Ana Sayfa Blog Sayfa 1028

DSİ su kanallarını satılığa çıkardı

Milli Emlak Genel Müdürlüğü, Özelleştirme İdaresi ve Toplu Konut İdaresi Başkanlığından (TOKİ) sonra Devlet Su İşleri (DSİ) Genel Müdürlüğü de gayrimenkul satışına başladı.

Basın İlan Kurumu ilan sitesinde yayımlanan ilanla DSİ 21. Bölge Müdürlüğü‘ne ait Aydın, Denizli ve Muğla illerindeki 29 adet taşınmazın açık teklif usulü ihale yolu ile satılacağı duyuruldu.

Bedel: 255 bin lira

Sözcü’den Latif Sansür’ün aktardığına göre; satış ilanının ilk beş sırasında Aydın’ın Efeler ilçesi Kuyucular Mahallesi’ndeki su kanalının yer alması dikkat çekti. DSİ’nin satışa çıkardığı, bitişim beş parsel üzerinde yaklaşık 400 metre uzunluğunda, genişliği 20 ile 30 metre arasında değişen kanal için 255 bin lira muhammen bedel belirlendi. İhale ve teklif açma tarihi 28 Şubat 2022 olarak duyuruldu.

Beş yıl emlak vergisi ödenmeyecek

Öte yandan Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı Milli Emlak Genel Müdürlüğü internet sayfasında 72 ildeki 5 bin 524 hazine taşınmazının satışa hazırlandığı duyuruldu. İlanda, satışlardan KDV alınmayacağı, iki yıl taksit imkanı olduğu ve beş yıl emlak vergisi ödenmemesi gibi kolaylıkların sağlanacağı da belirtildi.

‘Yazıklar olsun’

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Aydın Milletvekili Süleyman Bülbül, satış kervanına DSİ’nin katılmasına tepkisini şu cümlelerle dile getirdi:

“Cumhuriyet kazanımlarını tek tek sattılar, özelleştirme adı altında yandaş şirketlere peşkeş çektiler. 70 milyar dolarlık özelleştirme bedelinin ne olduğu belli değil. Cumhuriyet kazanımları elimizde kalmadığı gibi, 70 milyar dolar heba edildi. Kamu mallarını sata sata memleketi bitiremediler, şimdi sıra DSİ’nin kanallarına, gayrimenkullerine geldi. Yazıklar olsun.”

Türkiye’nin ilk ‘yeşil hidrojen’ tesisini kamu-özel sektör girişimi kuracak

Balıkesir‘de kurulması planlanan Türkiye’nin ilk yeşil hidrojen tesisi için iş birliği protokolü imzalandı.

Güney Marmara Kalkınma Ajansı‘ndan (GMKA) yapılan açıklamaya göre, tesis için hazırlanan iş birliği protokolüne imzalar, GMKA, Enerjisa Üretim, Eti Maden, TÜBİTAK Marmara Araştırma Merkezi (MAM) ve Aspilsan Enerji yetkilileri tarafından atıldı.

İş birliği protokolü kapsamında, yüzde 100 enerji dönüşümünü sağlama yolunda alternatif enerji kaynağı olarak görülen yeşil hidrojen, Enerjisa Üretim’e ait Bandırma Enerji Üssü‘nde üretilecek.

Yapılan imza töreninde konuşan Sanayi ve Teknoloji Bakan Yardımcısı Çetin Ali Dönmez, “Kamuda oluşan bu birikimi özel sektör ile birlikte kullanmamız, buralardan güzel başarı hikayeleri çıkarmamız lazım. Bakanlığın bakış açısı olabildiğince somut ve makul projeleri desteklemektir, hatta ‘Bandırma Enerji Üssü’ gibi kuruluşlarımızca ortak bir vizyon belirlenmiş alanlarda yapılacak çalışmaların, Türkiye’de KOBİ’lere, akademiye, girişimcilere fayda sağlaması için Bakanlık kaynaklarının harekete geçirilmesi de mümkündür” dedi.

Bu yıl temeli atılacak

Eti Maden İşletmeleri Genel Müdürü Serkan Keleşer de “sodyum bor hidrür üretiminin” yatırımı için çalışmalara başlayacaklarını belirterek, “Hidrojen konusunda da borun çok büyük avantajları var ve bu avantajı kullanarak katma değeri yüksek, katı bor-hidrojen bileşiklerinin üretimine odaklanacağız” diye konuştu.

Güney Marmara Kalkınma Ajansı Enerji Yöneticisi Mehmet Volkan Duman ise hibrit sistemler hakkında bilgi verdi. Duman, Türkiye’nin enerji dönüşüm sürecine ve ülke için ilk olacak yeni enerji sistemlerinin potansiyeline değindi.

Güney Marmara’nın hidrojen ekonomisini canlandırma girişimlerine en elverişli bölge olduğunu anlatan Duman, bölgenin Türkiye’nin en verimli yenilenebilir enerji santrallerini barındırdığını bildirdi.

Yeşil Hidrojen nedir? 

Renksiz bir gaz olan hidrojen siyah, gri, mavi ve yeşil olarak sınıflandırılıyor. Hidrojene atanan renk, kökenine ve üretimi sırasında salınan karbondioksit miktarına göre değişiyor. Başka bir deyişle, söz konusu renkler hidrojenin ne kadar “temiz” olduğunu anlamanın kolay bir yolu. Buna göre,

  • Kahverengi hidrojen: Kömürün gazlaştırılmasıyla elde ediliyor ve üretim sürecinde karbondioksit açığa çıkıyor. Bazen siyah hidrojen olarak adlandırılıyor.
  • Gri hidrojen: Bir fosil yakıt olan doğal gazın dönüştürülmesinden elde ediliyor. Karbondioksit emisyon haklarının fiyatı nedeniyle maliyetin artması beklense de, şu anda en bol ve en ucuz üretim halinde. 1 ton H2 külü üretimi 9 ila 12 ton CO2 salıyoyr.
  • Mavi hidrojen: Doğal gazın yeniden yapılandırılmasıyla üretiliyor. Gri hidrojenle arasındaki fark, karbon yakalama sistemi aracılığıyla CO2 emisyonlarının bir kısmının veya tamamının önlenmesine dayalı olması. .
  • Yeşil hidrojen: Yenilenebilir enerji kaynaklarından elektrik kullanılarak suyun elektrolize edilmesiyle elde ediliyor. Bu yöntemlerin arasında şimdilik en pahalısı olmasına rağmen, yenilenebilir enerji ve elektrolizörlerin maliyeti düştükçe fiyatının giderek düşmesi bekleniyor.  Başka bir yeşil hidrojen türü de hayvancılık, tarım ve/veya belediye atıkları kullanılarak biyogazdan üretiliyor.

Türkiye’de yılda 3,4 milyon tona kadar yeşil hidrojen üretilebilir

SHURA Enerji Dönüşümü Merkezi‘nin, hazırladığı “Türkiye’nin Yeşil Hidrojen Üretim ve İhracat Potansiyelinin Teknik ve Ekonomik Açıdan Değerlendirilmesi” rapora göre, uygun yatırım ve politikalarla Türkiye’nin 2050’de yıllık 3,4 milyon tona kadar yeşil hidrojen üretimine ulaşabileceği ve bunun 1,5 milyon ila 1,9 milyon tonunun ihraç edilebileceği öngörülüyor.

İmalat, doğal gaz ve ulaştırma sektörlerinin toplam enerji talebinin 2050’ye kadar yüzde 5 ila 10’unun yeşil hidrojenle ikame edilmesi halinde, yurt içinde yıllık 1-2 milyon ton yeşil hidrojen talebinin oluşabileceği hesaplanıyor. Ulaştırma sektörünün 2050’ye kadar yurt içi talebin yarısını oluşturacağı, hidrojen talebinin dörtte birinin sanayi, geriye kalan kısmının ise yeşil hidrojeninin doğal gaz şebekesine karıştırılması yoluyla kullanılabileceği öngörülüyor.

Rapordaki Referans Senaryo’ya göre Türkiye’nin geçen yıl 44 gigavat olan güneş, rüzgar ve hidroelektrik kurulu gücünün 2050’de 120 gigavata yükselebileceği hesaplanıyor. Bu kaynaklardan sağlanacak 290 teravatsaat yıllık toplam elektrik üretiminin Türkiye’nin bu dönemdeki elektrik talebinin yüzde 53’ünü karşılaması bekleniyor.

2050’de elektrik talebinin yüzde 84’ü yenilenebilir kaynaklardan karşılanabilir

Rüzgar ve güneş enerjisi için öngörülen teknik kapasitenin kullanıldığı “gelişmiş senaryo” kapsamında ise ek 45 gigavat kapasite oluşacağı ve yıllık 124,4 teravatsaat ilave elektrik üretimi sağlanabileceği öngörülüyor.

