirisidir.
*
Dünya liderleri, bilim insanları, iklim ve ekoloji aktivistleri dün Kolombiya’nın Cali kentinde başlayan BM Biyolojik Çeşitlilik 16. Taraflar Konferansı‘nda (COP16) bir araya geldi.
Katılımcılar müzakerelere hazırlanırken, dünyanın dört bir tarafındaki bilim insanları da insanlığın Dünya’nın sınırlarını parçalamanın eşiğinde olduğunu ve biyoçeşitlilik kaybı konusunda bir an önce harekete geçilmezse büyük maliyetler ödeneceği uyarısı yaptı.
Reading Üniversitesi‘nde uygulamalı ekoloji profesörü olan Tom Oliver, “Zaten önemli bir hasara kilitlenmiş durumdayız ve daha fazlasını göreceğimiz bir yöne doğru ilerliyoruz. Olumsuz değişikliklerin çok hızlı olabileceğinden gerçekten endişeleniyorum” diyor.
1970’ten bu yana yapılan çalışmalar, yaban hayatı popülasyonlarının ortalama yüzde 73, bazı bölgelerde ise yüzde 95 oranında azaldığını ve bundan önceki on yıllarda ve yüzyıllarda çok sayıda türün kaybolduğunu tahmin ediyor. İnsanların yok ettiği türler arasında posta güvercinleri,Carolina papağanları ve Floreana dev kaplumbağaları gibi birçok tür yer alıyor. Oliver, “Türümüzün binlerce diğer türün neslinin tükenmesine yol açması utanç verici” diye konuşuyor.
Biyoçeşitlilik krizi yalnızca diğer türlerle ilgili değil; insanlar yiyecek, temiz su ve solumak için hava için de doğal dünyaya güveniyor. Uzmanlar, önümüzdeki 15 ila 20 yıl içinde tatlı su kirliliği, okyanus asitlenmesi, orman yangını, yosun patlamaları yoluyla gezegeni etkileyecek bir çok riske ek olarak gıda krizi yaşayabileceğimiz konusunda da uyarıyor.
Birleşik Krallık hükümetiyle birlikte dünya için “kronik riskleri” belirlemek üzere çalışan Oliver, doğa bozulmasının ülke GSYİH’sinde yüzde 12’lik bir kayba neden olabileceğini gösteren 2024 raporunun yazarları arasında. Raporda, salgınlar, mahsulleri tozlaştıran böceklerin kaybı, balıkçılık faaliyetlerinin çöküşü ve su baskınları öngörülen riskler arasında sayılıyor.
Bilim insanları da insan faaliyetinin gezegen güvenliğinin sekiz göstergesinden yedisinde dünyayı tehlike bölgesine ittiğini söylüyor. iyileştirmeler hızlı biçimde yapılmazsa, biyolojik çeşitlilik kaybı hızlanacak ve daha fazla tür yalnızca hayvanat bahçelerinde sergilenecek.
Londra Zooloji Derneği‘nin (ZSL) koruma ve politika direktörü Dr.Andrew Terry, Madagaskar‘da çevresel olarak tetiklenen kıtlığa ve kitlesel göçe tanık olduğumuzu hatırlatarak, şu değerlendirmeyi yapıyor:
“Azalan kaynaklara, özellikle de suya ve yiyeceğe erişim için artan çatışmalar; sıcaklıklar dayanılmaz seviyelere çıktıkça ve kirlilik arttıkça, özellikle kentsel ısı [nedeniyle] büyük sağlık sorunlarında artışlar göreceğiz. Bu, bir zamanlar zengin, nemli tropikal alanların kuru savanlara dönüştüğü veya ısınan okyanus akıntılarının tamamen değiştiği bir durum olacak. İnsanlığı etkileyecek devasa işlevsel değişimler göreceğimiz yer burası.”
‘Sadece temel türleri değil, dünyayla bağımızı da kaybettik’
Galler‘deki Bangor Üniversitesi‘nde çiftçilik sistemleri ve iklim değişikliği üzerine doktora yapan Tonthoza Uganja da neredeyse bir nesil içinde doğadaki olumsuz değişimler gördüğümüzü ve bunun çılgınlık olduğu görüşünde: “İnsanların geçim kaynakları bunun merkezinde yer alıyor. Biyolojik çeşitliliğin kaybı karmaşık görünüyor, ancak günün sonunda, biyolojik çeşitliliği kaybettiğimizde, aslında insan olarak kendimizin de bir kısmını kaybediyoruz. Harekete geçmezsek, tarihimizi kaybettiğimiz bir gezegen olacak, çünkü doğamız tarihimizdir. Sadece temel türleri kaybetmedik, Dünya ile bağlantımızı da kaybettik.”
iklim değişikliğinin yıkıcı etkilerine dikkat çeken Uganja, değişen hava sistemlerinin mahsul kıtlıklarını daha yaygın hale getirdiğini ve topluluklarda büyük şok yarattığını vurguluyor: “Dünya’nın doğal sınırlarını parçalamanın eşiğindeyiz; henüz oraya ulaşmadık ama tam kıyısındayız.”
Herkes aciliyeti kabul ediyor, ancak hükümetler kendi hedeflerinden uzakta
İklim krizi, biyoçeşitlilik kaybına kıyasla medyada sekiz kata kadar daha fazla yer alıyor. Bilim insanları bunun tehlikesine dikkat çekiyor. Londra’daki Kew Kraliyet Botanik Bahçeleri‘nin bilim direktörü Alexandre Antonelli, “Konuştuğum her şirket lideri ve politikacı, biyoçeşitlilik kaybını durdurmanın aciliyetini kabul ediyor ve bu konuda somut bir şeyler yapmakla gerçekten ilgileniyor gibi görünüyor. Beş yıl önce durum böyle değildi” diyor.
Hükümetler şimdiye kadar doğa kaybı konusunda kendilerine koydukları hedeflerden hiçbirini tutturamadı ve uzmanlar bunun acilen değişmesi gerektiğini söylüyor. ZSL‘nin yaban hayatı kurtarma başkanı Mike Hoffman‘a göre kaybedecek zaman yok: “Sadece oturup kaybı belgeleyemeyiz; hükümetler, diğer STK’lar, özel sektör ve topluluklarla birlikte çalışarak bu kayıp yörüngesini bozmak için harekete geçmeliyiz.”
Cop16’da tartışılacak temel konular arasında, zengin ülkelerin 2025 yılına kadar düşük ve orta gelirli ülkelere yıllık en az 20 milyar dolar katkıda bulunma hedeflerine ulaşıp ulaşamayacakları ve tüm ülkelerin biyolojik çeşitliliği korumak için kendi iç hedeflerini belirlemeleri yer alıyor. Toplantı öncesinde ülkelerin sadece yüzde 20’sinden azı bunu yapmıştı.
Oliver, biyolojik çeşitlilik kaybının temel nedenlerinin dünya görüşlerimizde yattığına ve çözümlerin de burada olacağına inanıyor. Bu devasa yıkıcı gücü değiştirmek; zihniyetlerimize ve kendimizi ’bu bozulmaya kilitlenmiş” olarak görme biçimimize kadar, ekonomimizin yönetilme şeklini ve eğitim sisteminin işleyişini değiştirmek anlamına geliyor: “Bence bu kitlesel yok oluşla başa çıkmaya başlamanın tek yolu, yaşam ağındaki diğer türlerden sadece birinin parçası olarak ilişkimizde daha fazla alçakgönüllülüğe sahip olmamızdır. Doğa yanlısı değerlerin temelini kaybettik… Bunu geri kazanmamız gerekiyor ki ekosid konusunda bu rahat tavrı takınmayalım.”