Bu ilave kapasiteyle yenilenebilir enerji kaynaklarının toplam üretiminin, 2050’deki net elektrik talebinin yüzde 84’ünü karşılayabileceği hesaplanıyor.

Yenilenebilir kaynaklar kullanılarak yıllık yeşil hidrojen üretiminin 3,4 milyon tona ulaşabileceği, hidrojenin yurt içi kullanımı ve ihracatını sağlamak amacıyla toplam yatırım hacminin 85 ila 119 milyar dolar arasında olabileceği öngörülüyor. Bu kapsamda, 2021-2050 döneminde yıllık ortalama 3-4 milyar dolar yatırım ihtiyacı doğuyor.

Tahmini maliyetler ve olası ticari fiyatlamalar dikkate alındığında yeşil hidrojen üretiminin 2050’de Türkiye ekonomisine yıllık 6-8 milyar dolar katkı sağlaması bekleniyor.

Marmara’nın kabusu müsilaj Çanakkale’de görüldü

Deniz salyası olarak da bilinen müsilaj Mart 2021’de Marmara ve Ege Denizi‘nde ortaya çıkmış insan faaliyetlerinin etkisi denize müsilaj olarak yansımıştı. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından Çanakkale, Balıkesir, Bursa, Yalova, Kocaeli, İstanbul ve Tekirdağ’da temizleme çalışmaları başlatılmıştı.

Yapılan girişimlerin sonucunda Temmuz başlarında müsilaj tabakası denizin dibine çekilmişti. Çanakkale Kent Konseyi Başkanı ve Cevatpaşa Mahalle Muhtarı Evren Kızoğlu, 12 Şubat Cumartesi günü müsilajın Nara Burnu açıklarında yeniden kendini göstermesini cep telefonuyla kayıt altına aldı.

‘Hiç hoş bir manzara değil, grup grup öbekleşmiş durumda’

İHA’dan Utku Yaşar Cüce’nin haberine göre; kamera kaydı sırasında açıklamalarda da bulunan Kızoğlu, “12 Şubat 2022 geçtiğimiz haftalarda su içerisindeki bulanıklık olarak gözlemlediğimiz müsilaj bu hafta öbekler oluşturmaya başladı. Geçtiğimiz sene bizi çok üzmüştü. Marmara Denizi bizim denizimiz ve tüm sınırları ile bize ait. Onun yok olma tehlikesi ile karşı karşıya olduğumuz söylenmişti” dedi. Kızoğlu şu ifadeleri kullandı:

“Bakanlığımız adımlar atmıştı, Marmara Belediyeler Birliği bu konuda toplantılar düzenlemişti. Bunların denetimlerinin bir an önce sıkılaştırılması gerektiği ortada. Yani ileri biyolojik arıtma tesisleri aktif kullanılmalı, arıtılan sular, arıtılmış olsa dahi bertaraf şeklinde derin deşarja tabi tutulmamalı. Bu konuda yetkililerin sorumluluklarını yerine getirmeleri gerekiyor, denetimlerini sıklaştırması gerekiyor.”

Ne olmuştu?

Marmara Denizi’nde deniz salyası olarak bilinen müsilajın ardından ölümcül gaz hidrojen sülfür de tespit edilmişti. Uzmanlar denize girilmesi ve balık özellikle kabuklu deniz ürünlerinin tüketimi konusunda uyarmıştı.

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, müsilajı temizlemek için bir eylem planı oluşturmuştu. Çalışmalar için ayrıca Bilim Kurulu kurulmuştu. Karadeniz ve Ege’de de görülen müsilaj Yunanistan kıyılarına da ulaşmıştı.

İkizdere için verilen bilirkişi raporu 180 gündür ‘yok hükmünde’: Cengiz Holding kırıma devam ediyor

Cengiz Holding tarafından yapılmak istenen liman projesine hammadde temini için Rize‘nin İkizdere ilçesinde bulunan Eskencidere Vadisi‘nde süren taş ocağı çalışmaları, bilirkişi raporunda “uygun bulunmamasına” rağmen sürüyor.

Ocağa karşı direnişini sürdüren bölge halkı ise tam 180 gündür raporun, mahkeme tarafından dikkate alınarak gereğinin yapılmasını bekliyor.

Eskencidere Vadisi’ndeki ormanlık alanda şimdiden büyük tahribata yol açan ocak için Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) “Gerekli değildir” kararına karşı, yöre köylüleri ve  İkizdere Çevre Derneği’nce açılan dava kapsamında yedi uzman bilirkişi rapor hazırlamış, raporda projenin usulsüz olduğu ve Eskencidere Vadisi‘ne yapımının uygun olmadığı kaydedilmişti.

Raporda, Proje Tanıtım Dosyası’nda (PTD) heyelanla ilgili yeterli çalışmanın olmadığı, su kaynaklarının görebileceği zararlara değinilmediği belirtilerek, yaban hayatının ve bölgede yapılan tarımın çalışmadan olumsuz etkileneceğine vurgu yapılmıştı.

İkizdere direnişçilerinin avukatı Yakup Okumuşoğlu da, hazırlanan bilirkişi raporu doğrultusunda mahkemenin yürütmeyi durdurma kararı vereceğini beklediklerini kaydetmişti.

“Taşocağı için hazırlanan bilirkişi raporuna 180 gündür niye uyulmuyor” diye soran İkizdere Çevre Derneği, 25 Şubat’ta bölgedeki fidanları kurtarmak için yapılacak ‘kar yürüyüşü’ne çağrı yaptı:

25 Şubat’ta ‘fidanları kurtarma’ eylemine davet

“Eskencidere’de ağaçlarla birlikte fidanlar da yok ediliyor. Fidanları kurtarmaya devam etmeliyiz” denilen açıklamada, taşocağından gelen son görüntülerde vadinin bir daha geri dönmemek üzere yok edildiğinin açıkça görüldüğüne dikkat çekildi.

Açılan davaya ve bilirkişi raporuna karşın vadide 180 gündür çalışmanın sürdüğüne vurgu yapılan açıklamada, “Rize İdare Mahkemesi burada ne yapıyorsunuz demiyor, diyemiyor. Gün gelecek bunları ibretle okuyacağız, Tarihe doğamızın nasıl yok edildiğini, yok edilen vadimizi not edelim” denildi. 

CHP Milletvekili Murat Çepni de Meclis’te yaptığı konuşmada, bilirkişi raporuna rağmen mahkemenin vadinin yok edilmesini beklediğini belirterek, herkesi 25 Şubat’taki etkinliğe davet etti.

Trabzon’da stat ve hastane inşaat alanındaki deniz dolgusu çöktü

Trabzon‘da stadyum ve şehir hastanesi inşaatının yer adlığı deniz dolgusu üzerine araştırmalar yürüten Prof. Dr. Ertan Gökalp ile öğretim üyesi Fırat Altıntaş‘ın uluslararası dergide yayımlanan bilimsel makalesinde, Avrupa Uzay Ajansı’na ait ‘Sentinel-1’ uydusundan elde edilen 3 yıllık veriler, dolgunun yılda 9,7 milimetre çöktüğünü, bazı alanların ise yılda 3,9 milimetreye kadar yükseldiğini ortaya çıkardı.

Ortahisar ilçesine bağlı Akyazı Mahallesi‘nde 2011’de başlanan ve 5 yılda tamamlanan deniz dolgusu üzerine Toplu Konut İdaresi‘nce (TOKİ) 2019’da Şenol Güneş Spor Kompleksi ile 40 bin kişi kapasiteli stadyum inşa edildi. 4 bin 700 fore kazıkla güçlendirilen dolgu alanına şimdi de 900 yatak kapasiteli Şehir Hastanesi planlandı. İlave 1200’den fazla fore kazık daha çakılan dolguda hastane inşaatı başladı.

En yüksek deformasyon stadyumun batısında

Kentte deniz dolgusu üzerine araştırmalar yürüten Karadeniz Teknik Üniversitesi (KTÜ) Mühendislik Fakültesi Harita Mühendisliği öğretim üyesi Prof. Dr. Ertan Gökalp ile Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Yatağan Meslek Yüksekokulu Mimarlık ve Şehir Planlama Bölümü öğretim üyesi Fırat Altıntaş’ın uluslararası dergide yayımlanan bilimsel makalesinde,  zemin çatlaklarına bağlı olarak oluşan deformasyonların dikey yönde ve çökme şeklinde olduğu, en yüksek deformasyonun ise stadyumun batısında görüldüğü belirlendi.

‘Oturmalar devam ederse yüksek hasara yol açar’

DHA’nın haberine göre; Araştırma sonuçlarını değerlendiren jeoloji mühendisi Prof. Dr. Osman Bektaş, Akyazı’daki dolgu sahasının oturmasıyla ilgili hazırlanan uluslararası makalenin gerçeği yansıttığını söyledi. Deniz doldurulduktan sonra uydu ölçümleriyle dolgunun performansının değerlendirildiğini belirten Prof. Dr. Bektaş, şu ifadeleri kullandı:

“Uydu çalışmalarının sonucunda bazı yerlerin yükseldiği, bazı yerlerin alçaldığı farklı oturmalar gözleniyor. Bu farklı oturmaya bina dayanamıyor ve deforme oluyor. Neticede bazı yerler kırılıyor. 2019 yılında statta ve tesiste yaptığımız tespite göre az hasar var. Bu az hasar oturmalar devam ederse orta, oturmalar yine devam ederse yüksek hasara geçer.”

Dolgu alanının heyelan sahasında olduğu uyarılarına rağmen projeler yapılmış

Dolgu alanının heyelan sahasının devamı olduğu konusunda geçmişte uyarılarda bulunduklarını söyleyen Prof. Dr. Bektaş, “Akyazı heyelan sahasının denize doğru olan devamıdır. Arazide gördüğünüz faylar ve kırıklar denize doğru devam ediyor. En önemli sorun o fay ve kırıkların deniz altında birbirleriyle ne şekilde bir ilişkide olduğuydu. Bunu anlamak için detaylı jeofizik ve derin sondajların yapılması gerekiyordu” dedi. Prof. Dr. Bektaş şu ifadeleri kullandı:

“Biz o zaman da ikaz ederek yapılan jeolojik, jeofizik ve sondaj çalışmalarının niteliksiz ve yetersiz olduğunu söyledik. Hal böyle olunca yaşanan sıkıntıların sebebini bilemiyoruz. Akyazı’da bazı oturma sorunları yaşadık, deformasyonları gördük. Buradan ders çıkaralım, hastane yapılmadan önce denizaltı jeolojisi, jeofiziği ve deniz sondajları yapılsın. En azından Akyazı’daki oturmanın sebebi ortaya çıkarılsın, sonra da hastane inşaatına geçilsin.”

‘Çalışmada betonarme veya çelik ana taşıyıcı sistem için herhangi bir değerlendirme yapılmamış’

Karadeniz Teknik Üniversitesi Rektörlüğü de stadın betonarme ve çelik taşıyıcı sistemleri için ‘yapı sağlığı izleme sistemi’ kurulmasını önerdi. Rektörlükten yapılan yazılı açıklamada, “Söz konusu bilimsel çalışma, uluslararası saygın bir dergide yayımlanmış olup diğer bütün bilimsel çalışmalar gibi oldukça değerlidir. Bu çalışma kapsamında; stadın çevresinde ve özellikle batı tarafındaki zeminde yüzey deformasyonlarının ve çatlakların oluştuğu belirtilmiş olup betonarme veya çelik ana taşıyıcı sistem için herhangi bir değerlendirme yapılmamıştır” denildi. Açıklamada şu ifadeler kullanıldı:

“Çatı üzerindeki membran kaplamalardan alınan ölçümler rüzgar, sıcaklık vb. hava şartlarından etkilendiği ve büyük hata payları elde edildiği için çatının yapısal davranışı ile ilişkilendirilememiştir. Sonuç olarak, yapılan tek bir bilimsel çalışma ile elde edilen verileri kullanarak statta güvenlik sorununun bulunduğunu, stadın kullanılamayacağını hatta yıkılacağını belirtmek doğru değildir.”

‘Şampiyonluk yolunda statları dolduran taraftarların güvenliği’

Zemin oturmalarının devam etmesi durumunda stadın taşıyıcı sisteminin nasıl davranış sergileyeceğini bugünden tahmin etmenin zor olduğunun belirtildiği açıklamada, şunlar kaydedildi:

“Dolayısıyla Akyazı dolgu alanı üzerinde inşa edilen Şenol Güneş Kompleksi Trabzonspor Medical Park Stadyumu’nun güvenle kullanılmaya devam edilmesi, olası bir tehlike durumunda acil ikaz sistemlerinin devreye girip önceden haber verilmesi veya doğal afetler sonrasında stadın mevcut durumunun değerlendirilmesi amacıyla; ülkemizdeki tüm stratejik yapılarda uygulandığı gibi stadın hem betonarme hem de çelik taşıyıcı sistemine, Yapı Sağlığı İzleme Sistemleri kurulması önem arz etmektedir.”

Bu şekilde, stadın yapısal davranışına ait grafiklerin 7/24 elde edileceği, performansının izlenebileceği ve olası bir limit dışı davranışta oluşabilecek hasarları önlemenin mümkün olabileceği belirtilerek “Böylece şampiyonluk yolunda statları dolduran taraftarların güvenliği sağlanmış ve ilgili kamu kurum ve kuruluşları da sorumluluklarını yerine getirmiş olacaktır” denildi.

Yüzümüz gülmüyor: Mutsuzların oranı 18 yılda ikiye katlandı

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) ‘Yaşam Memnuniyeti Araştırması-21021’ sonuçlarını paylaştı. Buna göre, en yüksek mutluluk oranı bir okul bitirmeyenler ile ilkokul mezunlarında görüldü. Kendi geleceklerinden umutlu olduğunu beyan edenlerin oranı ise yüzde 60’da kaldı.

Araştırmada, mutlu olduğunu beyan eden 18 ve üzeri yaştaki kişilerin oranı 2020’ye oranla artarak yüzde 49,3’e çıktı. 2020’de bu oran yüzde 48,2’ydi.  Benzer şekilde mutsuz olduğunu beyan eden bireylerin oranı da 2020’de yüzde 14,5’ken 2021’de yüzde 16,6 yükseldi.

2003’te mutlu olduğunu söyleyenlerin oranı yüzde 59,6’yken, mutsuz olduğunu ifade edenlerin oranı sadece yüzde 7,3’tü. 18 yılda mutsuz olduğunu söyleyenlerin oranı ikiye katlanmış oldu.

 Yaşam Memnuniyeti Araştırması’nın sonuçları şöyle:

Mutlu olduğunu beyan eden 18 ve üzeri yaştaki bireylerin oranı, 2020 yılında yüzde 48,2 iken 2021 yılında yüzde 49,3 oldu. Mutsuz olduğunu beyan eden bireylerin oranı ise 2020 yılında yüzde 14,5 iken 2021 yılında yüzde 16,6 oldu.

Mutlu olduğunu beyan eden erkeklerin oranı, 2020 yılında yüzde 43,2 iken 2021 yılında yüzde 43,9 oldu. Kadınlarda ise bu oran, 2020 yılında yüzde 53,1 iken 2021 yılında yüzde 54,6 oldu.

Bekarlık sultanlık değilmiş

Evlilerin,  evli olmayanlara  göre daha mutlu olduğu görüldü. Mutlu olduğunu belirten evli bireylerin oranı 2021 yılında yüzde 54,0 iken evli olmayanlarda bu oran, yüzde 40,1 olarak gerçekleşti. Evli olanların mutluluk düzeyi cinsiyete göre incelendiğinde; evli erkeklerin yüzde 48,9’unun, evli kadınların ise yüzde 58,8’inin mutlu olduğu gözlendi.

Yaş gruplarına göre mutluluk düzeyi incelendiğinde; 65 ve üzeri yaş grubu, 2020 yılında yüzde 57,7, 2021 yılında ise yüzde 56,2 ile en yüksek mutluluk oranının görüldüğü yaş grubu oldu. En düşük mutluluk oranı ise 2020 yılında yüzde 45,4 ile 35-44 yaş grubunda görülürken 2021 yılında yüzde 44,5 ile 18-24 yaş grubunda gözlendi.

Eğitim düzeyi düştükçe mutluluk artıyor

Eğitim durumuna göre mutluluk düzeyi incelendiğinde; 2021 yılında en yüksek mutluluk oranı, yüzde 54,4 ile bir okul bitirmeyenlerde görüldü. Bunu sırasıyla; yüzde 51,4 ile ilkokul mezunu, yüzde 47,8 ile lise ve dengi okul mezunu, yüzde 47,6 ile yükseköğretim mezunu ve yüzde 45,7 ile ilköğretim veya ortaokul mezunu bireyler takip etti.

Bireylerin mutluluk kaynağı olan kişiler incelendiğinde; kendilerini en çok ailelerinin mutlu ettiğini belirtenlerin oranı, 2021 yılında yüzde 67,6 olurken bunu sırasıyla; yüzde 16,8 ile çocuklar, yüzde 4,1 ile eş, yüzde 4,0 ile anne/baba yine yüzde 4,0 ile kendisi ve yüzde 2,1 ile torunlar takip etti.