Doğanın restorasyonu,’sahip olmanın güzel olduğu’ bir şey değil
Birçok hükümet doğa restorasyonuna öncelik vermede pek başarılı değil. Ağustos ayında yapılan bir araştırmaya göre kelebekler, arılar ve yarasalar İngiltere’deki doğa dostu tarım programlarının desteklediği yaban hayatı arasında yer alıyor. Ancak ertesi ay İşçi Partisi hükümetinin, 22 milyar sterlinlik açığı kapatmak için ülkedeki doğa dostu tarım bütçesini 100 milyon sterlin azaltacağı ortaya çıktı.
Bir drone görüntüsü, kunduzların kuraklık sırasında bir sulak alan alanını korumada sahip olduğu faydaları gösteriyor. Fotoğraf: Clinton Devon Estates.
James Hutton Enstitüsü‘nde ekolojik bilimler başkanı olan Prof. Rob Brooker, hükümetlerin finansal kısıtlamalar nedeniyle doğa korumayı önceliksizleştirmesinin sinir bozucu olduğunu söylüyor: “Biyolojik çeşitlilik ‘olması güzel bir şey’ değil , iklim değişikliği, sağlık ve refah ve sürdürülebilir gıda üretimi konusunda eylemde bulunmanın kritik bir unsurudur. Eylem olmazsa, gezegenimiz önümüzdeki on yıllarda daha da tükenecek. Daha az istikrarlı bir iklime ve daha aşırı hava olaylarına sahip bir dünyada daha fazla aç insan yaşayacak.”
Bournemouth Üniversitesi‘nden İngiliz Ekoloji Derneği politika komitesi başkanı olan Prof. Rick Stafford, kendi yaşamı boyunca incelediği önemli türlerin düşüşünü izlediğini anlatıyor: İlk olarak 20 yıl önce Endonezya resiflerinde köpekbalıklarıyla dalışa giden Stafford, bu hayvanların sadece Endonezya’da değil, başka yerlerde de tamamen yok olduğuna, ve yokluklarının “yeni normal” olduğunu dikkat çekiyor. Ancak bunun deniz ekosistemleri için kademeli etkileri olabilir.
Mercan resifleri önemli balık yuvalarıdır ve dünya çapında 500 milyondan fazla insanın beslenmesine yardımcı olur. Stafford da biyolojik çeşitliliğin yalnızca “olması güzel bir şey” olmadığı konusunda hemfikir:
“Aslında olmazsa olmaz bir şey. İnsanlar, bunun aciliyetini anlamıyor. Biyolojik çeşitliliği geri kazanamayacağımız kritik sınırlara çok yakınız ve bunun toplum üzerinde gerçekten büyük etkileri var. Bu sadece birkaç kelebek görebilmekle ilgili değil.”
Zonguldak’ta çoğunluğu yerel basından olan gazeteciler, dün geçim zorluklarına, itibarsızlaştırmaya, emek hırsızlığına ve sansüre karşı dikkat çekmek amacıyla, bu kez kendi hakları için sokağa çıktı.
Gazipaşa Caddesi üzerindeki Madenci Anıtı önüne fotoğraf makinelerini ve kameralarını bırakan gazeteciler, burada oturma eylemi yaptı.
Eyleme, DİSK’e bağlı Türkiye Basın Yayın Matbaa Çalışanları Sendikası Genel Başkanı Turgut Dedeoğlu,Türkiye Gazeteciler Sendikası Mesleki Hakları Uzmanı İlyas Coşkun, Karaelmas Gazeteciler Derneği Başkanı Mustafa Emen, Zonguldak Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Derya Akbıyık, çeşitli gazetelerde çalışan gazeteciler, siyasi parti temsilcileri ve sivil toplum kuruluşları katıldı.
Eylemde gazeteciler adına bir açıklama yapan Zonguldak Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Derya Akbıyık, gazeteciler olarak mesleğin içinde bulunduğu mali sıkıntıları ve taleplerini dile getirmek için eylem kararı aldıklarını belirtti; yıllardır süregelen sorunların mesleğin onurunu ve geleceğini tehdit eder hale geldiğini söyledi.