‘Sağlıklı olmak’ yine ilk sırada

Bireylerin mutluluk kaynağı olan değerler incelendiğinde; kendilerini en çok sağlıklı olmanın mutlu ettiğini ifade edenlerin oranı, 2021 yılında yüzde 69,0 olurken bunu sırasıyla; yüzde 14,3 ile sevgi, yüzde 8,9 ile başarı, yüzde 5,1 ile para ve yüzde 2,3 ile iş takip etti.

Kamu hizmetlerinden memnuniyet düzeyleri incelendiğinde; 2021 yılında asayiş hizmetlerinden memnun olduğunu beyan edenlerin oranı yüzde 73,8 olurken bunu sırasıyla yüzde 69,8 ile ulaştırma, yüzde 68,1 ile sağlık, yüzde 59,1 ile Sosyal Güvenlik Kurumu, yüzde 55,7 ile eğitim ve yüzde 54,8 ile adli hizmetlerinden memnuniyet takip etti.

Kendi geleceklerinden umutlu olduğunu beyan eden bireylerin oranı, 2021 yılında yüzde 60,7 oldu. Kendi geleceklerinden umutlu olan erkeklerin oranı yüzde 59,1 iken kadınlarda bu oran yüzde 62,4 oldu.

Berlinare’de Altın Ayı Alcarras’a, En İyi Başrol Oyuncu Meltem Kaptan

72.Uluslararası Berlin Film Festivali‘nde (Berlinale) “En İyi Film” dalında verilen “Altın Ayı” ödülüne İspanyol yönetmen Carla Simon‘un “Alcarras” filmi layık görüldü.

Almanya‘nın başkenti Berlin‘de düzenlenen festivalin ödülleri, Berlinale Palast Sineması’ndaki törenle sahiplerini buldu.

ABD’li yönetmen ve senarist M. Night Shyamalan’ın jüri başkanlığını yaptığı festivalde En İyi Film ödülünü kazanan Alcarras, şeftali tarlası işleten ve hayatta kalmakta zorlanan bir ailenin günlük hayatını anlatıyor.

En iyi başrol alanında Gümüş Ayı Kaptan’a

En İyi Başrol Oyuncu dalında “Gümüş Ayı” ödülü “Rabiye Kurnaz George W. Bush’a karşı” filmindeki rolüyle Türkiye kökenli oyuncu Meltem Kaptan’a verildi.

Türk ev kadını Rabiye Kurnaz’ın, oğlu Murat‘ın Guantanamo Hapishanesi’nden serbest bırakılması için yaptığı mücadeleyi anlatan filminin senaristi Laila Stieler de “En İyi Senaryo” ödülü dalında “Gümüş Ayı” ödülünü aldı.

Kaptan, ödülü alırken yaptığı konuşmada, kendisini destekleyen anne ve babasına Türkçe teşekkür ederek bu ödülü, sevgisi tüm sınırlardan daha güçlü olan annelere adadığını söyledi.

En İyi Yönetmen dalındaki “Gümüş Ayı” ödülü “Both Sides of the Blade” filmiyle Claire Denis’e verilirken, Jüri Büyük Ödülü’ne ise “The Novelist’s Film” adlı filmin yönetmeni Hong Sangsoo layık görüldü.

En İyi Belgesel dalında 40 bin avroluk ödülü Myanmar’da 2021’deki darbeye karşı ayaklanmayı anlatan “Myanmar Diaries” (Myanmar Günlükleri) filmi aldı. Filmin, isimleri açıklanmayan Myanmar’daki film yapımcıları tarafından yapıldığı belirtildi.

  1. Berlinale’de ödüllerin kategorileri ve kazananlar şöyle:
  • En İyi Film (Altın Ayı): Carla Simon/ “Alcarras”
  • Jüri Büyük Ödülü: Hong Sangsoo/ “The Novelist’s Film”
  • Jüri Ödülü: Natalia Lopez Gallardo/”Robe of Gams”
  • En İyi Yönetmen: Claire Denis/ “Both Sides of the Blade”
  • En İyi Başrol Oyuncu: Meltem Kaptan / “Rabiye Kurnaz George W. Bush’a karşı”
  • En İyi Yardımcı Oyuncu: Laura Basuki / “Nana “
  • En İyi Senaryo: Laila Stieler / “Rabiye Kurnaz George W. Bush’a karşı”
  • En İyi Sanatsal Performans: Rithy Panh / “Everything Will Be Ok”
  • En İyi Belgesel: The Myanmar Film Collective/”Myanmar Diaries”
  • En İyi İlk Film: Kurdwin Ayub/”Sonne”
  • En İyi Kısa Film (Altın Ayı) : Anastasia Veber / “Trap”

10 Şubat’ta başlayan 72. Berlina’de 18 film “Altın Ayı” ödülü için yarıştı. Festivalde 69 ülkeden 256 film gösterildi.

 

STK araştırması: Olumsuzluklara rağmen motivasyonları yüksek

Sivil Toplum ve Medya Çalışmaları Derneği, Sivil Toplumun Geleceği Projesi kapsamında hazırladığı ‘Sivil Toplumun Geleceği’ raporunu açıkladı. Sivil toplum kuruluşlarının (STK) mevcut durumunu tüm yönleriyle değerlendiren raporla, sorunların saptanması, kapasitenin geliştirilmesi, etki gücünün artırılması, farkındalık yaratılması ve çözümlerle birlikte gelecek perspektifi sunulması amaçlanıyor.

Derneğin raporunda altı ana başlık altında, sivil toplumun geçmişi, mevcut hali, kurumsal ve bireysel motivasyonları, siyasi iklimin sivil topluma etkisi, sivil toplumun sorunları ile ilgili sivil toplum çalışanlarının düşünceleri ve yaklaşımları inceleniyor.

Raporda, hemşehri derneklerinden meslek örgütlerine, Türkiye’de 79 ildeki 552 STK’nın üyeleri, ayrıca kanaat önderleri ile siyasi aktörlerin görüşlerine yer veriliyor. Ayrıca çevrenin, politik kutuplaşma alanı olmadığı ve tüm kitlelere yayıldığı için, çevre örgütlerinin baskıdan azade olduğu belirtiliyor.

STK’ların motivasyonları var

Derneğin raporuna göre; Türkiye’nin siyasi iklimi nedeniyle STK’larda umutsuzluk arttı. STK’ların iyiye gideceğini düşünenlerin oranı ise yüzde 29.2’de kaldı. Buna göre; sivil toplumun etki alanı daraldı, ancak Türkiye’nin toplumsal sorunlarının çözümünde savunuculuk yapma motivasyonu sürüyor. Raporda STK’ların işlevlerini yerine getirebilmesi için yasal, finansal ve siyasi ortamın iyileştirilmesinin önemli olduğu bildirildi.

Araştırmaya göre, sivil toplum katılımcılarında motivasyonu yüzde 91.9 ile hala yüksek. Ancak aktiflik, etkililik ve kurumsal kapasite konularında büyük bir yetersizlik hissi yaygın. Aktifliğin düşük olduğunu düşünenlerin oranı yüzde 78.6, azaldığını savunanların oranı ise yüzde 52.6. Kurumsal kapasite, diyalog ve iş birliği ile etkililik konusunda karamsarlar yüzde 50’ye yakın.

‘STK’ların gücü artırılmalı’

Proje Uzmanı Emine Uçak

 

Raporun, kapsamı ve yöntemi açısından mevcut durumu ortaya koyan önemli bir çalışma olduğunu söyleyen Proje Uzmanı Emine Uçak, Türkiye’de sivil toplum örgütlerinin gelişmiş demokratik ülkelerde üstlendiği işlevi yerine getirebilmesi için yasal, finansal ve siyasi ortamın iyileştirilmesi gerektiğini belirtti. Uçak şu değerlendirmede bulundu:

 

“Sivil toplumda artan umutsuzluğun sebebi, siyasi iklimin yansıması olarak görülebilir. Türkiye’de sivil toplum özellikle 2002 sonrası AB uyum süreciyle güçlendi ve demokratikleşmenin önemli bir mekanizması haline geldi. Kamunun hem kararlara katılım hem de savunuculuk anlamında sivil topluma daha geniş yer verdiği bir dönem yaşandı. Ancak özellikle 2016 sonrasında sivil alan giderek daralmaya başladı.”