Anadolu basını can çekişiyor
Akbıyık, gazetecilerin can güvenliği olmadan, 17 bin 2 liraya mesai saati gözetmeksizin çalıştıklarını ifade etti:
“Bizler sırf işimizi yapabilmek için mobbingin her türlüsüne boyun eğmek zorunda kalanlarız. Tehditlere maruz kalan, darp edilen ve bununla başa çıkmaya çalışan insanlarız. Ve artık yeter! Sesimizin duyulmasını, Anadolu basınının can çekiştiğini görmenizi istiyoruz. Bizler ve mesleğimiz yok oluyor, siz bunu görmüyorsunuz!
Sürekli üreten ve tüketen bir konumdayız, ancak tasarruf tedbirlerinden en ağır şekilde biz etkileniyoruz. Tasarruf bahanesiyle yerel basını görmezden gelen, aboneliklerini iptal eden kurumlar, yerel basına büyük bir darbe vuruyor. Bizleri her etkinlikte yanlarında görmek isteyen bu kurumların, basını desteklemesi zorunludur. Gazetecilik onuruyla yapılır, asgari ücretle değil! Asgari ücretle, hatta bunun da altında çalışan arkadaşlarımız var! Gazetecinin geçim derdiyle boğuşarak doğru haber yapmaya çalışması basın özgürlüğüne vurulmuş bir darbedir.”
‘Hükümet sansürü ve Basın İlan Kurumu uygulamaları özgür haberciliği engelliyor’
Hükümetin medya üzerindeki sansürünün halkın doğru bilgiye ulaşma hakkını kısıtladığına dikkat çeken Akbıyık, “Özgür bir basın olmadan demokrasiden bahsedilemez. Ayrıca herkesin kolayca internet haber sitesi açabilmesi sektörde denetimsizliği ve güvenilirlik sorunlarını artırıyor. Bu konuda acil düzenlemeler yapılmalı” diye konuştu.
Cemiyet başkanı Basın İlan Kurumu’nun uygulamalarının da gazetecilik faaliyetinin önünde büyük engeller oluşturduğunu belirtti:
“İlk olarak 30 bin gösterge şartı gibi anlamsız ve ağır koşullar, onca mücadelemize rağmen resmen emeğimizle alay edilerek başarılı olduktan sonra 5 bine düşürüldü. Basın İlan Kurulu gazeteciliği değil, kağıt üzerinde rakamları hedefliyor. Bizler mesleğimizi göstergelerle değil, halkın bilgiye ulaşma hakkını savunarak yapıyoruz.”
Akbıyık’ın açıklamalarının ardından alanda bulunan gazeteciler makinelerini yere bırakarak, Madenci Anıtı önünde 1 saatlik oturma eylemi yaptı.
Dijital teknolojilerin yardımıyla kentleri daha verimli ve sürdürülebilir hale getirmeyi hedefleyen ‘‘akıllı şehir’’ uygulamaları, önemli bir iklim çözümü olarak sunuluyor. Giderek artan sayıda ülke ve bazen de milyarderler, iklim değişikliğine çözüm olarak akıllı şehirler inşa etme yoluna gidiyor.
Çölün ortasında sıfırdan inşa edilen ‘‘akıllı şehir’’ projeleri, hayatımıza ilk defa 2007’de, Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) yenilenebilir enerji ve temiz teknolojiler şirketi Masdar’ın “Masdar City” projesi ile girdi. Bu proje, doğru teknoloji ve tasarım çözümleri ile iklim değişikliğine çare olunabileceği fikrine dayanıyordu.
‘‘Sıfır karbon’’ bir ‘‘eko-şehir’’ olarak tasarlanan Masdar City’nin tüm enerjisi, yenilenebilir kaynaklardan karşılanacaktı. Şehrin sokakları, geleneksel Fars mimari unsurlarından rüzgar yakalayıcılar ile serinletilecekti ve su sorunu, deniz suyu arıtılarak çözülecekti. Hem araçlara hem toplu taşımaya alternatif olarak tasarlanan ‘‘kişisel hızlı ulaşım sistemi’’ (personal rapid transit, PRT) ile ulaşım yeraltına taşınıyordu. Petrol gelirleriyle finanse edilen bu şehir için 22 milyar dolarlık yatırım yapıldı.
Masdar City’yi inceleyen ‘‘Çölde Uzay Gemisi’’ kitabının yazarı, ABD‘deki Rice Üniversitesi Antropoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Gökçe Günel, bunun aynı zamanda Abu Dabi için bir ‘‘imaj iyileştirme’’ projesi olduğuna ve petrol sonrası döneme hazırlık niteliği taşıdığına işaret ediyor. Bu yönüyle başarılı olduğu savunulabilecek proje, sürdürülebilirliğe ilişkin hedeflerinin çoğuna ise ulaşamadı.
Her ne kadar Masdar City ‘‘yeşil’’ bir şehir yaratmanın zorluklarını göstermiş olsa da bu örnek, akıllı şehirler inşa etme iştahını azaltmadı.
Suudi Arabistan, ülkenin kuzeydoğusunda üç şehirden meydana gelecek mega-kent NEOM’u inşa ediyor. Bu şehirlerden yalnızca TheLine’ın dokuz milyon kişiye ev sahipliği yapması planlanıyor. ABD’de ise milyarder Marc Lore, yüzyıl ortasına kadar beş milyon nüfusa ulaşmasını hedeflediği Telosa şehrini, yine çölde inşa etmeyi planlıyor.
Bu şehirlerin, hem iklim krizinden hem de Orta Doğu’da devam eden savaşlar gibi toplumsal krizlerden korunaklı, adeta bir ‘‘uzay gemisi’’ gibi inşa edildiğini aktaran Günel, toplumların tamamı için kapsayıcı bir çözüm önermediklerine dikkat çekiyor.
Masdar City’ye öğrenci veya çalışan olarak girebilmek için bir başvuru sürecinden geçildiğini aktaran Günel, mavi yakalı çalışanların ise şehre girme hakkının bulunmadığını belirtiyor:
‘‘Bu tip alanların, iklim değişikliğiyle birlikte artan sorunlar çerçevesinde dünyada yaygınlaştığını görüyoruz. Evrensel sorunlara evrensel çözümler bulamadıkça, insanlar sınırlı bir şekilde kendilerini korumaya çalışıyor ve dünyanın geri kalanını da çok umursamayan bir pozisyona geçiyor.’’
Günel’e göre bu yaklaşımın bir diğer önemli tehlikesi, sorunun sonuçlarına çözüm üretirken, sebeplerini arka plana itmesi. Bu gibi projelerin, ‘‘bir yandan var olan eşitsizlikleri korurken bir yandan da emisyonları azaltmaya dair dünyaya bir umut verdiği,’’ eleştirisinde bulunuyor.
‘Abu Dabi, Masdar City ile geleceğini garanti altına almak istedi’
Doç. Dr. Gökçe Günel’in konuyla ilgili değerlendirmeleri şöyle:
‘‘Abu Dabi kendi geleceğini planlarken, petrol artık değersiz bir ürün haline geldiğinde veya petrol rezervleri tükendiğinde ne yapacağını sormaya başladı. Emirlik’te güç sahibi kişiler, enerji sektöründe ne kadar güçlü ve yerleşik bir pozisyonda olduklarını görerek, ‘belki de geleceğimizi güvenceye almak için yapmamız gereken şey sürdürülebilir enerjiye yatırım yapmaktır’ diye düşünmeye başladı.
Birçok petrol şirketi de böyle düşünüyor. BP gibi, Shell gibi şirketlere baktığımız zaman, onların da bir seviyede sürdürülebilir enerji kaynaklarına yatırım yaptıklarını, teknolojik yatırımlara giriştiklerini görebiliyoruz. Bu anlamda, aslında Abu Dabi’nin yatırımı çok şaşırtıcı bir şey değil. Ama petrol zengini bir ülkenin bu kadar kaynağını sürdürülebilir enerjiye, temiz teknolojilere yatırması birçok insana büyük bir paradoks gibi geldi.