Çevreci STK’ların durumu

Nezih Onur Kuru

Araştırmanın analisti, siyaset bilimci Nezih Onur Kuru ise yaptıkları araştırmada STK’lara yönelik baskı ve engelleme konusunda katılımcıların ikiye ayrıldığını açıkladı. Sonuçlara göre, yüzde 52.8’lik bir kesim baskı olmadığını düşünürken, geri kalan kısım baskı olduğunu belirtiyor. Baskı ve engellemeler konusunda ‘aktivist mücadele gerektiren ve hükümet baskısına daha çok maruz kalan savunucu grup hariç, tüm gruplarda baskı yok’, diyenler çoğunlukta. Kuru şu ifadeleri kullandı:

 

“Çevrecilik yükseldikçe, ‘baskı var’ diyenlerin oranının düşmesi kayda değer bir bulgu. Katılımcıların genelinde sivil toplumda bulunmayı stres kaynağı görmeyenlerin oranı yüzde 48 iken bu oran üst düzey çevrecilik hassasiyeti görenlerde stres hissetmeyenlerin oranı yüzde 53’e yükseliyor. Bu grupta sivil toplumu stres kaynağı görenlerin oranı sadece yüzde 13.6 seviyesinde. Çevre konusunun henüz politik kutuplaşmanın bir alanına dönüşmemiş olması ve tüm kitlelere yayılması ise bu alanı baskıdan daha azade kılıyor.”

‘İdeolojik bağlılık ayrıştırıcı bir faktör’

Baskı konusunda ideolojik bağlılığın ayrıştırıcı bir faktör olarak göze çarptığını ifade eden Nezih Onur Kuru, “Dindarlık ve milliyetçilik arttıkça baskı var diyenler azalırken, sosyal demokratlık ve feminizm arttıkça baskı hissedenlerin oranı artıyor. Seküler kurumlarda çalışanlarda baskı olduğunu düşünenler yüzde 50’yi aşsa da baskı ve engel yok diyenlerin yüzde 47.5’i bulması önemli. Kadınlarda, gençlerde, eğitim düzeyi daha yüksek olanlarda baskı ve engellerin var olduğunu söyleyenler daha yüksek” dedi.

‘STK’ların amacı muhalefet değil’

Sivil toplumun beş yıl öncesine göre etkisinin arttığını düşünenler yüzde 35 iken, ‘ne arttı ne eksildi’ diyenlerin oranı ise yüzde 32.4. Rapora göre, sivil toplumda bulunma sebebi olarak toplumsal sorumluluğu belirtenlerin oranı her grupta yüksek. Fayda yaratma da benzer şekilde sivil toplumda bulunma sebebi olarak sıkça dillendirilen bir diğer motivasyon.

Araştırmaya göre; dindar ve seküler kuruluşlarda çalışanlar arasında daha geleneksel ile daha rasyonel motivasyonlar konusunda farklılaşma var. Dindarlarda hayırseverlik, ahlak ve vicdan öne çıkarken, sekülerlerde toplumsal sorumluluk, toplumu dönüştürme, hak savunuculuğu gibi motivasyonlar daha belirgin. Muhalefet yapma ise tüm gruplarda en arka planda kalan sebeplerden.

‘Kadınlar STK’lara inanıyor, gençler ümitsiz’

Rapora göre; gençlerdeki motivasyon ve iyimserliğin diğer yaş gruplarına kıyasla daha az yaygın olduğu gözlemleniyor. Sivil toplumun etkisi ise kadınlar ve gençlerin ayrıştığı konu. Bu konuda kadınlar arasında iyimserlik öne çıkarken, gençlerde temkin ve karamsarlık ağır basıyor. Sivil toplumun gelecekteki etkisi konusunda iyimser kadınların oranı yüzde 35.2. Bu oran erkeklerde yüzde 24.2’ye düşüyor. Aynı oran gençlerde sadece yüzde 14.6.

Sivil toplum faaliyetlerinin toplum üzerindeki etkisi konusunda sivil toplumu etkili görenlerin oranı kadınlarda yüzde 41.8. Etkisiz görenler yüzde 15.2’de kalıyor. Bu oranlar erkeklerde yüzde 26.9 ve yüzde 31.3. Gençlerde sivil toplumun etkili olduğunu düşünenler sadece yüzde 17.1. Etkisiz görenler yüzde 24.4. Sivil toplumun gelecekteki etkisi konusunda kadınlar yine iyimser ve bunun oranı yüzde 35.2. Bu oran erkeklerde yüzde 24.2’ye düşüyor. Aynı oran gençlerde sadece ise 14.6.

‘STK’lar ne umutlu ne umutsuz’

‘Sivil Toplumun Geleceği’ raporunda, bir yıl içinde sivil toplumun iyiye gideceğine yönelik umutla ilgili şu tablo söz konusu: Umutlu olanlar yüzde 29.2, ne umutlu ne umutsuz olanlar yüzde 40, hiç umutlu olmayan yüzde 30.8. Meslek/sektör eksenli grupta karamsarlık diğer gruplara kıyasla daha hakim. Derinleşen ekonomik buhranla birlikte bu grupta sivil toplumun iyiye gidebileceğini düşünmeyenler çoğunlukta. Genel olarak sivil toplumun tüm kesimleri ümitli olmaktan uzak görünüyor.

‘Çalışanların maddi koşulları yetersiz’

Çalışanlar için maddi koşullar yeterli bulunmasa da sivil toplumda bulunma memnuniyeti ve duygusal tatmin yüksek. İnsan kaynağı da yeterli görülüyor.

Toplumsal fayda ve vicdani tatmin motivasyonunun yüksek olduğunu bildiğimiz savunucu, himayeci, özörgüt ve hayırsever gruplarında sivil toplumda bulunma memnuniyeti daha yüksek. Bu durum duygusal tatmin için de geçerli. Fakat meslek/sektör eksenli grupta memnun olanların oranı düşüyor. 

Devlet teşviki ihtiyacı

Araştırmaya göre; ekonomik kriz ile siyasal ve sosyal alanlarda özgürlükler ve bunun sonucu olarak etkinliğin azaldığına dair algı güçlendi. Bütçe ve kurumsal-toplumsal destek bulamama sorunları ön plana çıkıyor. Ekonomik açıdan daha az sorun yaşayan hayırsever ve meslek/sektör eksenli gruplar hariç, tüm gruplarda bütçe ilk sırada.

Çalışma, sivil toplumun alanı daralmasına rağmen Türkiye’nin toplumsal sorunların çözümünde savunuculuk yapma motivasyonunun hala devam ettiğine işaret ediyor. Ancak özellikle hem finans kaynağı hem de insan kaynağı açısından sorunlar var. Bu noktada devletin teşviklerine ihtiyaç var; bu desteğin ve düzenlemelerin tüm kurumlar için eşit derecede uygulanması, ilkesel ve etik olarak hareket edilmesi önemli.

‘Demokratiklik ve kapsayıcılık hayati önem taşıyor’

Buna göre; sivil toplumun kendi içinde de demokratikleşmesi, kapsayıcılığı ve karar mekanizmalarının genişlemesi kritik. Özellikle genç kuşakların sivil alanda gelecek görmesi açısından bunlar hayati önem taşıyor.

Medeni Yasa’nın kabulünün yıldönümünde kadınlar: Medeni yasa benim!

Bugün, 17 Şubat 1926, ilk Medeni Yasa’nın kabul tarihi. 1 Ocak 2002’de ise eşitlikçi aile yapısını güçlendiren yeni Medeni Kanun, yürürlüğe girmişti.

Eşitlik İçin Kadın Platformu (EŞİK) bir açıklama yayımlayarak 2022 yılında yasanın çeşitli hükümlerinin kadınlar ve çocuklar aleyhine değiştirilmek istendiğini ve Medeni Yasa’nın tehlikede olduğunu duyurdu. Medeni Yasa’nın Diyanet İşleri Başkanlığı‘nın görüşlerine göre değiştirilmek istendiği ve anayasal laiklik ilkesinin tehlikede olduğu kaydedilen açıklamada,  kadınların buna izin vermeyeceği belirtildi. Hem iktidar hem muhalefete seslenen kadınlar, Medeni Yasa’ya ve laiklik ilkesine dokunulmamasını ve uygulanmasını istedi.

EŞİK’ten yapılan açıklama şöyle:

“2010 yılında kadın erkek eşit değildir söylemiyle başlayıp, 2012 yılında kürtajın yasaklanmak istenmesiyle devam eden ve 2016 yılında TBMM Boşanmaların Araştırılması Komisyonu Raporuyla bir hükümet programına dönüşen kadın-erkek eşitliğine karşı ideolojik saldırılar bugün Medeni Yasa’yı bütünüyle hedef almaktadır. Medeni yasanın, eşitlikçi aile modeli yok edilmeye çalışılmaktadır. Boşanma halinde kadına bağlanan yoksulluk nafakasının sınırlandırılması ile başlayıp aile reisliğinin geri getirilmesine, medeni yasanın değiştirilmesi ve hatta tamamen yürürlükten kaldırılmasına kadar uzanan talepler, iktidar medyası ve ne yazık ki kimi muhalefet medyasında da geniş yer bulmaktadır.

Yurttaşların yasası olan Medeni Kanun, 17 Şubat 1926’da kabul edilmişti. Böylece Türkiye’de ilk kez kişiler arası ilişkilerin hukuku öngörülebilir, açık, nesnel ve bütün halinde bir yasayla düzenlenmişti. 1926 öncesinde kişiler hukuku, aile hukuku ve miras hukuku büyük ölçüde şeri hükümlere dayanıyordu ve kadınlar eşit yurttaş değildi. Medeni Yasa her şeyden önce kişileri cinsiyetinden, inancından, yaşından ya da soyundan bağımsız olarak eşit özne olarak kabul etmiştir.

Bu nedenle Medeni Yasa, cumhuriyetin laik niteliğini özel yaşama taşıyan en önemli yasadır. Medeni Yasa’nın gerekçesinde, laikliğin neden yaşamsal olduğu dinlerin değişmez hükümler getirdiği, ancak yaşamın ilerlediği, ihtiyaçların hızla değiştiği, bu nedenle laikliğin, yaşamın içindeki dönüşüme karşılık geldiği şeklinde açıklanır.

Medeni Yasa, bireyleri, en çok da kadınları ve çocukları, aile içinde iktidarı elinde bulunduranlara karşı korur; bu sebeple, toplumsal cinsiyet eşitliği açısından yaşamsal önem taşır. Kişilerin devletle olan ilişkisinden çok, kişilerin kendi aralarındaki ilişkileri düzenler. Özel ilişkilerde hukukun üstünlüğü Medeni Yasa güvenceye alır. 

Laiklik, kamusal ilişkiler kadar özel ilişkileri de düzenleyen bir ilkedir. Evlenme yaşı, evlenme ve boşanma prosedürleri, aile konutu üzerinde tasarruf konusu, evlilik içinde edinilen malların kime ait olacağı konuları kişisel hayatlarla ilgili, ancak politik konulardır. Kişisel özgürlüklerin kısıtlanmasında, aile içi ilişkilerin düzenlenmesinde hangi kuralların, hangi gerekçe ile uygulanacağı yaşamsal bir tercihtir. Türkiye bu seçimi 96 yıl önce yapmış, dini kurallar yerine bilime ve akla dayalı laik hukuk düzenini seçmiştir.

Laiklik yaşamsaldır, çünkü toplumsal normların, geleneklerin, dinin, ataerkil düzenin meydana getirdiği eşitsiz güç ilişkilerini eşitlik yönünde dönüştürebilmenin tek yolu budur. Laiklik bilimdışılığı ve keyfiliği ortadan kaldırır; yurttaşları kamusal veya özel alanda iktidarı elinde bulunduranların insafına terk etmez. Eşitliği, adaleti, özgürlüğü sağlayabilmek için bilimsel kurallar çerçevesinde değişim ve dönüşümü mümkün kılar.

Tam da bu nedenle Medeni Yasa’daki aile hukuku bölümü yeniden düzenlenmiş, günün ihtiyaçlarına uygun hale getirilmiştir. Aile reisliğine dayalı aile modeli terkedilerek, haklar ve sorumluluklarda eşitlik ilkesine dayalı bir aile modeli getirilmiştir. 1 Ocak 2002’de yürürlüğe giren yeni Medeni Yasa ile ev içi emeğin ve çocuk bakımının yasal olarak tanınmış, edinilmiş mallara katılma rejimi ile eşit paylaşım ilkesi getirilmiştir. Evlilik süresince sarf edilen fiziksel ve duygusal emek sayesinde, erkeklerin zorunlu masraflarından tasarruf ederek zenginleştiği, kadınların ise emeklerini ve hayatlarını vererek yoksullaştığı cinsiyetçi aile sistemine son verilmek istenmiştir.

Medeni Yasa Diyanet’in görüşlerine göre değiştirilmek isteniyor

Ancak bugün, Medeni Yasa’nın içerdiği eşitlik ve eşler arasında dayanışmaya dayalı aile modeli, toplumu yanıltıcı argümanlar ileri sürülerek yok edilmeye çalışılmaktadır.

11 Ocak günü Cumhurbaşkanlığı’nda düzenlenen bir toplantıda, nafaka dahil yapılacak Medeni Yasa değişiklikleri ele alınmıştır. Cumhurbaşkanlığı, konunun birincil muhatabı olan baroların ve kadın örgütlerinin görüşlerine başvurmaz iken, toplantıya Diyanet İşleri Başkanlığı’nı davet ederek, atılacak adımın niteliğini kamuoyuna göstermiştir.

Cumhurbaşkanlığı’nda yapılan bu toplantının ardından 8 Şubat günü Adalet Bakanlığı’nın hazırladığı taslağın kimi başlıkları basına yansımıştır. Böylece görülmüştür ki Medeni Yasa, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın da yıllardır çeşitli vesilelerle vurguladığı İslami ilkelere paralel bir şekilde parça parça değiştirilmek istenmektedir.

Örneğin, Diyanet yayınlarında yıllardır sürekli olarak boşanan kadınlar için nafakanın eski eşten gebe olup olmadığının anlaşılma süresi olan iddet müddetince (3-4 ay) ödenmesi gerektiği dile getirilmektedir. Daha fazla nafaka ödemenin haram olduğu söylenerek nafaka yükümlüsü erkekler kadınlara karşı kışkırtılmakta, nafaka ödememeye teşvik edilmektedir. Nitekim bu kışkırtmalar sonucunda, nafaka ödenirken “haram olsun” “sadaka olsun” gibi söylemler yaygınlaşmıştır. Öte yandan, yine Diyanet yayınlarında kız çocukları için 9, erkek çocukları için 12 yaşına kadar nafaka ödenmesinin yeterli olacağı belirtilmektedir.

Nafaka konusunda yapılmak istenen değişiklikler ile Diyanet’in bu görüşlerine yaklaşma yönünde adımlar atılacağı görülmektedir. Buna göre, boşanmaları hızlandırıyoruz diyerek dava süresince ödenen tedbir nafakası hakkı tamamen ortadan kaldırılacak. Boşanma sonucunda bağlanan yoksulluk nafakası evlilik süresine bağlı olarak 5-7 yıl olacak. 30-40 yıllık evliliklerde bile en çok 12 yıl olarak sınırlandırılacak. Ancak soyut bir “iş imkanı olması” kavramı ile daha süresi bitmeden nafakanın kesilmesi yolu açılacak. 18 yaşını tamamlamış çocukların eğitim sürecindeki nafakası da kesilebilecek. Yasa geriye doğru uygulanacak, kadın ve çocuklara şu anda ödenmekte olan nafakalar kesilecek.

Bilindiği gibi Diyanet sık sık erkeğin “boş ol” demesiyle boşanmanın gerçekleşeceği hakkında fetvalar yayınlamaktadır. Diyanet, telefon, SMS, faks ve internet gibi farklı iletişim araçlarıyla da boşanmanın gerçekleşebileceğini, kadının gıyabında da boşanabileceğini belirtmektedir. Gündemdeki Medeni Yasa değişikliği taslağında da boşanmalar hızlandırılmaktadır. Buna göre, açılan davada hemen boşanma kararı verilecek; kadının ve çocukların nafakası, velayetin kimde olacağı, kadının tazminat ve diğer alacakları yıllar süren davaların sonucuna bırakılacaktır. Hemen boşanma olacağı için, kadın ve çocuklar da aile konutundan hemen çıkarılacak, nafaka bile bağlanmadan sokağa atılacaktır.

Getirilmek istenen aile arabuluculuğu ve illerde kurulacak “Sulh Komisyonları” da, aile hukuku konusunda yargıyı devre dışı bırakma tehlikesini barındırmaktadır. Bu iki girişim de, evlenirken kıyılacak müftülük nikahında olduğu gibi, boşanırken de dini hükümler ve dini görevlilerin devreye sokulacağı bir sisteme doğru büyük bir adım olacaktır.

Medeni Yasa ile elde edilen kazanımlar bütündür, bu bütünün bir parçasına yönelen bir saldırı aslında bütünü hedef almıştır. Sadece nafaka değil, kadınların izin almadan çalışma hakkı, yerleşim yerini izin almadan belirleme hakkı, aile konutunu birlikte seçme hakkı; mirasta, mülkiyet hakkında, evlilik içi edinilen malların paylaşımında eşitlik, evlilik birliğini yönetmede, evlat edinmede, velayette veya vasi olmada eşitlik gibi basitçe yasa önünde eşitliği sağlayan haklar da tehlikededir.