Aslında bu Abu Dabi için temel olarak ekonomik bir karardı. Ekonomik anlamda bu sektörlerin ileride değer kazanacaklarını düşündükleri için bu işe girdiler.
Hemen olacak bir şey değilse de bundan 100 sene sonra petrol tükendiğinde veya artık değersiz bir tüketim maddesi haline geldiğinde, Abu Dabi dünyaya ne satacak? Şu anki refah düzeyini nasıl koruyabilir? Kendi nüfusuna sağladığı imkanları sağlamaya nasıl devam edebilir?
Abu Dabi için petrol, kâr marjı çok yüksek bir ürün. Sürdürülebilir enerji sistemleri geliştirerek bu kâr marjını koruması tabii ki mümkün değil ama yine de bu, onların bakış açısıyla, yapılması gereken bir yatırım.
Norveç’i örnek alıyorlar
‘‘Abu Dabi’de çok fazla adı anılan, örnek alınan bir ülke, Norveç. Norveç de petrol zengini olan ancak ekonomik yatırımlarını çok çeşitlendirebilmiş bir ülke. Bu ülkeden ‘vejetaryen kasap’ diye bahsedilir. Ürettiği petrol kaynaklı yakıtlardan çok büyük bir gelir kazanıyor, ancak kendisi bunları tüketmiyor. Bu geliri farklı farklı sektörlere yatırarak ekonomik geleceğini garanti altına alıyor. Abu Dabi, nasıl aynısını başarabileceğine kafa yordu.
Bu tip sorular sora sora, Masdar gibi bir şirket kurmaya karar verdiler. Masdar, 2006 yılında kuruldu. Masdar City’nin kurulması, bundan 20 yıl önce verilmiş bir karar. Bugün dünyada bu tip yatırımlarla ilgili büyük bir tartışma var. Ancak o dönemde böyle bir karar verilmesi, sürdürülebilir enerjinin geleceğe damga vuracağını göstermesi anlamında oldukça yenilikçi ve etkileyiciydi.
Masdar, aynı zamanda bir imaj iyileştirme projesiydi
‘‘En başından beri bu projeyle amaçlanan bir diğer şey ise Masdar’ı bir pazarlama stratejisi olarak kullanabilmekti.
Abu Dabi’nin, kendisini Batı dünyasına kabul ettirmek, elit bir ülke olarak görülmek gibi bir kaygısı vardı. Aynı zamanda dünyanın kendilerini, geride kalmış petrol zenginleri gibi görmesini de istemiyorlar.
Bunun ardına bakarsak Arap ülkelerinin genel olarak Batı’yla ilişkilerine dayanan, daha büyük bir dinamik olduğunu söyleyebiliriz. ‘Arap ülkeleriyle ilgili Batı’da var olan hikayeyi nasıl değiştirebiliriz, nasıl yeniden yazabiliriz?’ gibi bir düşünce de var bunun arkasında.
Bu imajı nasıl değiştirebileceklerini sorgularken, böyle büyük bir yatırımın bu anlamda faydalı olabileceğini düşündüler.
Bu nedenle Masdar City projesi The NewYork Times’ın baş sayfasına çıktığı zaman çok büyük olay oldu. O zaman, gazetenin ilk sayfasına o güne kadar hiçbir binanın çıkmadığı söylenmişti. Bunun için büyük bir sevinç duydular ve başarılı olduklarını düşündüler.
Her ne kadar şehir projesi başarıyla gerçekleştirilemediyse de, böyle bir ilgi görmüş olması bir başarı gibi algılandı. Nitekim bu yalnızca ekonomik bir yatırım değil, aynı zamanda bir imaj yatırımı olarak düşünülüyordu. Bunu bütün dünya duysun istediler.