Medeni Yasa ile birlikte anayasal laiklik ilkesi de tehlikededir. 

1926 tarihli Medeni Yasa’nın gerekçesinde de belirtildiği üzere “Dinin hüküm halinde kanunlara girmesi tarihin akışında çoğu kez hükümdarların, zorbaların, güçlülerin keyif ve isteklerini tatmine aracı olması sonucunu getirmiştir”.

Buna izin vermeyeceğiz.

Yaşam için, özgürlük için, eşitlik için laiklikten vazgeçmiyoruz. Laiklik ilkesini özel hayatta güvenceye alan Medeni Yasa’yı savunuyoruz. 

Medeni Yasa benim! Medeni Yasa tehlikedeyse, ben de tehlike altındayım, yaşamım tehlike altında!

Bu nedenle, iktidara ve muhalefete sesleniyoruz:

Medeni Yasaya Dokunma, Uygula! 

Anayasal Laiklik İlkesine Dokunma, Uygula!”

‘Termik santraller için yapılan geçici düzenleme, çevre mevzuatını yok saymaya devam ediyor’

Hava kirliliğinin sağlık etkisi hakkında araştırmalar yapan Temiz Hava Hakkı Platformu, özel sektöre devredilen Türkiye’nin en eski ve en kirli termik santrallerinin 2019’dan bu yana geçici faaliyet belgesi (GFB) ile çevre mevzuatı yükümlülüklerinden sürekli muaf tutulduğuna dikkat çekiyor.

Santrallerin güncel durumunu değerlendiren Platform, söz konusu santrallerin çevre yatırımlarını tamamlamadan çalışmalarına izin verilmemesi gerektiğini vurguluyor.

Bazı tesisler yükümlülüklerden muaf

Çevre Kanunu” ve “Çevre İzin ve Lisans Yönetmeliği”ne göre tesislerin, hava emisyon izni, atıksu deşarj izni ve atık depolama sahalarına yönelik lisansını birlikte, entegre çevre izni olarak almaları gerekiyor.

Halen özelleştirme kapsamında olan ve özelleştirilen termik santrallere, entegre çevre izni alabilmeleri için gerekli baca gazı filtreleme ve arıtma tesisleri, atıksu arıtma üniteleri ve atık depolama sahalarını inşa etmeleri ve/veya yenilemeleri adına 2013’te Elektrik Piyasası Kanununa (EPK) eklenen ‘Geçici Madde 8’ ile ek süre tanınmıştı.

Platform da 2013-2019 yıllarını kapsayan bu muafiyetin, sürenin dolmasından sonra yatırımlarını tamamlamamış tesislere GFB verilerek hukuka aykırı biçimde fiilen uzatılmaya devam ettiğini belirtiyor.

Kamuoyu tepki gösterince veto edilmişti

Söz konusu santrallere verilen muafiyet süresinin tekrar uzatılması için Aralık 2019’da Meclis’ten geçirilmeye çalışılan düzenleme sivil toplum örgütlerinin ve kamuoyunun yoğun tepkisi sonucu Cumhurbaşkanı tarafından veto edilmişti.

Ancak ek süre tanınmamasına rağmen ‘Çevre İzin ve Lisans Yönetmeliği’nin hukuka aykırı uygulamaları ve ‘Atıkların Düzenli Depolanmasına Dair Yönetmelik’te yapılan yine hukuka aykırı değişikliklerle bu santrallerin çevre yatırımları tamamlanmadan çalıştırılmasına göz yumuluyor.

Temiz hava hakkını talep eden 110 binden fazla vatandaş ise kirli hava solumak istemediklerini yüksek sesle dile getirmeye ve yaşam alanlarının korunmasını talep etmeye devam ediyor.

Kömürlü termik santraller zehirli atıklara rağmen çalıştırılmaya devam ediliyor

İklim Değişikliği Politika ve Araştırma Derneği’nin (İDPAD), Haziran 2021’de yayınladığı rapora göre: 2020 başında kapatıldığı iddia edilen kömürlü termik santrallerin yaklaşık 1.5 yıldır geçici faaliyet belgeleri ile hiçbir çevre yatırımını tamamlamadan çalıştırıldığını; tesislerin tamamının toksik atıklarını vahşi depolama yöntemi ile depolamaya devam ettiğini ortaya koydu.

Temiz Hava Hakkı Platformu da İDPAD’ın bu raporu temel alınarak yapılan güncel incelemede, çevre yatırımlarını yapmadan çalışan santraller hakkında idari yaptırımların hala devre dışı olduğunun görüldüğüne dikkat çekiyor.

Dört santral çevre yatırımları tamamlanmamasına rağmen çalıştırılıyor

Açıklamada Ocak 2020’de mevzuata uygun olmadıkları gerekçesiyle faaliyeti durdurulan santrallerden dördünde hala çevre yatırımları tamamlanmadı ama buna rağmen santrallerin GFB ile çalıştırılmaya devam edildiği bildirildi. Çevre izni alan iki santralde ise izin süreçlerinin usulüne uygun işletilmediği tespit edildi.

Termik santrallerin sağlık maliyetleri

İDPAD’ın termik santrallere yönelik güncel incelemesi ile HEAL-Sağlık ve Çevre Birliği’nin ülkemizde 50MW üzerinde güce sahip hala çalışan kömürlü termik santrallerin sağlık maliyeti hakkında yaptığı güncel araştırması birlikte dikkate alındığında aşağıdaki sonuç ortaya çıkıyor:

  • Afşin Elbistan A Termik Santrali (Çelikler Holding, Kahramanmaraş): Haziran 2020’de GFB alarak yeniden çalıştırılmaya başlandı. Geçen iki yıl içerisinde üç defa GFB aldı. Hala GFB ile çalıştırılıyor. 1984 yılında işletmeye alınan Afşin A termik santralinin, 1984’den bugüne sadece hava kirletici emisyonlarından kaynaklı yarattığı sağlık sorunlarının maliyeti 380 milyar TL. Santralin 16 binden fazla erken ölüme, yaklaşık 35 milyon günün hasta geçirilmesine neden olduğu tahmin ediliyor.
  • Tunçbilek Termik Santrali (Çelikler Holding, Kütahya): Haziran 2020’de iki ünitesine GFB verilerek işletmeye alındı. Ocak 2021’de GFB’si iptal edildi, ancak yasal olarak kapalı kalması gereken süre içinde yeniden çalıştırıldı. 1956’da açılan ve Türkiye’de şu anda hala işletilen en eski kömürlü termik santral olan Tunçbilek santrali, geçtiğimiz 55 yılda 500 milyar TL’den fazla sağlık yükü oluşturdu. 20 bin erken ölüme ve 44 milyondan fazla hasta geçirilen güne neden olduğu tahmin edilen santralin hala çevre izni bulunmuyor.
  • Seyitömer Termik Santrali (Çelikler Holding, Kütahya): Haziran 2020’de iki ünitesinde GFB alarak işletilen ve daha sonra kapasite artışına da gidilen Seyitömer termik santralinin şu an geçerli GFB’si 12.02.2022 tarihinde bitti. GFB’sinin süresinin dolmuş olmasına, henüz gerekli çevre yatırımlarını yapmamış ve çevre izni almamış olmasına rağmen santral faaliyetine devam ediyor. 1973’te açılan santral, işletmeye girdiği yıldan bugüne yaklaşık 490 milyar TL sağlık maliyeti oluştururken, yaklaşık 20 bin erken ölüme ve 43 milyondan fazla günün hasta geçirilmesine neden oldu.
  • Soma Termik Santrali (Konya Şeker A.Ş., Manisa): Santral 2020 Ocak ayında tamamen durdurulması gerekirken, bölgesel ısı sağlıyor olduğu gerekçesi ile iki ünitesi çalıştırıldı. İki kez GFB verildi ve halen çevre izni olmadan çalıştırılıyor. 1984 yılında açılan santralin toplam sağlık maliyeti 800 milyar TL.
  • Çatalağzı Termik Santrali (Bereket Holding, Zonguldak): Haziran 2020’de GFB alarak tekrar işletmeye sokulan Çatalağzı termik santrali, GFB süresi 08.06.2021’de bittikten 3 ay sonra 02.09.2021’de çevre iznini almış. Arada geçen süre için uygulanması gereken idari yaptırımların hayata geçirilip geçirilmediği bilinmiyor. HEAL sağlık etki analizinde daha önce işletilip kapatılmış ÇATES-A üniteleri veri eksikliği sebebiyle hesaba katılamadığından; 1989’dan beri işletmede olan ÇATES-B’nin ünitelerinin yol açtığı hava kirliliği analize dahil edildi. ÇATES-B’nin bu süre içinde 1.110 erken ölüme, 2,6 milyon hasta geçirilen güne ve 34 milyar TL sağlık maliyetine neden olduğu tahmin ediliyor.
  • Kangal Termik Santrali (Konya Şeker A.Ş., Sivas) – Santralin Haziran 2021’de alınmış bir çevre izni var. Ancak, GFB’si 04.06.2021 yılında bitmesine rağmen çevre izni bu süreçte değil daha sonra, 30.07.2021 tarihinde alınmış. Çevre izni bitiş süresi ise GFB’nin bitiş tarihinden itibaren başlatılmış ve aradaki izinsiz süreç için bir yaptırım uygulanmamış. 1986’da açılan Kangal Termik Santralinin işletmeye alındığı günden beri topluma yüklediği toplam sağlık maliyeti 446 milyar TL.