Yalnızca seçilmiş kişileri kurtaracak bir ‘uzay gemisi’
‘‘Masdar’ı bir uzay gemisi gibi düşünmek, Masdar’ı kuran, orada yaşayan insanlara, evrensel sorunlara çözüm ürettiklerine dair bir güven verdi.
Ortada bir iklim değişikliği krizi var, enerji krizi var, Orta Doğu’nun tamamı savaşlarla çevrili ve Masdar City sanki bütün bu kaostan izole edilmiş, ekonomik refah içinde, enerji sorunlarını çözmüş, iklim değişikliğinden etkilenmeyen, astronotların her zaman doğru kararları verdiği bir alan gibi düşünülmüş.
‘Uzay gemisi’ ilk başta, Masdar’da yaşayan Masdar Enstitüsü öğrencilerinin taktığı bir isimdi. Sonradan, şehri pazarlayan insanlar bu tanımlamadan çok hoşlanıp benimsediler. Birden herkes şehirden uzay gemisi olarak bahsetmeye başladı.
Ama tabii ki uzay gemisi benzetmesi şöyle bir soru doğuruyor: Bu gemiye kimler girebilir, kimler giremez?
Burada ‘sınırlı evrenselcilik’ olarak tanımladığımız bir durum var: Hem evrensel sorunlara bir yanıt veriliyor hem de bu evrenin içindeki herkesin bu çözümden faydalanamayacağı gösteriliyor.
Nuh’un gemisine nasıl seçilmiş hayvanlar bindilerse, bu uzay gemisine de yalnızca seçilmiş insanlar ve belki bazı hayvanlar girebilecek. Dolayısıyla yalnızca teknolojilerin kendisine değil, kimler tarafından ve kimler için uygulanacağına da bakmak çok önemli.
Evrensel çözümlerin yokluğunda, herkes kendini korumaya odaklanıyor
‘‘Bu dışlayıcılık, Masdar City’nin tanımında da var olan bir şeydi. Bu şehre öğrenci veya çalışan olarak girebilmek için bir başvuru sürecinden geçiyorsunuz. Orada çalışan mavi yakalı insanların, örneğin güneş panellerini temizleyen insanların bu şehrin olanaklarından faydalanma hakkı yok. Fakat bu, orada çalışanlar tarafından bir tutarsızlık gibi algılanmıyordu çünkü bu zaten BAE’nin tanımında var olan bir ayrımcılıktı.
Bu tip alanların, iklim değişikliğiyle birlikte artan sorunlar çerçevesinde dünyada yaygınlaştığını görüyoruz. Evrensel sorunlara evrensel çözümler bulamadıkça, insanlar sınırlı evrenselciliğe yönelip kendilerini bir şekilde korumaya çalışıyorlar. Dünyanın geri kalanını çok da umursamayan bir pozisyona geçiyorlar.
Örneğin insanlar, eskiden nükleer saldırılardan korunmak için yapılmış sığınaklara yerleşebiliyorlar. Özellikle ABD’de milyarderlerin de yaklaşmakta olan bir felakete hazırlık amaçlı sığınaklar inşa ettirdikleri, yalnızca ‘afete dayanıklı’ evler satan emlak ofislerinin ve yeraltı sığınaklarına randevu kabul eden şirketlerin açıldığı biliniyor.
Bu anlatıyı hem dizilerde, filmlerde izliyoruz hem de çevremizde görüyoruz. İlk olarak Masdar’da kurgulanan bir yaklaşım değil; aynı zamanda bize öğretilen bir hikaye. Dünyadaki tek çözüm sınırlı evrenselcilik gibi düşünmeye başlıyoruz.
Masdar City, ‘statükocu ütopya’ örneği
‘‘Bu yaklaşım Masdar ile sınırlı değil. Küresel olarak uygulanan birçok başka girişim var olan sistemimizi, alışkanlıklarımızı korumak üzerine yapılıyor ve bu yönden birbirine benziyor. Mesela, arabayla seyahat etmeye alıştırıldık ve petrolün olumsuz etkileri ortaya çıkınca benzinden vazgeçip elektrikli araçlara geçmeye çalışıyoruz.
Bunun gibi, günlük hayattaki pratiklerimizi korumamıza izin veren, teknolojik veya tasarım çözümleriyle bu pratikleri biraz değiştiren uygulamalara ‘teknik düzenlemeler’ diyebiliriz. Bunlar, iklim değişikliğinin veya enerji sorunlarının temeline inmek yerine, statükoyu muhafaza edecek çözümler. Masdar’daki çoğu süreç de böyleydi.
Kitapta da Masdar’dan bahsederken ‘statükocu ütopya’ diye bir tabir kullandım. Bunu çok faydalı buldum çünkü Masdar birçok kişi tarafından ütopya gibi algılanan, mükemmel bir gelecek sunduğu düşünülen bir projeydi. Ama aslında bu mükemmel geleceğin temelinde yalnızca günümüzdeki dinamiklerin korunması var.
Günümüzdeki dinamikler derken de sadece arabayla seyahat etmeyi kastetmiyorum. Daha büyük resme bakacak olursak; devletin sistemleri veya kapitalist ekonominin getirdiği eşitsizlikler olarak da düşünebiliriz.
Bu yaklaşım, günlük alışkanlıklarımızı korurken emisyonları da azaltabileceğimize dair bir umut veriyor; fakat aynı zamanda var olan eşitsizlikleri muhafaza ediyor ve kimi zaman derinleştiriyor.
İklim değişikliğini daha fazla tüketimle çözebileceğimiz algısı yaratılıyor
‘‘Bu biraz klişe olacak belki ama kısa zaman önce vefat eden Fredric Jameson’ın meşhur bir sözü var, ‘Dünyanın sonunu düşünmek, kapitalizmin sonunu düşünmekten daha kolaydır.’
Teknolojik çözümler, tasarım odaklı çözümler ya da iş pratikleri odaklı çözümler, insanların geliştirmekten hoşlandıkları çözümlere dönüştü. Bu çözümleri metalaştırıp dünyanın farklı yerinde uygulamak mümkün görünüyor. Ama bu gibi çözümlere bu kadar zaman ayırdıkça, ‘neden böyle bir sorun yaşıyoruz?’, ‘neden bu çözümlere ihtiyaç duyuyoruz?’ gibi sorular soramıyoruz. Daha temel sorular sormak, tüketimin kendisini sorgulamak, tamamen engelleniyor.
Bugün iklim değişikliği zirvelerinde her şeyin yeşil versiyonunun satıldığını görebilirsiniz. Örneğin yeşil plastik torbalar, yeşil polis arabaları, yeşil kıyafetler, vesaire. Her şeyin yeşil versiyonu yapılıyor ve satılıyor. Ama sistemin kendisine dair herhangi bir sorgulama yapılmıyor. Biz neden bu kadar tüketiyoruz; acaba ilave bir çeşit arabaya gerçekten ihtiyacımız var mı, diye sormuyoruz.
Bunları sormak demek kapitalizmin kendisini eleştirmek, konunun derinine inmek demek. Ama geldiğimiz noktada bu soruyu masaya getirebilecek bir kişi veya kurum dahi yok.
Bu soruların sorulmuyor olduğunu fark etmek dahi çok önemli çünkü şu an sorundan çıkış yolumuzun bu yeşil ürünleri tüketmek olduğu fikrini benimsemiş durumdayız.
Araba örneğinden devam edersek, ‘tüketerek çözelim’ dediğinizde elektrikli araçlara yatırım yapıyorsunuz ve bu defa da karşınıza lityum madenciliği sorunu çıkıyor. Yeni kirlilik tipleriyle karşılaşıyoruz. İklim değişikliğini çözelim derken, farklı versiyonlarını yaratıyoruz.’’