Santrallerin emisyon sırları

GFB ve çevre izni verilen santrallerin, çevre yatırımlarını tamamlamalarına ilişkin zaman planları ve Bakanlığın denetim raporları takip edilemiyor. Bunun yanı sıra, “ticari sır” gerekçesiyle, zararlı partikül maddeleri açığa çıkararak hava kirliliğine ve halk sağlığına etkisi olan baca gazı emisyon değerleri de kamuoyuna açık değil.

Temiz Hava Hakkı Platformu’nun en son yayınladığı Kara Rapor 2021’de, 2017’den beri havanın sürekli olarak yüksek derece kirli olduğu illerden biri olan Kahramanmaraş’ta ve Manisa’da hava kirliliğinin kronikleştiği belirtiliyor.

‘Santraller çeşitli muafiyetlerle mevzuatın etrafından dolanabiliyor’

Buna göre; her iki ilde de hala GFB ile çalıştırılan eski ve kirli büyük termik santraller var. Türkiye’de hava kalitesini izlemek için yeterli istasyon olmadığının altını çizen Temiz Hava Hakkı Platformu Koordinatörü Deniz Gümüşel, şu ifadeleri kullanıyor:

“Kahramanmaraş’ta, 2020’de toz (partikül madde) kirliliğine dair yeterli veri üretilemedi. Yetersiz veri nedeniyle hava kirliliğinin halk sağlığına etkisi tam olarak hesaplanamaz iken geçici faaliyet belgesi ve izinlerle en tehlikeli gazları açığa çıkaran termik santraller çeşitli muafiyetlerle mevzuatın etrafından dolanabiliyor. Kamunun bu konuda yaptırım uygulamaması oldukça düşündürücü.”

HEAL-Sağlık ve Çevre Birliği Kıdemli Danışmanı Funda Gacal ise “Kömür yakıtlı termik santraller iklim değişikliğinin yanı sıra başta hava kirliliği olmak üzere, hem insan sağlığına zarar veren hem de alıcı ortamda kaybolmayan ağır metaller gibi pek çok kirletici maddenin sorumlusu” diyor.

‘Veri kısıtlılığı olduğu için bunlar iyimser tahminler’

“Şu anda yüzleştiğimiz enerji kriziyle beraber, kömürün ucuz bir yakıt olmadığı bir kez daha kanıtlanmış iken, yaptığımız araştırmalar elektrik üretmek için kömür kullanmanın sağlık maliyetini de gözler önüne seriyor” ifadelerini kullanan Gacal maliyetin boyutunu şöyle anlatıyor:

“Araştırmalarımız veri kısıtlılığı sebebiyle iyimser tahminler olmakla beraber, santrallerin sadece hava kirliliği nedeniyle son 55 yılda yarattığı sağlık maliyetinin Türkiye’nin 2020 yılı gayrisafi yurtiçi hasılasına eşit olduğunu gösteriyor. Bu maliyetin bedeli toplumun sağlığı, uzun erimli çevre etkileri ve kamu bütçesine maddi yük.”

Çevre mevzuatı muafiyetleri nelerdir?

2013’te yürürlüğe giren 6446 sayılı Elektrik Piyasası Kanunu Geçici 8. Maddesi’nde, kamunun elinde bulunan, özelleştirme sürecinde olan ve özelleştirilmiş elektrik üretim şirketlerine ve bunların tesislerine çevre mevzuatına uyuma yönelik yatırımların gerçekleştirilmesi ve çevre mevzuatı kapsamında gerekli izinlerin tamamlanması amacıyla 31/12/2018 tarihine kadar süre tanındı. Bu süre Bakanlar Kurulu kararı ile 3 yıl (yani 2021 yılı sonuna kadar) daha uzatılabilir diye de bir açık kapı bırakıldı.

Bu düzenleme çevre örgütlerinin ısrarlı takibi ile ana muhalefet partisi tarafından Anayasa Mahkemesine (AYM) taşındı. AYM, 2014’te verdiği kararla, EPK Geçici 8. Madde’nin Anayasanın 2., 5. ve 56. Maddelerine aykırı olduğu gerekçesi ile iptal etti. AYM kararında şöyle diyordu:

“Anayasa’nın 5. maddesiyle kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlama ve insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlama ödevi Devlete verilirken; 56. maddesiyle de herkesin, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahip olduğu belirtilerek bu hakkı korumanın yine Devletin ödevi olduğu vurgulanmaktadır.”

Ancak 2016’da kanunlaşan bir torba yasa ile, iptal edilen Geçici 8. Madde, çevre mevzuatına uyum için geçiş süresi 2019 sonuna kadar uzatılarak Elektrik Piyasası Kanununa tekrar dahil edildi. Ardından çıkarılan bir uygulama yönetmeliği ile madde kapsamındaki santrallerin çevre yatırımlarının ve çevre izin ve lisanslarını alma süreçlerinin izlenmesi için, enerji ve çevre bakanlıklarından oluşan bir komisyon kuruldu. Ancak ilerlemeler kamuoyu ile paylaşılmadı.

2020’de kapatılmaları gerekiyordu

Son olarak yine bir torba yasa (7194 sayılı Dijital Hizmet Vergisi Yasası) kapsamında yapılan düzenleme santrallerin çevre mevzuatına uyumuna yönelik yatırımlarını gerçekleştirmesi ve çevre mevzuatı açısından gerekli izinleri alması için tanınan süre, 30 Haziran 2022’ye kadar ertelenmek istendi. Sivil toplum örgütlerinin yoğun kampanyası ile Madde 50 adıyla kamuoyuna yansıyan düzenleme TBMM’den geçmiş olmasına rağmen Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından veto edildi ve kanun teklif metninden çıkarıldı. Buna göre Veto edilen kanun değişikliğinin ardından özelleştirilen termik santrallerin tamamının çevre mevzuatına uygun olmadıkları ve çevreyi kirlettikleri için 1 Ocak 2020 tarihinde kapatılması gerekiyordu. Bu durumda olan santrallerin faaliyetleri durduruldu.

Meslek örgütleri de tepkili

Süreçte çevre izni alarak işletilmesine devam eden santrallerin (Yeniköy, Kemerköy ve Çan termik santrallerinin) aslında çevre mevzuatına uyumlarını tamamlamadıklarına, ama buna rağmen çevre izin belgesi aldıklarına dair ise Makine Mühendisleri Odası ve Kimya Mühendisleri Odası gibi meslek örgütlerinin tespit ve itirazları var.

Sektör uzmanları bu santrallerin her birinin çevre mevzuatına uyumlarını tamamlayabilmeleri için yüz milyonlarca dolarlık yatırım yapmaları gerektiğini, şirketler açısından kârlı biçimde özelleştirilebilmeleri için bu yatırımların hukuki ve gayri hukuki yöntemlerle sürekli ertelendiği görüşündeler.

Geçici Faaliyet Belgesi nedir?

Çevre İzin ve Lisans Yönetmeliğinde tanımlanan, 1 yıl süresi olan, beyana dayalı ve daha basit kriterleri olan bir belgedir ve çevre izni almak için ön koşuldur. Santralin, ilgili çevre yatırımını yapmaya başladığını ifade etmektedir.

Yönetmelik gereğince, GFB’si olan ancak 1 yıl içerisinde hala çevre izni/çevre izin ve lisans belgesi alamayan tesislerin ise 1 yılın sonunda GFB’si iptal olur. Tesisin tekrar GFB’ye başvurması gerekir. Ancak, tekrar GFB başvurusu yapılması için ise tesisin 60 gün kapalı kalması gerekir. Eğer tekrar çevre izni alamazsa, 90 gün kapalı kalır.

GFB sürecinde bir defa çeşitli gerekçelerle (yakıtın veya yakma sisteminin değişmesi, faaliyetin değişmesi, kapasite artışı, prosesteki çeşitli değişiklikler v.b.) GFB alındıktan 6 ay içerisinde GFB yenileme işlemi yapılabilmektedir.